Türkiye’de 15 Temmuz günü yaşanan darbe teşebbüsü ve bunu bastırma adına Erdoğan iktidarının uygulamaya koyduğu OHAL ile birlikte burjuva düzenin otoriterleşmesi ve baskıları büsbütün artmış bulunuyor. Aslında 7 Haziran 2015 seçimlerinden günümüze dek yaşananlar, kitleleri büyük yanılgılara ya da derin şüphe ve korkulara sürükleyen kaotik bir sürece girildiğini gözler önüne seriyor. Dünden bugüne uzanan süreç, uzun süredir dikkat çektiğimiz hususları doğrulamaktadır. Ancak kapitalizmin bu kaotik döneminde asıl önemli olan, devrimci bilincin önemini lâyıkıyla kavramak ve koşullar ne denli zor olursa olsun mücadeleyi ileriye taşıyabilmektir.
Kapitalizm çıkmazda
21. yüzyıl hiç de burjuva ideologların umduğu gibi kapitalizmin yeni bir yükseliş çağına yol açmadı. Tersine, bu ideologları da derin bir hayal kırıklığına sürükleyerek kapitalizmin tarihsel kriz çağını başlattı. Bu konuya çeşitli yazılarımızda ayrıntılı biçimde değindik. O nedenle, burada yalnızca genel tabloyu bazı temel özellikleri itibarıyla hatırlatarak geçelim.
Bugün dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik krize, siyasal alanda da ardı arkası kesilmeyen derin sarsıntılar ve istikrarsızlık eşlik ediyor. Olağanüstü sarsıntılı dönem, burjuva düzenin uzun yıllar halının altına süpürdüğü pisliklerin de su yüzüne çıkmasına neden oluyor. Pek çok kapitalist ülkede siyaset sahnesi çeşitli türden yolsuzluk söylentileri, skandallar, entrikalar ve komplolarla sarsılıyor. Burjuva düzenin geçmişte yaşattığı görece istikrarlı dönemler artık tamamen gerilerde kaldı. Günümüzde dünya politikası, giderek yaygınlaşma eğilimi arz eden emperyalist paylaşım savaşlarının ateşleri altında biçimleniyor. Tüm bu gelişme ve olguların yanı sıra, kapitalizm ideolojik alanda da küresel yaygınlıktaki çürümenin sayısız yansımalarını gözler önüne sermektedir.
Netice olarak, günümüzde dünyanın geneline burjuva düzenin gericileşmesi, egemenlerin krizi yeni emperyalist paylaşım savaşlarıyla aşma çabası, kitleleri bu koşullara isyan etmekten uzak tutmak amacıyla yaratılan “terörizm” umacısı, kargaşa ve kaos damgasını basıyor. Bugün Türkiye’de yaşananların da dünyanın bu genel halinden ve Ortadoğu’da yaygınlaşan emperyalist paylaşım savaşından bağımsız ele alınamayacağı son derece aşikâr bir gerçek.
Tarihi incelediğimizde, böylesi durumların bir toplumsal düzenin çöküşe yüz tuttuğu zaman dilimlerinde yaşandığını görürüz. Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, hiçbir toplumsal düzen, içerdiği yaratıcı potansiyellerini tüketmeden tarih sahnesinden ayrılmaz. Kapitalizmin günümüzde sergilediği çıkmazlar, onun bir toplumsal düzen olarak yaratıcı potansiyellerini tükettiğine işaret ediyor. Kredi mekanizmasının aşınmış durumu, kapitalizmin içine girmiş olduğu çıkmazı açıklayan çarpıcı bir örnektir. Bir zamanlar kapitalist işleyişe can veren ve bu yüzden burjuva iktisatçılar tarafından kapitalizmin krizlerine çözüm getirdiğine inanılan kredi mekanizması, günümüzde art arda eklemlenen büyük krizleri tetiklemektedir.
