Burjuvazi, tüm dünyada olağanüstü rejimlere giderek daha fazla bel bağlıyor. Burjuva egemenliğinin olağan biçimleri ve uygulamaları dünyanın her köşesinde yerini ırkçı, baskıcı, anti-demokratik politikalara ve polis devleti uygulamalarına, savaş atmosferine bırakıyor. Fakat yılgınlığa yer yok, çünkü tarih böylesi karanlık dönemlerde işçi sınıfının nasıl başarılı kavgalar verdiğinin, faşizmin koyu karanlığını nasıl yırtıp parçaladığının örnekleriyle dolu. Bu örneklerden biri de 1943 FIAT grevidir.
Bundan tam 75 yıl önce, 5 Mart 1943’te, İtalya’nın kuzeyindeki bir sanayi kenti olan Torino’da, FIAT’ın Mirafiori otomobil fabrikasında çakılan kıvılcımla ateşlenen grev dalgası, Mussolini ve İtalyan faşizmi için sonun başlangıcı olmuştu. Mirafiori işçilerinin başlattığı eylemi takip eden haftalar içinde Torino’da, Milano’da ve diğer sanayi merkezlerinde 100 binden fazla işçi greve çıktı. İşçiler başlangıçta ücret artışı gibi ekonomik taleplerle mücadeleye atılmış olsalar da, kısa süre sonra, eylemlerin kitleselleşmesiyle birlikte, talepler daha siyasi ve anti-faşist, savaş karşıtı bir nitelik aldı.
İtalya’nın en büyük sanayi merkezlerinde başlayan bu kitlesel grev dalgası, faşist rejimin Kuzey Afrika’da aldığı askeri yenilgilerle ve genel olarak ekonomideki kötü tabloyla birleşince Mussolini ve rejim için ölüm çanları çalmaya başlamıştı.
FIAT grevi, bu sebeple tarihsel bir öneme sahiptir ve faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının ne kadar kilit ve başat bir rol oynadığının bir başka tarihsel örneğidir.[1] Bu grevle birlikte toplumun geniş kesimlerine benimsetilmiş olan faşizmin yenilmez ve karşı konulmaz olduğuna dair önyargılar yıkılmaya başlamış ve faşist iktidardan duyulan korku yerini cesarete, umutsuzluk ise umuda bırakmıştır.
Kuşkusuz Mussolini ve İtalyan faşizmi tek bir grevle veya bunu takip eden grev dalgasıyla kolayca yıkılmadı. İtalyan faşizmi ancak işçilerin, komünistlerin, sosyalistlerin ve genel olarak her türden anti-faşist kesimin ortak ve zorlu mücadelesi sayesinde ortadan kaldırılabildi. Tüm bunların olabilmesini sağlayan ve “barajın kapaklarını açarak” faşizmin yıkılmasını sağlayan ise komünistlerdi. 1943 FIAT grevinin gösterdiği en önemli dersler, hiç kuşkusuz, işçi sınıfını anti-faşist mücadeleye çekmek için komünistlerin nasıl sabırlı, akıllı, fedakâr ve kararlı bir faaliyet sürdürmeleri üzerinedir. Bu greve öncülük eden ve sonrasında da anti-faşist mücadelenin başını çeken İtalyan Komünist Partisinin izlediği yol ve yöntemler, yaptıkları kadar yapmadıkları ve doğruları kadar yanlışları da bugünün komünistlerine yol gösterecek niteliktedir.
1939’dan 1943’e, sessizlikten haykırışa
FIAT’ın Mirafiori fabrikası 1939’da açılmıştı ve faşizmin makineleşme ve ilerleme anlayışının, topluma vaat ettiği geleceğin bir sembolü olarak görülüyordu. Fabrikanın açılışını bizzat yapan Mussolini, kendisini sessizce izleyen 20 bin işçinin önünde “emeğin değerleri üzerine kurulmuş bir medeniyet, bir sosyal cumhuriyet” vaat ediyordu. İşçiler her ne kadar bu sözlerine pek inanmıyorlarsa da, tümüyle devletin kontrolü altındaki faşist sendikaların, polisin ve faşist milislerin ağır baskısı altında oldukları için “sessizce” dinliyorlardı Mussolini’nin şarlatanca konuşmasını.
