Dünya, son bir yıldır üst üste yaşanan ve yüz binlerce insanın öldüğü, milyonlarcasının sakat ve evsiz kaldığı doğa olaylarıyla sarsılıyor: bir yıl önce Güney Asya’yı vuran deprem ve tsunami, sıklıkları ve şiddetleri giderek artan seller ve kasırgalar ve son olarak da Pakistan-Hindistan sınır bölgesinde 8 Ekimde meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki deprem. Hindistan’da yaklaşık 1500 kişinin yaşamına mal olan bu depremin en ağır faturasını Pakistanlılar ödedi. Ezici bir çoğunluğu yoksullardan oluşan 90 bini aşkın insan yaşamını yitirdi, bir o kadarı yaralandı ve sakat kaldı. Bunların önemli bir bölümünü, o sırada içinde bulundukları çürük okul binalarının altında kalan çocuklar oluşturuyordu.
3 milyon insanın evsiz kaldığı Pakistan’da, barınak, gıda, temiz su ve ilaç yetersizliği ve kötü hava koşulları insanların yaşamını ciddi biçimde tehdit ediyor. Depremin üzerinden haftalar geçmesine rağmen yüz binlerce insana hiçbir yardım götürülmüş değil. Açıkta kalan milyonlarca insan için kışı donmadan geçirebilecekleri 260 bin kışlık çadıra ihtiyaç var. Ne var ki dünyanın en büyük çadır üreticisi olan Pakistan, bu çadırları ihtiyacı olanlara dağıtmak yerine dünya pazarlarında satmaya devam etti. Ancak Birleşmiş Milletler’in acil çadır yardımı çağrısı üzerine, zevahiri kurtarmak için çadır ihracatını yasaklamak zorunda kaldı. Hikmetinden sual edene deli gözüyle bakılan “yüce” kapitalizmin egemen olduğu dünyada ve bizzat çadır üreticisi bir ülkede 260 bin çadır bulunamıyor! Çünkü kapitalist üretim insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr amacıyla yapılıyor ve kapitalistler ölümle burun buruna olan insanları değil kendi kârlarını düşünüyorlar.
Nasıl savaş kapitalistler için muazzam kârlar demekse, kapitalizmin yol açtığı diğer felâketler için de aynı şey geçerli. On binlerce insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarcasının soğuğa ve açlığa karşı yaşam mücadelesi verdiği bir felâketi kazanç kapısına dönüştürmek isteyen kapitalistler sayesinde battaniye, çadır, yiyecek gibi en hayati ihtiyaç maddelerinin fiyatları hızla birkaç katına çıkabiliyor. Benzer durum taşıma şirketleri için de söz konusu. Kurban sayısı ne kadar artıyorsa kapitalistlerin kasalarına giren paralar da o oranda artıyor.
Kimin devleti ve ordusu?
Yaşanan her benzeri felâket, kapitalist devletin ve ordunun hangi sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini ve kimin için var olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Pakistan’ın depremden etkilenen bölgelerinin büyük çoğunluğunda, gelen yardımlar doğrudan ordu aracılığıyla “dağıtılıyor”. Yardım konvoyları getirdikleri malzemeleri askeri merkezlere teslim ediyorlar ve halk ordunun “lütufkâr” elleriyle dağıtılacak yardımı bekliyor. İnsan hakları örgütleri, gelen yardımların ve çadırların ordu tarafından depolara yığıldığını ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmadığını rapor ediyorlar. Aslında bu manzara bize hiç de yabancı değil. Gölcük depreminde de tonlarca yardım malzemesi depolarda çürütülmüş ve dağıtımı halkın kendisinin örgütlemesinin önüne geçmek için her türlü önlem alınmıştı. Zira emekçi kitlelerin yardımları bizzat örgütlemesi durumunda burjuva devletin otoritesinin sarsılma olasılığı egemenlerin yüreğine korku salmaktadır. Bugün aynı durum Pakistan’da yaşanıyor.
Pakistan devleti, deprem zararlarının onarılmasında da birinci önceliği askeri karargâhlara, askeri binalara veriyor. Dağ köylerine ulaşımı sağlayacak ve oralarda yaşayan yüz binlerce insan için hayati öneme sahip yol ve köprülerin, hastanelerin onarımına ancak bunlardan sonra sıra geliyor.
