Ekim ayı başında ABD’de son yılların en kitlesel katliamlarından biri yaşandı. Silahlı bir saldırgan, Las Vegas’taki bir müzik festivaline katılan kalabalığın üzerine ateş açarak 59 kişiyi katletti ve daha sonra kendini de vurarak intihar etti. Söz konusu katliamda 500’den fazla insanı da yaralayan Stephen Paddock adlı bu cani gerek yaşı gerekse gelir durumu açısından alışılagelmişin dışında bir profil çiziyordu: 64 yaşında, sabıkasız, emlak milyoneri bir beyaz. Düzenin saygınlık atfettiği bu WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) nitelikler, katliam haberinin Amerikan medyasında tuttuğu yeri ve işleniş şeklini de otomatik olarak değişikliğe uğrattı. Benzerleri içinde en yüksek kayıp sayısına sahip olmasına rağmen, bu katliam birkaç gün içinde gündemin arka sıralarına itiliverdi. Aynı vahşeti bir siyah, Hispanik ya da Müslüman gerçekleştirseydi müesses nizam tarafından anında “terörist” olarak damgalanacakken, “seçkin” özellikleri Paddock’u bu nitelemeden de azade kıldı. Olayın bireysel bir eylem olarak görülüp toplumsal boyutlarının irdelenmemesi ve suçun tümüyle bireysel silahlanmaya yüklenmesi ise medyanın burjuva tabiatına uygun bir davranıştı.
ABD’de 1990’dan bu yana gerçekleşen en yüksek kayıplı sekiz katliamda 200’den fazla insan hayatını kaybetti. Bunlardan en kitlesel kayıpların yaşandığı üçü ise son 5 yılda vuku buldu. Son yıllarda sayıları ve şiddetleri bariz biçimde artan bu tür katliamlar, aslında meselenin çoktandır bireysel değil toplumsal bir boyut kazandığına işaret ediyor. Marx, bir buçuk asır önce, kapitalist üretim biçiminin yeniden şekillendirdiği insanın, sadece ürettiği ürüne değil, kendine ve içinde yaşadığı topluma da yabancılaşarak insanlıktan çıktığına, atomizasyonun insanları birbirine düşmanlaştırdığına dikkat çekiyordu. Kapitalizm yaşlanıp çürüdükçe, insanlık onun yarattığı toplumsal tahribatın sonuçlarıyla çok daha fazla yüzleşir hale geliyor. En yıkıcı sonuçlar ise kuşkusuz onun en kristalize olup en uç noktaya ulaştığı toplumlarda ortaya çıkıyor. Örneğin sivillerin gerçekleştirdiği silahlı katliamların yüzde 30’u, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 5’ine sahip olan ABD’de gerçekleşiyor.
Gerek seri cinayetlerde gerekse bu tür katliamlarda bu ülkenin başı çekmesi aslında hiç de şaşırtıcı değildir. Zira dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi olan ABD aynı zamanda en derin sosyal çelişkileri de içinde barındıran bir ülke. Bu ülkenin sekiz zengini, bıraktık ABD’yi, dünya nüfusunun yarısının sahip olduğu toplam zenginliğe eşit bir kişisel servete sahip. ABD’de milyonlarca insan sokakta yaşam savaşı veriyor, on milyonlarca insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İşsizlik, göçmen sorunu, ırkçılık gibi problemler yakıcı boyutlarda seyrediyor. Kapitalizmin içine girdiği tarihsel kriz koşulları bu toplumsal çelişkileri daha da keskinleştiriyor.
Çürüyen kapitalizm, sadece ekonomik alanı değil, tüm toplumsal hayatı, insani değer yargılarını cenderesi altına alıp bozarken, toplumsal ölçekte bir ruhsal krize de yol açıyor. Yapılan çalışmalar, Amerikan halkının (üçte biri kaygı bozukluğu, beşte birinden biraz fazlası ise depresyon, bipolar bozukluk, şizofreni ya da diğer ciddi ruhsal durum bozukları olmak üzere) yaklaşık yarısının çeşitli düzeylerde psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olduğunu göstermektedir. Bu sonucu üreten elbette Amerikan halkının bozuk genleri değil, içinde yaşadıkları sistemin yapısal sorunlarıdır.