Mussolini “büyük İtalya”dan bahsediyor, kendi söyledikleriyle kendisi de coşuyor, coştukça daha büyük yalanlar söylüyor ve vaatlerde bulunuyordu. Ama işçilerin bu “tuhaf” sessizliğinin altında nelerin yattığını göremiyordu. Faşizmin iktidarı tam anlamıyla ele geçirdiği ve kurumsallaştığı 1926’dan savaşın başlangıcına kadar geçen sürede işçi sınıfının tüm sendikal ve siyasal örgütleri kapatılmış, yasaklanmış, binlerce devrimci, demokrat ve anti-faşist ya yok edilmiş ya hapislere tıkılmış ya da sürgüne gitmeye mecbur bırakılmıştı. Mussolini’ye göre önündeki Bolşevizm engelinden kurtulan “büyük” İtalya kısa sürede dünyanın hâkim güçlerinden biri olacak ve eski Roma İmparatorluğunun muhteşem günleri tekrar canlanacaktı. Ama faşizmin işçi sınıfının haklarını nasıl yok ettiğini ve savaşın getirdiği büyük yıkımı gören ve yaşayan işçiler, işlerin hiç de Mussolini’nin atıp tuttuğu gibi gitmeyeceğini hissediyorlardı. İşte Mirafiori fabrikasının açılışında Mussolini’yi dinleyen işçilerin sessizliğinin altında yatanlar bunlardı.
5 Mart 1943’e gelinceye kadar işçi sınıfı adeta atomize olmuş durumdaydı. Komünistler, sosyalistler, anarşistler ve ilerici-sol küçük-burjuva aydın çevrelerinden oluşan anti-faşist cephe faşizme düşmanlığından vazgeçmemişti ama çok fazla bir şey yapabilecek durumda da değildi. Anti-faşist cephenin en önemli gücü olan Komünist Parti ise yeraltı örgütlenmesine geçebildiği ve parti merkezini Paris’e taşıyabildiği için örgütlü gücünü sınırlı oranda da olsa koruyabilmişti. Savaşın başlangıcında Komünist Partisinin üye sayısı ülke çapında 5 bin kadardı, ama Almanya örneğinden farklı olarak partinin liderliğini ve örgütlü gücünü kısmen de olsa koruyabilmesinin önemi ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. Mussolini faşizmi altında Komünist Partinin durumunu Levent Toprak, Faşizm ve İtalyan İşçi Hareketinin Deneyimi yazısında şöyle özetliyor:
“Komünist Partinin liderliği yurtdışına giderek Paris’te bir merkez oluşturmuşsa da, içerideki parti örgütlülüğü çok ciddi darbeler almış, birçok yörede partiye bağlı unsurlar merkezle irtibatsız kalmışlardı. Başarılabildiği ölçüde yeniden kurulan hücreler genellikle kısa sürede faşist polis ve casusluk aygıtı tarafından açığa çıkarılıyor, komünist militanlar hapse tıkılıyor ya da iç sürgüne gönderiliyordu. Faaliyetin sürekliliği yoktu. Ancak partiye gönül bağlılığı olan çok sayıda insan ve çevre varlığını sürdürüyordu. Bunlar kendi inisiyatifleriyle bulundukları bölgelerde direniş yolları geliştirmeye çalışıyorlardı. Böylece mücadele ruhu, yabana atılmayacak bir kesimde yaşamaya devam ediyordu. (…) İsyankâr geleneklerin çok güçlü olduğu ve imkânların da olabildiği bazı yerellerde her yıl sektirmeden sembolik 1 Mayıs kutlamaları yapılabilmiştir.”
İşte öncü işçiler ve komünistler bu ağır ve karanlık atmosferde mücadele ateşini diri tutmaya uğraşırlarken, Roma İmparatorluğunu tekrar kurma hayalini taşıyan Mussolini, 1940’ta İtalya’yı Nazi Almanya’sının yanında savaşa soktu. Savaşın her alanda ağır sonuçları oldu. Başlardaki birkaç “parlak” zafer kısa sürede yerini acı yenilgilere bıraktı ve ekonomi ciddi bir çöküşe girdi.
