Kapitalizmin sağladığı ilerlemelere bakarak insanlığı ve dünyayı tehdit eder duruma gelmesini görmezden gelen ya da sorunları önemsizleştiren ve kapitalizme güzellemeler düzen burjuva ideologlar, yazarlar, gazeteciler, televizyon kanalları, gazeteler hiç eksik olmuyor. Sözde farklı ama özünde aynı mahfillerden gelen bu güzellemelerin ortak özelliği “küçük” kusurlarına rağmen kapitalist sistemin olabilecek en iyi sistem olduğunu vaaz etmeleridir. Kapitalizmin tarihsel bir krizin içine sürüklendiği günümüzde açlık, yoksulluk, işsizlik ve geleceksizlikle başa çıkmaya çalışan milyonların giderek daha fazla sistemi sorgulamaya başlaması karşısında bu tür vaazların niyetinin ve işlevinin ne olduğu malûmdur.
Örneğin geçtiğimiz aylarda Deutsche Welle’nin internet sitesinde “Savaş ve Barış”, “Kıtlığı Yenmeyi Nasıl Başardık”, “Yoksulluk mu? Hangi Yoksulluk” başlıklı videolar yayınlandı. Çarpıcı ifadelerin, dikkat çekici verilerin kullanıldığı bu birkaç dakikalık videolar gerçekten de kendini izlettiriyor. Evinin içinden kamusal alanlara kadar her yerde egemen sınıfın fikirlerinin açıktan ya da örtülü propagandasına maruz kalan ortalama bir insanın bu birkaç dakikalık ideolojik taarruz karşısında savunmasız olacağı aşikârdır. Bu videoları hazırlayanların söylediklerine ne kadar inandıkları bir yana milyonlarca insanın bu tür ideolojik propagandaların etkisi altında kalıyor oluşu bu ikiyüzlülüğü teşhir etmeyi zorunlu kılıyor.
Savaşlar azaldı mı?
“Savaş ve Barış” videosunda söyledikleriyle başka bir gezegenden geldiği hissi uyandıran DW sunucusu, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan savaşlarda 100 milyon insanın öldüğünü ve günde 15 bin insana karşılık gelen bu sayının 21. yüzyılda günde 300’ün altına düştüğünü iddia ediyor. Bu “parlak” gelişmeyi sağlayan sihirli formül ise küresel ticaretmiş. Artık birbirimizden bir şeyler alıp satmaya başladığımız için birbirimizi öldürmek kârlı değilmiş! Hemen belirtelim ki küresel ticaret bugüne has bir olgu olmayıp, kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşmasıyla birlikte hız kazanan bir olgudur ve bunun gerçekleşmesi tam da o 100 milyon insanın öldüğünün söylendiği 20. yüzyılda olmuştur. Kapitalizmin küreselleşmesi kapitalistler arası rekabetin daha fazla kızışmasını, nüfuz ve pazar alanlarının yeniden paylaşıldığı savaşların çok daha şiddetli ve yıkıcı olmasını beraberinde getirmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları kapitalizmin küreselleştiği dönemde (emperyalizm çağında) yaşanmıştır. İçinde yaşadığımız 21. yüzyılda daha az savaş olduğu ise koca bir yalandır! Bırakalım savaşların azalmasını, bugün dünyada bir Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşı yaşanmaktadır. Bu savaş geçmiş dünya savaşlarında olduğu gibi büyük kapitalist ülkelerin direkt karşı karşıya geldiği cephe savaşları şeklinde yürümüyor şüphesiz. Ama başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’da yürüyen savaşlar ve çatışmalar emperyalist paylaşım savaşının parçalarıdır. O yüzden videoda ifade edildiği gibi bugün Almanya, Fransa, İtalya ya da İngiltere topraklarında sıcak savaşın olmaması ve insanların ölmemesi (savaşın bir parçası olan saldırılarda ölenleri saymazsak) dünya üzerinde bir savaş olduğu ve bu savaşta milyonlarca insanın öldüğü gerçeğini değiştirmez! ABD’nin 2001’de Afganistan’ı, 2003’te ise Irak’ı işgal ederek başlattığı savaşta 1 milyonun üzerinde insan hayatını kaybetmişti. Suriye’de 7 yıldır süren savaşta yüz binlerce insan ölürken milyonlarcası yerinden oldu, binlercesi göç yollarında yaşamını yitirdi. Libya’da on binlerce insan hayatını kaybetti. Keza emperyalist savaşın bir başka cephesi olan Yemen’de de binlerce insan hastalık ve çatışmalar nedeniyle yaşamını yitirirken, milyonlarca insan ise açlığın pençesinde kıvranıyor. Emperyalist kapışmanın yol açtığı yıkım ve ölüm listesini daha da uzatmak mümkünken DW’nin bugün savaşlarda ölen insan sayısının günde 300’ün altında olduğunu iddia etmesi ve bu düşüşü savaşların asıl müsebbibi olan küresel kapitalizme bağlaması tam bir ikiyüzlülüktür.