Kapitalist toplum onu savunanların çıkardığı tüm kuru gürültüye rağmen, gerçekte zor durumdadır. Daha önce başka toplumsal formasyonlar için çalmış olan ölüm çanları şimdi kapitalizm için çalıyor. Kapitalizmin geldiği düzey ve bu üretim tarzının dünya ölçeğinde yaygınlaşması, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkiyi artık iyice katlanılmaz boyutlara tırmandırmıştır. Kısacası kapitalist dünya sisteminin durumunu Marksist bir gözle irdelediğimizde, dünyamızı cehenneme çeviren bu düzenin vadesinin dolduğuna işaret eden habercilerin çoğaldığını söylemek hiç de falcılık olmayacak.
Ne var ki bu yalnızca nesnel bir gerçeklikten ibaret. Bu nesnel gerçekliğin kendi başına kapitalizmi tarihin çöp tenekesine yollaması mümkün değil. Köhnediği ölçüde kendine güvenini yitiren ve zayıfladıkça saldırganlaşan bu düzenden kurtulabilmek için, tarihin akışını değiştirecek öznel faktörün (işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin) olgunlaşması şart.
Evet çok açık ki, kapitalist düzen şimdi içinde debelendiği cinsten açmazlarla ve sonu gelmeyen krizlerle boğuşsa bile, kendiliğinden tarih sahnesini terk edip gitmeyecek. İşçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı sürece, bu tefessüh etmiş sömürü düzeni tarihsel krizine rağmen can çekişerek yaşamaya, insanı ve doğayı tahrip etmeye devam edecek. Köhnemiş kapitalizmin sultası altındaki dünya, giderek yoğunlaşan krizlerin dayanılmaz yükünün yoksulların sırtına bindirileceği, insanlığa daha nice acıların ve kanlı savaşların yaşatılacağı bir dünya olacak. Tüm ülkelerde burjuva iktidarlar işte böyle bir düzenin devamı için “marifetlerini” sergileyecek ve türlü çeşitli yollarla kitleleri büsbütün aldatmaya, baskı altına almaya çabalayacaklar. Sözün özü, kapitalizm ve burjuva düzen altında dünyanın hiçbir yerinde işçi-emekçi kitleleri daha iyi bir gelecek beklemiyor.
Fakat bir de geleceğe madalyonun diğer yüzünden bakalım. Kapitalizmin yıkılışına işaret eden nesnel koşullara, onu yıkmaya muktedir olacak öznel koşulların eklendiğini hayal edelim. Kuşkusuz, geniş kitlelerin gündelik yaşam mücadelesinin hayhuyu içinde, egemen ideolojik bombardımanın etkisinden kurtulamayacağını ve ne yazık ki bu tür hayallere sahip olamayacağını biliyoruz. Fakat işçi sınıfının bağrında saklı mücadele potansiyellerini ateşleyerek harekete geçirecek sınıf devrimcilerinin durumu farklıdır; onların böyle hayalleri vardır ve olmalıdır. Hiçbir zaman unutmayalım ki, bugünün dünyasında milyonlarca işçi ve emekçiye asla gerçekleşmeyecek boş bir hayal olarak görünen devrimci kurtuluş imkânını gerçekliğe dönüştürecek olan “sihir” bizzat kendileridir. Ancak, bunu onların bilincinde açığa çıkartacak, onların dünya ve yaşam algısını değişikliğe uğratacak olan kaldıraç, işçi sınıfının öncü devrimci örgütlülüğüdür. O nedenle, burjuvazinin baskı ve saldırılarına inat, sınıfın öncü unsurlarının devrimci bilinçle donatılması ertelenmez bir görev oluşturuyor.
