Burjuva ve küçük-burjuva kadın örgütlerinden özellikle seçim dönemlerinde sıkça duyduğumuz iddialardan biri, şimdiye kadar iktidarı elinde tutan erkeklerin icraatlarıyla dünyanın bugün yaşanmaz hale geldiğidir. Onlara göre kadınlar yönetseydi her şey farklı olurdu. Onlar, kadınların doğaları gereği daha yumuşak, duygulu ve daha anlayışlı olduklarını, o nedenle acımasız olamayacaklarını söylüyorlar. Irkçılığın, savaşın, hegemonya mücadelesinin, artan baskı ve şiddetin erkeklerin doğasının bir sonucu olduğunu savunuyorlar. Eğer kadınlar iktidarda olsalardı, herkesi kapsayan, eşitlikçi, farklılıklarına rağmen insanların beraberce yönettiği bir dünya söz konusu olurdu diyorlar. Kadınların ruhunu okşayan bir övgü gibi dursa da, aslında bu tür söylem ve iddialarla son derece yanılsamalı bir algı yaratılmak istenmektedir.
Söz konusu iddiaların aksine burjuva siyasetçisi kadınlar siyaset sahnesine ulvi ve insani görevler için çıkmıyorlar. Pek çok ülkede kadınlar başbakanlık da dahil olmak üzere üst düzey devlet görevlerinde yer alıyorlar. Peki bugünlerde, “kadınlar yönetse, kadınca duyarlılık, o bir anne vs.”yi gündeme sokan ve cinsi rekabeti harlayan burjuvazinin egemenliği altındaki dünyamız ne durumda? Ortadoğu’yu cehenneme çeviren Üçüncü Dünya Savaşı, Asya-Pasifik’e yayılma eğiliminde. ABD’de Trump iktidarda, Türkiye’de totaliter rejim kurumsallaşıyor. Avrupa’da birçok ülkedeki faşist ya da aşırı-sağ partilerin kitle desteği artıyor. Faşist hareketler, siyasi figürler tarih sahnesinde öne çıkıyor. Özellikle Avrupa’da oy oranları artan bu tür partilerin bazılarının başında, bazılarının ise etkili pozisyonlarında kadınlar var. İşte bu koşullarda bir yandan güçlü kadın imajı öne çıkarılırken, bir yandan da duyarlılık, hassasiyet, anlayışlı cins gibi sıfatlar eşliğinde propagandası yapılan, seçim kampanyaları yürütülen kadın liderlerin siyasal pozisyonu tehlikeyi gözler önüne seriyor. Bu demagoji açık şiddeti, her türden baskıyı, ırkçılığı gizleyen bir asma yaprağı işlevini görüyor.
Avrupa’da aşırı sağın kadın liderleri
Aşırı sağ partiler ve hareketler kadınları siyaseten kitlelerin önüne daha çok çıkararak sempati toplamaya çalışıyorlar. Özellikle batı Avrupa’da bu partilerin liderlik koltuğuna oturmuş olan kadınlar dikkat çeken örneklerdir. Fransa’da Ulusal Cephe’nin (FN) başında bulunan Marine Le Pen, Almanya’da Almanya İçin Alternatif’ten (AfD) Frauke Petry, Alice Weidel ve Norveç’te İlerleme Partisinin lideri Siv Jensen gibi kadınlar, faşist ideolojiyi kadınlıklarıyla daha sempatik hale getirmeye çalışarak kitlelerin bilincini bulandırmakta ne kadar mahir olduklarını gösterdiler ve partilerinin oy oranlarını arttırdılar.
Bu kadın liderler içinde en popüler olan Fransa’daki FN’nin lideri Marine Le Pen’dir. Partinin kuruluşundan bu yana başında olan babasını 2011’de alaşağı ederek liderliğe yerleşti. Marine Le Pen, babasını fazla radikal olmakla, özü itibariyle faşist niyetlerini ve politikalarını fazla açık savunduğu için kitleleri partiye çekememekle eleştirdi. Geçmişte Nazizmin çizmeleriyle ezilmiş Fransa’nın işçi ve emekçi sınıflarından bu biçimiyle destek alamayacağını biliyordu. O nedenle, baba Le Pen dönemi parti politikalarını “çağ dışı kalmış, radikal fikirler” diyerek eleştirdi. Babasının açıktan savunduğu politikalar yerini gerçek niyetlerini gizleyecek bir propagandaya bırakmalıydı. Öyle de yaptı. Irkçı, Yahudi düşmanı, homofobik söylemlerini inceltti. İşsizleri, eşcinselleri, kadınları en çok canlarının yandığı yerden vurdu. Kapitalizmin doğasının sonucu olan işsizliğin, eşitsizliklerin, sefaletin, kadın düşmanlığının artmasının sebebi olarak göçmenleri, onların geriliğini hedef gösterdi. Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da artan göçmen nüfusunun yarattığı ekonomik ve sosyal sorunlar köpürtülerek kitlelerde korku, kaygı duygusu güçlendirildi.
