Kriz koşulları derinleştikçe gelişkin burjuva demokrasisi ile övünmekte olan ülkelerde bile demokrasinin sınırları giderek daralmakta, anti-demokratik uygulamalar ve otoriterleşme artmaktadır. Bu süreç burjuvazinin lehine baskı koşullarını sürdürebilecek, kitleleri emperyalist savaşlara, milliyetçi saldırganlığa ikna edebilecek, insanlık dışı uygulama ve katliamların kararlarını tereddüt göstermeden alabilecek milliyetçi, faşist kişiliklerin de tarih sahnesinde öne çıkmasına sebep oluyor. “Tüm tarihsel deneyimler gösteriyor ki böylesi olağanüstü koşullarla birlikte kapitalist çürümüşlük ve burjuva siyasetindeki gericilik gelip her şeyin üzerine oturur. Olağan dönemlerde çok da toplumsal karşılık bulamayacak ırkçı, saldırgan, maceracı veya faşist görüşler ve mutlak iktidar kurma özleminin savunucuları, bu dönemde öne çıkar, düzenin krizlerinden faydalanır ve örgütsüz kitleleri peşlerinden sürüklerler.”[1]
İktidar koltuğuna oturdukları ülkelerin gelişkinlik düzeylerindeki farklılıklara, toplumsal ve tarihsel özgünlüklerine rağmen dönemin otoriter siyasi liderlerinin ortak özellikleri dikkat çekicidir. “Yeniden büyük Amerika”, “büyük Rusya”, “büyük Türkiye”, “büyük Çin” ya da “güçlü devletimizi geri getirelim” türünden demagojik söylemler, göçmen düşmanlığı, “terörizme karşı mücadele” yalanları, ülkenin içten ve dıştan düşmanlarla kuşatıldığı söylemi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılarak kurgusal bir tarih yazılması ve uydurulan efsaneler eşliğinde kitlelerin gözünün boyanması… Bunların farklı bileşimlerle de olsa söz konusu iktidarların ortak ideolojik zeminini oluşturduğunu görüyoruz. Burjuvazi tüm büyük tarihsel kırılma zamanlarında olduğu gibi bugün de tehlikeli virajları dönerken kitleleri baskı ve zorla kontrol altında tutabilecek, algılarını manipüle edebilecek otoriter liderlere ihtiyaç duymaktadır. Olağanüstü dönemlerde tercih ettiği bu türden liderlerin varlığı burjuvazi için de çok hoş bir durum teşkil etmese de uzun vadede durumun en büyük kazananı yine sömürücülerdir.
İkinci Dünya Savaşından önce Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan siyasal gelişmelerin, kitle kıyımlarının sorumlusu olan Hitler, Mussolini gibi faşist liderler sadece kendi kişisel özellikleri sayesinde tarih sahnesinde öne fırlamadılar. Onları öne çıkartan içinde bulundukları dönemin tarihsel koşullarıydı. Ekonomik ve siyasal gelişmelerin içinde kişilik özelliklerinin, hırslarının büyük yardımıyla kendilerini egemen sınıflara ve kitlelere tek alternatif olarak sunabildiler. Burjuvazinin egemenliğini yitirme korkusuyla kurduğu faşist rejim, insanlık dışı deneylerin, gaz odalarında katliamların, açlık ve kırımların, sokak terörünün, işkencelerin, insanların yaşarken ölüme terk edildiği gettoların varlığını bile görmezden gelebilecek hale getirilen bir toplum yaratmayı belli ölçülerde başarmıştı. Bugün de burjuvazinin olağanüstü rejimlere başvurduğu pek çok ülkede büyük insanlık dramlarına yol açan, insani değerleri ve dayanışmayı daha da yıpratan, toplumun dokusunu bozan sistematik uygulamaların sonuçlarına tanık oluyoruz.