“Mussolini’nin yayılmacı amaçlar doğrultusunda önce Habeşistan’a (bugünkü Etiyopya) açtığı savaş ardından Almanya’nın yanında İkinci Dünya Savaşına girmesi, yavaş yavaş ülke içinde tansiyonun yükselmesine, hoşnutsuzluğun yaygınlaşmasına yol açtı. Faşizmin on yıl boyunca sağladığı göreli istikrar bozuluyordu. Savaş kampanyası enflasyon yoluyla finanse edildiğinden reel ücretlerde 1933’ten 1944’e kadar yüzde 70 düşüş yaşandı, 1933’te yiyecek harcamaları ücretin yüzde 25’ini oluştururken, 1943’te bu yüzde 75’e çıkmıştı. Buğday üretimi düştü, karaborsa büyük boyutlara ulaştı. Öte yandan 1942’nin yazından sonra sanayi kentlerinin bombalanmasıyla üretim ve nakil hatlarında kopmalar, nüfusun kıra tahliyesi, evsizlik, karne uygulaması, artan iş saatleri ve ağır fabrika disiplini gibi sorunlar da bu tabloya eklendi.”[2]
Savaşın ve beraberindeki ekonomik krizin kaçınılmaz bir sonucu da işçi sınıfı içindeki rejim karşıtı tepki ve öfkenin derinleşmesi, işçiler arasında ciddi bir huzursuzluğun başlamasıydı. Fakat işçiler korkuyorlardı ve halen faşist rejimin “yıkılmaz” olduğuna inanıyorlardı. Çünkü en ufak bir muhalefet girişimi, en ufak bir grev denemesi bile çok ağır şekilde ve şiddetle bastırılmakta, polis işçilerin veya sıradan vatandaşın üzerine ateş açmakta hiç duraksamamaktaydı. Çoğu zaman Mussolini’nin kara gömlekli faşist çeteleri bu işi polise bile bırakmadan hallediyorlardı.
Komünist Parti liderliği ise sürecin değiştiğinin ve işçilerin ruh halinin de buna bağlı olarak değişeceğinin farkındaydı. Faşizm altında geçen uzun yıllar boyunca, yapılan onca hatadan ve verilen ağır kayıplardan sonra şunu anlamışlardı; en önemli şey gizli örgütlerini ve işçi sınıfı içindeki bağlarını muhafaza etmek (mümkünse geliştirmek) ve uygun anı kollamaktı. Savaş alanında alınan askeri yenilgiler, ekonomik krizin de etkisiyle, komünistlere bekledikleri fırsatı kısa süre içinde verecekti.
Toplumda giderek yayılan savaşın kaybedildiği düşüncesi ve işçi sınıfı içindeki derin hoşnutsuzluk, neredeyse 20 yıldır bekleyen Komünist Partiyi harekete geçmeye zorluyordu. Parti, bir yandan uzun süren “sessizlik” yıllarından sonra işçilerin faşistlerle kavgaya girişmekte çekingen davranacağından korkuyor ve erken bir hamle yaparak ciddi bir yenilgiye sürüklenmekten kaçınmaya çalışıyordu; öte yandan ise rejimin bir kırılma noktasına yaklaştığını ve kitlelerde faşizme karşı mücadele için gerekli ruh halinin oluşmaya başladığının işaretlerini görüyordu.
Aslında Komünist Parti 1941 yılından itibaren parti örgütçülerini gizli hücreler kurmak ve faşistlerin yenilgisine yönelik propaganda yapmak maksadıyla büyük sanayi kentlerindeki fabrikalara göndermeye başlamış ve çeşitli denemelere girişmişti. Örneğin 1943’teki grev dalgasından bir yıl önce, 1942 yılının Ağustos ve Aralık ayları arasında, Torino ve Milano şehirlerindeki çeşitli fabrikalarda, faşist rejim yasaklamış olmasına rağmen işçiler 10 kez iş durdurma eylemi gerçekleştirmişlerdi. Ancak bu eylemler kısa sürede bastırılmıştı.
1943 yılıyla birlikte Komünist Parti, faşist savaş endüstrisinin sembolik merkezi olan Mirafiori’den başlayarak yayılmak üzere bir grev eylemi başlatmaya karar verdi. Partinin, fabrikalarda bulunan gizli hücrelerinde çeşitli sayılarda militanı ve sempatizanı (20 bin işçinin çalıştığı Mirafiori-FIAT fabrikasında 80, Lancia’da 30, Aeronautica’da 72 ve Viberti’de 60 militan ve sempatizan işçi) vardı. Bunların çoğu da kalifiye işçilerdi. Bu rakamlar toplam işçi sayısına nazaran az gibi görünse de, kritik anlarda öncü-devrimci işçilerin ne kadar etkili olduklarını ispatlayacaklardı.
