Ekonomik kriz ve bunun çeşitli görünümleri bugün Türkiye’de toplumun gündeminde büyük bir yer işgal ediyor. İnsanlar bir yandan döviz kurundaki keskin yükseliş ve değişimleri takip ederken, diğer yandan yükselen meta fiyatlarının can yakıcı etkilerini yaşayıp öfkeleniyorlar. Elbette tüm bunların neden yaşandığına dair tartışmalar da ister istemez toplumun gündemine giriyor. Bunların yanı sıra faiz tartışmaları, her geçen gün sayısı artan büyük şirket iflasları ve konkordato ilanları da, iktidar medyasının tüm karartma çabalarına rağmen, gözlerden saklanamaz hale geliyor.
İktidar, krizi kendisi açısından hasarsız atlatma ve hatta bazı bakımlardan fırsata çevirme uğraşı içinde çeşitli tedbirleri gündeme getirirken, çeşitli patron örgütleri, uluslararası kuruluşlar, esnaf örgütleri de kriz vesilesiyle talepler ve çözümler ileri sürüyorlar. Bu çevrelerin hemen hepsi devletten krize karşı kendilerini koruyacak önlem ve düzenlemeler talep ederken; DİSK ve KESK bir yana, büyük işçi sendika konfederasyonlarının pek sesi soluğu çıkmıyor. Krizin en can yakan sonuçlarını yaşamaya başlayan ücretli emeğin temsilcileri, sınıfın çıkarları için yeri göğü inletmeleri gerekirken, “dış güçlerin oyunları”na, onların açtığı “ekonomik savaş”a dair iktidarın söylemlerini tekrarlayan açıklamalar yapmakla meşguller.
Hâlbuki kriz dönemleri ortalıkta dolaşan birçok sahteliğin faş olduğu, kapitalist düzenin ve onun devletinin sınıf karakterinin daha bir açıklıkla kendisini ortaya koyduğu dönemlerdir. Tabir caizse düzenin ipliği pazara çıkar. Ama en çok da devletin konumu ve rolü ile ilgili burjuva söylem çark eder. Olağan dönemlerde devlete “gölge etme, önümü aç” diyen sermaye, kriz dönemlerinde “aman devlet yetiş imdadıma” demeye başlar. Çeşitli büyüklükteki sermaye örgütlerinden tutun, küçük mülk sahibi ara katmanların örgütlerine dek, yapılan açıklama ve ileri sürülen taleplere bakıldığında, kimsenin krizin kendi mecrasında ilerlemesini kabul etmediğini, toplumun ortak örgütü diye sunulan devletin kendilerine ayrıcalık yapmasını talep ettiğini görürüz. Bunlar her kriz döneminde olduğu gibi bugün de devletin ucuz krediyle, teşviklerle, borçları erteleyerek, faizlerini silerek vb. kendilerine yardım etmesini istiyorlar. Devletin kriz karşısındaki tutumu da, buradaki durumun bir karşılıksız aşk olmadığını gösterir niteliktedir ve tüm hareket tarzının esas olarak sermaye cephesinin çıkarlarına uyarlı olduğu aşikârdır.
Bu durum Türkiye’ye özgü değildir kuşkusuz. Kapitalizmin tarihi boyunca kriz dönemlerinde kapitalist sınıfın ve burjuva devletin aldığı tutumların açık sınıfsal karakterine dair birçok örnek verilebilir. Ama uzağa gitmeden, sadece 2008 krizi dönemine baktığımızda dahi bunun nasıl kaba bir biçimde sergilendiğini görmemek mümkün değildir. Liberal ekonomi savunusunun küresel düzeyde şampiyonu olan ABD’de, devlet tarihte eşi benzeri görülmemiş bir cömertlikle sermayeyi kurtarma yoluna gitmiştir. Milyonlarca çalışan işsizliğin, yoksulluğun, güvencesizliğin daha derinlerine itilirken, şaşaalarından geçilmeyen dev şirketlere devlet eliyle trilyonlarca dolar kaynak aktarılmış, “batamayacak kadar büyük” denilen bu şirketler kurtarılmıştır. Devletin ve düzenin bu açık ve net sınıf tutumu karşısında ABD’de (diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde de), %99 hareketi olarak da anılan bir hareket doğmuştur. Uzun yılların yenilgi ve ihanetleri ve hâkim burjuva propagandası yüzünden bu tür sorunların pek bilincinde olmayan yeni kuşaklar, böylece bir politik bilinçlenme sürecine adım atmışlardır. O günlerden bu yana ABD’de sadece sınıf hareketinde kıpırdanmalar görülmüyor, politik sahnede sol eğilimlerin güçlenişini de görüyoruz.
