Bundan 85 yıl önce Hitler önderliğindeki Naziler, Avrupa’nın en güçlü işçi hareketine ve sol partilerine sahip Almanya’da iktidara geldiler ve ciddi bir direnişle karşılaşmadan faşizmi inşaya koyuldular. Peki, on beş yıl içinde gerçekleştirdiği üç devrimci kalkışmayla öne çıkan, iktidarı ele geçiremese de monarşiyi tahtından edip cumhuriyeti getiren, 1920’deki Kapp darbesini muazzam bir genel grevle püskürtmeyi başarmış olan devrimci bir proletaryaya, onun güçlü partilerine ve sendikalarına rağmen, Nazilerin yükselişi ve iktidarı ele geçirmeleri nasıl engellenemedi? Avrupa’nın en büyük Sosyal Demokrat Partisi ve Komünist Partisi (ki bunlar yüz binlerce üyeyle ve köklü geçmişleriyle aynı zamanda kendi Enternasyonallerinin en güçlü partileriydiler), birkaç aylık bir süreçte, hiçbir direniş yaşanmaksızın nasıl yok edilebildi? Bu sorular sadece geçmişi değil bugünü ve geleceği de yakından ilgilendiriyor. Çünkü faşizm tarihte kalan bir hayalet değil, bugün de kanlı canlı karşımızda olan bir felâkettir.
Bugün dünyanın büyük bir bölümünde faşist hareketlerin tabanlarının hızlı bir şekilde genişlediği, bazı ülkelerde faşist partilerin tek başlarına ya da koalisyon ortağı olarak iktidara geldiği bir süreçten geçiyoruz. Faşist liderlerin sesi Avrupa’dan Asya’ya, Amerika’dan Afrika’ya, neredeyse yetmiş yıldır çıkmadığı kadar çok çıkıyor. Faşizmin acılarını en çok çekmiş İtalya, Almanya, Polonya, Fransa gibi ülkelerdeki gelişmeler ise özellikle dikkat çekiyor. Bilindiği gibi, “faşizm bir daha yaşanmaz, burjuvazi gerekli dersi büyük acılar pahasına çıkardı” kanısı, Avrupa liberal-reformist solunda son derece yaygındır. Oysa yaşananlar, burjuvazinin geçmişten çıkardığı derslerle, bu kesimlerin çıkarıldığını iddia ettikleri derslerin hiç de örtüşmediğini gösteriyor. Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz koşullarında burjuvazi, her daim yedekte tuttuğu faşizm silahını pek çok ülkede kınından çıkararak yağlamaya koyuluyor. Burjuvazinin geçmiş faşizm örneklerini detaylı bir şekilde çalıştığı ve bazı ülkelerde adım adım hayata geçirmeye koyulduğu bir dönemde, Almanya’da Nazilerin iktidara geliş sürecinde solun derin, hatta ihanete varan hatalarını hatırlamak, günümüze yönelik dersler çıkarmak açısından da büyük önem taşıyor.
Nazilerin iktidara geliş süreci ve sol
Almanya’da faşizmin zaferinin engellenememesinin bir numaralı siyasi sorumlusu, düzen aygıtı haline gelen ve ortaya çıkan devrimci durumlarda proletaryayı iktidarı ele geçirmekten alıkoyan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) idi. Milyonlarca işçi üyeye sahip olan SPD, sadece parlamentodaki sandalye sayısından değil sendikal hareket üzerindeki hâkimiyetinden de gelen büyük bir siyasi güce sahipti. Ne var ki bu reformist parti, Birinci Dünya Savaşı döneminde bir burjuva işçi partisine dönüşmüştü. 1918’de yükselen işçi hareketi düzeni tehdit eder hale geldiğinde, burjuvazi, ayak sesleri duyulmaya başlayan devrimi ezmek için bu partiyi kurulan yeni hükümete dâhil etmişti. Böylece SPD yıllardır özlemini duyduğu iktidara kavuşmuştu. Ancak bunun diyeti, o yılın Kasım ayında en üst evresine sıçrayarak monarşiyi tahtından indiren işçi devriminin kanla bastırılması ve onun iki büyük liderinin (Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht) bizzat SPD’li Noske’nin örgütlediği Freikorps (Gönüllü Birlikler) tarafından katledilmesi olacaktı. Hemen ardından Noske, yeni kurulan Weimar Cumhuriyetinin Savunma Bakanlığına getirildi. Bu katliam ve yeni kurulan cumhuriyetin düzen sınırlarına hapsedilmesiyle sonuçlanan karşı-devrim, SPD’nin burjuva niteliğini, silinmesi imkânsız kanlı bir damgayla tescil etmiş oluyordu. SPD kendisini burjuva cumhuriyetin koruyucusu olarak gören bir düzen partisine dönüşmüştü. Proletarya üzerindeki gücünü, onu devrimden alıkoyma yönünde kullanan bu partinin, sınıf hareketinin devrimci yükselişleri esnasında sergilediği ihanet, nihayetinde faşizmin adım adım yükselişine de zemin hazırladı.
SPD, Weimar Cumhuriyetinin kuruluşundan Hitler’in iktidara gelerek bu cumhuriyeti ortadan kaldırdığı 1933’e dek geçen sürecin üçte birinde, ya iktidarda ya da iktidar ortağı durumunda bulunuyordu. Almanya’nın en büyük eyalet devleti olan Prusya (Berlin de bu eyalete dâhildi) söz konusu olduğunda ise, bu süreçte neredeyse kesintisiz olarak hükümetin başındaydı. Bu aynı zamanda büyük bir polis kuvvetinin kontrolünün de onun elinde olması anlamına geliyordu. Ancak bu gücü işçi sınıfına yönelik faşist saldırıları engellemek için kullanmak, bu düzen partisinin ufkunun tümüyle dışındaydı.
Savaştan büyük bir mağlubiyetle çıkan ve daha toparlanma fırsatı bulamadan 1929 krizinin pençesine düşen Almanya, Versailles Anlaşması sonucunda küçültülen ordudan açıkta kalan ve “onurları” kırılan subayların, savaştan dönüp işsiz kalan askerlerin, iflasın, işsizliğin ve sefaletin kucağına düşen küçük-burjuvazinin ve yarı-proleter yığınların öfkesinin dağ gibi büyüdüğü bir ülke halini gelmişti. SPD’nin devrime ihanet etmesi ve emekçilerin sorunlarına çözüm üretmemesi, başta küçük-burjuvazi olmak üzere emekçi yığınlarda tepkileri ve radikal arayışları da arttırmaya başlamıştı. Özlemini çektikleri “cumhuriyet”in ve “demokrasi”nin kendilerine hiçbir şey sunmadığı kanısı had safhadaydı. Demagojik bir “anti-kapitalist” söylemle bunların ruhunu okşayan faşizm işte böylesi bir süreçte hızla güç kazanmaya başlamıştı. 1928, 29 ve 30 yılları, yükselen faşizm tehlikesinin farkına varılarak gerekli politik müdahalenin yapılması açısından çok kritik yıllardı. Ancak ne SPD bunun farkındaydı ne de KPD (Alman Komünist Partisi). Aksine, işçi sınıfının temsilcisi oldukları iddiasındaki bu iki parti, gerçek düşmanla savaşmak yerine birbirlerini suçlayıp gözden düşürmeye çalışmakla meşgullerdi.