Özellikle 2 Şubat 1943’te Stalingrad’da Nazilere karşı elde edilen Sovyet zaferi hem komünist militanlarda hem de toplumda çok ciddi bir etki yarattı. Herkes artık açıkça savaşın kaybedilmeye başlandığından emindi, işçilerden kapitalistlere kadar… Böylece uygun anın geldiğine karar veren parti, grevi başlatmaları için gerekli talimatları 20 Şubatta parti hücrelerine iletti; 5 Martta grev başlatılacaktı. Greve çıkışın gerekçesi olan talep, 1942’den beri “Müttefik” devletlerince sürdürülen bombalamalarda evlerini kaybeden 7 işçiye ödenmesi gereken ama bir türlü ödenmemiş olan tazminatın derhal ödenmesiydi. Faşist rejim tarafından uygulamaya sokulmuş bu tazminat 192 saatlik fazla mesaiye eşitti ve bir süredir pek çok fabrikada ödenmiyordu. Ayrıca işçiler sadece bombardımandan doğrudan etkilenenlere değil tüm işçilere bu tutarın ödenmesini istiyorlardı. Fabrika yönetimi her zamanki gibi işçilerin bu talebini geçiştirmeye çalıştı ve bir süre oyaladıktan sonra işçilerin bunu unutacaklarını düşündü.
Öne çıkan ve greve sebep olan talep bu olsa da, işçilerin yakıcı sorunları bununla sınırlı değildi elbette. Savaşın neden olduğu ekonomik yıkım ve kargaşa, ücretler ve fiyatlar arasında giderek artan uçurum, fabrikalardaki çalışma koşullarının giderek ağırlaşması, Müttefik kuvvetlerin (İngiltere ve ABD) yürüttüğü düzenli bombardımandan ailelerini ve kendilerini korumak vs… 1943 yılında bizzat rejimin kuzeydeki fabrika işçileri arasında yaptırdığı bir çalışma, ortalama olarak bir işçinin savaş başladığından bu yana 10 kilo kaybettiğini ve günlük öğünün 1000 kalorinin altına düştüğünü gösteriyordu. Yani işçiler açıkça açlık ve yoksulluk içindeydiler. Faşist rejim, fiyatların düşük tutulması ve gıda maddeleri yardımı konusundaki vaatlerini yerine getirmediği gibi, ücretler de sürekli düşüyor, bombardımandan kaynaklı “göçmen” pozisyonuna düşen işçilere iş ve barınak sağlanamıyordu. Bu yüzden de işçiler artık patlama noktasına gelmişlerdi ve faşist rejimin yaşamın her alanında uyguladığı baskı artık dayanılmaz, katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı.
İşte bu koşullar altında 5 Mart 1943 gününe gelindiğinde, partinin planına göre, sabah saat 10’da fabrikanın sireni çalacak ve tüm işçilerin fabrikanın dışına çıkması sağlanacak ve böylece grev başlamış olacaktı. Ardından grevin diğer fabrikalara da yayılmasına çalışılacak ve yaratılan grev dalgasının sonunda, 8 Mart günü şehrin meydanı olan Piazza Castello’da bir miting düzenlenecekti. Ancak işler pek de planlandığı gibi başlamadı. Sabah saat 10’da çalması gereken siren bir türlü çalmadı. Bunun üzerine, fırsatı kaçırmamakta kararlı parti militanları (80 kişi), çok büyük bir risk alarak, bizzat kendileri bulundukları bölümlerden çıkarak fabrika bahçesine yürümeye başladılar. Fakat onları sadece yakın çalışma arkadaşları ve birkaç düzine kadar işçi takip etti. Yani grev başlatılamamıştı, ama işçiler arasındaki huzursuzluk ciddi biçimde açığa çıktı ve işçilerin çoğunluğu, greve çıkmasalar da sözlü protestolarla eyleme destek verdiler. Bu sebeple de fabrika yönetimi eylemi gerçekleştiren parti militanlarına (ki onların parti üyesi oldukları fabrika yönetimince pek bilinmiyordu) yönelik bir işlem yapmadı. Polis anında fabrikaya gelse de bir tutuklama gerçekleşmedi. Aeronautica’da ve diğer fabrikalarda da işçiler greve çıkmakta tereddüt ettiler. Sadece 800 kişinin ve çoğunlukla kadın işçilerin çalıştığı Rasetti fabrikasında işçiler iş durdurdular ama yönetimin talepleri değerlendireceğini duyurması üzerine eyleme son verdiler. Rasetti’de polis 10 işçiyi tutukladı.