Çeşitli koşullara bağlı olarak toplumdan topluma tepkiler farklılıklar gösterse de, ideolojik olarak topluma benimsetilmiş bazı kalıplara hiç de uymayan uygulamaların daha gözle görülür hale gelmesi önemlidir. Herkesin devleti olduğu zannedilen devletin, zaten zorlu hayat koşulları içindeki işçi sınıfı ve emekçilere hayatı daha da dar eden acı reçeteler dayatırken, zor duruma düşen kapitalistleri, onların şirketlerini bol kepçe besleyerek kurtarması, hatta krizi emekçiler karşısında sermayenin daha önce isteyip de yapamadıklarını nihayet hayata geçirmenin fırsatı olarak değerlendirmesi, sınıf bilinçli işçilerin çalışması açısından ciddi bir teşhir olanağı sunar. Bu bakımdan Türkiye’de şimdilerde etkileri gitgide daha derinden hissedilmeye başlanan krizde sermayenin ve devletin neler yaptığını daha ayrıntılı olarak ortaya koymak yararlı olacaktır.
Krizin sınıfsal gerçekleri
İktidarın kriz karşısındaki hareket hattı her ne kadar YEP (Yeni Ekonomi Programı) adı altında açıklanan ekonomik program ekseninde tartışılsa da, kriz, son haftaların döviz çalkantılarından ve YEP’ten çok daha önceye uzanmaktadır. İktidarın izlediği politikalar da döviz hareketliliğinin çok öncesinden itibaren belli bir çizgiye oturmaktadır. Dahası kriz sebebiyle gündeme gelen tutum ve hareketlerin hepsi YEP çerçevesiyle sınırlı değildir. İktidar, krizin etkileri çok önceden kendisini göstermeye başladığı ve emekçi kitlelerde bir hoşnutsuzluk oluşmaya başladığı için, normalde 2019’da yapılması gereken genel seçimleri 24 Haziran 2018’e çekmişti. Kriz derinleşip hoşnutsuzluk daha fazla büyümeden, acı reçeteler tam kapsamıyla dayatılmadan seçim badiresi atlatılmalıydı.
Seçim öncesinde her ne kadar kitlelere oy avcılığı rüşveti niteliğinde bazı göstermelik jestler yapıldıysa da bunlar o günlerde dahi genel hareket çizgisini geçersizleştirmiyordu. Örneğin işsizlik sigortasından yararlanma koşullarında gevşeme yapılacağı açıklanırken bile fonun kaynaklarının sermayeye aktarılması uygulaması genişletilerek sürdürülüyordu. Şimdi bu aynı politikanın daha da ilerletilmesi planlanmakta. Bir başka önemli örnek olarak seçimlerden çok önce getirilmiş olan bireysel emeklilik sistemi verilebilir. İşçilere zorla dayatılan kesintiler, işçilerin ilk fırsatta sistemden çıkmayı tercih etmeleri nedeniyle, sermayeye istedikleri ölçüde bir kaynak transferine yol açmayınca, şimdi bu kesintilerin 3 yıl boyunca sürecek bir zorunluluk haline getirileceğinden söz edilmektedir. Dolayısıyla düzenin ve rejimin uzun süredir yaşadığı sıkışma bağlamında işçinin hak ve kazanımlarına saldırılar YEP’ten çok önce başlamıştı. Şimdi YEP bu saldırıları daha bütünlüklü hale getirip daha üst bir düzeye çıkarmaktadır.