ABD’yi şiddetli bir şekilde sarsan 1929 büyük buhranının Almanya’yı da esir aldığı 1930 yılında bankalar batmış, küçük işletmeler birbiri ardına iflasa sürüklenmiş, işsiz sayısı o yıl 3 milyona, ertesi yılsa 4 milyona fırlamıştı. Bu durum politik dengeleri de altüst etmişti.
SPD’nin başında olduğu koalisyon hükümeti, sosyal güvencelerin geri alınmasına yönelik bir düzenleme kararı almış ve sendikalardan yükselen tepkiye direnemeyip çökmüştü. Bunun üzerine cumhurbaşkanı Hindenburg 1930 Martında Katolik Merkez Partisinin lideri Brüning’i başbakanlığa atamış ve onun yönetiminde bir hükümet kurulmuştu. Bu hükümet sermayenin bir an önce hayata geçirilmesi için bastırdığı saldırıları cesurca uygulamaya sokmaya başlayacak, bu kapsamda ücretler düşürülecek, ekonomik ve sosyal haklar teker teker geri alınacak, yeni vergiler koyulacak ve anayasa askıya alınacaktı! Emekçi sınıfların burnundan soluduğu bu koşullarda gidilen Eylül seçimlerinde, Nazi Partisi iki yıl öncesine göre oylarını 8 katına çıkararak ülkenin en büyük ikinci partisi haline geldi. 1928 ve 30 seçimlerinde, en çok oy alan altı partinin aldıkları oy sayısı ve oranları şöyleydi:
Mayıs 1928 | Eylül 1930 | |||
Sosyal Demokrat Parti | 9.153.000 | 29,8 | 8.577.700 | 24,5 |
Komünist Parti | 3.264.800 | 10,6 | 4.592.100 | 13,1 |
Nasyonal Sosyalist Parti | 810.000 | 2,6 | 6.409.600 | 18,3 |
Merkez Partisi | 3.712.200 | 12,1 | 4.127.900 | 11,8 |
Milliyetçi Parti | 4.381.600 | 14,2 | 2.458.300 | 7 |
Halk Partisi | 2.679.700 | 8,7 | 1.578.200 | 4,5 |
Bu iki yıl içinde oy kullanan seçmenlerin sayısında 4,5 milyon civarında bir artış yaşanmıştı ve Nazilerin arttırdıkları oylarının çok büyük bir kısmı da buradan geliyordu. Bunlar arasında 1920’lerin başlarına kadar SPD ve KPD’ye oy veren fakat 1923’ten sonra hayal kırıklığına uğrayıp geri çekilen yüz binlerce işçi de bulunuyordu. Ancak Nazilerin artan gücünün göstergesi sadece oy sayısıyla sınırlı değildi. Yaşanan ekonomik krize eşlik eden siyasal kriz ve kaos durumundan alabildiğine ürken mali sermaye, düzeni tesis etmek için başvurmak zorunda kalacağını hissettiği Nazileri el altından finanse etmeye ve desteklemeye başlamıştı. Birkaç yıl önce yaşadığı üç devrimci durumun acısı burjuvazinin hafızasında halen çok canlı olduğu gibi, sosyal demokratların ve komünistlerin toplam desteğinin %40’ı bulması ve işçi sınıfının huzursuzluğu ona alınacak önlemleri vakit geçirmeden almak gerektiği mesajını veriyordu. Tam da bu ihtiyacı karşılayacak şekilde, SA’lar (Nazilerin “fırtına birlikleri”) hızla sayılarını arttırmış, 1930 yılı sonunda 100 bin üyeye ulaşmışlardı. Bunlar grevlere, fabrikalara, komünistlere saldıran vurucu faşist güçlerdi. Hoşnutsuz ve tepkili küçük-burjuva yığınlara içine düştükleri bu durumun sorumlusu olarak sosyalistleri ve sendikaları gösteren Hitler, işçi sınıfı örgütlerinin tümüyle yok edileceğini söyleyerek, “son gazete yok edilene, son örgüt tasfiye edilene, son eğitim merkezi ortadan kaldırılana kadar durmayacağız” diyordu.
Eylül ayında seçimler yapılmıştı yapılmasına ama Brüning parlamentoyu feshederek ülkeyi olağanüstü kararnamelerle yönetmeye devam ediyordu. Burjuvazinin siyasi krizi aşmak ve işçi sınıfına yönelik sert önlemleri hayata geçirmek üzere iktidara getirdiği Brüning, iki yıl boyunca bu şekilde hükümet edecek, demokratik hakları sınırlandıracak ve toplu sözleşmeleri feshedecekti.
Faşizm adım adım yükselirken SPD ve KPD’nin politik değerlendirmeleri ve taktikleri ise içler acısı bir durum oluşturuyordu. Düzenle tümüyle bütünleşen SPD liderliği, köylülüğün ağır bastığı İtalya gibi ülkelerden farklı olarak işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyinin yüksek olduğundan hareketle, Almanya’da demokrasinin öyle gaddarca ezilemeyeceğini savunarak faşizm tehdidini küçümsüyordu. Parlamenter bönlükle gözleri körelen bu bürokratlar, demokratik anayasanın Hitler’in tehditlerini hayata geçirmesini engelleyeceğini söyleyerek şöyle diyorlardı: “Düşmanlarımız bizim yasallığımız sayesinde yok olacaklardır.” Aynı SPD, Hitler’e karşı ehveni şer diyerek Brüning hükümetine de destek veriyordu. Legalizm çukuruna batmış bu liderliğin tepesindeki Otto Wels, duvarlara Nazi karşıtı sloganlar yazan parti üyelerini, yaptıklarının legal olmadığını söyleyerek eleştiriyordu!
1930 Eylül seçimlerinde oyunu 1,3 milyon arttıran KPD ise, bu seçimleri “komünistler için büyük bir zafer, Naziler için sonun başlangıcı” olarak değerlendiriyordu! Oysa KPD’nin fabrikalardaki ve sendikalardaki gücü SPD ile kıyaslanmayacak denli düşüktü. Sıçramalı bir şekilde arttırdığı oylarının ve üye sayısının önemli bir bölümünü işsiz işçiler oluşturuyor ve bu da partinin fabrikalarla bağlarının giderek zayıflamasına yol açıyordu. Stalin’den gelen talimat sonrasında işçileri varoldukları sendikalardan çekip komünist sendikalara yönelten KPD, böylece fiilen böldüğü proletaryanın çoğunluğunu SPD’nin denetimine terk etmişti. Bu bölünme aynı zamanda faşizme karşı birleşik cepheyi “tabandan” bile olsa hayata geçirme olanağının maddi zeminini dinamitlemek demekti.