Parlamenter cumhuriyet, burjuvazinin hem kendi sınıf içi çıkar çatışmalarını mas edebildiği, hem azınlık olmasına rağmen toplumsal çoğunluk üzerindeki tahakkümünü geçmişe kıyasla daha kolay sürdürebildiği bir yönetim biçimdir. Burjuva demokrasisi, sömürücülerin diktatörlüğünü gizlemeyi, emekçilerin gönüllü rızasına dayanıyormuş görüntüsü oluşturmayı sağlayan bir meşruiyet mekanizması olarak iş görür. Ne var ki kendi demokrasisi ve hukuku ona artık taşınamaz bir yük olarak gözüktüğünde, burjuva egemenliğinin diktatoryal yüzü artık saklanamaz biçimde öne çıkar.
Bundan dört yıl önce “Demokrasi ve Plütokrasi” yazısında Elif Çağlı buna şu satırlarla dikkat çekiyordu: “Sergilediği tüm özellikleriyle birlikte kapitalizmin bu tarihsel sistem krizi dönemine barış ve demokrasinin değil, savaş ve gericiliğin eşlik ettiği çok açıktır. Kapitalizm kendi sonuna yaklaştıkça, burjuva parlamenter rejim de görece toplumsal uzlaşma sağlayan özelliklerini yitirmekte ve sınıf diktatörlüğü yönü çok daha açık biçimde öne çıkmaktadır. Yalnızca Türkiye’de değil pek çok ülkede burjuva siyaset arenası, sistemin çıkışsızlığını yansıtır biçimde, hiçbir yeni umut vaat etmeyen köhnemiş bir tahterevalli oyununa dönüşmüştür. Artık kitlelerin önemli bir bölümünün gönüllü rızasını kazanamayan burjuva egemenler, büyük yalan kampanyalarını ve otoriter eğilimleri tırmandırmaktan başka bir çare bulamıyorlar. Her türlü toplumsal muhalefete rağmen iktidarda kalma çabası içinde tepinen burjuva politikacıların, akla gelmedik tertip, entrika, rüşvet ve yolsuzluğa başvurması, Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’sundan Türkiye’ye neredeyse her yerde dönemin sıradan vakası haline gelmiştir.”
Yine aynı yazının bir başka bölümünde şu dikkat çekici satırları yer alır: “Kapitalist sistemin çürümüşlüğü ve onun insanlığın yeni kuşaklarına umut vermeyen köhnemiş hali ortadadır. Kapitalizm insan toplumunun gelişimi ve esenliği açısından akıldışı bir gidişat sergiliyor. İnsan ihtiyaçlarını karşılayacak üretici güçler heba edilirken, yalnızca bir avuç para babasını daha da büyük bir kâra boğacak olan para hareketleri, zengin elitleri abat eden spekülasyon, dolandırıcılık ve en önemlisi de militarizm yükseliyor. Yolsuzluk dosyalarıyla gerçek yüzleri ifşa olan politikacılardan tutun da finans kapitalin paralı askerlerine dönüşen istihbarat ve güvenlik güçlerine ve burjuva zirvede çıkar çatışmaları temelinde derinleşen kapışmalara dek, burjuva düzen artık işçi-emekçi kitleler açısından tam bir bataklığa dönüşmüş haldedir. Üstelik kapitalizm büyük krizi içinde kitleleri bir nebze de olsa oyalayacak sosyal iyileştirmeler olanağını yitirmiştir ve tam tersine kitlelerin kazanılmış sosyal haklarına, toplumsal fonlara açgözlü biçimde saldırmaktadır.”
Otoriter rejimlerin icraatları
Burjuva demokrasisine ve ideallerine tutkuyla bağlı ideologları bile kaygılandıran, yıllarca barışçıl kapitalizm düşleri kuranları, geçmişteki faşizm ve dünya savaşları deneyimlerinden sonra insanlığın bir daha böyle acı deneyimler yaşamayacağını, sistemin bundan dersler çıkardığını iddia eden ve burjuvaziye güven telkin eden liberalleri derin hayal kırıklıklarına sürükleyen gelişmeler yaşanıyor. Çeşitli ülkelerde arka arkaya sökün eden bu gelişmeler ve benzerlikler de çarpıcıdır. Özellikle Hindistan, Macaristan ve Filipinler’de yaşananlar Türkiye’deki gelişmelerin sadece bu coğrafyaya özgü olmadığını gösteren önemli örneklerdir.