Burada kriz ve işçi sınıfına saldırılara dair sürekliliği vurgulamamız, asıl saldırı sürecinin 24 Haziran seçimlerinden sonra başlamış olduğu gerçeğini değiştirmez kuşkusuz. Zaten seçim öncesinde bunun böyle olacağını vurgulamıştık. Bu tahliller doğrulanmıştır ve önümüzdeki günlerde bu daha da derin bir nitelik kazanacaktır.
İktidarın mevcut kriz bağlamında hareket çizgisinin temel bileşeni işçi sınıfına saldırıdır. İlk bakışta sermayenin kurtarılması, tahkim edilmesi anlamına gelen kimi uygulamalar ve tedbirler de doğrudan ya da dolaylı olarak işçi sınıfına saldırı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla aynı kalemde sayılmalıdır. Diğer temel bileşen ise, sermayenin el değiştirmesi, sermaye içi dengelerin değiştirilmesidir. Bu ekonomik programın yanı sıra bir de bunlara eşlik eden özel bir baskı programı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bir işçinin intiharını ya da bir ağacın belediye tarafından kesilmesini haber yapan gazetecilerin gözaltına alınması bile iktidarın ne denli diken üstünde oturduğunu ve bu tür haberler daha yayılmadan kaynağında onları boğmaya çalıştığını gösteriyor. İktidarın krize ilişkin planlarının nasıl somutlanmakta olduğunu ve somutlanacağını sırasıyla ele almamız gerekiyor.
Krizin yükü hiç kuşkusuz öncelikle işçi sınıfına yıkılmaktadır, daha da yıkılacaktır, eğer işçi sınıfı direnip mücadele etmezse. “Milletçe fedakârlık yapacağız” söyleminin büyük hedefi işçi-emekçi kitlelerdir. Türlü uygulamalar ve tedbirler sonuçta işçi sınıfının toplam zenginlikten aldığı payın azaltılması, sermayenin payının arttırılması anlamına gelmektedir. Krizin işçi sınıfı açısından temel bir anlamı budur.
Örneğin, ekonominin patronu olarak görünen Damat, enflasyonun kontrol altına alınabilmesi için ücret zamlarının belirlenmesinde hedeflenen enflasyonun belirleyici olacağı bir duruma geçmek istediklerini söyledi. Gelecek enflasyon hedefleri mevcut gerçekleşmiş enflasyon oranlarına göre çok daha düşük belirlendiğinden, bu durum gerçekleşmiş fiyat artışlarından dolayı ücretli emeğin yaşadığı kaybın telafi edilmeyeceği anlamına gelmektedir.
Benzer bir nokta, kamuda yüzde 30 düzeyinde tasarruf yapılacağına dair konulan hedefte de söz konusudur. “Devlet tasarruf yapacak” söyleminin asıl hedefi daima işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar olmuştur. Nitekim şimdi de neyin tasarrufunun yapılacağına bakıldığında emekçi kitleleri doğrudan ve dolaylı olarak ilgilendiren kamu harcamalarından yapılacak kesintilerin bu tasarrufun önemli bir bölümünü oluşturduğunu görüyoruz. Kazançların çoğunluğu sermayedarların cebine giderken, devletin gelirlerini sağlayanlar çok büyük ölçüde işçi sınıfı ve kısmen diğer emekçi katmanlar olduğu halde, sınıf adaletsizliği burada bir kez daha devreye girmekte ve devletin sosyal harcamalarından yararlanan emekçilere darbe vurulmaktadır.