İlk bakışta eylem başarısız gibi görünse de kazın ayağının öyle olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı. İşin aslı grev dalgasının fitili ateşlenmişti. 6 Mart Cumartesi günü, Microtecnica fabrikasında işçiler kendiliğinden iş bırakarak greve gittiler. 5 işçinin polis tarafından tutuklanmasına rağmen grev devam etti. Cumartesi ve Pazar günleri boyunca grev haberleri hızla Torino ve Milano şehirlerinde yayıldı ve Komünist Parti militanları var güçleriyle grevin devam etmesi ve yayılması için uğraştılar. 8 Mart Pazartesi günü ise grevin gerçekten yayılmaya başladığı gün oldu.
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nü Piazza Castello’da kutlamak için bir protesto çağrısı yapan Komünist Parti bildirileri çok az etkiye sahip görünüyordu, ancak grev, destek amaçlı iş yavaşlatma eylemleri de dâhil olmak üzere, demiryollarına ve diğer fabrikalara yayılmaya başlamıştı. Ayrıca grev Mirafiori’de yeniden başlamıştı ve Parti, Mirafiori örneğini önce Piedmont’a (Torino’yu da kapsayan bölge) ve daha sonra da Lombardiya’ya (Milano’nun da dâhil olduğu bölge) yaydı. Bir hafta içinde yüz binlerce işçi greve gitti ve kendi taleplerini, Mirafiori işçilerinin 192 saatlik ikramiye çağrısına eklediler.
Mirafiori grevi ve ardından başlayan grev dalgasıyla ilgili haberler, Komünist Partinin büyük çabasıyla, kuzeydeki diğer sanayi şehirlerine ve başkent Roma’ya da ulaştı ve buralarda da çeşitli eylemlere ilham kaynağı oldu. Rejim iki haftalık grev dalgası süresince 850 işçiyi tutuklarken, savaş endüstrisinin işleyişini sağlamak için işçilerin ana taleplerini kabul etmek zorunda kaldı ki bu zayıflığın açık bir ikrarıydı.
Grevlere öncülük eden parti militanlarının çoğunluğunun tutuklanmasına ve bir kısmının askere alınıp cepheye, bir kısmının da Almanya’daki çalışma kamplarına gönderilmelerine rağmen grev dalgası durmadı. Artık ok yaydan çıkmıştı. Faşist rejimin baskıları işçi kitlelerini sindiremiyordu. Savaştaki yenilgilerle de birleşerek karışan durum, Mussolini’nin görevden alınmasına ve ardından da Nazi ordusunun İtalya’nın kuzeyini işgal ederek Mussolini liderliğindeki Salò Cumhuriyeti’ni[3] kurmasına kadar vardı. İşçiler bu kez de Nazi işgaline karşı başlatılan silahlı direnişte yerlerini aldılar.
“1944 sonbaharında partizanlar tarafından bir ayaklanma başlatıldı ve bu ayaklanma sonucu kuzeyin çeşitli bölgelerinde küçük partizan cumhuriyetleri ilan edildi, fakat Naziler ve Sosyal Cumhuriyet sonunda bu ayaklanmayı bastırmayı başardı. Ancak 1945 Nisanında bir kez daha genel ayaklanma başlatıldı. Özellikle Torino, Milano ve Cenova gibi kuzeyin en gelişmiş sanayi kentlerinde ayaklanma genel grev ve silahlı işçilerin fabrika işgalleri ile birlikte yürütülüyordu. Birkaç gün içinde silahlı işçiler bilfiil fabrikaların yönetimini ele almışlardı. Ayaklanma nihayetinde zaferle sonuçlandığında İtalya’nın en gelişmiş bölgesi olan kuzeyi, özellikle en önemli sanayi merkezileri, silahlı işçilerin elindeydi.”[4]
Korku duvarları mücadeleyle aşılır
1943 Martında gerçekleşen FIAT Mirafiori grevinin sonuçları nelerdir? Belki de en önemli sonuç, işçi sınıfının faşist rejime karşı duyduğu korkuyu yenmesidir. Tarih bir kez daha göstermiştir ki, kararlı bir şekilde mücadeleye atılan işçilerin önünde hiçbir güç duramaz, faşizm bile… Mussolini’nin “bu zararlı grev bizi yirmi yıl geriye attı” şeklindeki sözleri de 1943 FIAT grevinin önemini göstermektedir. Mussolini, içerde yükselen sınıf hareketi ve dışarıda da SSCB’nin durdurulamaması sebebiyle komünizmin hem İtalya’yı hem de tüm Avrupa’yı ele geçireceğini söylüyordu.