Hindistan’da Narendra Modi, ekonomik ve siyasal çıkışsızlığın, yeni bir alternatif arayışının ürünü olarak 2014 yılında iktidara geldi. “Milletin adamı” denerek öne çıkarılan Modi, iktidara geldikten bir süre sonra kendisini desteklemeyen kitleleri gayri meşru ilan eden, kendisine muhalefet edenleri ülkeyi bölmekle suçlayan, okumuşlara, eğitimli insanlara ve demokratlara düşman bir siyasi lider olarak otoriterleşme sürecine hız verdi. 2016’da Nehru Üniversitesinde düzenlenen bir etkinlikte doktora öğrencilerinin konuşmalarından hoşlanmadığı için onları “milli olmamak”la suçladığını ve tutuklattığını hatırlatalım. Benzerleri ve daha kötüleri Macaristan ve Filipinler için de geçerlidir. Tabii durum bu kadarlık bir benzerlikten ibaret değildir ve pek çok ülke için ibret vericidir.
Macaristan’da 1998’de partisinin seçimi kazanmasını takiben dört yıl iktidarda kaldıktan sonra iktidardan düşen Victor Orban, krizin yarattığı siyasal istikrarsızlık ve toplumsal hoşnutsuzluktan faydalanarak 2010’da yeniden iktidara geldi. 2014’teki seçimleri kazanarak iktidarını güçlendiren Orban, 8 Nisan 2018’deki seçimleri de kazanmış bulunuyor. Orban’ın iktidar pratiği bizim için hiç şaşırtıcı değil. Halk desteğinin arkasında olduğu iddiasıyla basını kontrol altına aldı, yargıyı kendine bağladı. Toplumu kendini destekleyenler ve karşı olanlar olarak kutuplaştırdı. AB’ye ve AB’nin demokrasi vaazlarına “heyyt” çeken, AB’ye “haddini bil!” çıkışları yapan Orban, ne kadar da tanıdık değil mi? Macaristan ekonomisindeki sıkışıklık, işçi sınıfına dayatılan ekonomik reçetelerin ağırlığı, artan işsizlik oranları ve Macar Sosyalist Partisinin de dahil olduğu düzen partilerinin hiçbir gelecek vaat etmemesinin yarattığı umutsuzluk yoksul kitleleri Victor Orban’ı desteklemeye sürüklemişti.
Bu tür liderlerin kullandıkları propaganda dili, konuşmalarının düzeysizliği ve demagojik içeriği, ağzı bozuklukları, argo ve küfürlü konuşmaları gibi “vasıflar”, onların “halk adamı”, “halkın içinden çıkmış biri” olarak lanse edilmesinde ve örgütsüz kitlelerde “bizden biri” algısı yaratılmasında tepe tepe kullanılıyor. Bunun en güçlü örneklerinden biri de Filipinler cumhurbaşkanı Duterte’dir. Baskı politikaları, kullandığı lümpen dil ve popülist uygulamaları sayesinde iktidarını sürdürmekte olan Rodrigo Duterte, Filipinler’de uyuşturucu ile mücadele adı altında yüzlerce insana yönelik yargısız infazları, polis gücünü kutsaması ve katliamcı tutumları kitle önünde alkışlatan sahne şovları ile mevkidaşlarını çoktan geride bırakmış durumda. O da kendisine kullanışlı bir ideolojik silah bulmuş. Politik rakiplerini ve muhalefeti uyuşturucu kartelleriyle ilişkilendirerek ekarte ediyor. Medyayı kontrol altına almış ve siyasi rakiplerini davalarla ve göstermelik yargılamalarla yıldırmakta. En büyük destekçileri ve siyasi varlığını borçlu olduğu kesimler, çokuluslu tekeller ve büyük toprak sahipleri de dahil olmak üzere Filipin burjuvazisidir. Duterte, kurdurduğu Davato (ölüm timi) gibi paramiliter örgütlerin binlerce insana yönelik saldırı ve cinayetleriyle epey kanlı bir sicil oluşturmuş durumda. Asya-Pasifik’teki emperyalist rekabet alanında Çin ve ABD arasındaki gerilimden yararlanarak, bir o yana bir bu yana yeşil ışık yakıp manevralar yapmakla arada gemisini yüzdürebileceğine inanıyor. 2016 yılında %39’luk bir kitle desteği ile iktidara gelen Duterte’nin küfürlü, cinsiyet ayrımcı, kabadayıca konuşmalarının medya üzerinden propagandası ise “güçlü bir lider” diye yapılıyor. Filipinler gibi pek çok ülkede, çürümüş, yozlaşmış, boğazına kadar yolsuzluğa batmış kibirli kişilikler siyasi liderler olarak yüceltiliyor.
