1930’larda, işten atılan on binlerce işçi, işsiz işçilerin haklarını savunmak için konseyler oluşturdular. Bu işsiz konseyleri yürüyüşler düzenlediler, grevleri desteklediler ve evden atmalara karşı mücadelelere destek verdiler. Onların çabalarının hikâyesini, Bronx’ta evden atmalara karşı protestolarda aktif olarak yer alan Rose Chernin anlatıyor.[*]
Şimdilerde Amerikan yaşam tarzının parçası olarak kanıksadığımız şeyler, otuzlu yıllarda onları talep etmeye başladığımızda devrimci fikirlerdi. İşsizlik sigortası istedik; konut yardımı, okullarda çocuklar için sıcak yemek ve kentin çöplüklerinde yaşayan yoksul insanlar için konut istedik.
O zamanlar, sekiz saatlik işgününü kim duymuştu? Eğer birisi çalışırken yaralanırsa patron ona bir sent bile verir miydi sanıyorsunuz? Niye umursasındı ki? Her zaman onun yerini alacak başka bir yoksul adam bulunurdu. Hatta sendika fikri bile o zamanlar dünyada yeni bir kavramdı. Kimse yeterli bir ücret alacağı beklentisinde değildi. Ayrıcalıklı olanlar doğuştan yukardaydı. Ama biz alttaydık. Bizim için grev hakkına sahip olma düşüncesi, hayal etmesi bile zor olan bir şeydi.
Öyleyse tüm bunlara ilişkin ne yapılabilirdi? Bir kişi, boyu bir buçuk metre bile olmayan bir kadın dünyayı nasıl değiştirebilirdi?
Size anlatacağım. Bu güzel bir hikâye, çünkü o günlerde örgütlenmeye başlamıştık. İşsiz Konseylerini kurduk. Bunlar kendiliğinden halk örgütleriydi ve ilk günlerinden itibaren onları örgütlemeye yardım ettiğim için onları size anlatmak isterim. Komünist Partiye katılmadan önce halihazırda bu faaliyet içindeydim.
Bir mahallenin merkezinde ofis açmıştık. Sabah gelip kahve yapmıştım, insanlar çörek getirdiler, sohbet edecektik. Aniden içeri biri girdi ve ona “Selam, kimsin sen?” diye sorduk.
“Az önce işten atılmış biriyim.”
Yaygarayı duymalıydınız: “Yaşasın! Bir işsiz daha. Harika.”
Bize bakıp deli olduğumuzu düşünmüştü. İşsiz kalmasını neden kutluyorduk ki? Onun için bunun anlamı ücretin, kiranın, yatacak yerin, yiyecek hiçbir şeyin olmaması demekti. Öyleyse coşkumuz niyeydi? “Senin burada olmana memnun olduk. Broşürleri dağıtacak bir kişi daha eklendi bize” dedik.
Bu adamın ve hepimizin başına gelen korkunç şeyi üretken bir eyleme dönüştürmenin yolu buydu. Hayatımızın kontrolünü ele alıyorduk. Bizler artık kurban değildik.
Bu kadar basitti. Niye diğer insanların da bunu göremediğini merak ederdim. Başarısızlığa uğrayamazsınız. Aslında başarısızlık olanaksızdır; zaten tam da bir araya gelerek, kişisel trajediyi, bu çaresizliği, bu ümitsizliği kolektif bir çaba içinde değiştirirsiniz.
Temel görevimiz, bir milletvekilinin işsizlik sigortası için bir yasa tasarısı sunmasını sağlamaya çalışmaktı. Bronx’un gecekondu mahallelerinde kapı kapı dilekçe dolaştırıyorduk.
Tipik karşılaşma şöyle oluyordu: Ben ve bir diğer kişi binaya girip ilk kapıyı çalıyorduk. Birisi, genellikle bir erkek, kapıyı açardı. Önce dar bir aralıktan bize bakardı. Sonra, bizim evsahibi olmadığımızı görünce, kapıyı daha geniş açardı. “Milletvekillerinin Kongreye yasa tasarısı vermesini isteyen bir dilekçe dolaştırıyoruz. İşsizlik sigortası istiyoruz ve hükümetin bunu bize vermesini sağlayabileceğimizi düşünüyoruz. Bu ailede işsiz olan var mı?” derdim.
