Ekonomik krizin etkileri her taraftan dışa vuruyor. Sağlık alanındaki yansımaları da ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Sağlık hizmetlerinin pek çoğunun verilemediğini gösteren örnekler artıyor. AKP iktidarının tüm yaşanan sorunlara olduğu gibi bu sorunlara da yaklaşımı aynı. Yani ya inkâr ediyor ya da bu sorunları gündeme getirenleri karalıyor, komplo yapmakla suçluyor ve hatta daha da ileri gidip “vatan, millet düşmanı” ilan edip seslerinin duyulmasını engellemeye çalışıyor. Oysa sağlık hizmeti vermeye çalışan kurumların ve buralarda çalışan emekçilerin durumu hepimizi çok yakından ilgilendiriyor. İlaç ve tıbbi malzeme bulamamaktan ameliyatların yapılamamasına, sağlık çalışanlarının üzerindeki baskıyı daha da artıran performans uygulamalarına kadar pek çok sorun biriktikçe gizlenemez hale geliyor.
Köle gibi çalışan milyonlarca emekçi beden ve ruh sağlığını her geçen gün daha fazla kaybediyor. İyileşmek, iyi hissetmek için ihtiyaç duydukları şeyleri almanın yolu da daha fazla çalışmaktan geçiyor. Bu durum milyonlarca insan için bir kısırdöngü. Bu nedenle sağlık kurumlarının kapısını çalan insan sayısı her geçen gün artıyor. Devlet hastanelerinde çözüm bulamadığında özel sağlık kurumlarına gitmeye zorlanan işçi ve emekçiler şimdi oraların da önünden geçemez hale gelmiştir.
Pek çoğu giderek gösterişli dev binalara dönüşen devlet hastaneleri, şehir hastaneleri iktidarın reklâm ve propaganda malzemesi olarak kullanılıyor. Binaların heybeti, içindeki ve hemen dibindeki sefaleti gölgeliyor. İçeride çalışma koşullarının fiziksel ve psikolojik ağırlığından derin bir çaresizliğe sürüklenen sağlık çalışanlarının ve dışarıda buralardan şifa bulacağı umuduyla gelen milyonlarca emekçinin durumu kahredici. Bir yanda sürekli sermayeyi büyütmek için çalışarak sağlığını yitirmiş insanlar, diğer yanda hem malzeme, hem de yeterli insan gücünden yoksun bırakılmış hastanelerde çalışan sağlık emekçileri. Hastanelerde artık belâ kol geziyor. Ansızın bir doktora tekme tokat giriliyor. Ya da acil koridorunda sedye üstünde saatlerce doktor bekleniyor. Kimse kimsenin umurunda değil gibi. Koridorlar, banklar insan dolu. Sağlığına kavuşmak, iyileşmek için çalınan bu kapılar bir itilmişler cangılı. Gerçekler Sağlık Bakanlığının hazırladığı kamu spotlarındaki gibi parıltılı değil.
İlacın dolarla ne alâkası var?