Tüm bunlar olurken, bir yandan da Marine Le Pen’in bir kadın ve bir anne olarak insanlıkdışı bir siyaset izleyemeyeceği propagandası yapıldı. Böylece Le Pen Fransa’da Nisan ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda %21,3 oy alarak babasından daha etkili olduğunu kanıtladı. Göçmenlere ve özellikle Müslümanlara yönelik düşmanca politikaların en güçlü politik figürlerinden biri için “ne kadar şefkatli, tıpkı bir anne gibi” diyebilir misiniz? Ama seçimlerin hemen öncesinde başlayan reklâm kampanyaları ve kullanılan araçlar sayesinde Marine Le Pen sıradan binlerce insan için güçlü bir anne imajını çizdi. “Nasıl güçlü bir anne evi çekip çevirir, çocuklarına şefkatlidir, işte ülkesini de evi gibi yönetecek, vatandaşlarını çocukları gibi sevip kollayacak bir anne gibidir Marine Le Pen, ona güven!” dediler.
Almanya’da da faşist parti kitle desteğini arttırdı. Geçen ay yapılan seçimlerden büyük bir oy patlaması ile çıkan AfD parlamentoya 90’dan fazla milletvekili ile girdi. “İkinci Dünya Savaşından beri ilk kez ırkçı bir parti, hem de üçüncü büyük parti olarak Alman parlamentosuna giriş yapıyor. Onun söylemi ile diğer ülkelerdeki faşist kardeşlerinin söylemi arasında bir fark yok. Hepsi de, emekçilerin kapitalizmin kriziyle yuvarlandıkları işsizlik, artan yoksulluk, güvencesizlik ve geleceksizlik duygusunu suiistimal ediyor. Tüm bu sorunların kapitalizmin kendisinden kaçınılmaz olarak türediği gerçeğinin üstünü örtmek için hepsi de hem ülke içinde hem de ülke dışında yapay öcüler ve yapay sorumlular yaratıp, günahı onların sırtına yüklüyorlar. Kuşkusuz ki, düşman olarak, göçmenler ve sığınmacılar öne çıkartılıyor.”[1]
AfD liderlerinden Frauke Petry de yabancı düşmanı, göçmen karşıtı bir burjuva kadın. Seçim kampanyasında, Almanya’ya yasadışı yollarla giren göçmenlerin Alman polisi tarafından vurulması gerektiğini söylüyordu. “Eskiden ülkemizde ne kadar rahat yaşıyorduk. İstediğimiz zaman çıkıp dolaşıyorduk. Taciz-tecavüz korkusu, çocuklarımıza bir şey olacağı endişesi taşımıyorduk. Ama şimdi öyle mi? Bakın Köln’de yılbaşı gecesi neler oldu! Mülteciler gelmeden önce böyle bir şey aklınıza gelir miydi?” diyerek özellikle kadın ve çocuklar üzerinden insanların bilincini manipüle ediyor ve oy devşiriyordu. Bu partinin öne çıkan kadınları ırkçılıkta, göçmen düşmanlığında birbirleriyle yarışıyorlardı. AfD’nin 2017’de lider adayı olarak öne çıkan ve göçmen düşmanlığı üzerinden oy toplayan bir diğer kadını Alice Weidel ise “ele verir talkını, kendi yutar salkımı” misali evinde Suriyeli bir göçmen kadın çalıştırmakta beis görmüyordu.