“Dalga mı geçiyorsunuz? Bu ailede herkes işsiz.” Ya da “Çoğumuz işsiziz, biri çalışıyor ama haftasonunda, o da işten atılmayı bekliyor” derlerdi.
Onlara, “Biz de işsiz işçileriz ve Kongreden bize ya iş ya da maaş veren bir yasa geçirmesini istiyoruz” diyorduk.
İnanmayarak, “Hükümetten bize çalışmadan para vermesini mi istiyorsunuz?” diyorlardı. İnsanlar bunu istediğimize inanamıyorlardı.
Bizse şöyle yanıt veriyorduk: “Evet, hükümetten bize iş vermesini istiyoruz. Eğer iş veremiyorlarsa bize yardım etmek zorundalar.”
“Ama siz sosyalizm istiyorsunuz.”
“Biz iş ya da para istiyoruz.”
Temel ihtiyaçlarımız etrafında örgütleniyorduk. İnsanlarla çok kolay konuşuyorduk, çünkü bizler de işçiydik. İnsanların bize katılmamasını hep tuhaf buldum. Böyle düşünürdüm, zira örgüt bana çok temel görünürdü. Belki niçin komünist olduğumu merak ediyorsunuzdur. Ama ben niye diğerlerinin olmadığını merak ederdim. Esasında, bize katılmayanlar kendilerine ya da bizim sistemi değiştirebileceğimize güvenmiyorlardı. Bunlar, “Biz yoksul insanlarız. Ne yapabiliriz ki?” diyenlerdi. Kapıları çalmaya gittiğimizde bunu duyardık.
Öte yandan, insanlarla konuştuğumda, onları içinde bulundukları koşullara karşı mücadele etmeye ikna edebiliyordum. Ben bu mücadeleye inanıyordum. Örgütçü olmak için gereken tüm şey budur. Gücümüze güvenmek.
Bunun gibi bir manzarayı kim unutabilir ki? Kolları yukarı çekilmiş kırmızı bir hırka giyen bir kadın vardı. Başı örtülü bir diğeri. Kararlı görünen yüzler. Ve çocuklar, ninesinin ördüğü mavi başlıklı biri. Nina neşeli gözleriyle küçük bir yüze sahipti. Adımlarımızı birlikte atardık, tüm kadınlar sol ayak, sonra hep birlikte sağ ayak. Şarkı söyleyerek, slogan atarak: “Süt istiyoruz. Çocuklar için süt.”
Caddelerde mahalle konseylerinin reklâmını yaparak dolaşırdık. İnsanlardan gelmelerini isterdik ve bağışlayabilecekleri ne varsa getirmelerini söylerdik. Konseylerde her zaman yiyecek bir şey olurdu. İnsanlar uğradıklarında onlarla bir broşür üzerinde çalışmaya başlardık, onları bir sohbete dahil ederdik. O günlerde sokaklarda yaşananlar ve umutsuzluk düşünüldüğünde, konseyin onlar üzerinde yarattığı etkiyi hayal edebilirsiniz.
Kadınlar yiyecek fiyatlarını sürekli takip etmek için örgütlenirlerdi. Eğer bir ürün belirli bir dükkânda pahalandıysa, derhal boykota giderdik. Yine arabadaki çocuklarla birlikte gidip, “BU MAĞAZADAN ALIŞVERİŞ YAPMAYIN, BUNLAR EKMEĞİ ÇOK PAHALANDIRIYORLAR” yazan bir pankartla mağaza önünü keserdik.
Bu boykotlar çok başarılıydı. Hiç kimse, ördüğümüz hattı geçmezdi.
Aynı şeyler Brooklyn’de, Manhattan’da, Harlem’de oluyordu. Harlem’de açlık kol geziyordu ve çorba mutfakları halka yeterli yiyecek sağlayamıyordu. Konseyden Harlem’e taşıyabildiğimiz her şeyi taşıyorduk.