Kuşkusuz diğer KP’ler gibi KPD’nin de tüm politikalarını belirleyen Komintern’di ve faşizme ve sosyal demokrasiye yönelik değerlendirmeler açısından 1928 yılı kritik bir dönemeç noktası teşkil etmişti. Biraz geriye giderek, bu kritik politika değişikliğinin gelişimine ve sonrasındaki etkilerine bakalım.
Stalinist Komintern’in icatları: Sosyal demokrasi=sosyal faşizm
Gerçekleştirdiği tasfiyelerle muhalefeti tümüyle saf dışı bırakan Stalin’in güdümündeki Komintern, 1928’de yapılan Altıncı Kongresinde “üçüncü dönem” ve “sosyal faşizm” tezlerini resmi politika haline getirmişti. Dinamik gerçekliği çelişkileri ile birlikte kavramayıp şematikleştiren ve Stalinist bürokrasinin sınıfsal çıkarlarına endeksli zikzaklarla bir sağa bir sola savrulan Komintern’e göre, artık kapitalizmin stabilizasyonunun sarsıldığı ve yeni bir devrimci atılımın söz konusu olduğu “üçüncü dönem”e girilmişti.[1] Bu tespitler, sosyal demokrasiyi faşizmle özdeş tutma ve ortak mücadelenin reddi gibi sekter anlayış ve taktiklerle tamamlanıyordu. Stalin, Zinovyev’in 1924’teki Beşinci Komintern Kongresinde ortaya attığı ve sonrasında kendisinin de sahiplendiği bu tezi “derinleştiriyordu”.
Lenin dönemindeki Üçüncü (1921) ve Dördüncü (1922) Kongrenin büyük bir önem verdiği birleşik işçi cephesi taktiği de Beşinci Kongrede “sağ kanat oportünizm” olarak damgalanıp bir kenara atılmıştı. Dördüncü Kongrede, “birlik cephesi taktiğinin gerçek başarısı «aşağıdan», bizzat işçi kitlesinin derinliğinden çıkacaktır. Fakat komünistler bu arada, belirli koşularda rakip işçi partilerinin yöneticileriyle görüşmeler yapmaktan da kaçınmamalıdırlar” deniyordu.[2] Beşinci Kongrede ise, Almanya’da 1923’te gerçekleşen başarısız devrimci çıkış gerekçe gösterilerek, birleşik cephenin sosyal demokrat partilerle ittifak temelinde değil ancak “aşağıdan”, yani onun tabanındaki işçilerle gerçekleştirilebileceği söyleniyordu. Amaç birlikten ziyade, sosyal demokrat partilerdeki işçileri partilerinden koparmaktı. Bunun da liderliklerinin “maskesini düşürerek” yapılabileceği, dolayısıyla liderliklere ağır bir şekilde yüklenilmesi gerektiği düşünülüyordu. “Sosyal faşizm” tezi de işte bu anlayışın bütünleyicisiydi. Beşinci Kongrede Zinovyev şöyle diyordu: “Faşistler burjuvazinin sağ kolu, sosyal demokratlar ise sol koludur. Burada en önemli faktör Sosyal Demokrat Partinin faşizmin bir kanadı haline dönüşmüş olmasıdır.”[3] Aynı şeyi Stalin de şu sözlerle tekrarlıyordu: “Faşizm burjuvazinin savaş örgütüdür, Sosyal Demokrasinin aktif desteğine dayanmaktadır. Sosyal Demokrasi nesnel olarak faşizmin ılımlı kanadıdır. … Bunlar karşıt değil ikiz kardeşlerdir.”[4]
Zinovyev’in o kongrede ortaya attığı bu tez aslında daha o zaman kongrenin tespitlerine ve taktiklerine damgasını vurmuştu. Örneğin Beşinci Kongrede Alman partisi adına konuşan Remmele (kongreye Freimuth takma ismiyle katılmıştı) bu tespitlere dayanarak, “sosyal demokratlar faşizme karşı mücadelede hiçbir zaman devrimci proletaryanın müttefiki olamazlar” sonucuna varıyordu. KPD’nin tepe yöneticilerinden biri, yayın organı Die Rothe Fahne’nin editörü ve Komintern Yürütme Kurulu üyesi olan Remmele, faşizm tehlikesini ve olgusunu hafife alan bu anlayışı mantıksal sonuçlarına da ulaştırıyordu:
“Faşizmin özünden, toplumsal konumundan, iktisadi ve sosyal yapısından yola çıkarak geleceğe göz atarsak, onun iç çelişkilerinin, barındırdığı çelişkili iktisadi ve sınıf çıkarlarının onu yıkıma götüreceği genel sonucunu çıkarabiliriz. İtalya’da olduğu gibi zafere ulaştığı yerlerde faşizm, siyasal olarak çok çabuk iflas etmekte ve bunu iç parçalanma takip etmektedir. İkinci güçlü faşist hareketin varolduğu Almanya’da faşistlerin tek başına iktidara gelmeleri –hiç olmazsa önümüzdeki yakın dönemde– mümkün değildir. Çünkü orada devrimci proleter hareket güçlüdür.”[5]
Lenin dönemindeki son kongre olan Dördüncü Kongrede faşizme ilişkin alarm zilleri çalınırken, görüldüğü üzere Beşinci Kongrede bu tehlike alabildiğine küçümsenmişti. Sorun faşizm değil sosyal demokrasiydi! Tüm bunlar, faşizmin yükselişinin önüne geçilememesinde en kritik rolü oynayan ve “yanlış” kelimesinin hafif kalacağı politika değişiklikleriydi. Sonrasında da Komintern ve KPD bu zihniyetle hareket etti. Komintern Yürütme Kurulunun (KEYK) 1929 Temmuz tarihli 10. Plenumunda, “Komintern ve Komünist Partilerin Önünde Duran Görev” şöyle tespit ediliyordu: “Devrimci işçi hareketindeki yeni yükselişin olgunlaşması ve Almanya ve İngiltere’de sosyal-demokrasinin hükümete geçmesi, Komintern ve seksiyonlarının önüne, özel bir kesinlikle vurgulanması gereken bir görevi, sosyal-demokrasiye karşı, özellikle onun, işçi hareketi içinde komünizmin en tehlikeli düşmanı ve işçi yığınlarının mücadeledeki aktifliklerinin yükseltilmesi önünde en büyük engeli oluşturan «sol» kanadına karşı mücadelenin kararlı biçimde güçlendirilmesi görevini koymaktadır.”[6] KP’lerin, bunu yapmaksızın ve içlerindeki sağ ve «sol» (Troçkist) sapmayı yenip uzlaşmacılığı aşmaksızın görevlerini yerine getiremeyeceğinin vurgulandığı bu plenumda, Stalin’in çizdiği perspektif böylece KEYK kararı haline getirilmiş oluyordu. 1931 tarihli 11. Plenumda ise, bu görevin başarıyla yerine getirildiği, üye partilerin içindeki sağ ve sol oportünizmin ezildiği ilan edilecekti.[7]
Tıpkı Komintern gibi KPD de faşizm tehlikesini fazlasıyla hafife alıyordu. KPD yönetimi, Almanya’da faşizmin geri dönmemek üzere kovulduğunu, faşist diktatörlük diye bir tehdidin bulunmadığını, Almanya gibi işçi sınıfının böylesine gelişmiş olduğu ülkelerde faşizmden söz edilemeyeceğini savunuyordu. Ne var ki faşizm ivmelenerek yükseliyordu! Bu arada KPD’nin propagandası ise “reformizm lafta sosyalizm, gerçekte faşizmdir” söylemine dayanıyordu.