ABD, bencilliği ve bireyciliği pompalayan, insanları kayıtsızlığa ve toplumsal sorunlara değil kişisel meselelerine odaklanmaya yönlendiren burjuva ideolojisinin topluma en güçlü şekilde zerk edildiği ülke olagelmiştir. Neoliberalizmin damgasını vurduğu 80’li yıllardan itibaren ise söz konusu yönleri her zamankinden fazla öne çıkarılan bu ideoloji tüm akademiyi, medyayı, yazın ve sanat alanını işgal etmiştir. Ne var ki, narsisizm ve bencilliğin “sen biriciksin”, “en değerlisin”, “en zekisin”, “önemli olan sensin”, “istersen her şey olabilirsin” mottolarıyla pompalandığı, başarı ve mutluluk kriterlerinin zenginliğe, şöhrete, mevkiye, makama indirgendiği bu dönemde, neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar tam bir yıkım doğurmuştur: Eşitsizliğin, ayrımcılığın, rekabetin, işsizliğin, borç yükünün dizginsiz artışı, düşen gelirler, insanı robotlaştıran ve asosyalleştiren iş koşulları, iflaslar… Bu çelişkili durumun allak bullak ettiği insanlar, yetersizlik, karamsarlık, mutsuzluk, umutsuzluk ve çıkışsızlık duygusunun kendilerini dibe çektiği bir girdapta debelenmeye başlamışlardır. Elif Çağlı’nın “kitlesel akıl tutulması” dediği olgu bu girdabı daha da derinleştirmektedir:
“Günümüz sosyal ve siyasal atmosferi, eski toplumsal değer yargılarının aşındığı, insanlık için yeni bir geleceği yaratacak olan değer yargılarına ise devrimci bir azınlık dışında kalan kitlelerin henüz en ufak bir ilgi bile duymadıkları bir durumu yansıtmaktadır. Bu tür bir genel atmosfer içinde bireyler yalnız, korunaksız, şaşkın, kafası tamamen karışık, insanlara güvensiz ve gelecek konusunda karamsar durumdadırlar.
“Yaşamak için işgücünden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların, sanki mümkün olacakmış gibi bireysel bir kurtuluş hayalini anlamlı bulup, toplumsal dayanışma ve siyasal örgütlenme fikrine ise uzak durmaları tek kelimeyle aptallıktır. Fakat bu, tek tek kişilerin kendi algı ve değer yargıları sistemindeki bir bozukluk ya da hastalık sonucu ortaya çıkan bir aptallık hali değildir. Böylesi durumlar kapitalizmin yarattığı toplumsal paranoyanın bireye yansımalarıdır. Söz konusu olan, kendisiyle aynı yaşam koşullarını paylaşan sınıf kardeşleriyle el ele verip örgütlenmediği takdirde zavallı bir insancıktan başka bir şey olamayacak modern paryaların, egemen sınıfların kazdığı çukura düşüp boğulmalarına yol açacak kitlesel bir akıl tutulması durumudur.” (Elif Çağlı, Tarihsel Çıkışsızlığın İdeolojik Yansımaları)
Burjuva ideolojisi insanlara güvensizliği ve geleceğe yönelik umutsuzluğu beslerken, bunu bir unsurla daha birleştirerek tahripkârlığını arttırıyor: Sinema, televizyon, internet ve bilgisayar oyunlarıyla muazzam boyutlarda körüklenen şiddet! Bu terkip bir araya geldiğinde, kıyıcılığının sonuçlarının idrakine varamayacak denli akıldan ve vicdandan yoksunlaşmış psikopatların sayısı çığ gibi büyüyor ve cinayetlerin, intiharların, kadına yönelik şiddetin, ırkçı saldırganlığın boyutları katlanarak artıyor. Sistemin ürettiği bu hastalıklı kafalar, nefret besledikleri bireyleri ya da grupları yok ederken, bir yandan da korkunç bir megalomanlıkla, kendilerini ölümsüzleştirmek istiyorlar. Bu yüzden, en kanlı, en kıyıcı, en “özgün” katliamları gerçekleştirerek ve çoğunlukla da hemen ardından intihar ederek, tarihe iz bıraktıklarını sanıyorlar. Gerçekleştirdikleri eylemler ne kadar değişikse o kadar şöhret olacaklarını düşünüyorlar. Medyanın ve sosyal medyanın geldiği nokta ise bu hastalıklı kafaları daha da teşvik ediyor.
