Agora adlı film, bir kadının, Hypatia’nın hayatından bir kesiti, Hıristiyanlığın kurumsallaştığı ve yükseldiği dönemle birlikte anlatıyor. Hypatia, milattan sonra 370-415 yılları arasında yaşayan bir kadındır. Matematikçi, filozof, astronomi dehasıdır. Kendisi de matematikçi olan İskenderiye Kütüphanesi müdürü Theon’un kızıdır. İlk eğitimini babasından alan, yüzlerce yıllık teorik ve yazılı birikimin içinde büyümüş bir kadındır. Antik çağın düşünürlerinden aldığı ilhamla evreni sorgular. Gökyüzündeki yıldızlara, gezegenlere, onlarla ilgili her şeye tutkundur. Bilim karşısındaki her türden dogmatik düşünceye karşıdır. Lakin yaşadığı yıllar büyük Roma İmparatorluğunun parçalanmakta olduğu yıllardır. O da içinde yaşadığı dönemin siyasal karmaşasından kaçamaz. Doğanın ve evrenin hareket yasalarını anlamak için tutkuyla çalışırken hemen yanı başında açlık, yoksulluk ve artan sömürünün biriktirdiği öfke Hıristiyanlık üzerinden kendini dışa vurur. Romanın soylu efendilerine dayalı bu şaşaalı imparatorluk, kölelerin emeğinin sömürüsü üzerinde yükselir. Bu düzen bir yandan felsefeyle, bilimle uğraşan, sorgulayan insanlar için olanaklar yaratırken, bir yandan da kölelerin büyüyen öfkesine ve savaşçı kavimlerin saldırılarına karşı ayakta kalmakta zorlanmaktadır. Egemenler, iktidarlarını, konforlarını ve yaşam standartlarını korumak için çırpınırken Roma İmparatorluğunun altındaki zemin sallanmaktadır.
Çok tanrılı bir inancın hâkim olduğu Roma’nın hükmettiği Ortadoğu’da, Peygamber İsa’nın önderliğinde bir araya gelen cemaatin dini, özellikle İsa’nın çarmıha gerilerek öldürülmesinden sonra yayılır ve daha sonra da kurumsallaşarak bildiğimiz Hıristiyanlığa dönüşür. Böylece Hıristiyanlık 3. yüzyıldan itibaren etkisini arttırır. Hıristiyanlık derinleşen sefalet ve yoksulluk içindeki insanlara cenneti, zenginliği ve adaleti vaat etmektedir. İmparatorluğun Hıristiyanlığa geçenlere yönelik baskıları şiddetlendikçe, Hıristiyan cemaatlerinin Roma’nın soylularının pagan inancına yönelik saldırıları da artar. Hıristiyanlığı kabul edenlerin sayısı ve gücü artar. Roma İmparatorluğu 379 yılında Hıristiyanlığı kabul eder ve resmi din olarak ilan eder. Babası da pagan inancına mensup olan Hypatia ise bilime olan inancı ve çalışmalarını sürdürür. Bu giderek güçlenmekte olan Hıristiyan dini liderlerinin tepkisini çeker. Mevcut siyasi otorite ve önde gelen siyasi figürler üzerindeki saygınlığı, etkisi nedeniyle onu bertaraf edilmesi gereken biri olarak görürler. Bilimsel düşünmeye odaklı, felsefeye meraklı ve öğrencilerine de bu tutkuyu aşılamaya çalışan Hypatia’nın farklı inançlardan öğrencileri vardır. O, öğrencilerine “bizi birleştirenler, ayıranlardan daha fazla, biz kardeşiz” derken, kendi iktidar ve çıkarları için yoksul ve ezilen kitleleri peşine takan Hıristiyan dini liderler Hypatia’yı Hıristiyan olmaya zorlarlar. Bunu başaramayınca da onu Tanrıya karşı gelmekle, ardından da cadı olmakla itham ederek hedef haline getirirler.
Hypatia kendisine ilham veren düşünürlerin birikimlerini gelecek kuşaklara taşımaya uğraşmıştır. İnsanlık tarihinin yazılı hazinesi ve bilimin tarihteki önemli merkezlerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesi birçok defa yakılarak harap edilmiş olmasına rağmen bu kütüphaneden kalanlara Theon ve kızı Hypatia sahip çıkar. Hypatia İskenderiye’nin ihtişamlı sütunlarının dibinde her inançtan öğrencilerine felsefe, matematik, astronomi üzerine dersler vermiştir. Soylu bile olsa hiçbir kadının babası ya da kocasının izni olmaksızın bir harf bile öğrenemeyeceği bir çağda, özgür düşünceli, kararlı bir kadın olarak herkes üzerinde etkili olmuştur. Ona duyulan saygı ve fikirlerine verilen önem nedeniyle Hıristiyanlığın hırslı ve dar kafalı dini lideri Cyril’in hedefi haline gelir. Cyril’in kandırdığı insanlar tarafından sokakta yakalanarak bir kiliseye kadar sürüklenir. Çırılçıplak soyularak bedeni parçalanır. İnsanlık tarihinin değerlerinden biri olan bu bilim kadını üretkenliğinin doruğundayken öldürülmüştür.