SPD’nin burjuva bir işçi partisi olduğu, misyonunun işçi sınıfını düzen sınırlarına hapsetmek ve devrime kayıştan uzak tutmak olduğu gerçeğini mantıksız bir noktaya taşıyan Komintern ve KPD, onu faşizmle özdeşleştiriyordu. Bu tezin altı, SPD hükümetlerinin sınıfa yönelik saldırılarıyla, çeşitli burjuva sağ hükümetlere verdiği desteklerle, devrimci durumlarda sınıfı dizginleyecek karşı-devrimci politikalar izlediğine dair örneklerle dolduruluyordu. Oysa sağlı sollu tüm burjuva partiler doğal olarak düzen partisiydi ve bunlar doğaları gereği düzenin çıkarları temelinde hareket ediyordu. Bu gerçek atlandığında faşizmle diğer burjuva hükümet biçimleri bir bütün olarak özdeşleştirilmiş ve sonuçta faşizmin oluşturduğu yıkıcı tehdit karşısında kitlelerin uyanıklığı köreltilmiş oluyordu. Stalinist Komintern ve ipleri onun elinde olan tüm KP’lerin yaptığı pratikte buydu.
Komintern tümüyle, Stalinist bürokrasinin sınıfsal çıkarları temelinde şekillendirilen Rus dış politikasının koordinasyon merkezi haline getirilmiş, ona bağlı KP’ler de Stalinist yönetimin tahakkümü altında felçleştirilmişti. Almanya’da faşizme karşı mücadeleyi örgütleyebilecek tek güç olan KPD’nin, Komintern’in “sosyal faşizm” tezlerine biat eden liderliği de, faşizmi ezmenin önkoşulunun, sosyal faşistleri bozguna uğratmak olduğunu söylüyor ve SPD’yi “açık faşist diktatörlükten bin kat daha kötü” diyerek mahkûm ediyordu. Bu arada SPD de boş durmuyor, Nazilerle komünistler arasında hiçbir fark olmadığını, KPD’ye verilen oyların patronların çıkarlarına hizmet edeceğini ve gericiliğe yarayacağını söylüyordu. İşçi hareketi bu kargaşa içinde bölünüp atalete sürüklenirken Hitler adım adım iktidara yürüyordu ama işçi sınıfının önderi olduğunu söyleyen iki parti de bunu dert edinmiyordu. Oysa 1930 seçimlerinin sonuçları da yaklaşan tehlikeyi çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Zafer naraları atan KPD ise, bu seçimlerin “Naziler için sonun başlangıcı”nı oluşturduğunu ve faşizmin ulaştığı bu en yüksek noktadan sonra yerini proleter devrime bırakarak hızla çökeceğini iddia etmekteydi.
Troçki’nin uyarıları ve umarsız çırpınışı
Bütün bu süreç boyunca, Büyükada’da sürgünde olan Troçki ve Almanya’daki destekçileri, KPD ve Komintern’i adım adım yükselen faşizme karşı birleşik işçi cephesi oluşturmaya çağırıp, sarsıcı uyarılarla kendine getirmeye çalışmaktaydılar. Ancak etki alanları çok sınırlıydı ve Stalinist bürokrasi onları “karşı-devrimcilik” suçlamasıyla itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapıyordu.
Troçki’nin 1930-33 arasında kaleme aldığı makaleler, devrimci bir liderliğin yaşananları doğru kavrayıp, doğru değerlendirmeler yapıp, gerçekçi öngörülerde bulunmasının ve çok daha önemlisi doğru bir mücadele perspektifi sunmasının mümkün ve olmazsa olmaz olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermesi bakımından son derece önemlidir. 1930 Eylül seçimlerinin hemen ardından yaptığı “Komünist Enternasyonaldeki Dönüş ve Almanya’daki Durum” başlıklı kapsamlı değerlendirmede durumu şöyle tahlil etmektedir:
“Nasyonal Sosyalizmin bu korkunç büyümesi iki temel etkenin ifadesidir: Küçük burjuvazinin dengesini bozan derin bir toplumsal bunalım; yığınların gözünde, daha şimdiden, devrimci bir yönetici rolü oynayacağı kabul edilen bir partinin yokluğu. Eğer Komünist Partisi devrimci umudun partisi ise, bir yığın hareketi olarak faşizm de karşı-devrimci umutsuzluğun partisidir. Devrim umudu bütün proletarya kitlesine yayıldığında, proletarya geniş ve gittikçe artan küçük burjuva kesimlerini devrim yolunda mutlaka arkasından sürükleyecektir. Oysa bu alanda seçimler taban tabana zıt bir görünüm sunmaktadır: Karşı-devrimci umutsuzluk küçük burjuva kitlesini öylesine şiddetle sarmıştır ki, küçük burjuvazi proletaryanın birçok kesimini de arkasından sürüklemiştir.” (abç)
“Faşizm Almanya’da gerçek bir tehlike haline gelmiştir. Faşizm burjuva rejiminin çaresizliğinin, Sosyal Demokrasinin bu rejim içindeki tutucu rolünün ve rejimi yıkmaktan aciz olan Komünist Partisinin birikmiş güçsüzlüğünün keskin bir ifadesidir. Bu gerçeği inkâr eden ya kördür ya da palavracıdır.”[8]
Ne yazık ki bu uyarılar dikkate alınmayacak, faşizm adım adım iktidara tırmanırken Stalin, Troçki ve Sol Muhalefeti ezmeye çalışmaya, KPD sosyal demokrasiyi, SPD de komünistleri düşman ilan etmeye devam edecekti.
1931’de, Brüning hükümetini “faşizmin iktidara gelişi” olarak ilan eden KPD, böylelikle aslında Nazi tehlikesini aşırı derecede küçümsemeyi sürdürmüş oluyordu. Aynı Partinin başındaki Thälmann 1932’ye gelindiğinde bile şunu diyebiliyordu: “Bizim için hiçbir şey Hitler faşizminin teşkil ettiği tehlikeyi oportünist bir biçimde abartmaktan daha ölümcül olamazdı.” Neyin ölümcül olup olmadığı, bu sözler ağızdan çıktıktan kısa bir süre sonra, ne yazık ki işçi sınıfının tarihte aldığı en büyük yenilgi pahasına kanıtlanacaktı.
