Kapitalizm çürüdükçe toplumu da çürütüyor. Bunun bir ifadesi de cinsel taciz ve tecavüz vakalarında yaşanan çarpıcı artıştır. Bugünlerde medyaya sıkça yansıyan “çocuk istismarı” haberleri, aslında muhafazakârlaşma görüntüsü altında insani değer yargılarının yitirilmekte olduğu bir toplum gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bir yandan cinselliğin medya, sinema, internet, reklâmlar vb. aracılığıyla alabildiğine kışkırtılması, öte yandan erkek egemen anlayışın ve dinsel taassubun baskınlığı, toplumsal bünyede çatlamaya yol açacak denli derin çelişkiler yaratıyor. Sonuç, toplumun en savunmasız kesimlerine, yani çocuklara ve kadınlara yönelik taciz, tecavüz ve şiddet vakalarında sıçramalı bir artışın yaşanması oluyor. Bunu engellemeye dönük kararlı bir devlet politikasının bulunmaması ise durumu iyice vahim hale getiriyor.
Veriler, Adli Tıp Kurumuna her ay 650 “çocuk istismarı” vakasının gönderildiğini gösteriyor. Çocuklara yönelik cinsel saldırı suçlamasıyla açılan dava sayılarında son on yılda on kattan fazla bir artışın yaşanması, karşı karşıya olduğumuz durumun vahametini göstermeye yetiyor aslında. 2006 yılında 2415 olan dava sayısı 2014’te on katı aşarak 24.825’e ulaşmış. Üstelik gerçek sayıların bunların kat kat üzerinde olduğu biliniyor. Araştırmalar, Türkiye’de cinsel tacize uğrayan çocukların oranının %25’lerde seyrettiğini ve Türkiye’nin bu konuda dünyada üçüncü sırada yer aldığını gösteriyor.
Bu kan dondurucu gerçeklik, son dönemlerde birbiri ardına medyaya yansıyan çok sayıda vakayla da ortaya seriliyor. Karaman’da, Ensar Vakfı ve KAİMDER’e ait tarikat evlerinde çalışan bir öğretmenin küçük yaşlardaki onlarca erkek öğrenciye tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandığı haberi, çocuklara yönelik cinsel saldırı vakalarındaki sıçramalı artışı görünür kılmanın yanı sıra hükümetin bu konuya çiftestandartlı yaklaşımını da gözler önüne sermiştir. Kadınlara yönelik şiddet ve tecavüz vakalarında kamu görevlilerini ve yandaşları korumaya odaklı bir politika izleyen devlet ve hükümet yetkililerinin, bu vakalarda da benzer bir yaklaşım sergilemeleri, mesele çocuklar olunca doğal olarak çok daha fazla tepki çekmekte. Son dönemlerde yaşanan pek çok örnekte öne çıkanların din ve ahlâk abidesi kesilen kurumlar ve kişiler olması ise konunun bu boyutunun da tartışmalarda önemli bir yer tutmasına yol açıyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, gerek kadınlara gerekse çocuklara yönelik şiddet, taciz ve tecavüz vakalarında böylesine büyük bir artışın yaşanmasının kapitalist çürümeyle doğrudan ilişkisi bulunduğu gibi, bu konudaki hükümet politikalarıyla da yakın bir ilişkisi bulunuyor. Din ve ahlâk sömürüsü üzerinden oy avcılığı yapan İslamcı hükümetin, bakanlarından Milli Eğitim yetkililerine, yargısından medyasına bu konuda takındığı tutum, izlenen politikayı net bir şekilde ortaya koyuyor: Fail bizden biriyse suçun üstünü ört!
Karaman vakasında yaşananlar bunun son örneğidir. Hükümet, olaya adı karışan Ensar Vakfı’nı korumak için dava dosyasına alelacele gizlilik kararı koydurtmuş, muhalefet partilerinin Meclis’te bir araştırma komisyonu kurulması önerisini ilk etapta reddetmiş, gelen tepkiler üzerine ise geri adım atmak zorunda kalmıştır. Başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanının “bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle gurur duyduğumuz bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” şeklindeki açıklaması olmak üzere Ensar’ı koruma zırhıyla kuşatan açıklamalar birbirini izlemiştir. Yine aynı bakan bu haberlere medyada daha az yer verilmesini buyurmuş, protestocuları Ensar binalarına yaklaştırmamak için polis teşkilatı seferber edilmiştir. Elbette bunlara, hükümet ajansı haline getirilen Anadolu Ajansı’nın sözde bir tanığın beyanlarına dayandırarak servis ettiği “tecavüzcü Marksist, Leninist, solcu, ateist, MHP’li” haberiyle, “vallahi bizden biri değil” algısı yaratma operasyonunu da eklemek gerekiyor.