Homo Sapiens ve Homo Deus kitaplarıyla tanınan Yuval Noah Harari de kapitalizme güzellemeler düzenler kervanındandır. Harari gerek kitaplarında gerekse de konuşmalarında bir yandan “eleştirel gözle” geleceğe ilişkin karamsar tablolar çizerken, diğer yandan kapitalizmi övmeyi ihmal etmiyor. Örneğin Ağustos ayında verdiği bir röportajda şöyle diyor: “Bu sohbeti yaptığımız 2018’in Ağustos ayı itibariyle, hâlâ insanlığın bugüne kadar gördüğü en iyi dönemi yaşamaktayız. Gittiğimiz yön, gördüğümüz eğilimler kötü, bu kesin. Ama koşullar tarihte hiç olmadığı kadar iyi. Açlık, hastalık, şiddet hiç bu kadar az olmadı. Sadece gelişmiş ülkelerde değil, tüm dünyada... Şükran duymamız gereken çok şey var.”[1] Benzer ifadeleri Homo Deus kitabında da bolca görmek mümkün: “Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder… Eskiden başkasının kârı benim zararım diyerek ekonomiyi toplamı sıfır bir oyun olarak değerlendiren insanlara, başkasının kârını kendi kârı olarak görebileceği bir kazan-kazan durumu sunmuştur. Bu karşılıklı fayda küresel barışı, Hıristiyanların «komşunu sev» vaazlarının verildiği yüzyıllardan çok daha ileri bir aşamaya taşımıştır.”[2] Dünyanın kapitalizmin hâkimiyeti altında olmasını değişmez bir olgu olarak gören Harari, bu durumda yapılması gereken şeyin, gelecekte bir kıyamete yol açmadan kapitalizmin eksikliklerini tespit etmek olduğunu söylüyor kitabında. Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini görmezden gelemeyeceğimizi, ara ara ekonomik krizler ve uluslararası savaşlar yaşasak da kapitalizmin uzun vadede kıtlığı, salgınları ve savaşları engellemekle kalmayıp yenmeyi başardığını iddia ediyor.
Peki, kapitalizmin bir kazan-kazan durumu yaratarak küresel barışı sağladığını iddia eden Harari, dünyadaki silahlanma yarışını, silah tekellerinin küresel ticaret hacminin her geçen yıl büyümesini, ülkelerin savaş bütçelerindeki muazzam artışı, dünya üzerinde bulunan nükleer silah başlıklarının dünyayı onlarca kez imha edebilecek sayıya ulaşmasını, 500 bini “bilim insanı” olmak üzere 15 milyon insanın silah endüstrisinde çalışıyor olmasını nasıl açıklayacak? 2017 yılında askeri harcamaların 1 trilyon 739 milyar dolara ulaştığı bir dünyada nasıl bir barıştan söz edilebilir?
Kapitalizmde açlık, kıtlık ve yoksulluk ortadan kalktı mı?