Hitler’in liderliğindeki Nazi Partisinin faşist diktatörlüğü süresince yaşananların ardından açık faşist söylem ve politikalarla bir partinin bu kadar kitle desteği almasının çok kolay olmadığı bir ülkede AfD’nin bu başarısının birçok nedeni var kuşkusuz. Ancak AfD’deki kadın siyasetçilerin insanlar üzerinde etkili olduğu da bir gerçek. Son seçimlerde AfD’nin aldığı oylardaki artış, yapılan imaj çalışmalarının, propagandaların kadın liderler üzerinden yapıldığında insanları ikna etmekte daha fazla etkili olduğunu gösteriyor.
Norveç örneği de gerçeklikle yaratılan algı arasındaki uçurumun kanıtlarından. Ülkenin maliye bakanı ve koalisyon hükümetinin ortaklarından İlerleme Partisinin lideri olan Siv Jensen da burjuvazinin yıldızı parlayan kadın politikacılarından. Üstelik işçi sınıfına yönelik saldırgan politikaları, İslamofobik söylemleri, göçmen düşmanlığı ile İngiltere’nin işçi düşmanı Thatcher’ına benzetildiği için Norveç’in demir leydisi olarak anılıyor.
Avrupa’da yapılan bazı kamuoyu araştırmalarına göre aşırı sağ söylemlere, faşist politikalara kadın seçmenlerin desteğinin erkeklere oranla daha az olduğu tespit edilmiş. Kadınların büyük çoğunluğu cinsiyet eşitliğini ve kadın haklarını savunan sol partilere oy veriyorlar. Ancak bu reformist sol partilerin sorunları ortadan kaldırmayı bir yana bırakın dişe dokunur bir adım dahi atamaması emekçi kadınların umutsuzluğunu ve öfkesini arttırıyor. Geri ve gelişmekte olan ülkelere kıyasla Avrupa’da kadınların çalışma ve yaşam koşulları görece daha iyi olsa da daha yoğun bir sömürüye maruz kalmaktalar. Avrupa’da işçi sınıfının kadınlarının var olan sorunlarına emperyalist savaşın sürdüğü bölgelerden ülkelerine akın eden göçmenlerin topluma entegrasyon sorunu eklendiğinde durum daha da çetrefilleşiyor. İşte bu koşullar altında göçmen düşmanı, ırkçı, faşizan söylemler de etkisini arttırıyor. Üstelik bunlar burjuva kadın liderler aracılığıyla daha da abartılı bir biçimde siyaset malzemesi yapılıyor. Bu da örgütsüz kadın işçilerin onlarla özdeşlik kurmasına yol açıyor, erkek işçilerin de sempati duymasına neden oluyor.
Yukarda isimlerini zikrettiğimiz kadın liderlerin ortak özelliği, ait oldukları sınıfın en gerici ve saldırgan politikalarının savunucusu olmalarıdır. Onların her biri kendi ülkelerinde giderek yoksullaşan işçi sınıfının artan huzursuzluğunu, öfkesini manipüle etmektedirler. Kadınlar başta olmak üzere tüm ezilenleri ırkçılık ve milliyetçilikle zehirliyorlar. Kitlelere hitap ederken kullandıkları saldırgan üslupla, yürüttükleri parlak reklâm kampanyalarıyla, “güçlü ama şefkatli” kadın imajıyla kitlelerin ruhunu okşayarak egemen sınıfın çıkarlarının toplumun tüm kesimlerinden özellikle de kadınlardan daha fazla destek görmesini sağlıyorlar.
Kitle desteğini arttıran aşırı sağ parti ve örgütlerdeki kadın siyasetçilerin rolünün bir benzeri bugün Türkiye’de de vuku bulmaktadır. MHP’nin iktidardaki AKP ile kurduğu ittifakın bu partinin tabanında yarattığı rahatsızlık bir bölünmeye yol açmıştı. MHP’den ayrılanların içinde olduğu ve başını bir kadının çektiği yeni bir parti kurulması gündeme gelmişti. Uzunca bir süredir partileşme çalışmaları süren bu siyasi yapı şimdi Meral Akşener liderliğinde ve İYİ Parti adı altında partileşti. Bu partiyi kuranların siyasi geçmişi, söylemleri ve savundukları politikalar özü itibariyle pek farklı olmasa da örgütsüz kitleler üzerinde bir yanılsama yaratacağına da kesin gözüyle bakılabilir. İstikrarsızlık ve kaos korkusu sürekli sıcak tutularak AKP’den başka alternatifi olmadığına ikna edilen işçi ve emekçiler, şimdi AKP’den kurtulabilmenin tek yolu olarak Meral Akşener’in çiçeği burnunda partisine oy vermeye itilebilirler.