Hayatın anlamını bulduğunuz yer, insanların içinde bulundukları koşullara karşı verdikleri bu mücadeledir. En kötü durumlarda insanlarla birliktesinizdir. Eğer ortada beş elma varsa, onları ona bölerdik ve herkes yerdi. Eğer birinde bir çeyreklik varsa, gidip köşeden biraz ekmek alıp onu konseye getirirdi.
Bu şekilde birlikteyseniz, birleşmişseniz, hayat değişir. Yalnız kalma korkusu yitip gider. Tek başına olursanız bu sorunları çözemezsiniz. Sorunlar bunaltıcı hale gelir. Bir patronla teke tek kalırsanız, tüm güç ondadır ve siz bir hiçsinizdir. Fakat bir aradayken gücümüzü hissederiz ve gülebiliriz. Şarkı söylemeyi bilen birisi şarkı söylemeye başlardı. Diğerleri dans etmeyi bilirlerdi. Orada bizler işsiz insanlardık, ama dans ediyorduk.
O yıllarda ben mutluydum. Mutlu mu dedin? İşsizlik, evden atılmalar, yüksek gıda fiyatları yaşanırken? Ama tam da öyleydi. Peki niye? O yıllarda ben, o zamandan bu yana tüm hayatım olan şey haline geldim. İşte mutluluk herhalde bundan geliyor, başka ne olabilir?
Eğer bir örgütçüyseniz ve insanların başarılı bir şekilde nasıl bir araya geldiğini görmüşseniz, işinizi başarmış hissedersiniz. Bizler faaliyetlerimizde çok başarılıydık. Fiyatları kontrol altına aldık, milletvekillerine basınç bindirdik, insanların işçiler olarak kimliklerinin bilincine varmalarını sağladık ve kira boykotlarını kazandık…
İnsanlar bizi dinliyorlardı, bu fikir onlara cazip geliyordu. Evden atılmalara karşı mücadele edeceğimize ve kapı dışarı edilen insanlara yardım edeceğimize dair söz veriyorduk. O günlerde sokaktan aşağı yürüdüğünüzde, tüm ailelerin çocuklarıyla birlikte etrafı eşyalarla çevrili kaldırımda oturduğunu görürdünüz.
Bütün bina örgütlendiği ve boykota katılmayı istediği zaman, kiracılar için müzakere komiteleri oluşturuyorduk, sokağa bakan tüm pencerelere büyük tabelalar koyuyorduk ve evin etrafında bir gözcü hattı oluşturuyorduk. Tabelada şu yazıyordu: KİRA BOYKOTU. BU BİNADAN EV KİRALAMAYIN.
Evsahibi elbette kiracıların taleplerini yerine getirmektense ölmeyi tercih ederdi. Böylece boykot başlardı. Evsahibinin bir gün tahliye bildirimlerinde bulunacağını bilirdik. Ama herkesi tahliye edemezdi. Bu çok pahalıya patlardı.
Tahliye gününde, bütün erkeklere binayı terk etmelerini söylerdik. Polisin itip kakacağını ve onları döveceğini bilirdik. Direnmek için evlerde kalanlar kadınlardı. Bizse yangın çıkışlarına çıkıp megafonlarla aşağıda toplanan kalabalığa konuşurduk.
Bronx’ta, sadece yukarı doğru baksanız iki yüz insanı bir araya getirebilirdiniz. Polis tahliyeyi başlatmaya gelir gelmez, sokağı şeritlerle kesip insanları toplardık. Polis çatılara makineli tüfekler koyar, onları sokaktaki insanlara çevirirdi.
Bu sırada biz balkonda dururduk. Ben aşağıdaki kalabalığa seslenirdim: “Ahali, kardeş işçiler. Bizler işsiz erkeklerin karılarıyız ve polisler bizi evden atıyor. Bugün biz atılıyoruz. Yarın aynı şey sizin başınıza gelecek. O zaman olduğunuz yerde durun ve izleyin. Bize olanlar size de olacak. Bizim işimiz yok. Yiyecek alacak paramız yok. Kiralarımız çok yüksek. İcra memuru, eşyalarımızı haczetmek için polisi gönderdi. Bunun olmasına izin veriyor musunuz?”
