Filistinlilerin 30 Martta başlattıkları ve 15 Mayısa kadar süreceğini açıkladıkları “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” bir ayı aşkın bir süredir devam ediyor. İsrail devleti bu süreçte 50’ye yakın Filistinliyi katletti, 5500’den fazlasını yaraladı. Gazze sınırında yaşanan bu katliam, kuruluşunun 70. yıldönümünde İsrail devletinin doğasını bir kez ortaya seriyor.
“Toprak Günü” olarak anılan 30 Mart tarihi Filistinliler için özel bir anlam taşıyor. 30 Mart 1976’da Filistinlilere ait binlerce dönüm araziyi gasp eden İsrail, bu işgali protesto etmek isteyen Filistin halkının üzerine ateş ederek 6 kişiyi öldürmüş, yüzlercesini de yaralamıştı. Bu yüzden Filistinliler her yıl 30 Martta işgale karşı protesto eylemleri düzenliyorlar.
Eylemlerin sona ereceği 15 Mayıs tarihiyse İsrail devletinin kurulduğu 14 Mayısın bir gün sonrasına işaret ediyor ve o gün Nakba (felâket) günü olarak anılıyor. O süreçte 800 bin Filistinlinin topraklarından göç etmek zorunda kalmasına yol açan Nakba, kitlesel bir mülteci sorununu da başlatmıştı. İsrail devletinin uzlaşmaz tutumu nedeniyle yarı yolda kalan tüm “barış” süreçlerinin en önemli maddelerinden birini de bu sorun oluşturdu ve pek çok madde üzerinde anlaşılırken İsrail “geri dönüş” maddesine imza atmaktan hep geri durdu. Dolayısıyla “geri dönüş” milyonlarca Filistinlinin özlemini çektiği ve uğruna mücadele verdiği bir konu olmaya devam ediyor.
Bu yılki eylemler, İsrail devletinin kuruluşunun 70. yıldönümüne denk geldiği için daha ayrı bir anlam taşımaktadır. Filistin topraklarının gaspı temelinde 14 Mayıs 1948’de kurulan İsrail devleti, bugüne dek devam eden açık işgale dayanarak sınırlarını sürekli genişletmiş, Filistinlilere birbiriyle bağlantısı olmayan iki adacık konumundaki Batı Şeria ve Gazze dışında hiçbir toprak parçası bırakmamıştır. Üstelik Batı Şeria’da kesintisiz bir şekilde yeni Yahudi yerleşim yerlerinin açılması nedeniyle Filistinlilerin yaşadığı topraklar sürekli küçültülmekte ve birbirinden koparılmaktadır. Etrafı “yüksek güvenlikli” tel örgülerle çevrilen Gazze’nin ardından Batı Şeria da 708 km uzunluğundaki bir duvarla İsrail’den tümüyle yalıtılmıştır. Siyonist devletin işgal ve zulmü nedeniyle, 70 yılda 6 milyona yakın Filistinli yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmıştır. Kalmakta direnenlerse İsrail devletinin her türlü zulmü altında ölüm-kalım savaşı vermektedir. Etrafı havadan, karadan ve denizden kuşatılmış durumdaki Gazze, nüfus yoğunluğuyla birlikte dünyanın en büyük açık cezaevi konumundadır.
İşte bu koşullar altındaki on binlerce Filistinli, topraklarından göçe zorlanan Filistinlilerin dönüş hakkını savunmak ve İsrail’i protesto için, 30 Martta, Gazze’nin çeşitli bölgelerinden sınıra doğru büyük bir yürüyüş başlattı. Sınırın yaklaşık 700 metre yakınında toplanan göstericiler bu bölgeye “Dönüş Kampları” adını verdikleri çadır kampları kurdular. Bazı çadırların üstüne de 1948’de İsrail’in işgal edip boşalttığı Filistin köylerinin isimlerinin yazıldığı pankartlar astılar. Eylemciler 30 Marttan bu yana her Cuma günü sınıra yürüyor ve İsrail devletine tepkilerini dile getiriyorlar.
Filistin halkının bu barışçıl eylemi her zamanki gibi İsrail’in devlet terörüyle karşılaştı. Sınırı aşmaya çalışanların üstüne ateş açılacağını duyuran İsrail, askerlere vur emri verdi. Keskin nişancıların silahsız göstericileri hedef alıp ateş etmesi sonucunda 30 Marttan bu yana 50’ye yakın Filistinli katledildi, 5500’den fazlasıysa yaralandı. Ölümlerin yanı sıra yaralanmaların bir kısmı da plastik mermi yerine gerçek mermilerin kullanılmasından kaynaklanıyor. Ayrıca yoğun gaz saldırısı da yüzlerce insanın hastanelik olmasına yol açıyor. İsrail devleti, yaralıları tedavi etmek üzere kurulan sağlık merkezlerini hedef alacak kadar alçalmış durumda.
