Merhaba dostlar. Bu mektubumda sizlere yaşadığım bir süreci anlatmak istiyorum. Her insan hayatının belli zaman aralıklarında zor süreçler geçirir. Böyle zamanlarda zor günler hayatın çoğu alanına tesir eder. İşte bundan belli bir zaman öncesinde ben de böyle bir süreç yaşadım. Sorunlarım çözüme kavuşmuyor, sırtıma binmiş beni yıpratıyordu. Ailemin bunu fark etmesi ve üzülmesi üzerine bir devlet hastanesinin “psikiyatri” bölümünden ilk randevumu almış oldum.
Telefonla randevu aldığım zaman neyle karşılaşacağım konusunda en ufak bir bilgim yoktu. Hatta “ben bu kadar zayıf mıyım”, “sorunlarım zamanla geçer, abartıyor muyum” tarzında iç konuşmalarla kendimi yiyordum. Fakat aklıma ağlama krizleriyle, mutsuzluk ve umutsuzlukla, çıkışsızlık haliyle geçen zamanlarım geldikçe de bu iç konuşmalarım yerini heyecanlı bir bekleyişe bırakmıştı. “Sorunlarımdan kurtulacağım” düşüncesiyle umutlanmıştım.
Vakti geldiğinde devlet hastanesinin kalabalık koridorlarından psikiyatri bölümüne gitmiştim. Hastanede ilk dikkatimi çeken soğuk beyaz duvarlar olmuştu. Sıram geldiğinde odaya girdim. Doktor “sizi dinliyorum” derken bir yandan da sosyal medya hesaplarını kontrol ediyordu. Ben yaşadığım sorunları anlattıkça ilgisiz bir şekilde “evet, anlıyorum” gibi geçiştirici cümleler kullanıyordu. Ben konuşmamı bitirdiğimde ise ezberlemişçesine “Bu anlattıkların senin ağır depresyonda olduğunu gösteriyor. Sana iki ilaç yazıyorum. Bunları düzenli alıyorsun. Zamanla hiçbir derdin tasan kalmaz” şeklinde hızlı ve kesin bir çözüm (!) getirdi karşıma. Ben daha ilaçların yan etkilerini dahi soramadan diğer “hasta”yı çağırmıştı bile!
Eczaneden, doktorun bana verdiği anti-depresan ve uyku ilacını alırken eczacı kadınla göz göze geldiğimi anımsıyorum. Yıllardır sadece ağrı kesici ilaç almak için gittiğim eczacı, bana acıyla bakıp “geçer” demişti. İlaçları almıştım fakat kullanıp kullanmama konusunda kararsızdım. Bu kararsızlığım uzun sürmedi. Günlerce geceleri uyuyamayıp gündüzleri uyuyan bir insana dönüşmüş olmam, uyku ilacını o akşam almama itti beni. İlacı almamın üzerinden pek geçmemişti ki uyuyakaldım ve sabahın erken saatlerinde ayağa dikildim. Uyku ilacının işe yaradığını görünce, anti-depresanı da alarak bu serüvene başlamış oldum.
Kullandığım uyku ilacı akşamları erken uyutup sabah erken kaldırsa da gün içinde sürekli mayhoş bir şekilde dolaşıyordum. Uykumu yeterli alsam dahi uyku ile uykusuzluk halinde akşam oluyordu. Anti-depresan ise ilk günlerinden tesir etmişti. Beni adeta bir Pollyanna yapmış, “hayat ne güzel la la la” diye ortada dolanan biri olmuştum. Anti-depresanın içinde bulunan kimyasalların beyine verdiği uyarılarla vücudum serotonin (mutluluk hormonu) salgılıyor, böylece eskiye göre daha mutlu hissediyordum. Dahası hatırlayıp krizlere girdiğim anılarım sanki belleğimden bir nehre akıp okyanusların dibine gitmişti. Birer birer unutmaya başladım geçmişimi ve “sorunlarımı”.
Şimdi, “ne güzel kardeşim işte, kötüydün iyi hissediyorsun” diyebilirsiniz. Haklılık payınız da var. İlk haftalarda aynı düşünceye ben ve çevremdeki insanlar da kapıldı. Düzenli uyku, daha enerjik görünen ve gülebilen bir insan modeli…
Ancak zaman geçtikçe duygularını gösteremeyen, hissiz, umarsız biri olduğumu fark ettim. Otobüse bindiğimde, şoföre “klimayı açması için bir şey söylesem mi, acaba ne der” gibi düşünceler kafamın içinde dolaşıyordu. Öyle ki para üstü isteyemeyecek kadar umarsız olmuştum. Dahası dünyada ve ülkede ne olup bittiğine dair hiç bir mantık yürütemiyordum. Aldığım ilaç beni toplumdan, çevremden uzaklaştırmış, yalnız ama mutlu (!) bir insan haline getirmişti. Bu yaşadıklarım beni bir soru işaretine itiyordu. Ancak küçük bir pirinç tanesi kadar büyüklükteki ilaca olan bağımlılığım, beni ilacı içmeme sürüklüyor, “onu içmezsem eskiye dönüş yaparım” dedirtiyordu. İlacı kullanmaya devam ettim. Hatta dozajı az geldiği zaman ciddi yan etkileri olan daha yüksek dozdaki ilaçlara geçiş yapmaktaydım. Zaten doktor kontrolündeydim!