Siyasi iktidarın yakın ilişki içinde olduğu Ensar Vakfı’nı korumak için cansiperane bir savunma hattı örmesi, aslında dikkatlerin çok daha fazla bu vakıf üzerinde odaklanmasına yol açmaktadır. Gerek vakıf sözcülerinin gerekse hükümet ve yandaşlarının yalan ve çelişkili açıklamaları, meselenin geçici bir süre bu vakıfta çalışan bir öğretmenin çocuk tecavüzcüsü çıkmasının ötesinde boyutlar taşıdığını gösteriyor. Bu vaka deşildiğinde, örneğin, bu vakfın yöneticiliğini yapmış başka bir kişinin de geçmişte benzer eylemlerinden ötürü şikâyet edildiği halde korunduğu ve alması gereken cezaya çarptırılmadığı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu tür olayların bilindiği halde fazlaca yadırganmadığı, faş olduğunda ise örtbas edilmeye çalışıldığı anlaşılıyor. İşte hükümetin, Ensar Vakfı’nın, KAİMDER’in ve benzeri dinî örgütlerin sorumluluğu da bu örtbas edici tutumdan kaynaklanıyor.
AKP’nin “eğitim vakfı” sevdası ve sonuçları
Son yıllarda tarikat örgütlenmelerine ait erkek ve kız yurtlarında patlamalı bir artış yaşanıyor. Resmi olanların yanı sıra yasadışı olarak faaliyet gösteren yüzlerce tarikat evi ve yurdu bulunuyor. Gülencilerin taraftar kazanmak için izledikleri yöntem şimdilerde Ensar gibi vakıflar, KAİMDER gibi dernekler tarafından izleniyor. Gülencileri safdışı bırakan ve yok etmeye çalışan AKP, ondan boşalan yeri bu tür dinî yapılanmalar aracılığıyla doldurmaya çalışıyor.
Ensar Vakfı’nın tarihçesine bakıldığında, 1979’da ortaya çıkan ve Erenköy Cemaati olarak bilinen bir tarikat örgütlenmesine ait olduğu görülmektedir. 1980’li yıllardan bu yana söz konusu tarikatın başında Topbaş ailesi bulunuyor. Kadir Topbaş ise Ensar Vakfı’nın kurucuları arasında yer alıyor. Tahsis edilen ve ucuza kapatılması sağlanan arazilerle, çeşitli teşviklerle önü açılan Ensar Vakfı, AKP hükümetinin yürü ya kulum dediği İslamcı sermaye gruplarından birini oluşturuyor.
İnternet sitesine bakıldığında, “din ve ahlak eğitimi ile değerler eğitimi konusunu amaç edindiğini” belirten Ensar Vakfı’nın, çoğu Türkiye’nin batı kesiminde bulunan 20’ye yakın kentte, 50’ye yakın kız ve erkek öğrenci yurdu/apartı bulunduğu görülüyor. Kuşkusuz bunlar resmi olanlar. Çok daha fazlası gayri resmi bir şekilde faaliyet göstermekte. Nitekim sitede Karaman yer almıyor ama orada bu vakfın bir merkezi olduğu ve benzer faaliyetler yürüttüğü son vukuatla birlikte ortaya çıkmış bulunuyor.
AKP’nin eğitimi dinîleştirme ve ticarileştirme projesinde, imam-hatip okullarının yanı sıra, tarikat vakıfları, dernekleri, okulları, yurtları, kampları, Kuran kursları vb. de önemli bir yer tutuyor. Bu projeye, doğrudan Erdoğan ailesinin ve yakın çevresinin denetiminde bulunan Ensar, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti gibi kurumlar eliyle yön verildiği, 2013 yılında ses kayıtları yayınlanan bir toplantıyla aleniyet kazanmıştı.[1] Söz konusu kayıtlar, “Beşli Koordinasyon” olarak anılan ve düzenli toplanan bu kurumların, Milli Eğitim Bakanlığının üst düzey bürokratları gibi davranıp kararlar aldıklarını ve bunları bakanlığa dikte ettiklerini göstermekteydi.
Bilal Erdoğan’ın “eşimden sonra en çok görüştüğüm kişi Ensar Vakfı Başkanı” şeklindeki sözleri, Erdoğan ailesiyle bu vakıf arasındaki organik ilişkiyi berrak bir şekilde ortaya koyuyor aslında. Karaman’daki rezaletin ortaya çıkmasından birkaç gün önce yapılan Ensar Vakfı 37. genel kurulunda cumhurbaşkanından bakanlara, İstanbul valisinden belediye başkanına geniş bir devlet ve hükümet ricalinin katılması da bu derin ilişkiyi kanıtlıyor. Bu katılımın yanı sıra, yapılan övgü dolu, sahiplenici konuşmalar da hükümet için Ensar’ın sıradan bir vakıf olmadığını göstermektedir. Böyle olunca da, siyasi hesap ve çıkarlar, çocuk tecavüzlerine bile gereken tepkiyi göstermeye engel olabilmektedir.