İsrail’in on milyonlarca Arabın yaşadığı Ortadoğu coğrafyasında böyle pervasızca davranabilmesini sağlayan en büyük faktör kuşkusuz sırtını ABD emperyalizmine dayamış olmasıdır. Nitekim ABD’nin yeni dışişleri bakanı Pompeo da ilk yurtdışı gezisini İsrail’e yapmış ve yaşanan katliamın ortasında Netanyahu’yla buluşup İsrail’e saygı ve sevgilerini ifade etmiştir. Bir yandan “iki devletli çözüm”den söz edip diğer yandan işgal ve zulüm politikalarında İsrail’e tam destek veren ABD yönetimi, “çözüm planı”nı Filistin’i Gazze’ye indirgeme noktasına kadar geriletmiş vaziyettedir. Trump’ın ve İsrail’in “barış planı” dedikleri bu “imha projesi”ne Filistin halkının boyun eğmesi beklenmekte, eğmeyenlerse terörist olarak damgalanmaktadır.
İsrail’in pervasızlığına zemin hazırlayan bir diğer önemli faktör de başta ABD emperyalizmiyle işbirliği halindeki Arap devletlerinin 70 yıldır süren bu zulme sessiz kalmalarıdır. Trump’ın işbaşına gelmesiyle birlikte ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını hayata geçirmek üzere çok daha aktif bir rol üstlenen Suudi Arabistan ve Mısır, onun İsrail politikasını da kayıtsız şartsız desteklemektedirler. Trump ve kabinesi, Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek üzere yürütülen emperyalist savaşta özellikle Suudi Arabistan’ı koçbaşı olarak kullanıyor. Suudi Arabistan’ın son dönemlerde Filistin halkı aleyhine yayınladığı fetvalar, işbirlikçiliğin geldiği boyutu apaçık gözler önüne seriyor. İsrail, Filistinlileri eylemlerden uzak tutmaya çalışırken, Amerikan mermilerinin yanı sıra Suudi Arabistan ulemasının “gösteri ve protesto Müslümanların işi değildir” fetvalarını da kullanıyor! Hatırlanacağı gibi, Suudi Arabistan Müftüsü ve Ulema Heyeti Başkanı Abdülaziz Al-i Şeyh, 2017 Temmuzunda Mescid’i Aksa’da yaşanan çatışmaların ardından, “İsrail’e karşı savaşmanın caiz olmadığını, Hamas’ın terör örgütü olduğunu ve Hizbullah’a karşı İsrail ordusuyla işbirliği yapılabileceğini” söyleyen bir fetva vermişti. Suudi Arabistan, Trump’ın Amerikan büyükelçiliğini İsrail’in başkenti olarak tanıdığı Kudüs’e taşıyacağını açıklamasına da tepki göstermemişti. Son olarak Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın yaptığı açıklamalar da, ABD kuklası bu devletin İran’ı şeytan, İsrail’i ise müttefik olarak gördüğünü bir kez daha ortaya koymuş oldu.
Filistin halkının bir diğer şanssızlığı (bu aynı zamanda İsrail’in şansı demektir) ise El Fetih ve Hamas gibi burjuva liderlikler ve onların izledikleri politikalardır. Filistinli emekçiler, bir asra yaklaşan süre zarfında verdikleri mücadelede, davaları uğruna her türlü fedakârlığı yapabileceklerini tartışmasız kanıtlamışlardır. Bu süreçte on binlerce şehit vermiş, İsrail devletinin sınırsız zulmüne uğramış, tarifsiz acılar yaşamışlardır. Ne var ki onların liderliğine soyunan burjuva güçler, doğaları gereği emekçi sınıfların değil sermayenin çıkarlarını esas alarak hareket etmişler, bu doğrultuda İsrail ve diğer kapitalist bölge güçleriyle her türlü işbirliğine ve uzlaşmaya gitmişler ve Filistin halkının haklı davasını açıkça satmışlardır.
Ortadoğu nicedir Üçüncü Dünya Savaşının merkezi konumundadır ve Kürt sorunu gibi Filistin sorunu da bu savaşın doğrudan parçası haline gelmiştir. İsrail ABD emperyalizminin bölgedeki en temel vurucu gücüdür ve savaşın gelecek aşamalarında ona çok daha büyük roller düşeceği açıktır. İran’la gerilimin yükseldiği, Suriye’de cephelerin yeniden alevlendiği bugünlerde, İsrail’in gerek İran karşıtı provokatif açıklamalarıyla gerekse Suriye’ye yönelik askeri saldırılarıyla, nasıl bir işlev üstlendiği ortadadır. Diğer Batılı emperyalist güçler de ABD’nin ve dolayısıyla İsrail’in arkasındadırlar. Tüm kapitalist ve emperyalist güçlerin kendi sınıfsal çıkarları temelinde hareket ettikleri açıktır. Filistin ve bölgenin diğer emekçilerinin emperyalist savaş ve burjuva hesaplar denizinde boğulup gitmemelerinin tek yolu kendi kaderlerini kendi ellerine alarak ayağa kalkmalarından geçmektedir. Tarihin o momentine gelene kadarsa ne yazık ki emekçileri acılı, kahırlı bir süreç beklemektedir.
link: İlkay Meriç, Filistinlilerin “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü”, 4 Mayıs 2018, https://en.marksist.net/node/6326
1 Mayıs 2018: Tek Çare Mücadele
Bu Dünyaya Marx Geldi! /1