Devrimci bilinç
Uzun boylu ayrıntılarına girmeden özetle belirtelim. Genelde bilinç insanın kendisini, çevresini ve olup bitenleri algılama, kavrama ve fark etme yetisi olarak tanımlanır. Kişinin kendisi, çevresi ve yaşadığı dünya hakkındaki bu farkındalık durumu, kuşkusuz gerek kendine dair içsel gözlemlerinden ve gerekse kendi dışında olup bitenlere dair dışsal gözlemlerinden beslenir. Kişinin bilgi birikimi, içsel ve dışsal olguları şu ya da bu yönde algılamasını, yorumlamasını ve bellekte şu ya da bu derecede yöntemli depolamasını sağlar. İnsan toplumsal bir varlık olduğuna göre, tek tek insanların bilincinin oluşumununda son tahlilde toplumsal koşullar belirleyicidir. Kişisel bilinç farklılıkları bir yana bırakılacak olursa, toplumsal yaşamda benzer nesnel koşulları-rolleri paylaşan insan grupları toplumsal bir sınıf oluşturur ve buradan hareketle ortak bir sınıf bilinci geliştirebilirler.
Toplumsal bilinç ve sınıf bilincinden söz ettiğimizde, verili üretim tarzı çerçevesinde cereyan eden sınıf mücadelelerinin, farklı sınıflarda farklı düzeylerde yarattığı bilinç durumunu anlatmış oluruz. Marksizmin en önemli bilimsel özelliği, nesnel ve öznel arasındaki ilişkiyi doğru ve derinlikli biçimde kavrayışıdır. Marx, insanların varoluşunu belirleyen şey bilinçleri değil, bilinçlerini belirleyen şey toplumsal varoluşlarıdır diye vurgular. Marksist teori, nesnel olan sınıf olgusuyla öznel olan sınıf bilincini ayrı ayrı ele alarak bu konulara açıklık getirir. Kapitalist toplumda burjuvazi ve proletarya, toplumsal çıkarları birbirine zıt olan iki ayrı nesnel sınıf oluşturmaktadır. Fakat işçilerin bu nesnel sınıf konumlarından hareketle otomatikman sınıf bilincine varmaları mümkün değildir. Bunun mümkün olabilmesi için, işçilerin kapitalist toplumda egemen olan burjuva ideolojisinin zihinlerinde yarattığı yanılsamalardan, içinde yaşadıkları toplumu ve dünyayı kavramadaki algı çarpılmalarından kurtulmaları gerekir. Bunu sağlayacak olan da, işçi sınıfının öncü güçlerinin açtığı yolda gelişen anti-kapitalist ve burjuva düzen karşıtı mücadeledir.
İşin aslına bakılacak olursa, yaşamak için işgücünden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların, sınıf temelli toplumsal dayanışma ve siyasal örgütlenme fikrine uzak durmaları akıl dışı bir durumdur. Fakat bu durum, tek tek kişilerin algı sistemindeki bir bozukluğun ya da hastalığın ürünü değildir. Devrimci mücadeleyle değişikliğe uğratılmadığı sürece, kitlelere egemen olan düşünceler egemen sınıfın aşıladığı fikirlerden başkası olamaz. Ve eklemek gerekir ki, kapitalizmin bu çöküş ve gericilik döneminde, burjuva ideolojisi tüm gücüyle ve kontrolü altında tuttuğu tüm araçlarla, kitlelere, onları burjuva düzenin payandası kılacak büyük yalanlar enjekte etmektedir. Böylece, kendi sınıf kardeşleriyle el ele verip örgütlenmediği sürece zavallı bir insancıktan başka bir şey olamayan modern paryalar, egemen sınıflar tarafından kitlesel bir akıl tutulmasına uğratılmaktadır. Devrimci bilinç ve örgütlenme olmaksızın, işçi kitlelerinin kapitalizmin ve onun ideolojisinin esiri olmaktan bir nebze olsun kurtulamayacağı kesindir.