İktidar bu programla işsizliği 2018 sonu itibariyle 11,3 olarak hedeflerken, 2019 sonu itibariyle bu hedefi 12,1’e yükseltiyor. Bunun anlamı, mevcut işsizler ordusuna yılsonuna kadar yaklaşık 600 bin kişinin daha ekleneceği, önümüzdeki yıl da buna ilaveten 1 milyondan fazla kişinin katılacağıdır. Yani iktidarın resmi programı bile önümüzdeki bir yıldan biraz uzun süre içinde 1,6 milyon yeni işsiz müjdelemektedir! Bu tür hedeflerin bilinçli olarak düşük tutulduğunu düşünürsek işsiz sayısındaki gerçek artışın bundan çok daha fazla olacağı aşikârdır. Taze açıklanan Eylül enflasyon rakamları da beklenti ve hedefler konusunun ne denli sorunlu olduğunu ortaya koymuştur. TÜFE’nin şimdiden %24’lerde, ÜFE’nin ise %46 gibi uçuk bir düzeyde dolaşıyor olması çarpıcıdır. İkisi arasındaki olağanüstü makas, bırakalım TÜFE’nin sene sonu için öngörülen %20 düzeyini, mevcut %24’ün bile muhafaza edilmesinin mümkün olmadığını gösteriyor. Üretim maliyetlerinin tüketime er geç yansıyacağını bilmek için ekonomi uzmanı olmak gerekmiyor.
İşçi sınıfına saldırılar elbette bu sayılanlardan ibaret değil, bu kalemde sayısız başlık var. İşsizlik Fonunun sermayeye peşkeş çekilmesi konusunda, şimdiye kadar esas olarak “istihdam desteği” gerekçesi ve formülü kullanılıyordu ve bu, tırtıklanmasını “mazur gösterme” olanağı sağlıyordu. Bu çerçevede 2017 yılının ilk dokuz ayında patronlara 1,4 milyar lira “istihdam teşviki” sağlanırken, 100 Günlük Cumhurbaşkanlığı İcraat Programında da sermayeye aynı kalemden 5,25 milyar lira daha teşvik verileceği söylendi. Şimdi ise iktidarın gizli kapaklı biçimde, fonu, durumu kötüleşen kamu bankalarına kaynak pompalamak için kullandığı açığa çıkarılmış durumda. Geçtiğimiz günlerde bu konuda ilk hamle olarak 11 milyar liranın çok düşük faizlerle bankalara borç verildiği, yani aslında iç edildiği anlaşılıyor. İşsizlik sorununun daha da büyüyeceği ve işçilerin bu fona daha fazla ihtiyaç duyacağı günlere gelinmişken, fonun içi giderek dev lokmalarla boşaltılmaya başlamıştır.
Şirketlerin kredi borç yüklerinin hafifletilmesi için devletin devreye girmesi yönünde sermaye cephesinden çağrılar her geçen gün artıyor. Daha küçük sermaye çevrelerinin krediler konusundaki feryatları bir yana, en son TÜSİAD da sorunlu kredilerin temizlenmesi gerektiğini açıklamış bulunuyor. Nitekim çeşitli açıklama ve basın sızdırmalarından, “kötü banka” diye bilinen bir uygulama üzerinde düşünüldüğü anlaşılıyor. Bu, bankaların batık kredilerinin ayrı bir banka oluşturularak oraya aktarılması ve böylece söz konusu bankaların kötü kredi görünümlerinin düzeltilmesi anlamına geliyor. Böylesi bir kurumun yeni bir kamu bankası olması ve oraya kaynağın da doğrudan ve dolaylı olarak işçi sınıfının fonları ile diğer kamu kaynakları yoluyla sağlanması yüksek bir olasılıktır. Sonuç olarak, yöntem ne olursa olsun, sermaye iktidarının, hem Türkiye’nin geçmişinde hem de dünyadaki diğer örneklerde olduğu üzere, batık kredileri kamulaştırması, yani bunları işçi sınıfının sırtına yıkması mutat yoldur.