Deutsche Welle bu sorulara olumlu cevap veriyor. Geçmişte kıtlık nedeniyle yaşanan kitlesel ölüm istatistiklerinin verildiği videoda bugün teknolojik ilerlemeler ve demokratik rejimler sayesinde bu sorunun ortadan kalktığı anlatılıyor. Yemen ve Somali gibi ülkelerde halen milyonlarca insanın açlık çektiği inkâr edilmese de, bu sorun kapitalizme değil de bu ülkelerin kötü yönetilmesine bağlanıyor. Üçüncü videoda da (çok yoksul olan ülkelerin varlığı yine istisna olarak gösterilerek) yoksulluğu makineleşme ve küreselleşme sayesinde yenmeyi başardığımız anlatılıyor. Harari de geçmişe dair benzer istatistikleri verdiği Homo Deus kitabında “Çeşitli bölgelerde zaman zaman kitlesel kıtlıklar yaşansa da bunlar istisna olarak kalmakta ve doğal afetlerden çok siyasetin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyada artık doğal kıtlıklar kalmadı, sadece siyasi kıtlıklar var. Eğer Suriye, Sudan ya da Somali’de insanlar açlıktan ölüyorsa, bu bazı siyasetçiler böyle istediği için oluyor” diyerek sorunu yine ülkelerin yönetimlerine bağlıyor.
Bugünkü teknolojik imkânlarla dünya nüfusunun neredeyse iki katını besleyebilecek üretimin yapıldığı bir dünyada elbette doğal kıtlıktan söz edilemez. Kapitalist sistemin açlık ve kıtlığı teknik olarak yenmeyi başardığı doğrudur ama teknik olarak yenmek başka şeydir, sona erdirmek başka. Bilim ve teknolojide sağlanan ilerlemeler gerçekten de çarpıcıdır. Ama kapitalizmde her şey kâr için üretilir ve yaşamsal ihtiyaç olan gıda da bundan muaf değildir. Şöyle bir örnek verelim: “GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) gıdalar artık her yerde. Temel besin kaynaklarımızı oluşturan bitkilerin genlerinde yapılan değişikliklerle, bu bitkilerin hem hastalıklara karşı daha dayanıklı olması, hem farklı iklim koşullarında yetişmeleri, hem de daha verimli hale getirilmesi mümkün olmaktadır. Peki, bu gelişmeleri kapitalistler nasıl kullanıyorlar? Neolitik devriminden bu yana evcilleştirip ürettiğimiz bitki türlerinin genlerini bir patent konusu haline getirmek, genetiği değiştirilmiş bitkilerin kendiliğinden tohum vermesini engellemek, üreticileri tohum için her seferinde kendilerine fahiş bedeller ödemek zorunda bırakmak yönünde! Dahası, genlerde yaptıkları değişikliklerin insan sağlığı üzerindeki olumsuz sonuçları onları zerre kadar ilgilendirmiyor. İnsanlığın gıda ihtiyacının giderilmesi açısından büyük olanaklara işaret eden bu yöntemler kapitalistler tarafından yalnızca daha çok kâr amacıyla kullanıldığından, tam karşıtlarına dönüşüyorlar.”[3] Kıtlığı yenmeyi başardığı söylenen kapitalizm bugün yaşanan kıtlıkların bizzat sebebidir. Dünya üzerinde 800 milyondan fazla insan açlık çekiyor. Her 5 saniyede bir, 10 yaşın altındaki bir çocuk açlıktan ölüyor. 1,5 milyar insan günde 1 doların altında bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Ve bu insanların çok büyük bir kısmı emperyalist paylaşıma konu olan Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşıyor. Bu ülkelerde yaşanan kıtlık, Harari’nin iddia ettiği gibi “bazı siyasetçilerin” yol açtığı bir istisna değil, kapitalist rekabetin ve kâr hırsının sebep olduğu savaşların sonucudur. O halde tıpkı savaş gibi açlık ve kıtlık da kapitalist sistem var olduğu sürece şiddetini arttırarak devam edecektir.