Troçki, Komintern ve KPD izlediği politikadan vazgeçmediği takdirde Almanya’yı ve dünyayı bekleyen geleceği kehanetvari bir öngörüyle resmederek şöyle diyordu 1931 Ağustosunda kaleme aldığı “Uluslararası Durumun Kilit Noktası Almanya’dadır”[9] başlıklı yazısında:
“Alman bunalımının çözülüşünün alacağı görünüş yalnız Almanya’nın kaderini değil (ki bu bile kendi içinde oldukça önemlidir) aynı zamanda Avrupa’nın ve bütün dünyanın kaderini de uzun yıllar için belirleyecektir. (…) Karar saati çalmıştır. Bununla birlikte Komünist Enternasyonal (…) [ve] Sovyetler Birliği Komünist Partisi, hiçbir tavır almamış bulunmaktadır. Sanki «dünya proletaryasının liderleri» dillerini yutmuşlardır. (…) Tarihin en önemli anlarından birine yaklaşmaktayız: Komünist Enternasyonal daha şimdiden ilk beş yılda biriken güçleri sarsan ve zayıf düşüren bir dizi ciddi ama şimdilik «kısmi» sayılabilecek hata işlemiştir: şimdi de kendisini bütün bir tarihsel dönem boyunca bir devrimci etmen olarak siyasi haritadan silebilecek esaslı ve ölümcül bir hata işleme tehlikesi ile karşı karşıyadır.”
Faşizmin henüz iktidarda olmadığını, iktidara geldiğinde bir gün nesnel çelişkilerin ve kendi yetersizliğinin kurbanı olacağını ama bu süreçte işçi hareketine ve komünist harekete çok büyük bir darbe indireceğini söyleyen Troçki, “Alman Nasyonal Sosyalizminin işleyebileceği cinayetlerin yanında İtalyan faşizminin cehennemi çalışmasının iyice sönük ve neredeyse insani bir deney gibi gözükeceğini” belirterek şöyle diyordu:
“ … önümüzdeki on veya yirmi yılda Almanya’da faşizmin zaferi devrimci mirasta bir kopuş yaratacak, Komünist Enternasyonal’in batışını ve dünya emperyalizminin en iğrenç ve en kanlı zaferlerinden birini doğuracaktır. Faşizmin zaferi, zorunlu olarak, SSCB’ne karşı bir savaş getirecektir.”
“Her devrimci işçi şu sözleri apaçık bir gerçek olarak kabul etmelidir: faşistlerin Almanya’da iktidarı ele geçirmeye teşebbüs etmeleri Kızıl Ordunun seferber edilmesine yol açmalıdır. Bu proleter devleti için tam anlamıyla devrimci özsavunma meselesi olacaktır. Almanya yalnız Almanya değil Avrupa’nın kalbidir de. Hitler yalnız Hitler değildir: bir süper-Wrangel olabilir. Ve Kızıl Ordu yalnız Kızıl Ordu değil dünya proleter devriminin aracıdır.”
Büyük bir isabetle dile getirilen bu öngörüler birer birer gerçekleşecekti. İşçi sınıfı bu dünyada, başında Lenin ve Troçki gibi devrimci liderler bulunduğunda neleri başarabileceğini gördüğü gibi, Komintern’in ve onun iplerini elinde tutan SBKP’nin, Stalinist bürokrasinin elinde olmasının nasıl bir felâkete yol açtığını da gördü ne yazık ki.
Hitler’in engellenemeyen yükselişi
1932’ye gelindiğinde Alman ekonomisi tam bir çöküş içindeydi. Üretim 1928’e göre %41 oranında düşmüş, resmi işsiz sayısı 5,6 milyona (%30) fırlamıştı. Ne var ki, gerçek durum bundan çok daha kötüydü. 2 milyon kayıt dışı işsizle ve 6 milyona yakın part-time çalışanla birlikte düşünüldüğünde işsiz sayısı resmi rakamın iki katını aşıyordu ve bunların büyük bir kısmını gençler oluşturuyordu. Çalışanlar da çok kötü durumdaydılar. Brüning rejiminin ağır kemer sıkma politikaları ve patronların saldırıları altında, dolaylı vergiler artmış, ücretler düşmüş, emeklilik primleri dört katına çıkarılmış, kamu çalışanlarının maaşları %25 oranında azaltılmış, bekârlara ek vergiler getirilmiş, sosyal harcamalar üçte iki oranında azaltılmıştı. Sonuç korkunç bir işsizlik ve yoksulluktu. SPD liderliği ise bu ağır saldırılara karşı kitleleri seferber edip muhalefeti parlamento dışına çıkarmayı ısrarla reddetmekle kalmayıp, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hitler’e karşı ehveni şer olarak gördüğü Hindenburg’u destekliyordu. Oysa aynı seçimlere KPD lideri Thälmann da katılmış, fakat sosyal demokratların Hindenburg’u desteklemesi nedeniyle ancak üçüncü olabilmişti. Seçim kampanyasını “Hindenburg’u seçen Hitler’i yıkar, Thälmann’ı seçen Hitler’i seçer” sloganıyla yürüten SPD, Hitler’in gücünün 17 ay içinde iki katına çıkmasını görmezden gelerek, Hindenburg’un galibiyetini faşizme karşı zafer olarak alkışlıyordu.[10]
Bütün bu süreç boyunca Hitler anayasal düzene sadıkmış görüntüsü vermeye özen göstermişti. Bu görüntüye aptalca kanan SPD liderliği, işçileri de yanılsamaya ve rehavete sürüklemekteydi. Troçki “Alman Proletaryasının Hayati Sorunları” (27 Ocak 1932) başlıklı makalesinde buna şöyle dikkat çekiyordu: “Hitler’in anayasacılığı yalnız merkezle bir ittifak yapmak için değil aynı zamanda Sosyal Demokratları kandırmak için de, daha doğrusu Sosyal Demokrat liderlerin yığınları daha kolaylıkla aldatmasını sağlamak için de, bir açık kapı bırakmayı amaçlamaktadır. Hitler iktidara anayasal yoldan geleceğine yemin ederken onlar da derhal faşizm tehlikesinin şimdilik korkulacak bir durumda olmadığını ilan etmektedirler. Ne olursa olsun, denilmektedir, güçler ilişkisini daha bir yığın seçimde defalarca ölçme fırsatı çıkacaktır. Muarızlarını uyutan anayasal perspektif arkasına gizlenirken, Hitler belirleyici anda bir darbe vurma olanaklarını elinde tutmak istemektedir. Gözle görünen basitliğine rağmen bu savaş hilesi korkunç etkili olmaktadır, çünkü yalnız meseleyi politik ve meşru yollardan halletmeyi tercih edecek olan ara partilerin psikolojisine değil, aynı zamanda halk yığınlarının safdilliğine de –ki bu çok daha tehlikelidir– dayanmaktadır.”[11]
O dönemde Almanya’da yaşam koşulları alabildiğine zorlaşan emekçi kitlelerin düzene yönelik öfkeleri katlanarak artarken, bu tepki kendisini düzenle özdeşleştiren ve neredeyse kesintisiz sürdürdüğü iktidar dönemlerinde yaptıkları yüzünden itibarını yitiren SPD’ye de yöneliyordu. 1932 Temmuzunda yapılan seçimler bunun aşikâr göstergesiydi:
Aday | Oy | Yüzde |
Nasyonal Sosyalist Parti | 13.745.800 | 37,4 |
Sosyal Demokrat Parti | 7.959.700 | 21,6 |
Komünist Parti | 5.282.600 | 14,6 |
Merkez Parti | 4.589.300 | 12,5 |
Milliyetçi Parti | 2.177.400 | 5,9 |
Halk Partisi | 1.192.700 | 3,2 |
Diğerleri | 2.074.000 | 5,4 |
Naziler ilk kez parlamentodaki en büyük parti konumuna gelmişlerdi. Komünistlerle sosyalistlerin faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı birleşik işçi cephesi politikasına yanaşmamaları bir tek gücün işine yarıyordu: Faşizmin! Yürüttüğü propagandada cumhuriyete, parlamenter sisteme, Yahudilere ve komünistlere saldıran Hitler’in çekim gücü doruğuna çıkmıştı. 1930 seçimlerinde 6,4 milyon oy alan Nazi Partisi, iki yıl sonra bunu 13,8 milyona yükseltmişti. Bu sayı, 1928 seçimlerine göre tam 13 milyonluk bir artış anlamına geliyordu! Nazi Partisinin paramiliter vurucu gücü SA’nın üye sayısı ise iki yılda üç kat artarak 400 bine çıkmıştı.