Saldırılar bahsinde Bireysel Emeklilik Fonu kesintisi adı altında işçinin cebine uzatılan elin kalıcı hale getirilmek istendiğinden yukarıda zaten söz ettik. Ancak YEP bağlamında “emeklilik sisteminde yeni düzenleme”ye gidileceği şeklinde üstü kapalı ifade edilen saldırıların sırada olduğu anlaşılıyor. Çok yaygın biçimde olmasa da basına olumlu bir havada sızdırılan bir plana göre, emeklilik maaşlarının hesaplanmasında değişikliğe gidilecek ve eski ve yeni emekliler arasındaki maaş farkları giderilecek. Böyle bir şeye kalkışılacak olursa, bu kesinlikle düşük maaşların yükseltilmesinden ziyade daha yüksek olan maaşların düşürülmesi ve toplamda kamunun daha az maaş ödemesi yapacağı anlamına gelecektir.
Programda, yine açıklama yapılmaksızın dile getirilen bir diğer husus, kıdem tazminatı konusudur. Kıdem tazminatı konusunun defalarca gündeme getirilip geri çekilmesinin ardından her seferinde, sermaye ve devletin bunu tekrar tekrar gündeme getireceğini vurguladık. Nitekim şimdi de programda “sosyal tarafların mutabakatıyla kıdem tazminatı reformu gerçekleştirilecektir” deniyor. 24 Haziran sonrasında yeni rejimin devlet yapılanmasının artık iyice pekiştirilmesiyle, bu konuda iktidarın elinin daha fazla güçlendiğini ve işçi sınıfının bu önemli kazanımına çok daha güçlü bir saldırı yapılma olasılığının arttığını görmek gerekiyor. YEP’in içeriğinde bunun dışında söz edilebilecek olan bir diğer konu da kamuda esnek çalışmanın başlatılacak olması. Programda, “kamu sektöründe çalışanlar için yetenek ölçümü, tekrar yerleştirme ve norm kadro çalışmaları yapılacak, kamu sektörü insan kaynağının ödül ve performans sistemleri vasıtasıyla etkin yönetimi sağlanacaktır” deniyor. Bu, iş güvencesine sahip kamu çalışanlarının ellerinden bu güvencenin alınması yolunda yeni adımların atılacağı anlamına geliyor.
Bu noktada, uluslararası sermayenin ve onun mümessili durumunda olan McKinsey’in de ekonomide sınıfsal bakımdan hangi yönde değişimler ve tedbirler isteyeceği konusunda bir şüphe olamaz. McKinsey’in tüm uluslararası kariyeri azgın bir işçi sınıfı düşmanlığına dayanıyor. Kamu hizmetlerinin tasfiyesi, kamu kaynaklarının sermayeye dizginsizce peşkeş çekilmesi, sosyal hakların alabildiğine kısılması… Özetle işçi sınıfının çalışma ve geçim şartlarının alabildiğine ağırlaştırılması yoluyla sermayeye tasarruf ve yeni kaynak sağlamak. McKinsey’in misyonu budur.
Programın başlıklarından birini de tasarruf tedbirlerinin yanı sıra devletin gelirlerinin arttırılması oluşturuyor. Bunun anlamı asıl olarak vergi gelirlerinin arttırılmasıdır ki bunun yükünü büyük ölçüde işçi sınıfı çekecektir. Zira bugün devletin dolaylı ve dolaysız vergi gelirlerinin büyük bölümü işçi ve emekçilerden elde edilmektedir. Şimdi vergi gelirlerinin arttırılması demek, gelirleri kriz koşulları nedeniyle daha da düşecek olan işçi ve emekçilerin daha fazla soyulacaklarını, sermayeye fon olarak aktarılmak üzere devlete daha fazla haraç ödeyeceklerini söylemektir.