Ya da bazen eşyaları çıkarmak için gönderilen işçilere seslenirdik: “Sizinle konuşuyoruz, işsiz işçilerin eşyalarını dışarı atmak için buraya gelen sizlerle. Kimsiniz siz? Siz de karnını doyurmak için bu işi kabul etmek zorunda kalan işsiz insanlarsınız. Biz sizi suçlamıyoruz. Siz de bizden birisiniz. Bizler İşsiz Konseyini temsil ediyoruz ve geçen gece işsizler arasında para topladık. Size ücretinizi verip işinize son vermeye yetecek paramız var. Bir işsiz işçiyi tahliye etmek için ne kadar ücret alacaksınız? Beş dolar? Altı dolar? Sizin için paramız var. Polis ve icra memuru olmadan buraya gelin ve size paranızı verelim. Orada dikilen icra memuruna bakın. O çalışıyor mu? Bırakın işi o yapsın.”
İşte böyle konuşuyorduk. Adamların tereddüt ettiğini görebiliyorduk. Devam ediyorduk: “Biz kadınlar, evden atılacak eşyalarla birlikte burada duruyoruz. Çaydanlıklarımızdaki sular sıcak. Kapılar kilitli. İçeri girmenize izin vermiyoruz.”
Genelde, tutulan adamlar bir şekilde yukarı çıkarlardı. Kapılarımız kilitliydi ama onlar kapıları kırarlardı. Biz, ellerimizde çaydanlıklarla o kapıların arkasındaydık. Onlar bir eşyayı tuttuklarında öbür köşesinden de biz tutuyorduk. Ve başlıyorduk çekiştirmeye. Bu sırada şöyle diyorduk: “Burada, para burada. Eşyaları bırakın.”
Bazıları parayı alıp giderdi. Bazen sıcak suları adamların üstüne dökerdik. Bazen onlar bize vururdu. O zaman yangın çıkışına koşar, megafonu kapıp kalabalığa bağırırdık: “Bize vuruyorlar. Bunlar iri adamlar ve bize saldırıyorlar. Ama onların eşyaları almalarına izin vermiyoruz. Bizi alt edemezler. Biz kazanacağız.”
Bazense bu mücadeleden bıkarlardı ve eşyaları evden çıkaracaklarını ama dışarı bırakacaklarını söylerlerdi. Bu bir zaferdi. Orada kalıp kocaların dönmesini bekler, sonra eşyaları eve geri taşırdık. Kapıya yeni bir kilit takardık ve evsahibi yeni bir tahliye bildirimi getirmek zorunda kalırdı. İcra memurunu çağırırdı ve her şey al baştan tekrar ederdi.
Kavgamız başarılıydı. Bu mücadele sayesinde kiralar aşağı indi, evden atılan aileler evlerine geri döndüler, evsahipleri bizimle kavga etmeyi bıraktı. Bazen başarısız olurduk ve eşyalar sokağa taşınırdı. Onları hemen muşambayla kaplardık, böylece zarar görmezlerdi, sonra platform olarak kullandığımız eşyaların üstünde bir kitle toplantısı yapardık. Sadece polisin gitmesini beklerdik. Onlar gider gitmez, orada duran insanlar eşyaları toplayıp binanın içine taşırlardı. Kilidi kırıp eşyaları geri koyardık, yeni bir kilit takardık ve evsahibi daha sonra aynı prosedürü izlemek sorunda kalırdı.
İki yıl içinde Bronx’ta kira kontrolünü sağlamıştık. O günlerde, yol buydu.
(1949)
[*]Rose Chernin’in kızı aktivist yazar Kim Chernin’in “Annemin Evinde” adlı anı kitabından aktaran: Howard Zinn, Anthony Arnove; Voices of a People’s History of the United States, Seven Stories Press
link: Rose Chernin, 1930’larda Bronx’ta İşsizlerin Örgütlenmesi, 1949, https://en.marksist.net/node/6521
Brezilya’da Faşist Tırmanış Süreci
1929 Krizinde Amerikan İşçi Sınıfı: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”