Aslında tüm bunlar devam eden siyasi krizin bir yansımasıydı. 1932 Haziranında başbakanlığa atanan von Papen’in Temmuz ayında Sosyal Demokrat hükümete darbe yaparak parlamentoyu feshetmesi krizi iyice derinleştirmişti. Kitleleri sokağa dökmekten öcü gibi kaçan SPD, bu darbe karşısında bıraktık genel grevi, protesto gösterisi çağrısı bile yapmadı. Tıpkı daha önceki Brüning hükümetinde olduğu gibi von Papen hükümeti için de “faşist diktatörlüğün kurulduğu” tespitlerini yapan Komintern ise Nazizm tehlikesini göz ardı etmeye devam ediyordu. Kasım ayında bir kez daha seçimlere gidildi. Bu kez sonuç şöyleydi:
Aday | Oy | Yüzde |
Nasyonal Sosyalist Parti | 11.737.000 | 33,1 |
Sosyal Demokrat Parti | 7.248.000 | 20,4 |
Komünist Parti | 5.980.000 | 16,9 |
Merkez Parti | 4.231.000 | 11,9 |
Milliyetçi Parti | 2.959.000 | 8,8 |
Halk Partisi | 1.095.000 | 3,1 |
Diğerleri | 2.635.000 | 7,6 |
Görüldüğü gibi SPD’nin kan kaybı sürüyor, KPD oylarını arttırıyor, Nazilerse oy kaybetmekle birlikte parlamentodaki çoğunluklarını korumayı başarıyorlardı. Komünistlerin ve sosyal demokratların oy toplamları Nazilerin 1,5 milyon üzerindeydi. Bununla birlikte artık parlamento aritmetiğinin hiçbir öneminin kalmadığı bir sürece girilmişti. SPD, düzeni koruma güdüsüyle açık bir ihanet hattına girmişti ve hızlı bir şekilde kan kaybediyordu. SPD tabanındaki sosyalist işçiler ciddi bir sorgulama içindeydiler ve oylardan da görüldüğü üzere bunların hatırı sayılır bir bölümü KPD’ye yönelmeye başlamıştı. Faşizmin arkasından sürüklenen emekçi yığınları da doğru bir politikayla komünizm saflarına kazanmak mümkündü ama bunun için partinin öncelikle ciddi bir cazibe merkezi haline gelmesi gerekiyordu. Ne var ki KPD o zamana dek izlediği yanlış politikalarla işçi sınıfının çoğunluğunun güvenini kazanmaktan bile son derece uzaktı.
KPD birleşik cepheyi reddedip SPD liderliğini “sosyal faşist” olarak damgalarken, bununla kendilerine faşistlik hakareti yapılmış gibi hisseden sosyalist işçileri de kendinden uzaklaştırmıştı. KPD’li işçiler bunun ciddi bir sorun olduğunu görüyorlardı, ancak liderlik, Komintern’in de direktifleriyle, izlediği yoldan şaşmıyordu. Oysa bu politikalarını fabrikalarda çalışan komünist işçilere benimsetmekte bile zorlanıyordu. Bizzat bir KPD lideri bunu yakınarak şöyle dile getirmekteydi: “Pek çok komünist, sosyal faşist [yani SPD’nin etkisi altındaki] fabrika komitelerini ve sendikacıları aynı hedef –sosyalizm– için mücadele eden yoldaşları olarak görüyor… Pek çok komünist sosyal faşist görevlileri ve özellikle de «onurlu» reformistleri asıl düşman olarak görmüyor.”[12]
Sosyalist ve komünist işçiler liderlikleri eliyle birbirlerine düşmanlaştırılırken, bütün bu süreç boyunca Hitler ellerini ovuşturmuştu. Şimdiyse Almanya faşizme doğru geri dönüşsüz bir yola girmişti. Burjuvazi için mevcut siyasal ve toplumsal krizden çıkışın yolu hiçbir tereddüde yer kalmayacak şekilde netleşmişti: Hitler’in desteklenmesi! Zira bu çıkış yolu için sert tedbirler alınması gerekiyordu ve bunun için de işçi örgütlerinin yarattığı basınçtan kurtulmak gerekiyordu. Bunların ezilmekle bırakılmayıp imha edilmesi şarttı. Yani rol sırası faşizmdeydi!