Sermayenin el değiştirmesi
İktidarın krizde izlediği politikaların temel ekseninin sermayeyi koruma-kollama ile işçi sınıfı ve emekçi kitlelere saldırı olduğunu bütün bunlar temelinde görmek zor değildir. Bu politikaların bir yönünü de sermayenin el değiştirmesi, sermaye fraksiyonları arasındaki dengelerin değiştirilmesi oluşturmaktadır. Kapitalist krizler sermayenin güçlü kesimleri açısından aynı zamanda bir fırsat demektir. Güçlü olanlar güçsüzleri yutar, sermaye el değiştirir, sermayenin merkezileşme, yoğunlaşma ve tekelleşme düzeyi artar. Burada sermayenin gücünü belirleyen öğelerden biri de kuşkusuz siyasal iktidarı elinde tutanlarla ne ölçüde yakın olunduğudur. Türkiye’de devlet, iktisadi kaynakların dağılımında en başta gelen faktörlerden biridir. Hele de her türlü denetimden azade hale gelmiş bir rejimde iktidara yakın, yandaş ve destekçi olmak zenginliğin yeniden dağılımında büyük avantaj anlamına gelir.
İktidar işte bu yüzden krizi fırsata çevirerek, bu ortamdan sermayenin el değiştirmesi, kendisine tam olarak biat etmeyen sermaye kesimlerinin tasfiyesi ya da zayıflatılması doğrultusunda yararlanmak istiyor. Açık ya da örtük muhalefet pozisyonunda olan sermaye gruplarının varlıklarının yandaş ve İslamcı sermaye gruplarına transfer edilmesi için gerekli psikolojik ortam, “işbirlikçi seçkinler” söylemiyle yaratılmaya çalışılıyor. Erdoğan’ın akıl hocalarından İbrahim Karagül’ün şu sözleri yeterince açıktır: “Bu bir ekonomik kriz değil, apaçık saldırı ve hepimizin gözleri önünde devam ediyor. Üstelik bir dış tehdit olarak planlandı, çokuluslu müdahale olarak yürütülüyor. Ekonomik saldırı, siyasi saldırıdır, güvenlik saldırısıdır, ülkemizin geleceğini yok etme hesabıdır. Memnuniyetsizler kitlesi oluşturup yeni bir dış müdahale için içeride ortam oluşturma çabasıdır. (…) Salt ekonomik tedbirlerle aşılamayacak bir müdahaledir bu. Bu yüzden saldırıyı istismar eden fırsatçılara, içerideki ayağını oluşturanlara, buradan bir muhalefet ve müdahale tabanı oluşturmak isteyenlere acımasız olmak zorunludur. (…) Yeni durumda ekonomik çevrede köklü değişiklikler yaşanacağını, sermaye yapısında ciddi el değişimleri olacağını, dışarıdan müdahaleye ortam oluşturan sermaye çevrelerinin zayıflayacağını, çok güçlü bir millileşme dönemine girileceğini söyleyebilirim.” (Yeni Şafak, 12/9/2018)
Sermayenin el değiştirmesi bahsinde dikkat çeken bazı hususlar var. Öncelikle iktidarın önemli bir medya kadrosu olan İbrahim Karagül’ün bunu açık açık yazmış olması dikkat çekicidir. Normalde böylesi bir konu açıktan dillendirilmeden icraata dökülür. Ama ihtiyaç çok yakıcı hale gelmiş olmalı ki bunun için meşrulaştırma ve gerekçe üretme işine de soyunulmuş. Bu doğrultuda niyetlerin olduğu, Erdoğan’ın İş Bankası’nın kimi hisselerinin Hazine’ye devredilmesi gerektiğini söylemesinden ve kimi bürokratların çeşitli bankaların temsilcileriyle toplantılar yaparak banka çalışanları ve emeklilerinin vakıflarının sahip olduğu hisselerin Hazine’ye devrinin talep edilmesinden de anlaşılmaktadır. Sermayenin el değiştirmesiyle ilgili irili ufaklı sayısız gelişme ve haberin içinde bir tanesi de, iktidarın en ağzı bozuk, en şirret borazanlığını yapan medya kollarından biri olan Takvim gazetesinde, hangi işadamlarının yurtdışına sermaye kaçırdığına dair listeler yayınlanıyor olmasıdır. Bu listelerde Şahenk, Ülker, Ali Sabancı gibi isimler de yer alıyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Somutta neyin ne kadar yapılacağı ayrı bir konu olsa da, iktidar medyasında sayısı artan bu tür haber ve yönlendirmelerin toplamda bir eğilimi açığa vurduğunu, bir hazırlığın yapıldığını görmek zor değildir. Geleneksel büyük sermaye fraksiyonu karşısında iktisadi planda hâlâ yeterince güçlü olmayan Erdoğancı sermaye fraksiyonunun, burada, “yerli ve milli” kılığı altında krizi yeni bir fırsata çevirmeye çalıştığını söylemek mümkündür.