Kitlesel bir yıkıma yol açan böylesi bir felâket durumunda bile Pakistan ve Hindistan devletlerinin güttüğü azgın milliyetçiliğin sınır tanımaması yaşanan bir başka olgudur. Depremin meydana geldiği Keşmir bölgesi bilindiği gibi iki ülke arasında bölünmüş ve yıllardır kangrene dönüşen bir çatışma konusu olmuştur. Bu sorun üzerinden her iki ülke halkı da egemenler tarafından sürekli birbirine karşı milliyetçilik temelinde kışkırtılmaktadır. On binlerce insan için ölüm-kalım sorunu olan son felâkette bile bu iki kapitalist ülke milliyetçiliği elden bırakmayıp sınır kapılarını haftalarca açmadılar.
Pakistan devleti, Hindistan’dan gelen tıbbi yardım ekiplerinin ve yanlarında getirdikleri malzemelerin ülkeye girişine bile “güvenlik gerekçesiyle” engel oldu. Hatırlanacağı gibi, bizde de benzer bir durum Yunanistan’dan gelen ekipler için yaşanmış ve her ne kadar ülkeye girişleri engellenmese de devletin gözleri sürekli üzerlerinde olmuştu. Üstelik zamanın MHP’li Sağlık Bakanı, “asil” Türk kanının Yunan kanıyla bozulmaması için Yunanistan’dan gelen kan bağışlarını geri çevirmişti!
Halklarının büyük bir bölümü yoksulluğun pençesinde kıvranan Hindistan ve Pakistan, aynı zamanda dünyada atom bombasına sahip sayılı ülkelerden ikisini oluşturuyorlar. Bu iki ülke silahlanma ve militarizasyonda birbirleriyle yarış içindeler. Hindistan’ın sadece Keşmir’de konuşlandırılmış 500 binden fazla askeri bulunuyor. 48 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve doğan her 100 çocuktan 9’unun bir yaşına gelmeden öldüğü 152,5 milyon nüfuslu Pakistan’da da, gayrisafi milli hasılanın %5’e yakın bir bölümü “savunma” harcamaları adı altında, dünya silah tekellerine aktarılmaktadır. 2005’te askeri harcamalara 277 milyar rupi bütçe ayıran Pakistan devleti, eğitime ve sağlığa ise toplam 16 milyar rupi ayırmıştır. Dolar bazında karşılaştırma yapacak olursak, kişi başına yıllık ortalama gelirin 736 dolar olduğu Pakistan’da, askeri harcamalara 3,3 milyar dolar ayrılmaktadır.
Burjuvazinin, başka hiçbir alternatifi olmayan, insan doğasına en uygun, ebedi bir sistem olarak allayıp pulladığı kapitalizm, böylesine çürümüştür, akıl dışıdır ve gerçekte insanlık için en ölümcül tehdittir. Bu gerçek her geçen gün bir kez daha kanıtlanmaktadır.
Kurban her yerde yoksullar
Büyük can kayıplarına yol açan ve afet olarak nitelenen her olaydan sonra, toplumun geniş kesimlerine bu bir takdiri ilâhiymiş, bir kadermiş gibi gösterilir ve işin içine Tanrı parmağı sokulmaya çalışılır. Tanrı, buyruklarına uymayan kullarını cezalandırmıştır! Ama her nedense kurbanların ezici çoğunluğunu, genellikle toplumun en inançlı kesimleri olan yoksullar oluşturur. Onlar ne günah işleyip de böyle bir belâyı davet ettiklerini düşünedururken, burjuvazi felâketi nasıl kâra dönüştürebileceğinin hesabı peşindedir.
Geçtiğimiz Aralık ayının son günlerinde Güney Asya’da yaşanan büyük deprem sonucunda oluşan tsunami nedeniyle 300 binden fazla insan hayatını kaybetmişti. Depremin ardından ABD ve Avustralya hükümetleri tsunamiye karşı uyarılmasına rağmen, bundan en çok etkileneceği gün gibi açık olan Endonezya, Sri Lanka gibi ülkelere hiçbir uyarıda bulunulmamıştı. Oysa 150 milyon dolarlık bir yatırımla tüm dünyanın tsunami uyarı sistemiyle donatılması mümkündü, ama kapitalist devletler yüz milyarlarca dolarlık silah harcamalarının yanında devede kulak kalan bu parayı böyle “gereksiz” alanlara gömemezlerdi! Sonuçta burjuvazinin harcamaya kıyamadığı 150 milyon dolar nedeniyle, 300 bini aşkın can yok olurken milyarlarca dolarlık maddi hasar meydana geldi ve milyonlarca insan daha da yoksullaştı. Ölenlerin ve yaralananların ezici bir çoğunluğu elbette yine yoksullardı.