Kapitalizme karşı mücadelede işçi sınıfının öncüsünün ulaşması gereken sınıf bilinci pasif değil aktif bir bilinçlilik durumudur. Devrimci bilincin kaynağı devrimci pratiktir. Devrimci bilinç sınıf mücadelesine aktif katılımla ve bu mücadelenin önünde giden devrimci öncü örgütlülük sayesinde kazanılabilir. Fakat devrimci mücadelenin akışı içinde öncü nitelikte sorumluluk yüklenen “eğiticiler” bile, esasen kitlelerin devrimci pratiğinin verdiği derslerle gelişir ve dönüşürler. O nedenle, devrimci bilincin doğru kavranabilmesi için, pasif bilgi birikimi ile bilgi birikiminin aktif eylemci tutuma dönüşümü arasındaki farkı mutlaka ayırt etmek gerekir.
Bilinç motomot bir bilgi birikimi demek değildir. Örnekse, devrimci mücadeleye katılma konusunda hiçbir aktif tutum almayan birinin devrimci bilgi kaynağına uzanması, incelemesi ve beyninde pasif biçimde böyle bir bilgi biriktirmesi pekalâ mümkündür. Ne var ki, ancak devrimci bilgi birikiminden hareketle kendini ve yaşamı dönüşüme uğratmak isteyen ve bunun için kolektif mücadeleye katılan kişiye devrimci bilinç sahibi denebilir. Devrimci bilinç, aynı amaç doğrultusunda mücadele etmek isteyenlerle birlikteliği, kolektif çabayı, örgütlenme azmini, yoldaşlık ve yürekli bir paylaşım duygusunu içerir. Devrimci örgütlülüğün harcıdır devrimci bilinç.
Devrimci insan, kapitalizmin bataklığına inat, nefes alacağı yaşam ortamını devrimci örgütte bulabilir ve kendini bu ortamda varettiği sürece devrimci bilincini koruyup geliştirebilir. Bu bilince sahip bir sınıf devrimcisi, devrimci örgütün varlığını ve disiplinini içsel bir kavrayışla sahiplenir. Oysa bu düzeye yükselmemiş bir kişi, devrimci örgütün kriterlerini dışsal baskı olarak görecek ve öyle gösterecektir. Örgütlü mücadelenin atmosferini ve kurallarını gönüllü biçimde paylaşmadan ne sınıf devrimcisi olunabilir ne de bireycilikten kurtulunabilir.
Tarihsel iyimserlik için tarih bilinci gerek
Tarih önemli bir olguyu gözlerimizin önüne seriyor. Bir toplumsal düzen alttakileri yönetmek bakımından meşruiyet krizine sürüklendiğinde, iktidarların başvurduğu otorite de büsbütün baskıcı karaktere bürünmekte ve yönetimde kitleleri aldatma taktiklerine ağırlık verilmektedir. Kapitalizm de bu açıdan bir istisna değildir ve günümüzde yaşananlar bunu bütünüyle doğruluyor.
Esasen günümüzde toplumsal ve siyasal yaşam, çürüyen kapitalizmin ürünü olan derin çelişkilerle akıp gidiyor. Burjuvazinin dünya genelinde ideoloji ve siyaset alanında işçi-emekçi kitlelere karşı kazanmış olduğu üstünlük, nesnel temelden güç alan kalıcı bir zafere işaret etmiyor. Burjuvazinin otoriterleşme ve baskılar eşliğinde kazandığı zaferler, tarihsel açıdan değerlendirildiğinde, kum üzerine yazılı Pirus zaferleri gibidir. Buna karşılık, işçi-emekçi kitlelerin günümüzde sergilediği örgütsüzlük ve bilinçsizlik durumu ise kalıcı bir yenilgi, kalıcı bir nesnellik değildir. Bu durum, geniş zaman diliminden bakıldığında son tahlilde değişecek olan geçici bir öznelliktir.