Hoşnutsuzluk ve baskı
Milliyetçi ve saldırgan söylem hiç kuşkusuz sadece sermaye fraksiyonları arasındaki mücadelede değil, daha da büyük oranda bütün muhalefet unsurlarına karşı saldırganlığın temel ideolojik harcı olarak kullanılmaktadır. Ekonomik krizin “ekonomik saldırı” ve “ekonomik savaş” biçiminde söylemleştirilmesi, bu çerçevede kriz var diyenlerin hain olarak damgalanmaya çalışılması, başka birçok sarih gerçeğin yanı sıra rejimin karakterini gösteren önemli gelişmelerdir. Mevcut durumun bir kriz değil de dış kaynaklı bir saldırı olarak lanse edilmesinin maksatlarından biri, çöküşün altında kalacak emekçilerin seslerini boğabilmek için, bunların “vatan savaşında gerekli fedakârlığı göstermek istemeyen hainler” olarak damgalanabilmesini sağlamaktır. Belki de Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizi gözlerimizin önünde olgunlaşıp bir çöküşe doğru gidilirken, yoksul halkın gelişecek tepkisi, “memnuniyetsizler kitlesi oluşturma çabası”nın bir ürünü olarak adlandırılacak ve hedef tahtasına oturtulacaktır.
Ancak krizin büyümekte ve ağırlaşan sonuçlarının işçi-emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunu daha da arttırmakta olduğu şüphesizdir. İktidara oy vermiş geniş bir emekçi kitle her ne kadar krizin sebepleri konusunda iktidar söylemine teslim olmuş durumdaysa da, krizin ağır dalgalarının bindirmesiyle birlikte bu cephede de bir yıpranmanın yaşanması mümkündür. Nitekim böyle düşünülmese en küçük tepkilerin bile böylesine hoyratça bastırılması söz konusu olmazdı. İktidar, çok açık ki, küçük bir kıvılcımın bile bir yangın tutuşturabileceğini, oluşabilecek kitle dinamiklerini bastırmaya gücünün olduğunu düşünse bile herhangi bir politik çalkantı durumunun rejimi bir bütün olarak uluslararası alandan etkilere açık hale getirebileceğini düşünmektedir. Bu nedenle yeni havalimanı inşasında çalışan işçilerin örneğinde görüldüğü gibi, çok basit ve mütevazı taleplerin bile ağır baskı tedbirleriyle boğulmaya çalışıldığı bir politika izlenmektedir. İşte iktidarın kriz bağlamında izlediği politikanın üçüncü temel bileşeni de budur. Bu durum önümüzdeki dönemde baskıların daha da artacağının açık bir göstergesidir. İşçi sınıfı, havalimanı işçileri örneğinde olduğu gibi, çok daha ağır şartlar altında mücadele vermek zorunda kalacaktır. Bu da hiç kuşkusuz özellikle yeni kuşak işçi sınıfının mücadele deneyimlerine yeni sayfalar ekleyecektir.
link: Levent Toprak, Krizde Sermayenin Yönelimleri, 5 Ekim 2018, https://en.marksist.net/node/6505
Şarbon ve Ötesi…
İsveç Seçimlerinin Gösterdikleri