Körüklenen militarizm ve silahlanma
Bireysel öfke ve nefreti şiddetlendiren sistem, katil yatağını besleyecek bir başka şeyi daha yapıyor: Militarizmi ve silahlanmayı körüklemek.
20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca toplumu komünizm öcüsüyle korkutup sindiren Amerikan yönetimleri, SSCB’nin yıkılışının ardından bu kez onun yerine, Saddam, Taliban, Kuzey Kore, İran, Esad, IŞİD gibi yeni düşmanları geçirmişlerdir. 1991 Körfez Savaşından bu yana yaklaşık çeyrek asırdır sürekli bir savaş halinde olan ABD emperyalizmi, her ne kadar bu savaşları ülke dışında yürütse de, bu vesileyle militarizmi alabildiğine körüklemekte ve toplumsal bünyenin kılcal damarlarına dek yaymaktadır. Hollywood filmleri ve çok büyük bir bölümü çeşitli türden savaş oyunları olan bilgisayar oyunları, insanlara çocukluktan itibaren şu mesajı vererek onları şekillendirmeye hizmet etmektedir: Dünya düşmanlarla dolu, güvensiz bir yerdir, “kötüleri” yok etmelisin! Devlet terörünü meşrulaştırmak üzere devreye sokulan bu ideolojik ürünlerin, toplumdaki iyi/kötü algısını burjuvazinin çıkarları temelinde şekillendirmek, insanları burjuva devletin gönüllü jandarmaları haline getirmek, silah satışlarını arttırmak gibi hiç de tali olmayan hedefleri de bulunmaktadır. Savaş ve şiddet içerikli televizyon programları, filmler, internet içerikleri ve bilgisayar oyunları aracılığıyla, istenilen mesajlar, açık ya da örtülü olarak çocukların ve gençlerin beyinlerine doğrudan zerk edilmektedir. Yapılan araştırmalar, şiddet içeren filmlerin izlenmesi yaygınlaştıkça, insanların gerçek dünyadaki şiddete daha az tepki verdiğini, başkalarının yaşadığı acı ve sorunlara ilgisiz kaldığını, empati yeteneğinin azaldığını ve şiddet olaylarına hoşgörünün arttığını gösteriyor. Sonuç, gerçeklik algısı ve duygusu zayıflayan, bir yandan şiddet eğilimi artarken bir yandan da şiddete karşı duyarsızlaşan insanların, olaylar ve olgular karşısında gösterdikleri orantısız öfke ve kızgınlıklarını, bu dış etkenlerin teşvikiyle, cinayet ve hatta katliam boyutuna vardırabilmeleridir. Bunun “araçsal” koşulları ise silah tekelleri tarafından memnuniyetle karşılanmaktadır.
Yetişkin nüfusu 250 milyon civarında olan ABD’de 265 milyonun üzerinde bireysel silah bulunuyor. Yani pek çok insan birden fazla silaha sahip. Örneğin Las Vegas katili Paddock’un kaldığı otel odasında ve evinde 40’a yakın silah bulundu. Bunlar arasında askeri nitelikteki otomatik silahlar ve susturucu gibi özel birtakım araçları da vardı.
BM Uyuşturucu ve Suç Ofisinin (UNODC) 2012 yılında gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, ABD’de her 100 kişiye 88 silah düşüyor. ABD tıpkı askeri silahlanmada olduğu gibi bireysel silahlanmada da diğer ülkelere bariz bir fark atıyor. Üstelik pek çok eyalette yasalar, akıl sağlığı, sabıka gibi en kaba sınırlamalar bile olmaksızın silah satın alınabilmesini mümkün kılıyor.