Ekonomik, siyasal, toplumsal vb. her açıdan son derece istikrarsız olan günümüz dünyası, burjuvazinin ve işçi sınıfının bugünü ve geleceği açısından muazzam çelişkilerle yüklüdür. Örneğin burjuva ideolojisi kapitalist sistemin bu tarihsel güçsüzlük döneminde kitleler üzerinde ancak savaş, baskı ve gericilik sayesinde üstünlük sağlayabiliyor. Güçlü bir atağa geçmeleri durumunda dünyayı tamamen değiştirebilecek olan işçi-emekçi kitleler ise, öznel açıdan son derece geri durumdalar. Fakat nasıl ki çürüyen bir organizmanın ölümü yeni canlıların yaşamının başlangıcı anlamına geliyorsa, kapitalizmin tarihsel kriz çağında sınıf mücadelesinde “güçlü ve güçsüz” ergeç yer değiştirecektir. Güne ve geleceğe, haklı temellerden yükselen bu tarihsel iyimserlikle bakabilmek gerekir. Bunun için de tarih bilinciyle donanmaya ihtiyaç vardır. Tarih ondan ders almasını bilenler için son derece önemlidir.
Tam da bu noktada zaman tünelinde epeyce gerilere uzanıp Antik Roma’ya kısaca bir göz atalım. Antik Roma köleci bir toplumdu. Kölelik ucuz işgücü kaynağı olarak bu toplumsal düzenin temelini oluşturuyordu. Kölelerin bir kısmı uşak veya zanaatkâr olarak kullanılsa da, genelde emek yoğun tarla ve maden işçiliğinde çalıştırılıyorlardı. Roma’nın yasaları uyarınca köle insan değil, mal kabul ediliyordu. Köle sahipleri hiçbir cezai karşılığı olmaksızın kölelerine tecavüz edebilir, onları yaralayabilir ve öldürebilirdi. Bu katlanılmaz koşullar nedeniyle Roma’da çeşitli köle isyanları patlak verdi fakat nihayetinde hepsi bastırıldı ve Roma bu ayaklanmalardan pek de fazla etkilenmedi. Ancak Spartüküs’ün başında olduğu ve MÖ 73-71 yılları arasında cereyan eden Üçüncü Köle Savaşıyla durum tamamen değişti. Neticede Spartaküs ayaklanması yenilgiye uğrasa da, bu deneyim sömürü ve baskı düzenine karşı ayağa dikilme konusunda tarihsel bilincin unutulmaz bir halkasını oluşturdu.
Roma’nın yönetim biçimi bu ayaklanmadan önce bir cumhuriyetti. Romalı köle sahiplerinin debdebeli ayrıcalıklarını garanti altına alan bu cumhuriyette, seçkin köleler gladyatör oyunlarında dövüştürülmek üzere özel okullarda eğitilirlerdi. Spartaküs de bu okullarda eğitilmiş seçkin bir köle-silahşördü. Sıradan kölelerden çok farklı donanıma ve eğitime sahip olan gladyatörlerden bir kısmı ayaklanmaya karar verdiler ve aralarından üç lider seçtiler. Bu üçü arasında en yüreklisi ve köleleri özgürlüklerine kavuşturma hedefine sahip olanı Trakyalı gladyatör Spartaküs idi. MÖ 73 yılında başlayan ayaklanma boyunca, Spartaküs başarı elde ettiği noktalarda köleleri serbest bırakarak mücadeleye devam ediyordu. Köle ordusu zafer kazandıkça askeri donanımı gelişiyor, köle ordusunun zafer haberleri bölgeden bölgeye yayıldıkça köle ordusuna katılım artıyordu. Böylece sayı önce 70 binlere ve sonunda gladyatörüyle, ayaklanmış köleleriyle, kadınıyla, çocuğuyla 120 bin kişilik bir isyan ordusuna ulaştı.