Bugün Türkiye’de binlerce insan tedavisi için zorunlu olan ilaçları bulamıyor. İktidarın propagandalarının papağanı haline gelmiş yandaş medyanın etkisi nedeniyle emekçiler gıdadan ilaca pek çok ürüne gelen zammın dolardaki artışla ilgisini kuramamaktadır. O nedenle sıkça duyar olduğumuz “dolarla ne ilgisi var?” sorusunun cevabı, sağlık hizmeti de alamamaya başlayınca daha netleşir oldu. Dövizdeki artışın ardından yurtdışından gelen birçok ilacın ülkeye girişine sınırlama getirildi. Bunun bedelini bu ilaçlara mahkûm olan insanlar ödemeye devam ediyor. Ancak iktidar, sağlık hizmetini bu yokluk içinde üretmeye çalışan sağlık çalışanlarının feryatlarına kulaklarını tıkıyor. İzmir Eczacılar Odası Başkanı Tuncay Sayılkan, krizin ilaç ve tıbbi malzemelerin bulunmasını zorlaştırdığına dikkat çekiyor. Özellikle hormon içeren ilaçlarla kanser tedavisi için zorunlu olan pek çok ilaca hastaların ulaşamadıklarını söyleyen Sayılkan, sorunun giderek daha da ağırlaştığını “her ay nereden bakarsanız bakın, 400 kalem ilaç yoka düşüyor. Bunlar tedaviyi aksatan ilaçlar olduğu için durumun ciddiyeti her geçen gün büyüyor” diyerek vurguluyor.[1]
Sağlık Bakanlığının bütün böbürlenmelerine rağmen, yaşanan sıkıntıların pek çok örneğinin yandaş medyaya da yansıyor olması, bu gerçekliğin inkâr edilemez boyutlara tırmandığını gösteriyor. Yeni Akit gazetesindeki 13 Kasım tarihli bir haberde de, İstanbul Gaziosmanpaşa’dan bir engelli vatandaşın bulamadığı ilaç için yardım talebinin kendilerine ulaştığını yazıyor. Ama elbette ilaç ve tıbbi malzeme tedariki ile ilgilenen kurumları “stokçular, vatan haini” diyerek hedef tahtasına koymayı ihmal etmiyor.
Genel Sağlık-İş Sendikası başkanı Zekiye Bacaksız yaşanan sorunları şöyle dile getiriyor: “İthal edilen tıbbi teknoloji, tıbbi sarf ve ilaçların fiyatlarındaki artış nedeniyle kamu hastanelerinde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Bazı kamu hastanelerinde ithal tıbbi teknolojik ürünlerin temin edilememesi nedeniyle ameliyatlar durma noktasına gelmiştir. … hastane giderlerindeki artış yüzünden döner sermaye sistemi tıkanma noktasına gelmiştir. Kamu hastaneleri, sağlık çalışanına döner sermaye katkı paylarını ödeyemez hale geldi. Hak ettikleri döner sermaye katkı paylarını alamayan, düşük sabit ücrete mahkûm edilen sağlık çalışanları, ekonomik kriz altında ezilmekte.”[2]
Hastaneler ameliyatların pek çoğunu yapamaz hale geldi. Hatta yaşaması için zorunlu tıbbi malzemeye erişemeyen insanlar ölüme terk edildi. Beyin pili, kalp pili ihtiyacı olan hastaların sesini kimse duymuyor. Gazi Üniversitesi Hastanesi ve Ordu Devlet Hastanesi başhekimliklerinin cerrahi branşlara gönderdiği yazı, tıbbi malzemelerin yokluğunun açık itirafı niteliğinde olup, malzemeler pahalı olduğu için acil olmayan ameliyatların yapılmaması istenmişti. Bu müdahalenin iki hastane ile sınırlı kalmadığı, pek çok hastane yönetiminin ameliyatların ertelenmesine sebep olan müdahalelerinin olduğu da görülmüştü. Bu olaylar basına yansıyınca AKP Ordu milletvekilinin iktidarın mantalitesini yansıtan cevabı durumun başka açılardan da vahim olduğunu gösteriyor: “Birkaç tane bizim aklı evvel başhekim ‘hastanede ağır ameliyatlar yapmayın’ diye resmi yazı yazmışlar … servislere. Öyle birkaç tane belge var. Yani bunlar aklı evvel birkaç tane başhekimler aslında. Tabiri mazur görün sopalık da…” Söz konusu milletvekili de dâhil iktidar temsilcilerinin ahkâm kesmelerinin sonucu sağlık çalışanları ölüyor, öldürülüyor, ruhen tükenip intihar ediyor. İşte bu bir zihniyetin çırılçıplak dışa vurmuş halidir.