Yoksulluk meselesine gelince. Haydi diyelim ki burjuva ideologların dediği gibi Asya ve Afrika ülkelerini bir kenara koyduk. Dünyanın geri kalanında yoksulluk sorunu olup olmadığını hangi kriterlere göre belirleyeceğiz? Örneğin DW’nin yaptığı gibi ekmek alacak parası olanın yoksul sayılmadığı Ortaçağ ile mi karşılaştırma yapacağız? Bir taraftan kapitalizmin gelişkinliğiyle övünüp diğer taraftan yoksulluğu böyle bir karşılaştırma yaparak tarif etmek gerçekleri çarpıtmaktır. Kapitalizmin sağladığı gelişme kaçınılmaz olarak toplumsal ihtiyaçları çeşitlendirmiştir. Yani artık yoksulluk kriteri ekmek değildir. Bugün ortalama bir işçinin evinde bulunan çamaşır makinesi, buzdolabı, elektrik süpürgesi, televizyon gibi şeyler yüz yıl önce hayal bile edilemezdi. Keza cep telefonu ve internet de öyle. Ya da eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşım olanakları (yine bazı ülkeleri istisna olarak kabul ederek) insanların en basit hastalıklardan öldüğü, nüfusun büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmediği dönemlerle karşılaştırıldığında oldukça ileri düzeydedir. Emekçilerin derme çatma kulübelerde yaşadığı dönemler geride kalmıştır. İnsanların ısınabilmek için ölüm cezasını göze alarak ormanlardan kaçak odun topladığı zamanlardan, evlerde doğalgaz konforunun yaşandığı günlere geldik. İstesek bu listeyi Harari’nin yaptığı gibi sayfalar dolusu istatistikler verip uzatabiliriz. Ancak geçmişle yapılan bu tek yönlü karşılaştırma bizi yanlış sonuçlara çıkarır. Bugün işçi sınıfının yararlandığı olanaklar burjuvazi ile karşılaştırıldığında hiçbir şeydir! Yüzde 99’un sahip olduğu toplam zenginliğin ve olanakların yüzde 1’in servetine eşitlendiği bir dünya daha önce hiç olmamıştı. Ayrıca işçi sınıfı bu mütevazı olanaklara sahip olabilmek için uzun saatler çalışmak ve sürekli borçlanmak zorundadır. Üstelik giderek şiddetlenen ve sıklaşan ekonomik krizler milyonları işsiz bırakarak bu mütevazı olanakları da ellerinden almaktadır.
Kapitalizm tarihsel misyonunu tamamlamıştır
Kapitalizmin kendisinden önceki toplumlarla karşılaştırıldığında insanlığı çok ileri bir düzeye taşıdığı doğrudur. Yaşam serüveni milyonlarca yıl önce başlayan insanlığın gelişimi düz bir çizgide olmamışsa da genelde ileriye doğru olmuştur. Sınıflı toplumların sonuncusu ve en gelişkini olan kapitalist sistem dünya üzerinde 250 yıldır hüküm sürüyor. Sadece sınıflı toplumların tarihine baktığımızda bile çok kısa bir zaman dilimidir bu. Yine de bu kısacık zaman diliminde kapitalist sistem kendisinden önceki hiçbir toplumsal formasyonun yapamadığını yaptı ve üretici güçleri daha önce hiç olmadığı kadar geliştirerek sınıfsız toplumun maddi koşullarını yarattı. Ancak bu gelişim toplumsallaşan üretici güçler ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin keskinleşmesi ve bir yerde artık mevcut üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde engel oluşturmaya başlaması pahasına oldu. Elif Çağlı’nın da dediği gibi, “Doğada ve toplumda belirli koşullar altında gerçekleşen evrim neticesinde ulaşılan düzey, ondan evvelki koşullara kıyasla bir ilerlemeyi temsil edebilir. Ama bu mutlak değil göreli bir ilerlemedir. Zira yalnızca geçmişe oranla mukayese yapılması yeterli olmaz. Her varlık ve olgunun bir geçmişi bir de geleceği vardır. Geçmişe oranla ilerici sayılabilecek bir tarihsel adım, geleceğe oranla gericileşebilir.”[4]