30 Ocak 1933’te, Hindenburg, Hitler’i, von Papen’in başbakan yardımcısı olduğu bir kabinenin başına getirdi. Hitler başbakanlık koltuğuna oturmak için kabinedeki on yedi koltuktan üçünün kendisine verilmesine razı olmuştu. Çünkü bundan sonra ciddi bir engelle karşılaşmadan amacına ulaşacağından emindi. Ona bu güveni verense SPD liderliğinin düzen savunuculuğu ve KPD’nin ahmaklığıydı. Hitler başbakanlık koltuğuna oturduğunda KPD şu yüz kızartıcı açıklamayı yapmıştı: “Hitler’den sonra biz iktidara geleceğiz!” Legalizm bataklığında boğulan SPD liderliği ise Hitler’in atanmasının anayasaya uygun olduğunu savunup, “Nazilerin eline koz verecek hareketleri” yasaklıyordu! Faşist çetelerin saldırı eylemleri karşısında ise şöyle buyuruyordu: “Doğruya ve adalete inanç Almanya’da hâlâ ölmemiştir.” Kitlelere itidal çağrıları yapan ve bir sonraki seçimleri beklemeyi salık veren SPD’nin bu tutumu karşısında isyan eden Troçki şöyle demekteydi:
“Savaş için birleşik cephe çağrısı yerine, «adalete inanç henüz ölmemiştir» gibi yatıştırıcı bir sözle karşılaşıyoruz. Şimdi burjuvazinin kendi adaleti, proletaryanın da kendi adaleti vardır. Silahlı adaletsizlik, her zaman silahsız adaletten baskın çıkar. Tüm insanlık tarihi bunu kanıtlamaktadır. Bu adalet denilen hayalete başvuran herkes, işçileri aldatıyor demektir. Proleter adaletinin faşist şiddete karşı zafere ulaşmasını isteyen herkes ise, mücadele için ajitasyon yapmalı ve proleter birleşik cephesinin organlarını kurmalıdır. Tüm Sosyal Demokrat basında, gerçek bir mücadele hazırlığına işaret eden bir tek satır yoktur. Sadece bazı genel laflar, belirsiz bir geleceğe erteleyişler, bulanık avuntular vardır. «Hele Naziler bir şeye başlasınlar, ondan sonra ... » Ve Naziler de bir şeye başlamıştır. Adım adım ilerlemekte, bütün mevzileri arka arkaya almaktadırlar.”[13]
SPD yayın organlarında, burjuvazinin Hitler’i iktidara çağırmakla “işçilerin devletle bütünleşmesini” kesintiye uğrattığından yakınılıyor ve burjuvazi buradan doğacak “tehlikelere” karşı uyarılıyordu. Yani sosyal demokrat liderler, “proleter devrim tehlikesine” karşı burjuva devleti korumaya çalışan bir bekçi köpeği olarak davranmaya devam ediyorlardı. 5 Martta yapılacağı ilan edilen seçimler öncesinde Nazi şeflerinden Göring ise büyük burjuvaziye şöyle sesleniyordu: “5 Marttaki seçimin bundan sonraki on yıl için, hatta büyük bir ihtimalle yüz yıl için son seçim olacağını bilmek, sanayinin istenen fedakârlığı yapmasını daha da kolaylaştıracaktır.” İktidarın gerçek sahibi olan tekelci sermaye bu “fedakârlığı” seve seve yapacaktı.
SPD’nin “adalet inancına” güven beyanının ve burjuvaziye yönelik uyarılarının üzerinden 15 gün geçmeden, 27 Şubatta, Naziler Reichstag’ı ateşe verip suçu komünistlerin üzerine yıktılar. Ertesi gün Hindenburg tüm anayasal hak ve özgürlüklerin askıya alındığını açıkladı ve KPD ve SPD’ye yönelik geniş bir operasyon başlatıldı. Binlerce partili tutuklandı. 5 Mart seçimleri öncesinde, Nazi Partisi ve Milliyetçi Parti dışında hiçbir partinin seçim kampanyası yapmasına izin verilmedi. Faşist iktidarın kurumsallaşma sürecinin önünü açan bu seçimlerde, Naziler %44 (17,2 milyon), SPD %18 (7,2 milyon), KPD ise %12 (4,8 milyon) oy aldı. Oyların geri kalanıysa diğer sağ partiler arasında paylaşılmıştı. SPD ve KPD, Nazilerin çoğunluğu sağlayamamasıyla avunurken atı alan Üsküdar’ı geçecekti!
KPD liderliği, faşizm iktidara adım attığında “kızıl cephe”ler ilan edip genel grev çağrılarında bulunacak, fakat Komintern icazetli bu oportünist manevranın pratikte bir karşılığı olmayacaktı. O zamana kadar “birleşik cephe ancak tabandan olur” diyerek sosyal demokrat partilerle KP liderliklerinin faşizme karşı eylem birliğini savunmayı “oportünist bir sapma” olarak mahkûm eden Komintern, 5 Martta bir çağrı yaparak KP’lere eylem birliğini sağlamak için sosyal demokrat partilerle görüşme çağrısında bulundu. KP’ler bu emre uyarak bulundukları ülkelerin sosyal demokrat partileriyle temas girişiminde bulundular. Ancak Sosyalist Enternasyonal yönetimi, bir görüşme olacaksa bunun Enternasyonaller düzeyinde olması gerektiğini söyleyerek, üye partilerin tek tek ülkeler çerçevesinde eylem birliği anlaşmaları yapmalarını yasakladı. Böylelikle, Komintern’in ve KPD’nin bu oportünist manevrası, Sosyalist Enternasyonal ve SPD oportünizmine çarparak sonuçsuz kaldı.
Hitler 23 Martta parlamentodan çıkarttığı diktatörlük yetkisinin ardından hızla faşist rejimi yerleştirmeye koyuldu. İşçi hareketine yönelik amansız bir saldırıya geçildi. Yüzlerce üyesi tutuklanan Komünist Parti kapatıldı ve illegale geçti. Tüm bunlar karşısında SPD lideri Wels, parlamentoda yaptığı konuşmada Nazileri kınıyor, fakat komünist milletvekillerinin tutuklanması konusunda tek bir kelâm etmiyordu! Ancak bu siniklik onu kurtarmaya yetmeyecekti. En kritik anlarda bile parlamento dışı mücadeleyi reddederek kitleleri pasifizme iten, Hitler’in dış politikasını destekleyeceklerini açıklayan, sendikaların “İtalyan modeline göre” yani korporatif bir devlet örgütü olarak örgütlenmesini kabul eden, işçilere Hitler’in 1 Mayısta tertiplediği “Ulusal Emek Günü” yürüyüşüne katılma çağrısı yapan SPD de Haziranda kapatıldı. Almanya’nın en kitlesel işçi partileri olan SPD ve KPD, hiçbir dirençle karşılaşılmaksızın bir kararnameyle çökertilmişti. Temmuz ayına gelindiğinde ise tüm partiler kapatılacak ve Nasyonal Sosyalist Partinin mutlak iktidarı kurulmuş olacaktı. Almanya 12 yıl sürecek bir kâbusun içine girmişti.
Nazizm tarihin rotasını değiştirmiştir
Komintern’in, zaferinin kalıcı olmayacağından, hemen arkasından proleter devrimin geleceğinden dem vurduğu faşizm, proletaryanın siyasal ve sendikal örgütlerini tarumar etti ve ona tarihte gördüğü en büyük bozgunu yaşattı. Bu hezimetin başlıca sorumluları ise hiç kuşku yok ki SPD, KPD ve bunların bağlı oldukları Enternasyonaller idi.
Hitler faşizmi sadece Almanya’nın değil tüm dünyanın kaderini köklü bir değişikliğe uğrattı. Ezilen yalnızca Almanya’daki komünist hareket değildi; KPD’nin çöküşü aslında Komintern’in de çöküşüydü. Yedi yıllık bir aranın ardından 1935’te toplanan Yedinci Kongre aynı zamanda Komintern’in son kongresi idi. 1943’te Stalin’in emriyle tasfiye edildiğinde ise zaten ortada “dünya devriminin partisi”nden eser kalmamıştı. SPD’nin bağlı olduğu Sosyalist Enternasyonal ise 1940’ta kapanacak ve ancak 1951’de yeniden kurulacaktı.