Roma’ya karşı en büyük köle isyanı olarak tarihe geçen Üçüncü Köle Savaşının diğer köle ayaklanmalarından farkı, silahlı köle ordusunun ilk kez İtalya’nın merkezindeki bölgeleri etkilemesi ve daha önemlisi doğrudan Roma şehrini tehdit etmesiydi. Silahlı köle birliklerinin Roma birlikleri karşısında elde ettiği zaferlerden korkuya kapılan Romalı yöneticiler, nihayetinde pek çok Roma lejyonunu komutan Crassus’un komutası altında birleştirerek Spartaküs önderliğindeki köle ordusunu yenilgiye uğratabildiler. Evet, nihayetinde yiğit Spartaküs ve savaşçılar özgürlük amaçları yolunda dövüşerek canlarını verdiler. Fakat ayaklanma Roma’nın egemenlerinin, yani köle sahiplerinin düzenini öylesine sarsmış ve dengelerini öylesine bozmuştu ki, köle sahiplerinin kendi aralarındaki demokrasiyi temsil eden cumhuriyet rejimi bile bundan nasibini aldı. Egemen sınıf içindeki dengeyi yansıtan cumhuriyet rejimi ayaklanmayı takip eden yıllarda son buldu ve yerini Sezar’ın diktatörlüğüne terketti. Bir süre sonra da Sezar, kendini tüm Roma’nın imparatoru ilan edecekti. Bu tarihsel deneyim ne yazık ki kölelerin zaferi ve köleci düzenin son bulmasıyla neticelenemedi. Ne var ki egemenlerin sarsılmaz sanılan düzenlerine isyan etmenin mümkün ve farz olduğu dersini tarihe derin biçimde kazıdı.
Yıllar aktı, devirler değişti ama kapitalizm çağında emekçiler bu kez de ücretli kölelik koşullarında çalışmak zorunda bırakıldılar. Tarihte nihai zaferlerin ancak pek çok deney ve yenilgiden sonra kazanabileceğini kavramayanlar ya da kabul etmek istemeyenler, yenilgiyle sonuçlanan örneklere hep devrimci mücadelenin bir daha geri gelmemek üzere sona erdiği duygusuyla baktılar. Oysa en zor koşullarda bile mücadele bayrağını yükselten devrimci önderler, yenilgilerden ders alma bilinciyle ve tarihsel ilerleyiş içinde emekçilerin isyanlarını bütünleyen bir bakış açısıyla Spartaküs’e sahip çıktılar. Böylece Spartaküs ayaklanması, tarihte yenilgiyle sonuçlanan soylu deneylerin boşa gitmediğini işçi-emekçi kitlelere kanıtlayan bir boyut kazanarak geçmişteki isyan ruhunu geleceğe taşıdı.
Tarihteki bu devrimci deneyi unutmayan ve Alman Sosyal Demokrat Partisinin sosyal şoven politikası karşısında bu parti ile yollarını ayıran Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, oluşturdukları devrimci enternasyonal örgütlülüğü Spartaküs Birliği diye adlandırmıştılar. Alman devrimi 1919 yılında Alman militarizminin ve gericiliğinin saldırısı altında ezilirken, bu devrim yoluna yaşamlarını adayan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht de katledildiler. Ama Spartakistlerin yaktığı devrimci meşale tıpkı ilk Spartaküs ayaklanması örneğinde olduğu gibi söndürülemedi. Liebknecht öldürüldüğü gün kaleme aldığı makalesinde, bugünün devrimci kuşaklarına “Spartaküs yenilmedi” diye haykırıyordu. Dünden bugüne uzanan devrimci mücadeleler tarihine şu satırları ekliyordu Liebknecht: “Çünkü Spartaküs, proletaryanın devriminin ateş ve aklı demektir; o, proletaryanın devriminin yüreği ve ruhu; irade ve özlemi demektir. Ve Spartaküs, sınıf bilinçli proletaryanın tüm kararlılığı ve mutluluk özlemi demektir. Çünkü Spartaküs, sosyalizm ve dünya devrimi demektir.”