İkinci önemli sonuç, işçi sınıfının kitlesinin harekete geçmesinin, faşizmi destekleyen kesimler üzerinde de muazzam bir etki yaratmasıdır. Faşist liderler bu beklemedikleri grev karşısında bir nevi şoktaydılar. Faşist iktidarın bir bakanı faşist parti üyesi işçilerin bile grevleri desteklediklerinden yakınıyordu. Bir başka parti yöneticisi ise yazdığı mektupta Mussolini’ye yakınıyordu: “Parti yok ve iktidarsız… Her yerde, tramvaylarda, tiyatrolarda ve hava saldırısı barınaklarında insanlar rejimi kınıyorlar.” Önceden uyarılara rağmen çoğu yerde faşist milisler grevcilere karşı harekete geçememişlerdi. İşçiler asıl düşman olarak bombardımanı sürdüren Müttefik kuvvetleri değil faşist iktidarı görüyorlardı.
Üçüncü önemli sonuç ise şudur; başlayan grev dalgası ve arkasından yaşanan olaylar, anti-faşist direnişin odağına işçi sınıfını yerleştirmiş ve direnişin öncülüğüne de Komünist Partiyi taşımıştır. Komünist Parti, gizli grev komitelerini örgütler ve grev dalgasını yönetmeye çalışırken, bir anda anti-faşist aydınlardan ve küçük-burjuva çevrelerden dağınık vaziyetteki askerlere kadar pek çok kesim için bir çekim merkezi haline geldi.
Grev dalgasının ardından Nazi destekli Mussolini’ye karşı silahlı direniş hareketinde de yer alan işçiler, kısa bir süreliğine de olsa İtalya’nın kuzey kesiminde iktidarı fiilen ellerine aldılar. İşçi sınıfının kendine olan güveni öyle yenilenmişti ki, Komünist Partinin savaş sonrasında izlediği uzlaşmacı Stalinist politikalar olmasa süreç bir işçi devletinin kurulmasına gidebilirdi.
Komünist Partinin, sonradan yaptığı tüm hatalara ve izlediği ihanet çizgisine rağmen, Almanya’da komünistlerin yapamadığını yaparak örgütsel varlığını korumayı başarmış olması ve uygun anı yakaladığında da kararlı ve cesur bir şekilde grevi başlatması, koşullarla da birleşerek İtalya’da faşizmin sonunu getiren dalgayı başlatmıştır. İşçi sınıfının mücadele tarihi, tıpkı İspanya’da olduğu gibi bir kez daha göstermiştir ki, işçi sınıfı anti-faşist mücadelenin lokomotifi ve temel dayanağıdır.
[1] Diğer tarihsel örnekler için şu yazılara bakılabilir: Kerem Dağlı, İspanya İşçi Komisyonları: Faşizm Koşullarında Sınıf Mücadelesi; Levent Toprak, Faşizm ve İtalyan İşçi Hareketinin Deneyimi; Levent Toprak, Karanlık Dönemlerde İşçi Sınıfının Mücadelesine Dair; İlkay Meriç, Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı.
[2] Levent Toprak, age
[3] İtalyan Sosyal Cumhuriyeti, “Salò Cumhuriyeti” olarak da bilinir. Nazi Almanya’sının desteği ile kurulmuş, 1943-1945 yılları arasında varlığını sürdürmüştür. Müttefikler 1943 yılının Temmuz ayında Sicilya’ya çıkarma yaparak İtalya’yı güneyden işgal etmeye başlamışlardı. Bu koşullarda başarısızlıklardan dolayı Kral III. Vittorio Emanuele, Mussolini’yi başbakanlık görevinden aldı ve tutuklattı. Nazi kuvvetlerince kurtarılan Mussolini, Kuzey İtalya’daki Salò kasabasında İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti.
[4] Levent Toprak, age
link: Kerem Dağlı, 1943 FIAT Grevi: İtalyan Faşizminin Ölüm Çanı, 6 Haziran 2018, https://en.marksist.net/node/6396
Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil
“Fakir Ziyareti Geleneği”