Ağustos sonunda ABD’nin güney eyaletlerinde büyük bir yıkıma neden olan Katrina kasırgası sonucunda resmi açıklamalara göre 1000’e yakın insan yaşamını yitirdi. Kasırganın şiddeti, etki alanı haftalar öncesinden belliyken, Amerikan devleti sadece halkı uyarmakla yetinmişti. Bu uyarı sonucunda zengin beyazlar arabalarına binip bölgeyi terk ettiler. Ne var ki büyük bir çoğunluğunu siyahların oluşturduğu yoksullar o kadar şanslı değillerdi ve kasırganın kurbanları onlar oldular. Amerikan devleti, kasırgayı adeta siyahlardan kurtulma aracı olarak kullanmak istedi. Açlıktan ve susuzluktan ölmemek için buldukları marketlerdeki gıda ürünlerine el koyan yoksul siyahlar yağmacı olarak teşhir edildiler ve polise onları özgürce vurma izni verildi. Bu arada “yağma”yı yapanlar beyazlar olduğunda iş değişiyordu. Onlar “yağmacı” değil “zavallı mağdurlar”dı ve ırkçılığını ele veren burjuva medya onlar için gözyaşı döküyordu. Dünyanın en ileri kapitalist ülkesinde ortaya çıkan bu manzara pek çok gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. Eşitlik, özgürlük, zenginlik mavallarından geçilmeyen bu ülkede siyahlar ve işçiler insan yerine bile koyulmuyor ve göz göre göre ölüme terk edilebiliyorlardı.
Katrina’dan birkaç hafta sonra bu kez Guatemala’yı ve El Salvador’u etkisi altına alan Stan kasırgası da yine yoksulları vurdu. Kasırga sonucu oluşan sel, Guatemala’da birkaç dağ köyünü metrelerce çamurun altında bıraktı ve bu bölgeler 1500 kişinin diri diri gömüldüğü bir toplu mezar haline geldi.
Yoksulluğun kol gezdiği Pakistan için de aynı durum geçerliydi kuşkusuz. ILO, Pakistan depreminin ardından yaptığı açıklamada ülkede deprem nedeniyle 1,1 milyon kişinin işsiz kaldığını açıkladı. Depremden etkilenen bölgelerde, deprem öncesinde toplam 2,4 milyon işçi bulunuyordu ve bunların 2 milyondan fazlası, aileleriyle birlikte yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Şimdi işsizler ordusuna 1 milyonu aşkın insan (ve bunların aileleri) daha katıldı.
İster dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesinde olsun, ister en yoksul ülkesinde, işçilerin, emekçilerin, yani toplumun en yoksul kesimlerinin başına gelenler hep aynı oluyor. Onlar nerede olurlarsa olsunlar “yangında en son kurtarılacak” kesimi oluşturuyorlar!
Takdiri ilâhi mi, kapitalizmin takdiri mi?
Sermayenin kâr güdüsünün her şeyden önemli olduğu kapitalizm, doğası gereği ne üretimin ne de yerleşimin planlanmasıyla bağdaşıyor. Fay hatları üzerine kurulu kentler, anarşik biçimde çoğalan çürük binalarla doluyor, başını sokacak yeri olmayan milyonlarca insan dere yataklarına, sağlam olmayan zeminlere, sel ve çığ tehlikesi olan dağ yamaçlarına derme çatma gecekondular yapmak zorunda kalıyor. Acil durumlarda hayati önem taşıyan yollar, köprüler, hastaneler, gerekli standartlara uymadan inşa ediliyor.