“Kapitalizm bir zamanlar gençti, tarihsel açıdan toplumu ilerleticiydi ve geçmiş dönemlerle kıyaslandığında üretici güçleri muazzam ölçüde geliştirme kapasitesine sahipti. Nitekim kapitalizmin yarattığı sanayileşme ve büyük ölçekli üretim, bir ölçüde sosyalizmin maddi temellerini de döşedi. Ama bu sonuçlar kapitalizmin yarattığı gerçekliğin yalnızca bir yüzüdür. Madalyonun diğer tarafında ise, emperyalist aşamaya ulaşan kapitalizmin artık gençlik dönemini geride bıraktığı ve giderek yaşlanan bünyede çürüme eğiliminin ağır bastığı gerçeği yer alır.”[5]
Geçmişe bakarak ilerici olduğunu söyleyebileceğimiz kapitalizm bugün insanlığın ve üretici güçlerin gelişiminin önünde artık bir engeldir, gericileşmiş ve çürümüştür. Tıpta, genetik alanında, bilim ve teknolojide kaydedilen ilerlemeler sayesinde çalışmanın zorunluluk olmaktan çıkıp bir zevk halini alacağı, açlık ya da yoksulluk kaygısı olmaksızın insanların refah içinde yaşayabilecekleri bir dünya bugün potansiyel olarak hiç olmadığı kadar yakındır. Ama kapitalist üretim tarzı buna izin vermemektedir. Örneğin üretimin her alanında tam otomasyona geçmek teknik olarak mümkün olduğu halde kâr için üretim yapan ve asıl kâr kaynağı canlı emek sömürüsü olan kapitalistler için bunu hayata geçirmek olanaksızdır. Aksine üretici güçlerin gelişimiyle ters orantılı olarak çalışma saatleri uzamakta, işsizlik ve yoksulluk artmaktadır. Kapitalist üretim tarzı aynı zamanda dünyanın ekolojik dengesini de giderek artan ölçüde bozmaktadır. Küresel ısınma sonucu yaşanan kuraklık, sel ve artık doğal olmaktan çıkan diğer felâketler hem dünyayı yıkıma sürüklemekte hem de milyonlarca insanın göç etmesine yol açarak toplumsal felâketlere neden olmaktadır. Çürüyen kapitalizm artık tarihsel misyonunu tamamlamıştır. Süreklileşen ekonomik krizler, emperyalistler arası hegemonya mücadelesi ve bunun bir parçası olan emperyalist paylaşım savaşı, bu savaşın yarattığı yıkım ve büyük göç dalgaları, otoriterleşmenin artması, korkunç boyutlara varan eşitsizlik, yoksulluk, açlık, küresel ısınma, toplumsal çürüme ve yozlaşmanın geldiği nokta insanlığı bir varoluş kriziyle ve yol ayrımıyla karşı karşıya getirmiştir. Ya kapitalist sistem kendisiyle birlikte insanlığı yok oluşa götürecek ya da bir dünya devrimiyle tüm insanlığın kurtuluşu anlamına gelen sınıfsız toplumun önü açılacak. Sorun şudur; neden çok daha iyi ve mükemmel bir sistem yaratabilecekken kapitalizm gibi çürümüş bir sisteme razı olalım?
[2] Homo Deus, Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap, Bilişim ve Tasarım Ltd. Şti. Sayfa 221
link: Demet Yalçın, Kapitalizm Güzellemeleri ve Gerçekler, 2 Ekim 2018, https://en.marksist.net/node/6501
Motor Türküleri, Bir Devrimci Yürek: Nikola Vaptsarov
Bir, İki, Üç, Dört, Beş...