İşçi-emekçi kitlelerin mücadele tarihindeki bu devrimci örnekler geçmişi geleceğe bağlayarak yolumuzu aydınlatıyor. Olağanüstü burjuva rejimlerin kurulduğu, işçi sınıfı mücadelesinin yenilgiye uğratıldığı veya gerilediği gericilik dönemlerinde, devrimci mücadeleyi örgütsel, politik ve ideolojik olarak tasfiyeye yönelen mücadele karşıtı eğilimlere, tarih bilinciyle yüklü bir azimle karşı koymak gerekiyor. Tarihe Spartaküslerin asla kazanamayacağı duygusuyla yaklaşan mücadele kaçkınları, mücadele karşıtları hep olmuştur, olacaktır; bunu biliyoruz, bilmeliyiz. Fakat neticede bıçak kemiğe dayandığında, kitleler mücadele kaçkınlarını, dönekleri, karşı-devrimcileri ve gericileri tarih sahnesinin dışına süpürerek ayağa dikileceklerdir. Tarihin yeniden yazıldığı böylesi momentlerde kitlelere yol gösterenler, Bonapartların bitmez sanılan saltanatlarının bir gün büyük bir gümbürtüyle çöktüğünü, çökeceğini bilerek sabırla ve azimle mücadeleyi sürdüren sınıf devrimcileri olmuştur. Ve bilinmelidir ki, öyle de olmaya devam edecektir.
Kapitalist düzene son verecek kalıcı başarılar kuşkusuz bir hamlede elde edilemez. Örneğin Rusya’da 1917 muzaffer Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarı bile daha sonra bürokrasinin karşı-devrimci darbeleri altında can vermiştir. Tarihsel kavrayışa çomak sokmak isteyen dönekler ve inançsızlar, bu büyük örnekte dahi geri dönüşsüz bir zafer elde edilemedi diye, Marksizmin ve sosyalizmin sona erdiğini büyük bir hevesle ilan edegelmişlerdir. Ne var ki böylelerine gereken yanıt, uzun yıllar önce en çarpıcı biçimiyle Marx tarafından verilmiş bulunmaktadır. Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde yazdıklarını hatırlayalım: “Proletarya devrimleri durmadan kendilerini eleştirirler, sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar, görünüşte işi bitirilmiş olana tekrar başlamak üzere geri dönerler, ilk girişimlerinin yetersizlikleri, zayıflıkları ve küçüklükleriyle zalimce bir itinayla alay ederler, hasımlarını, salt, yerden yeniden güç alabilsin ve yeniden dev gibi ayağa kalkarak önüne çıkabilsin diye yere sermiş görünürler, kendi amaçlarının belirsiz muazzamlığı karşısında zaman zaman irkilip geri çekilirler, ta ki bütün geri dönüşlerin olanaksız olduğu bir durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: İşte hendek, işte deve!”
Bu satırlar Marx’ın yıllar öncesinden bügüne seslenişidir. Günümüz Türkiyesi dahil dünya genelinde işçi sınıfının, uğradığı yenilgilerin dersleriyle yeniden ayağa kalkıp daha güçlü bir şekilde ileriye atılacağını anlatan eşsiz bir örnektir. Unutmayalım, Bonapartlar geçicidir ve kapitalizm sona erip eşitlikçi, paylaşımcı ve savaşsız bir dünya kurulana dek işçi sınıfının mücadelesi kalıcıdır.