Üstelik yine kâr güdüsü nedeniyle doğa her geçen gün biraz daha tahrip ediliyor, atmosfer zehirli kimyasallara boğuluyor, dünya geri dönüşsüz bir yok oluşa sürükleniyor. Bilimcilerin uzun süreden beri uyarı çanlarını çaldıkları küresel ısınmanın sonuçlarını bugün bizzat yaşıyoruz. Son birkaç yıldır sayıları ve şiddetleri giderek artan kasırgalar, eriyen buzullar, iklim dengelerinin altüst olmaya başlaması, Avrupa’yı, Asya’yı günlerce etkisi altına alan sağanak yağışlar ve seller, buna karşın Afrika’nın giderek daha fazla kuraklaşması ve temiz su sorununun dünyayı yakın gelecekte tehdit eder boyutlara ulaşması… Bütün bunlar bilimciler tarafından küresel ısınmanın en somut verileri olarak görülüyor. Fakat burjuvaziyi dünyanın geleceği değil ertesi gün cebine indireceği paralar ilgilendiriyor.
Şu çok iyi bilinmeli ki, doğa olaylarını afet haline getiren, onları her yıl on binlerce insanın canını alan felâketlere dönüştüren bizzat kapitalizmdir. Sağlam zeminli yerlerde inşa edilen depreme dayanıklı binalarda yaşayan insanlar için deprem korkulacak bir şey değildir. Bugünkü teknolojiyle geleceği önceden belli olan kasırgalar, tsunamiler, önceden tahliye edilen bölgelerde hiçbir can kaybına yol açmazlar. Bu bölgelerin riskleri hesaba katılarak yapılan planlı yerleşimler mal kaybını da en aza indirir. Oysa bu, kapitalizm için çoğu zaman bir kaynak israfıdır.
1902 yılında, Martinique (Martinik) adasında günler öncesinden sinyaller vererek patlayan ve 40 bin kişinin ölümüne yol açan bir volkan faciası üzerine kaleme aldığı bir makalede Rosa Luxemburg şunları söylemekteydi: “Öfkeli dev, bu insan cüretine, iki bacaklı cücelerin kör kendini beğenmişliğine karşı bir süredir gürleyip köpürüyordu. Gazabında bile iyi yürekli, vefalı olan bu dev, ayaklarına çıkmış sürünen bu fütursuz yaratıkları uyarıyordu. Dumanlar çıkarıyor, ateşten bulutlar kusuyordu, bağrında fokurtular, kaynamalar ve tüfek mermileri ve top gümbürtüsü gibi patlamalar oluyordu. Fakat insanın kaderine hükmeden yeryüzünün efendileri, kendi bilgeliklerine sarsılmaz bir inanç duyuyorlardı.” (Martinique, www.marksist.com)
Bu satırların üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, bugün tüm insanlığın kaderi hâlâ yeryüzünün efendiliğine soyunan bir avuç asalağın, sömürücünün elindedir. Bu efendi, emekçilerin yaşadığı yerleşim yerlerinin kaderinden çok, üretim yerlerinin, fabrikaların, petrol kuyularının kaderiyle ilgilenir, onları sağlama alır. Bu arada tek tek bireyler olarak kendi güvenliklerini de asla tehlikeye atmazlar. Örneğin Türkiye’nin en yoğun nüfuslu kentini birinci elden etkileyecek olan Marmara depremine karşı devlet ve belediyeler hiçbir önlem almazken, burjuvalar sağlam zeminli bölgeleri çoktan parselleyip buralara depreme dayanıklı villalarını diktiler. Hatta bununla da kalmayıp, her türlü olası “yağma” ve saldırıya karşı kendilerini güvence altına almak için bu “villa-kentlerin” etrafını kale duvarlarıyla çevirdiler. O kale duvarlarının onları korumaya ne kadar yeteceğini zamanı gelince hep birlikte göreceğiz.
Son sözü yine Rosa’ya bırakalım: “bir gün gelecek başka bir volkanın gümbürdeyen sesi yükselecek: fokurdayan ve kaynayan bir volkan, isteseniz de istemeseniz de, yeryüzünden tüm sahte sofuluk taslayan, kan lekeli kültürü süpürüp atacak. Ve ancak onun kalıntıları üzerinde uluslar gerçek insanlık halinde bir araya gelecekler ve onun da kör, ölü doğadan başka ölümcül bir düşmanı olmayacak.” (age)
link: İlkay Meriç, Felâketleri Yaratan Kapitalizmdir, 13 Kasım 2005, https://en.marksist.net/node/543
Kapitalizm evlerimizi başımıza yıkarken tek yol kapitalizmi yıkmak!
Paris Varoşlarından Gelen Patlama