Toplumsal çürümenin had safhaya ulaştığı ve insanların çoğunluğunun ruh sağlıklarının bozulduğu koşullarda silaha ulaşımın son derece kolay olması, silahlı vukuatlardaki yüksekliği de beraberinde getiriyor. ABD’de, 2016 yılında ateşli silahlarla vurulup ölen insanların sayısı 15 bini, yaralananların sayısı ise 30 bini aşmıştı ve bu sayılara intiharlar dâhil değildi. Veriler, söz konusu sayılarda her yıl bir öncekine göre bariz bir artışın yaşandığını da gösteriyor. ABD’de bir defada dört ve üzerinde kişinin öldürüldüğü saldırıların oranıysa, diğer gelişmiş ülkelerin yaklaşık 11 katıdır.
Bu olgulara rağmen, neo-conların mabedi durumundaki Ulusal Tüfek Derneği (NRA), “silahların ülkeyi daha güvenli yaptığını” savunuyor ve her türlü silah denetimine karşı çıkıyor.[*] Silah tekellerinin kolektif sözcüsü niteliğindeki bu dernek, silah yasalarına sınırlayıcı maddeler eklenmemesi ve silah politikasının aynen devam etmesi için her yıl milyonlarca doları “lobi” faaliyetlerine harcıyor. Bu amaçla sadece parlamento üyeleri için harcanan para (yani çeşitli biçimlerdeki rüşvet) yılda 3-4 milyon dolar civarında. Burada dikkat çeken bir durumsa, 2001-2008 yılları arasında 1,5 milyon dolar olan bu miktarın, 2009’dan itibaren bariz bir şekilde yükselişe geçerek son beş yılda iki katına çıkmış olmasıdır. Bu bize, ABD kapitalizminin krizi ekonomiyi askerileştirerek aşmaya çalışırken, silah tekellerinin de kaz gelecek yerden tavuk esirgemediklerini gösteriyor.
İşte bütün bu toplumsal koşullar bir araya geldiğinde, son örneği Las Vegas’ta görülen kitlesel katliamların sıklıkları ve tahripkârlığı da artmaktadır.
Burjuva hükümetlerin bu tür saldırıları yeni faşizan uygulamaların fırsatı olarak değerlendirdikleri de bir diğer vakıadır. Nitekim bu tür katliamların oluşturulan korku ve endişe atmosferinden yararlanarak ya yeni baskı yasaları gündeme getirilmektedir ya da polisin arama, müdahale vs. yetkilerini saldırgan bir şekilde kullanmasına meşruiyet sağlamaya girişilmektedir. Bu tür olaylar, polisin “durmadı, üzerini aratmadı” gibi gerekçelerle insanları katletmesinin haklı bahanesi olarak gösterilmektedir. Türkiye’de de aynı şey geçerli değil mi? Çocuk kaçırma, cinsel taciz, uyuşturucu, terör gibi bahanelerle, çeşitli tekil örneklerin okulların karakola dönüştürülmesinin, kentlerin “huzur operasyonu” adı altında polis terörüne maruz bırakılmasının ve daha nice faşizan uygulamanın vesilesi yapıldığını biliyoruz.
Öfkeni de nefretini de kapitalizme yönelt!