Bu tutum, Erdoğan’ın ve hükümetin bir numaralı savunucularından Nihal Bengisu Karaca’yı bile isyan noktasına getirmiş görünüyor: “Aile Bakanı’nın açıklamasını da, Ensar vakfı kollayıcılığı yapanları da yadırgıyorum. Vakfı kapatmayın tamam da bu korumacılık ne? Ensar Vakfı iyi işler yapar doğru ama «Bir kişi yüzünden» de olsa «on çocuk» zulüm gördü. Bu büyük bir olay ve vakfın hasar alması doğal. Vakfın fazlaca savunulması vicdanlarda aklanmasını sağlamıyor. Yüksek mevkilerde tanıdıkları olanlara has bir imtiyaz talebi gibi algılanıyor. Korkunç bir olay olmuş ve o «gönüllü» sapığın evlere girmesine imkan tanıyan vakıf da bal gibi sorumludur. Bırakın çilesi neyse çeksin. Çocuklarla ilgili bir iş yapıyorsanız ve o çocukları koruyamıyorsanız, suç şahsi de olsa yıpranırsınız ve yıpranmanız da gerekir.”[2]
Bir zamanlar hükümetle aynı saflarda olup Gülen operasyonuyla birlikte aforoz edilenler arasında yer alan Mümtazer Türköne ise, bu tür vakaların son dönemlerde sıkça yaşanmasının bir tesadüf olmadığına, bir bakıma “içeriden” biri olarak dikkat çekiyor: “Bütün saptırma ve üste çıkma çabalarına rağmen gerçeği tekrarlayalım. Karaman’daki olay bir istisna değil; devlet eliyle dindar nesil yetiştirme projesinin sakatlığının açık bir delili. Çocuk istismarı ancak iktidar gücüyle ve bir tür iktidar sapkınlığı olarak fiile çıkıyor. İhaleden aldığınız rüşvetle, devlet kaynaklarını sömürerek yurt açar, «dindar nesil» diye iktidarınıza arka bahçe inşa ederseniz sapıklara gün doğmuş oluyor, neden anlamıyorsunuz?”[3]
Eğitim kurumu görünümündeki bu yapılanmalar, bir yandan, AKP’nin “dindar ve itaatkâr” bir nesil yetiştirme projesine hizmet eden ideolojik aygıtları olarak çalışıyorlar. Bir yandan, oy deposu olarak görülen tabanın tarikat örgütlenmeleriyle tahakküm altına alınmasını kolaylaştırıyorlar. Bir yandan da rüşvet, rant ve talana “kutsal” bir örtü sağlıyorlar. TÜRGEV’in, belediyelerden ve devlet kurumlarından tahsis edilen arazilerle, binalarla, bağış adı altındaki ihale komisyonlarıyla devasa bir maddi kaynağa sahip olması bu açıdan yeterince çarpıcıdır. Bu tür kurumlar gerçekte kamu kaynaklarını hortumlamak, vergi muafiyetlerinden ve teşviklerden yararlanmak, çeşitli yasal engelleri ve denetimleri aşmak üzere eğitim, yardım vb. kuruluşu kılığına büründürülmüş kapitalist işletmelerdir ve AKP hükümeti döneminde bunların sayılarında dikkat çekici bir artış yaşanmıştır.
Dinin, pisliklerin üzerini örten bir şal olarak kullanılması
Şurası çok açık ki, kızlarla erkeklerin halk oyunlarında el ele tutuşmasını bile “zina” olarak değerlendiren, kız öğrencilerin davranışlarını, kılık kıyafetlerini tahrik unsuru olarak gören hastalıklı zihniyet, AKP hükümetinin ön açıcılığı sayesinde gerek devlet gerekse özel eğitim kurumlarında korunaklı bir zemin bulmaktadır. Toplumsal çoğunluğun dindarlığı ahlâk, erdem ve güvenilirlikle özdeşleştirmesi, dinî kimliğiyle öne çıkan kişi ya da kurumların ahlâk ve saygınlık halesiyle kuşanıp kalın bir korunma zırhına kavuşmasını kolaylaştırmaktadır. Dinî örgütlenmeler, kurumlar, muhafazakâr aileler tarafından güvenilir ve güvenli yapılar olarak görülmektedir. Büyük bir çoğunluğunu yoksul emekçilerin oluşturduğu bu aileler, bu tür kurumların okullarına, yurtlarına çocuklarını gönül rahatlığıyla göndermektedirler. Ne var ki, dini her türlü pisliği gizleyecek “kutsal” bir şal olarak kullanan bu tür kapalı yapılarda, her türlü istismarın yanı sıra, taciz-tecavüz vakaları da oldukça sık yaşanmakta ve üstü örtülmektedir. Ortaya çıkan vakalarda ise, aileler baskıyla, tehditle şikâyetçi olmamaya zorlanmaktadırlar. Ya da çocuklarının ifadelerinin din ve ahlak abidesi gibi görülen bu kurumların ve öğretmenlerin yalanlaması karşısında dikkate alınmayacağı yönündeki hisleri nedeniyle sessiz kalmayı tercih etmektedirler.