Gerçekler apaçık ortadayken bile Sağlık Bakanı Fahrettin Koca iddiaların asılsız olduğunu söyleyebiliyor. İlaç ve malzeme sıkıntılarından bahsedildiğinde bakan “sağlıkta tasarruf olmaz” diyor. Güya öyle çok şey yapılmış ki sağlık alanında, tam bir kolaylıklar zinciri kurulmuş, sağlık kurumlarının kalitesi arttırılmış, altyapısı iyileştirilmiş, sayısal imkânları geliştirilmiş ve hatta dünyaya örnek bir sağlıkta dönüşüme imza atılmış! Bir yandan kitleleri bu masallarla uyutmaya çalışanlar, kendi bürokratik ayrıcalıklarından ve şatafatlı yaşamlarından değil ama sağlık harcamalarından tasarruf yapılması için tüm hastanelere emirler veriyorlar ve 2019 yılı için 956 milyon liralık plan yapıyorlar. Yani işçi ve emekçilerin tedavileri için gerekli olan pek çok hizmette kesintiye gitmeye tasarruf diyorlar. Minareyi çalan kılıfını uyduruyor. Oysa işi bilenden soracaksın. Döner sermaye ücretlerinin ödenmediğini, yıpranma payı düzenlemesinin yetersiz olduğunu, hastanelerde en temel ihtiyaç ve hatta temizlik malzemelerinin bulunamadığını, ameliyat yapamadıklarını, tasarruf yapılacağı gerekçesi ile tam bir cendereye sokulduklarını bizzat sağlık çalışanları söylüyor.
Sağlık emekçilerinin durumu ağırlaşıyor
Ağır çalışma koşulları, artan şiddet karşısında çaresizlik, ücretlerdeki uçurum ve güvencesizlik (döner sermayeye mahkûmiyet), vardiyalı ve uzun saatler çalışmak zorunda kalma, artan hasta sayısı karşısında düşen sağlık personeli sayısı, izin ve sosyal hakların gasp edilmesi karşısındaki tükenmişlik ve çaresizlik. Fişlenme, KHK ve CHK saldırıları ve korku duvarına toslamak. Derinleşen kutuplaşma, birbirine güvensizlik ve çok büyük bir örgütsüzlük. Devlet sendikası tarafından daraltılmış çemberi kıramama. Güçsüz, güvensiz bir güruha dönüşme. Bütün bunlar sağlık çalışanlarının içine düştüğü durumun resmidir. Rejimin tüm toplumu cendereye hapsettiği koşullardan sağlık emekçileri de payına düşeni alıyor. Örgütlenmek ve mücadele etmekten korkuyor. Mücadele olanaklarını yaratmaya, örgütlenmeye çalışan SES üyelerine, tabiplerin meslek örgütlerine yönelik baskılar had safhaya ulaşmış durumda. 15 Temmuz’un ardından binlerce sağlık çalışanı güvenlik soruşturmalarına tâbi tutulmuş, muhalif, sol, sosyalist, Kürt kimliği nedeniyle meslekten ihraç edilmekle yetinilmemiş, toplumdan dışlanmaya ve açlığa mahkûm edilmeye çalışılmıştır. Kılıfını “sağlıkta şiddetle mücadele için yasa çıkarıyoruz” diyerek oluşturan iktidarın torba yasasından çıkanlar bu saldırıların en güncel olanıdır. İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Pınar Saip’in söyledikleri de bunu gösteriyor: “2 Ekimde çok değerli bir meslektaşımız katledilerek öldürüldü, biz ondan sonra sağlıkta şiddet yasası çıksın diye alanlara çıktık, sesimizi duyurmaya çalıştık. Ama bize müjde olarak verilen yasada sağlıkçıya şiddetle ilgili hiçbir şey yok. Buna mukabil sağlık çalışanlarına, hekimlere, diş hekimlerine ciddi bir gözdağı vardır… Hekimlik yaptırmama kararı alan bir yasa gündemde. Bu sadece hekimlere konulan yasak değildir. Bütün insanları tehdit eden bir yasa. Nazi döneminde Yahudilere uygulananları hatırlatan bir yasa.”[3]
Yukarıdaki sorunların boyutu ile kıyaslandığında daha katlanılabilir bir durummuş gibi görünse de, ağaç yaşken eğilir misali, şimdiden gencecik sağlıkçı adaylarını da baskı çemberinin içine almış durumdalar. Çıraklık yasasına bağlı olarak çalıştırılan ve korkunç bir emek sömürüsüne maruz bırakılan stajyer öğrencilere bir yükmüş gibi davranılmaktadır. Bugün hâlihazırda başta eğitim araştırma hastaneleri olmak üzere devlete bağlı sağlık kurumunda staj yapmak zorunda olan binlerce lise ve üniversite öğrencisinin yemekleri bakanlık emri gerekçe gösterilerek hastane başhekimlikleri tarafından kesilmiş durumdadır. Bu kurumlar, staj adı altında her gün en az 8 saat çalıştırdıkları öğrencileri açlığa mahkûm ettiler. Evden getirdiği birkaç lokma yemeği yiyebileceği bir yeri ve kurum dışına çıkma izni olmayan bu öğrenciler hastanelerdeki sömürü çarkının genç kurbanları olarak hızla öğütülmektedirler.
Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca: “Sosyal Sigorta Kurumu en geniş kapsayıcılığı ile birlikte 81 milyonu da içine alan bir sigorta sistemi. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir sağlık sistemi yok” diyor. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan sağlık sistemimizin resmini ve AKP’nin sağlık politikalarının sonucunu gösteren birkaç örnek daha ekleyelim. Türkiye’de hane halkının tedavi, ilaç gibi ihtiyaçlarına harcadığı para hep artmış. Yapılan araştırmalara göre 2017 yılında hane halkı sağlık harcaması %23 oranında artarak 24 milyar lira olmuş. Kişi başına düşen sağlık harcaması ise 2016’da 1511 lira iken, 2017 yılında %16 artarak 1751 liraya yükselmiş.[4] Geçtiğimiz yıl hastaneye giden insan sayısının 289 milyona ulaştığı, acil servislere başvuranların ise 100 milyonu aştığı tespit edilmiş. Bu da AKP iktidarının sadece sağlıkta dönüşüm programıyla değil tüm uygulama ve politikalarıyla toplumun sağlığı ile oynadığını gösteriyor. Çünkü bu veriler insanların pek çok kez hastane kapılarında süründüğünün de göstergelerinden.
Hastanelere işletme, hastalaraysa müşteri gözüyle bakan egemenler ceplerini doldururken, emekçilere kötü bir yaşam, daha bir kısa bir ömür dayatılıyor. İktidarın sahipleri Osmanlı sultanlarının saray şatafatları içinde yaşarken, binlerce insan kanser olmuş sevdiklerine ilaç bulamamanın yarattığı çaresizlikte boğuluyor. Çünkü pek çok hastalıkta olduğu gibi kanser hastalıklarında da tedavide işe yarayan ilaçların bir kısmı SGK tarafından karşılanmıyor. Bu ilaçların fiyatları zaten asgari ücretin on katından fazla iken, dövizdeki artış nedeniyle dudak uçuklatan rakamlara ulaşmış durumdadır.
Emekçileri bu koşullara boyun eğmeye zorlayanların iktidarı yıkılmaz değildir. Tarih egemen sömürücü azınlıkların kendilerini en yenilmez hissettikleri ve ezilen kitleleri alaya aldıkları, onları yok saymayı eğlence haline getirdikleri dönemlerin gümbürtüyle çöktüğü nice örnekle doludur. Fransız Devriminde ayaklanan ve yaşadığı açlığa, sefalete son vermek isteyen, ekmek isteyen kitlelere dalga geçer gibi “ekmek bulamayan pasta yesin” dediği rivayet edilen Kraliçe Marie Antoniette’in ibretlik sonu, açlığa mahkûm edilen milyonların sabrını, saray üstüne saray yaparak, jumbo jetlerde gökyüzünden parmak sallayarak, yandaşlarını ihale şampiyonu yaparak deneyenlere bir şey anlatmasa da yoksul emekçilere çok şey anlatıyor.
link: Derya Çınar, Kriz ve Sağlık, 6 Aralık 2018, https://en.marksist.net/node/6545
Kriz, İşçi Sınıfı ve Sendikalar
Barış Lafazanlığı ve Savaş Gerçeği