Sosyalist hareketin yenilgisi Hitler’in İkinci Dünya Savaşını başlatmasının önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmıştı. Bu savaş insanlık tarihinin o güne dek gördüğü en büyük yıkımla sonuçlandı. Bütün dış politikasını kendi sınıfsal konumunu korumak üzerine bina eden Stalinist bürokrasi, izlediği politikalar sayesinde büyümesine katkıda bulunduğu faşizm canavarıyla kendi topraklarında karşı karşıya geldi. Sonuç, milyonlarca Sovyet işçisinin ve köylüsünün katledilmesi oldu.
Öte yandan faşizmin yükselişi ve iktidara gelişi, Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet’in SSCB’ye ve Komintern’e yönelik değerlendirmelerinde köklü değişimi tetiklemiş ve yeni bir parti, yeni bir enternasyonal ve SSCB’de politik devrim fikrine ulaşmalarını sağlamıştı. Hitler iktidara gelene dek, Troçki ve Sol Muhalefet, kendilerini Komintern ve KP’ler içinde bir hizip saymaya devam etmişlerdi. Liderliklere yönelik eleştirilerle bu partileri ve Komintern’i yeniden Leninist devrimci çizgiye çekmeye çalıştılar. Ne var ki faşizmin iktidara gelişinin açıkça ortaya serdiği iflas durumu onları Komintern ve KP’lere yönelik bu yanılsamalı umudu terk etmeye zorladı. Troçki’nin 1933 Temmuzunda kaleme aldığı “Yeni Bir Enternasyonal ve Yeni Komünist Partileri Kurma Gereği” başlıklı yazısı bu politika değişiminin açık beyanıdır. Ne var ki, faşizmin Avrupa’da yarattığı altüstlük ve yıkım ve Stalinizmin ve II. Enternasyonal çizgisinin ağırlığının yanı sıra Bolşevik örgüt anlayışından uzaklık nedeniyle de bağımsız devrimci işçi partilerinin oluşturulamadığı mevcut koşullarda, 1938’de kurulan Dördüncü Enternasyonal, sınıf hareketi içinde hiçbir gücü olmayan boş bir kabuk olmanın ötesine geçememiştir. İki yıl sonra Troçki’nin katledilmesi bu durumu teorik ve siyasal açıdan da iyice pekiştirmiştir.
Kuşkusuz faşizmin önüne devrimci bir çözümle geçilememesinin en yıkıcı sonucu dünya devriminin sonu belirsiz bir geleceğe ötelenmesi olmuştur. Stalinist bürokrasinin egemenliğine girerek bir işçi devleti olmaktan çıkmış olan SSCB, bu süreçle birlikte geri dönüşsüz bir yola girerek dünya devriminin ayakbağı haline gelmiş ve nihayetinde kendisi de yıkılmıştır.
Faşizmin Alman işçi hareketi ve sosyalist hareket açısından yol açtığı yıkımın büyüklüğünü görmek içinse bugüne bakmak yeterlidir. Bir zamanlar sosyalist hareketin Avrupa’daki en büyük üssü olan Almanya, bugün onun en zayıf olduğu Batı ülkesi konumundadır.
Tüm bunlar, solun faşizme karşı uyanık olup doğru politikalarla onu ezememesinin ürünüdür ne yazık ki. Bugün de faşizm çıplak biçimde karşımızda duruyor ve gerek faşizm cephesinde gerekse sosyal demokrat bönlük cephesinde 90 yıl önce yaşananların önemli bir bölümü bugün de tekrar ediliyor. Bunu çok daha yıkıcı kılansa, o günlerdeki kadar güçlü sosyalist/komünist örgütlerin var olmamasıdır. Sosyal demokrasi o günle kıyas kabul etmez ölçüde sağa kaymış bir düzen aygıtına dönüşmüştür. Komünist hareketse tarihteki en zayıf dönemini yaşamaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfını bekleyen tehlike çok daha büyüktür. Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel krizin iki büyük sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı ve yükselen faşizm, şimdiden yüz milyonlarca emekçiyi tehdit etmektedir. Yaşanacak çok daha büyük bir yıkımın önüne geçmenin tek yolu, işçi sınıfının ve sosyalistlerin geçmişin dersleriyle donanarak faşizme ve kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmelerinden geçmektedir.
[1] 1917-24 arasını “kapitalist bunalım ve devrimci kabarışın birinci dönemi” olarak tanımlayan Komintern, ikinci dönem olarak adlandırdığı 1925-28 arasını “kapitalist stabilizasyon dönemi” olarak nitelendiriyordu. 1934’ten itibarense “üçüncü dönem” politikası terk edilerek, bu kez tam bir sağa kayışla rota, “burjuvazinin anti-faşist kesimleriyle halk cephesi” anlayışına kırılacaktı.
[2] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), Belge Yay., 1979, s.69
[3] Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, 1990, s.203
[4] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), s.83
[5] 3. Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili Üzerine Tartışmalar, c.1, Dönüşüm Yay., 1991, s.58-60
[6] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), s.197-98
[7] Bu plenumda, sosyal demokrasiyle faşizmi özdeşleştiren açıklamalara genelde yer verilmemesi ise dikkat çekiciydi. Hatta kimi KP’ler, sanki bunlar söz konusu politikayı kendi kafalarından izlemişler gibi, “sosyal demokrasiyi faşizmle aynılaştırmakla” eleştirilmişlerdi. (bkz. Faşizmin Tahlili Üzerine Tartışmalar, c.2, s.53) Ancak bu konuda ne bir özeleştiri verilmişti ne de ayrıntılı bir değerlendirme yapılmıştı. Tam da bu yüzdendir ki, başta KPD olmak üzere pek çok parti bu yöndeki değerlendirmelerini bir süre daha devam ettirdi. Ta ki 1934’te “halk cephesi” keskin dönüşüne dek!
[8] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yay., 1998, s.67-69
[9] Troçki, age, s.127-146
[10] KPD’nin de SPD’den farkı yoktu. İki parti de burjuva güçleri bir yana bırakıp birbirlerini yıpratarak, birbirlerinden adam kapmak derdindeydiler. Thälmann da kampanyasında benzer şekilde şunları söylüyordu: “Mücadelemiz her şeyden önce karşı devrimci kitle partilerine, yani sosyal demokrat partiye ve Nazi Partisine karşıdır ve bu mücadelede asıl saldırı sosyal demokrat partiye yöneltilmelidir.” (akt. Deniz Kavukçuoğlu, Karl Marx’tan Günümüze Almanya’da Sosyal Demokrasi, Ümit Yay., 1997, s.91)
[11] Troçki, age, s.257
[13] Troçki, “Birleşik Savunma Cephesi: Bir Sosyal Demokrat İşçiye Mektup” (23 Şubat 1933), age, s.399
link: İlkay Meriç, Nazizmin İktidara Gelişi ve Sol, 27 Nisan 2018, https://en.marksist.net/node/6314
Nice Seslerle Alanlara!
Okurlarımızdan: 1 Mayıs Mücadeleyi Büyütme Günüdür!