Çocuklara yönelik cinsel tacizin dinî örgütlenmelerde yaygın bir şekilde yaşanması tesadüf değildir. Dişiyle erkeği ateşle barut olarak görüp birbirinden yalıtmaya çalışan, cinselliğe ayıp-günah gözüyle bakan softa dinsel anlayış, onu insan doğasına aykırı bir şekilde bastırmaya çalıştıkça, doğal dürtülerin sapkın kanallara akmasının da yolu açılmaktadır. Öte yandan, bir tarafın itaat ettiği, diğer tarafınsa sorgusuz sualsiz otorite olarak kabul edildiği katı hiyerarşiye dayalı ve kapalı bir ilişki biçimine dayanan bu tür örgütlenmelerde, zayıf olan taraf her türlü istismara açık hale gelmektedir. Bu tür ilişkiler ve ortamlar işlenen suçların örtbas edilmesine de uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Katolik kiliselerindeki çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarını araştıran Amerikalı gazetecilerin (Boston Globe gazetesindeki Spotlight ekibi) gün yüzüne çıkardığı gerçekler, aslında bu olgunun ve siyasi iktidarların tutumlarının, din ve ülke ayrımı olmaksızın evrensellik taşıdığını gösteriyor. Spotlight ekibinden gazeteci Michael Rezendes, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda, meselenin siyasi yapıyla ilişkisini ise şöyle dile getiriyor: “Biz konuya el attığımızda Katolik Kilisesi hem Boston’da hem de Massachusetts eyaletinde en güçlü kurumdu. Dolayısıyla da siyasi kadrolar ve seçilmişler Katolik Kilisesi ile ittifak içinde olmayı tercih ediyordu. Bu durum hâkimler, savcılar ve polis için de geçerliydi. Herkes ve bütün kurumlar bu meselenin gizlilik içinde üstünün kapatılması için adeta işbirliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; siyasi iklim önemlidir.”
Söz konusu siyasi iklimin belirlenmesinde işbaşındaki hükümetler önemli bir rol oynasa da, bunun tek belirleyen olmadığını vurgulamalıyız. Türkiye özelinde 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesiyle, dünya genelinde ise SSCB ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte yoğunlaşan çok yönlü kapitalist saldırılar altında, işçi ve emekçi kitleler her açıdan örgütsüzleştirilip atomize edildiler. İşçi sınıfının ağır saldırılar ve kapitalist çürüme altında güçsüzlük ve çıkışsızlık hissine kapıldığı bu süreçte, tüm dünyada bizzat devletler eliyle önleri açılan dini tarikatlara da, yaşamak ve ruh sağlığını korumak için sosyal dayanışmaya ihtiyaç duyan insanları avlamak için gün doğmuş oldu. Türkiye’de AKP’nin İslamcı bir iktidar olarak bunun önünü her vesileyle açtığı ve ortaya çıkan pisliklerin üzerini var gücüyle örtmeye çalıştığıysa tartışmasızdır. Ancak bu sorun, vurgulamaya çalıştığımız gibi evrensel bir sorundur ve onu evrensel hale getiren de bizzat kapitalizmdir. Sonuç olarak, her yeri lime lime dökülen bu çürümüş sistem ortadan kaldırılmadıkça çocuklarımıza da, bize de huzur yoktur!
[1] bkz. İlkay Meriç, AKP’nin Eğitimi Ticarileştirme ve Dinileştirme Politikası, MT, Eylül 2014
[2] Karaca’nın 22 Mart tarihli tweeti
link: Zeynep Güneş, Çocuk Tacizi ve Kapitalist Çürüme, 19 Nisan 2016, https://en.marksist.net/node/5037
Yükseltilen Irkçılık ve Burjuva İkiyüzlülük
Sıradan Faşizm