Böyle geçen haftalar ayları kovalarken uzun zamandır görüşemediğim bir dostumla sohbete oturduk. Geçmişte yaşadığım sorunları bilen ve nasıl olduğumu merak eden dostuma artık daha iyi olduğumu, kendimi daha iyi hissettiğimi söyledim. Geçmişin geride kaldığını, anti-depresan kullanmaya başladığımı ve ilacın bana iyi geldiğini söylerken sevineceğini düşünmüştüm.
Oysaki yanılmışım. Dostumun yüzündeki o kaygılı bakışları daha da artmıştı. Benim “artık geçti, çözüme kavuştu” dediğim tüm olayları bana hatırlatmaya başladı. Kendi yaşadığım süreci bana anlatıyordu ve ben sanki bunları ilk kez duyuyormuş gibi ağlıyordum. Bana “sorunlarından kaçarak kurtulamazsın, onlarla mücadele etmelisin” dediğini hatırlıyorum. Sorunlarımı bir halının altına itip, hissizleşmiş olduğumu fark etmiştim. “Hissiz bir insan ne kadar sağlıklı olabilir ki” sorusu gelmişti aklıma. Tam bu esnada dostum da bana “kapitalist toplum, hasta bir toplumdur” diyordu. Sorunların hâlâ yanı başımda olduğunu hissetmem gözyaşlarımın sayısını da artırıyordu. Dostum bana bakarak “sil gözyaşlarını, senden tek bir şey istiyorum; bir dahaki sohbetimize kadar Marksist Tutum’daki anti-depresan yazılarını teker teker okuyorsun” dedi. Bu sözü benden alarak ayrıldı o gün.
Marksist Tutum’un internet sitesini açıp Ezgi Şanlı’nın “Kapitalizm Çıkmazda, İnsanlık Depresyonda”, Gülhan Dildar’ın “Kapitalizm İnsanın Psikolojisini Bozuyor” ve Ilgın Çevik’in “Kapitalizm İnsanı Delirtiyor” yazılarını okumaya başladım. Yazılarda kendimi buldum adeta. Yazıları okurken çoğu defa hayretler içinde kalıp, büyük ve vahim bir tabloda benim sadece bir nokta olduğumu gördüm. Sorunun kişisel değil aslında hastalık saçan kapitalizmin eseri olduğunu gördüm. Kapıldığım dehşetle uzun bir süre dumura uğramış kaldım. İçinde bulunduğum durum da, bu durumu dünya genelinde yaşayan milyonlarca insanın oluşu da anlaşılabilirdi. Başka türlü egemenler bizi nasıl uyutabilirler, bu sömürü sistemine nasıl boyun eğdirebilirler ki?
Maaşı eve girmeden biten, yüksek mesai saatlerinde bir ömür geçiren milyarlarca insan var. Bunlar, ürettikleri muazzam zenginlikten sadece %1’lik bir pay alabiliyorlar. Aynı zamanda sadece 50-60 insanın serveti %80’in sahip olduğu zenginliğe eşdeğer… Milyarlarca emekçinin bu yaşam koşullarının sebep olduğu birçok soruna karşı anti-depresanlara başvurup benim bir zamanlar olduğum gibi hissiz ve umarsız olması patronların ekmeğine yağ sürüyor. Böylece azgın sömürüye sesi soluğu çıkmayan ve daha da sömürülebilir bir işçi sınıfı ortaya çıkıyor. Bu en çok egemenlerin istediği ve desteklediği bir şey olabilir. İşte bu koca ve vahim tabloda olmak istemeyişimden kaynaklı anti-depresan kullanmayı kesip bütün ilaçları çöpe attım. Bir daha da ağzıma almadım. Sorunların halı altına atılarak, ertelenerek, dahası anti-depresan “tedavisiyle” bitmeyeceğini öğrendim. Hayatın çelişkiler ve çatışmalarla ilerlediğini, her insanın sorunlar yaşadığı dönemler olabileceğini anladım ve bunlara göğüs gerebilmek gerektiği tecrübesini edindim.
Daha fazla yazıdan yararlanmak ve gerçeği görmek için yazıları okumaya devam ettim. Ben artık hastalık saçan bu sisteme, patronların saltanatına karşı işçi sınıfının devrimci saflarında mücadele etmeye niyetliyim. Bu yolda Marksist Tutum’un fikirleri bana yol gösteriyor. Krizin, savaşın kendini çok daha fazla hissettirdiği bu gibi süreçlerde asıl mutluluk, insanlığımızın ve dünyamızın bu bataklıktan kurtulabilmesi için örgütlü mücadele etmek. Umut, artık içimde sönmeyen bir ateş gibi yanıyor dostlar ve Elif Çağlı’nın Acılar ve Sevinçlere Dair şiirinde dizelediği gibi, “Yüreğimizde, ellerimizde, bilincimizde/ Büyülü bir hüner var/En derin acıları bile/İnançlı bekleyişlere dönüştürürüz”. Hepinize kucak dolusu selamlar.
link: Bir MT okuru, Anti-Depresan!, 13 Mart 2017, https://en.marksist.net/node/5514
Kadınların Mücadelesi, Mücadelenin Kadınları /1
Gece Yarısına 2,5 Dakika Kaldı!