Nitekim ABD’li Foreign Policy Dergisi Meral Akşener’i “cesur, milliyetçi, büyükanne” imajı ile parlatarak Erdoğan’ın en büyük rakibi ilan ediyor. Mevcut iktidarın karşısında topluma alternatif olarak sunulan Meral Akşener ve yol arkadaşlarının siyasi geçmişleri hiç de temiz değildir. Meral Akşener Kürtlere ve sosyalistlere düşmanlıkta AKP’den daha saldırgan bir politikanın da büyükannesi bir burjuva kadındır. Bugün her görüşe saygılı olmaktan söz eden ve AKP karşıtı tüm sağcıları kendi liderliği altında bir araya getirmeye çalışan Meral Akşener’in makyajı Kürtlerin haklarına geldiğinde yüzünden akacaktır.
Burjuva kadın liderler ve yarattıkları dünya
Kapitalist sistemin yarattığı sorunlar bir cinsiyet sorunu değil sınıflar sorunudur. Çelişkileri yaratan ve dünyayı yaşanamayacak hale getiren kadınıyla erkeğiyle burjuvazinin ta kendisidir. Emperyalist savaşların yayıldığı, milyonlarca insanın acımasızca topraklarından sökülüp göç yollarına sürüldüğü günümüz dünyasında tüm bunların mimarları arasında iktidar koltuğunda oturan Therasa May, Angela Merkel gibi kadınlar da vardır.[2]
Halen Myanmar’da yaşanmakta olanlar da bunun kanıtlarındandır. Dün Myanmar’da mağdurların sesi olduğu söylenen ve hatta kendisine Nobel Barış Ödülü verilen,“duyarlı” kadın lider Aung San Su Kyi bu ülkenin hem başbakanı hem de dışişleri bakanıdır. Çin ve ABD emperyalizminin rekabet sahalarından biri haline gelen bölgede etnik azınlıklara yönelik baskılar çok uzun yıllardır zaten devam etmekteydi. Bugün de Arakanlı Müslümanlara (Rohingya halkı) zulüm reva görülmektedir. Çatışmalarda binlerce insanın öldüğü ve neredeyse yarım milyon insanın göçe zorlandığı bölgede açlık ve bulaşıcı hastalık kol gezerken bu “duyarlı ve hassas” burjuva kadın, dünyanın gözü önünde yaşananların gerçek boyutunu pervasızca inkâr etmeye devam ediyor.
Kapitalizmin çürümüşlüğü, artan yoksulluk, kadınlara yönelik baskı ve şiddet, işçi-emekçi kadın ve erkeklerde öfke yaratıyor. Burjuvazi bunu absorbe etmek için pek çok aracı devreye sokuyor. Milyonlarca emekçinin asıl düşmanı görememesi için hedef şaşırtmak, sahte çözümler sunmak ve bunu iyi pazarlamak burjuvazinin meşrebine uygundur. Egemenler özellikle olağanüstü siyasal koşullarda işçi sınıfının var olan örgütlülüklerini dağıtmaya, bilincini bulandırmaya, çeşitli temellerde ayrılıkları körüklemeye, suni bölünmeler yaratmaya normal dönemden daha fazla yüklenirler. Sınıf bilinçli işçilere, devrimcilere düşen görev buna karşı mücadeleyi yükseltecek örgütlülüğü büyütmektir.
[1] Özgür Doğan, Almanya’da Genel Seçimler: Faşist Hareket Güçleniyor, www.marksist.com
[2] Bu emperyalist devletlerin başındaki kadınlarla ilgili olarak ayrıntılı okuma için Demet Yalçın’ın “Burjuva Kadınlar Dünyaya Barış Getiremez” yazısına bakılabilir.
link: Derya Çınar, Burjuva Kadın Liderler: Sınıf Aynıysa Cinsiyet Ne Fark Eder?, 3 Kasım 2017, https://en.marksist.net/node/6006
Sermayenin Derdi Demokrasi Değil Kârdır
HDP’li Vekiller Bir Yıldır Tutuklu!