Burjuvazi, başarıyı da, başarısızlığı da, ruhsal problemleri de bireyselleştirip meselenin toplumsal boyutlarını görünmez kılmak istiyor. Böylece karşımıza çıkan suç örneklerinde de, katillerin, tecavüzcülerin kişisel profillerine yoğunlaşmamız, sorunu onların akıl hastalıklarıyla açıklamaya çalışmamız isteniyor. Oysa SSCB’nin çöküp kapitalizmin ve neoliberalizmin ekonomiden ideolojiye dizginlerinden boşalarak tüm dünyaya egemen olduğu 90’lı yıllardan itibaren, psikolojik sorunlar tarihte hiç görülmediği ölçüde yaygınlaşıp derinleşmiştir. Psikolojik hastalıkların ABD’nin başını çektiği ileri kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünyada salgın haline gelmesi gerçekte meselenin bireysel değil sistemsel/toplumsal bir sorun olduğuna işaret etmektedir. Tarihsel bir kriz içinde olan bu sistemin ürettiği işsizlik, güvencesizlik, açlık, yoksulluk, savaşlar, kitlesel göçler, yalnızlık, yabancılaşma, fiziksel ve ruhsal hastalıklar bir karabasan gibi insanlığın üstüne çökmektedir. Öfkesini, nefretini bireylere yönlendirerek rahatlatmaya çalışanlar ya da anti-depresanlarla kendilerini uyuşturmaya yönelenler ise gerçekte hiçbir sorunu çözememektedirler.
Çürüyen ve her alanda pis kokular salan kapitalizmin insanlığa sunacağı bir gelecek kalmamıştır. Gerek yarattığı maddi koşullarla toplumu atomize eden, gerekse yaydığı burjuva ideolojisiyle toplumculuğu reddedip bireyciliği teşvik eden bu sistem altında, milyonlarca insan, kendisinin yaşadığı problemleri çok özgün problemler olarak görüp kendisini çıkışsız hissetmektedir. Oysa bu çıkışsızlığın da, içine düşülen ruh halinin de gerçek nedeni yalnızlık, örgütsüzlük ve tüm bunların getirdiği kendine güvensizliktir. Toplumsal mücadelenin geri çekildiği dönemlerde bu olguların çok daha yakıcı boyutlarda kendini ortaya koyduğu açıktır. Yapılan pek çok sosyopsikolojik araştırma, toplumsal mücadelenin yükseldiği dönemlerde, bireylerin ruh halinin de değiştiğini, daha da önemlisi bireysel psikolojik sorunların çok büyük bir kısmının kolektif sağaltım mekanizmalarıyla çözüldüğünü göstermektedir. Böylesi dönemlerde, sorunlarının kaynağında kendisinden ziyade sistemin yattığını gören emekçiler, tekil bireyler olmaktan çıkıp sınıf kitlesine dönüştükçe ve örgütlülüğün gücünü gördükçe, her türlü sorunun üstesinden gelebileceklerine olan inanç ve azimle donanmaktadırlar ki, en kuvvetli dozdaki kimyasal ilaçlar bile bu etkiyi yaratamamaktadır.
Keskinleştirdiği çelişkilerle, yarattığı maddi ve manevi yoksunluklarla, gerici değer yargılarıyla, ayrımcılıkla, rekabetçilikle, yalnızlıkla ve yabancılaşmayla insanları cendereye sokan kapitalist sistem insanlığı patlama noktasına getirmektedir. Bu patlama gerçek bir toplumsal patlamaya yani devrime dönüşemedikçe ne yazık ki toplumsal cinnet halini almakta ve bu da insanlığı yiyip bitirmektedir. Öfkenin de nefretin de yönlendirileceği tek bir düşman bulunuyor: Kapitalizm! İçinde bulunduğumuz toplumsal cinnet halinden çıkışın tek yolu budur.
[*] Bu arada ABD, askeri kıyafetler içindeki faşist grupların sokaklarda otomatik silahlarla gövde gösterisi yapmasına (son örneği Charlottesville’de bariz bir şekilde görüldüğü üzere) izin veren polisin, elinde oyuncak silah bulunan siyahları, Hispanikleri uyarmaksızın tereddütsüz katlettiği bir ülkedir aynı zamanda. Yani silah herkese eşit derecede serbest değildir, bazılarına ise hiç serbest değildir!
link: İlkay Meriç, Las Vegas Katliamı ve Kapitalist Toplumun Cinneti, 14 Ekim 2017, https://en.marksist.net/node/5948
“Çocuklar Ölmesin” ve “Devletin Bölünmez Bütünlüğü”
Her Şey İnsanlık İçin mi?