Antik çağın sonlarında yaşamış Hypatia’nın hikâyesi aynı zamanda bilinçli, düşünen ve sorgulayan bir insanın karanlık, akıldışı baskı ve saldırılara karşı tavizsiz karşı duruşunun da hikâyesidir. Roma toplumu kadına erkek egemen bir yaşamı dayatıyordu. En makbul kadın iyi bir eş ve anne olandı. Soylu sınıfın bir üyesi bile olsa kadın, insan ırkının zayıf cinsi kabul ediliyordu. Kıt yetenekli ve kusurlu olarak görülüyordu. Egemen soylu sınıfın kadınları evlendiklerinde miras haklarını yitiriyorlardı. Sonraları soylu sınıfın kadınları mirası ve bunu yönetme hakkını elde ettilerse de, babalık hukukuna bağımlıydılar. Sömürülen sınıfların kadınları içinse durum çok daha vahimdi. Köleleri zaten insandan saymayıp bir iş aleti olarak gören soylular sınıfı, köle kadınları da insanlık dışı koşullara mahkûm ediyordu. Hıristiyanlığın resmi olarak kabul edilmesiyle birlikte dini liderler, “Kadınlar, erkeklerinize itaat edin”, “Bir kadın tam bir itaatkârlıkla sessizce öğrenmelidir. Fakat bir kadının öğreten olmasına ve erkeğin efendisi olmasına izin verilemez, bilakis kadın sükût etmelidir” diyorlardı.
Bu bakış açısı, kadınların daha fazla geri plana itilmesine yol açmıştır. Avrupa’da köleci Batı Roma İmparatorluğu çökerken yerini feodalizme bırakmış, insanlığın görkemli birikiminin, bilimde ve felsefede ulaşılmış olan bilginin üzerine uzun yıllar sürecek bir karanlık çökmüştür.
Tarihin tekerleği döner ve kapitalizm Avrupa’da feodal toplumun bağrından filizlenip boy verir. Burjuvazi güçlendikçe feodalizmin egemen sınıfına savaş bayrağını açar. Bir sömürülü toplumdan daha gelişkin bir başka sömürülü topluma doğru giderken kilisenin ve dinin bağnazca egemenliği de sarsılmaktadır. Kilisenin ekonomik, siyasi gücü ve toplum baskısı kırılmadan burjuvazi istediğine ulaşamayacaktır. Yürütülen savaş bilimin, felsefenin önündeki yüzlerce yıllık duvarların yıkılmasını sağlar. Antik çağın birikiminin de üzerine inşa olan bilimsel keşifler, ilk filizlenen ve yaygınlaşan fikirler yeni toplumsal koşullardan çıkıp gelişen ve güçlenen burjuvazinin etkisindedir. Kilisenin egemenlik kuleleri çatırdamakta ve insanlık binlerce yıllık birikimini gün yüzüne çıkarmaktadır. Lakin kadınlar için geçmişe kıyasla görece bir özgürlükten söz etmek mümkünse de onlar ikinci cins sayılmaya devam ederler. Kadınların bilimle, felsefeyle uğraşabilmesinin önündeki engeller ortadan kalmadığı gibi yeni ve çeşitli türden baskılar onun bilincini dumura uğratmaya devam eder.
Tıpkı köleci Roma toplumunda olduğu gibi kapitalizmde de bilimsel bilgiye ulaşma olanakları egemen sınıfın tekelindedir.
Eşitlikçi komünal toplumlardan kapitalist topluma gelinceye kadar binlerce yıl geçti. Tüm bu süreçlerde insanlık ileriye yürüyüşünde kimi zaman gerilere savruldu, bilgi-birikim gerilere itildi ama insanlık her seferinde ileriye sıçramayı başardı, gelişti, ilerledi. Bu ilerleme her çağın insanının sadece kendisinin keşfettiği ya da bulduğu yöntem ve tekniklerle değil, kendinden önceki kuşakların binlerce yıllık birikimi üzerine mümkün olabildi. Öncüllerinin başardıklarını daha ileriye taşıyabilenler, yanlışlarını tekrarlamaktan kaçınan, bilimin, felsefenin, sınıf mücadeleleri tarihinin bütün birikimlerinin değerini bilenlerdi.
Sınıflı toplumlar ezelden beri var olmadılar. Ebediyete kadar da yaşamayacaklar. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem de kendi karanlık çağına girmiştir. İnsanlığın ve toplumsal ilerlemenin önündeki en büyük engel haline gelen kapitalizm de eninde sonunda yıkılacaktır.
link: Tuzla’dan bir işçi, Bizi Birleştirenler Ayıranlardan Daha Fazla, 20 Ekim 2017, https://en.marksist.net/node/5965
Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi
Semih’e Tahliye, Nuriye’ye Tutukluluğun Devamı Kararı