Devrimci bilincin önemi
İçinden geçilen zaman diliminin baskın karakterinin genelde insanların düşüncelerini, siyasal yaklaşımlarını ve algılarını etkileyeceği açık bir gerçektir. Bu açıdan yaşanan dönemi irdelediğimizde, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve kapitalizmin dünyayı tek sistem olarak kuşatmasıyla hız kazanan ideolojik saldırı döneminin işçi-emekçi kitlelerde mücadele bilinci açısından yarattığı gerileme muazzamdır. Bunu esaslı bir faktör olarak bir kenara kaydetmemiz gerekiyor. Daha sonra buna, kapitalizmin tarihsel krizine eşlik eden gerici, kaotik, baskıcı dönemin kitlelerde yarattığı yanılsama, korku ve kendi gücüne güvensizlik koşulları eklenmiştir. İşte bu nedenle, aslında nesnel olarak zayıf durumda olan kapitalizm, kendisine karşı koyacak öznel faktörün geriliğinden güç alarak dünya arenasında istediği gibi at oynatabiliyor.
Bu durumun yansımalarını günümüzde Türkiye’deki olağanüstü rejim koşullarında çok çarpıcı biçimde görmek mümkün. İşçi-emekçi kitleler, krizler içinde debelenen, kendilerine emperyalist savaşın acılarını, ağırlaşan çalışma koşullarını, düşen ücretleri, yoksulluğu, dayanılmaz haksızlık ve baskıları dayatan burjuva düzene başkaldıracak yerde ya siniyor ya da daha kötüsü büyük bir yanılsama içinde, kendilerine bunları reva görene destek çıkıyorlar. Bugün gerek Türkiye’de gerek dünyanın pek çok ülkesinde örgütsüzlük koşullarına itilen ve işsizlik tehdidi altında sersemletilen yoksul kitleler, otoriter rejimlerin ve faşizmin tabanı kılınmaya çalışılıyor.
Dünyaya bugünün bu yakıcı gerçekleri açısından baktığımızda diyebiliriz ki, küresel kapitalizmin eseri olan bu zamanın ruhu hiçbir gelecek umudu içermiyor ve tam bir kuşku-korku toplumunda somutlanıyor. Fakat asla unutmayalım ki, kapitalist düzenin tükenmişliğini yansıtan bu zamanın ruhunun bizzat kendisinin de aslında hiçbir geleceği yok. O “ruh” çürümüştür ve tarihsel vadesi dolmuştur. Diğer yanda ise olumsuzluğun yanı sıra bir olumluluk mayalanmakta, günümüz dünyasında henüz son derece zayıf durumda görünse de, geleceği yaratma umuduyla beslenen bir devrimci mücadele azmi ve yeni bir zamanın ruhu yeşermektedir.
Uzun söze gerek yok, işçi sınıfının mücadele tarihi gericilik dönemlerinde devrimci mücadeleyi sürdürmenin ne denli zor olduğunu elbet ortaya koyuyor. Fakat bu tarih aynı zamanda, mücadelenin ergeç yeniden yükseleceğini ve bir gün mutlaka karanlıkların yırtılacağını da kanıtlıyor. Sınıf devrimcisi, asıl gericilik dönemlerinde, Bonapartist, faşist burjuva rejimlerin olağanüstü baskı dönemlerinde yüreğini karartmayıp devrimci inanç ve bilinçle donanandır. Bunu başarmak için de insanın tarihteki devrimci örneklerden feyz alarak kendini içsel bir dönüşüme uğratması, inancını ve bilincini olgunlaştırıp pekiştirmesi gerekiyor. Çok iyi biliyoruz ki, bu soylu mücadele bayrağını bugünden yarına taşıyacak olanlar, devrimci inancı ve bilinci bıkmadan usanmadan daha çok sayıda işçiye ulaştırma yolunda emek verenler olacaktır. Yıllar önce yine karanlık bir döneme, 12 Eylül faşizmi günlerine not düşerken dediğimiz gibi: Zor günler zor sınavlara çeker insanı. Çekilen tüm acılara karşın, devrimci bayrağı yarınlara taşıyabilmek için tarihsel iyimserliği her daim yeşertmek gerekir.
link: Elif Çağlı, Gericilik Döneminde Devrimci Bilincin Önemi, 1 Eylül 2016, https://en.marksist.net/node/5269