Özgün bir durumu olan Çin’de de otoriter rejim “ömür boyu liderlik” gibi adımlarla kendini tahkim etmektedir. Devasa büyüklükte bir otoriter ve bürokratik mekanizmanın söz konusu olduğu Çin, kapitalizme entegre olduktan sonra, işçi sınıfı üzerine kurduğu güçlü sömürü çarkı sayesinde dünya pazarında belirleyici güçlerden biri olmuştur. Çin halkını demir yumrukla yöneten ve her türden baskıyı arttıran iktidardaki ÇKP (Çin Komünist Partisi) bürokrasisi, düşük ücret ve aşırı çalışma dayatmalarıyla ülkeyi dünyanın atölyesi haline getirmişti. Dünyada kriz koşulları, emperyalist savaşın Asya-Pasifik’e doğru genişleme eğilimi, Çin ve ABD arasındaki gerilimin artması Çin’deki siyasal rejimde daha da kötüye doğru bir gidişin yolunu açtı. Çin işçi ve emekçilerinin örgütlenme ve mücadele olanaklarının elinden alındığı, ÇKP burjuvazisinin zenginleştikçe zenginleştiği, yolsuzluk ve rüşvetle çürümekte olan rejimi pekiştirmek üzere yeni manevralar yaptığı bir dönemden geçiliyor.
Tüm dünyaya güç gösterisi yaptığı kongrenin üzerinden az bir zaman geçmişken bir anayasa değişikliği için Çin Ulusal Halk Kongresi toplandı. Devlet Başkanı Şi Cinping’in ömür boyu iktidarda kalmasının önünü açan anayasa değişikliği Çin Ulusal Halk Kongresi tarafından onaylandı. Beşer yıllık iki dönem sınırlamasının kaldırılmasıyla birlikte Şi Cinping, Çin Devriminin lideri Mao Zedung’dan sonra ömür boyu iktidar olacak olan ikinci kişi oldu.
Tüm bu siyasi figürlerin eş zamanlı yükselişi, iktidardaki politikaları, kapitalist sistemin böylesi dönemlerdeki ruhunu yansıtmaktadır. Olağanüstü siyasal koşullar, milliyetçi, ırkçı, savaş yanlısı bu türden siyasi liderlerle nasıl bütünleşir? İşte “burada önemli bir hususa da dikkat çekmek gerekiyor. Krizlerin ve olağanüstü koşulların diktatörleri öne çıkartmasıyla, onların kişisel ve politik hırsları doğrultusunda fırsat kollamaları ve krizleri bu temelde kullanmaları arasında diyalektik bir bağ vardır. Tarih öylesine ilginç bir durum yaratır ki, bu dönemde düzenin ihtiyaçlarıyla diktatörlerin kişisel hedefleri örtüşür. Meselâ Hitler’in deliliği, çılgınlığı ile yenik Alman emperyalizminin ayağa dikilerek tüm Avrupa’ya ve hatta dünyaya çılgınca hâkim olma arzusu bir ve bütündür. Bonapartist ya da faşist rejimleri ve onların genelde bir liderle karakterize olmasını ele alırken, son tahlilde bu olağanüstü rejimlerin burjuva düzenin çıkarları temelinde hareket ettiğini asla unutmamak lazım.”[2]
[1] Utku Kızılok, Bonapartların ve Hitlerlerin İktidara Tırmanış Süreci
[2] Utku Kızılok, age
link: Derya Çınar, Olağanüstü Koşulların Siyaset Sahnesinde Otoriter Liderler, 9 Nisan 2018, https://en.marksist.net/node/6287
“Sosyal” Yardımlar ve Ulufelerle Nereye Kadar?
Kaç Vakte Kadar?