Türkiye işçi sınıfının en kitlesel başkaldırı hareketi olarak tarihe geçen 15-16 Haziran direnişinin 45. yıldönümünü, metal işçilerinin aylardır devam eden mücadelesiyle karşılıyoruz. O gün ayağa kalkan işçilerin başını çeken metal işçilerinin torunları, yükselttikleri mücadeleyle, 15-16 Haziran direnişinin onlarca yıl üzerine ilk kez bu kadar anlamlı bir şekilde yadedilmesine vesile oluyorlar.
Bilindiği gibi 15-16 Haziran direnişi, işçi sınıfının kendi gücünü harekete geçirerek kitlesel bir şekilde tarih sahnesine fırladığı ve dosta düşmana “ben buradayım” dediği ilk büyük başkaldırıydı ve uzun yıllar boyunca da aşılamadı. Türkiye kapitalizminin gelişmesine bağlı olarak 1960’lı yıllarda hızlı bir şekilde büyüyen ve kentlerde kitleselleşmeye başlayan işçi sınıfı, o yıllarda artık bir sınıf olduğu bilincine varmaya başlamış ve yükselttiği mücadele sayesinde, son derece dar sınırlara hapsedilmiş sendikal haklarını burjuvaziyi sıkıştırarak genişletmeye koyulmuştu. Kuşkusuz sınıf hareketindeki gelişmeler salt ekonomik alanla sınırlı değildi. 1961’de 12 sendikacı tarafından kurulan ve tüm ilerici, aydın ve sosyalist kesimleri hızla içine çeken Türkiye İşçi Partisi (TİP), aslında yükselen sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının geçirdiği dönüşümün somut bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştı.
Değişen toplumsal atmosfer işçi sınıfının ruh halini de hızla değiştiriyordu. Nitekim, grev hakkının bile yasalarca engellendiği bir ortamda, 1963 yılında patlak veren Kavel grevi, işçi sınıfının gasp edilen haklarını almak için harekete geçeceği yeni bir dönemin de başlangıcına işaret ediyordu. Yasalarca yasaklanmasına rağmen kendi güçlerine ve haklılıklarına dayanarak greve giden Maden-İş üyesi Kavel işçilerinin iki ay boyunca devam eden büyük direnişi sayesinde, burjuvazi yeni bir grev ve toplu sözleşme yasasını kabul etmek zorunda kalmıştı. Mücadelesi sonucunda elde ettiği bu büyük kazanımı gören işçi sınıfının kendine olan güveninin artması, ilerleyen yıllardaki büyük mücadelelerin de yolunu açacaktı.
Çok kısa bir süre içerisinde onbinlerce işçinin katıldığı yüzlerce grev, yeni ve militan bir işçi kuşağının doğumunu da müjdeliyordu. Bu arada, grev okulunda bilinçlenen işçilerin yükselttikleri militan harekete, devlet güdümlü Türk-İş’in sınıf uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikal anlayışının çerçevesi dar gelmeye başlamıştı. Tıpkı bugün olduğu gibi o gün de sözde “partiler üstü ve siyaset dışı sendikacılık” anlayışının sözcüsü olan Türk-İş, gerçekte devletin ve sermayenin dümen suyundan giderek sınıf hareketini bastırma işlevini üstlenmişti. Buna tepki duyan ve sınıf mücadeleci bir sendikal anlayışı savunan sendikaların Türk-İş’ten ihraç edilmeleri, egemenlerin beklentilerinin aksine sınıf hareketini bastıramayacak, aksine büyük bir sıçramanın önünü açacaktı. Nitekim, 1967 yılında, Kemal Türkler liderliğindeki Maden-İş başta olmak üzere Türk-İş’ten ihraç edilen sendikalar tarafından kurulan DİSK, mücadeleci işçiler için sendikal bir çekim merkezi haline gelecekti. Son derece diyalektik bir şekilde, DİSK, hem sınıf hareketindeki yükselişin bir ürünü olarak doğmuştu hem de bizzat onun varlığı yeni ve daha güçlü bir yükselişin temeli haline gelmişti.[*] DİSK’in kuruluşunu takip eden yıllarda yükselen grev ve işgal dalgası da bu temele yaslanacak ve zirve noktasına 15-16 Haziran direnişiyle ulaşacaktı.
15-16 Haziran, uzun yıllar boyunca cendere altında tutulan, en temel demokratik hakları gasp edilen, düşük ücretlere ve güvencesizliğe mahkûm edilen ve işbirlikçi bir sendikal yapıyla ayaklarına pranga vurulan işçi sınıfının, tüm bu koşullara isyanı sonucu patlak vermişti. Ne var ki onu koşullayan sadece iç faktörler değildi. Türkiye işçi sınıfı dünya işçi sınıfının bir parçasıydı ve dünyadaki gelişmeler doğal olarak onu da etkiliyor, dönüştürüyordu. 1968’lerde tüm dünyayı etkisi altına alan başkaldırı ruhu, Türkiye işçi sınıfını ve gençliğini de es geçemezdi ve geçmemişti. Nitekim o yıllarda bir yandan üniversite işgalleri bir yandan da fabrika işgalleri yaşanıyordu. 68 başkaldırısı, gelgeç bir patlamayla sönümlenmeyecek ve 15-16 Haziran’ın verdiği itilimden de güç alarak, 70’ler boyunca sürecek olan bir devrimci kaynaşmanın önünü açacaktı.
15-16 Haziran direnişini tetikleyen olay, burjuvazinin DİSK’i zayıflatıp yetkisiz bırakmak amacıyla, sendikal barajları yükseltmek de dahil olmak üzere sendikal yasalarda anti-demokratik değişiklikler yapmaya girişmesi olmuştu. Yasa değişikliklerinin mecliste kabul edilmesinin ardından DİSK, işçi temsilcilerinin geniş katılımıyla eylem kararı almış, ne var ki işçiler 17 Haziranda yapılması planlanan büyük protesto mitinginin haberini alır almaz, 15 Haziran sabahı İstanbul ve İzmit’de 100’den fazla işyerinde şalterleri indirip fabrikalardan sokaklara akmışlardı. 16 Haziranda ise başkaldıran işçilerin sayısı iki katına çıkarak 150 bine ulaşmış, egemenler bu seli ordu ve polis gücüyle durdurmaya girişmişti. İsyan eden işçilerin büyük bir bölümünü Maden-İş üyesi metal işçileri oluşturuyordu. Ancak DİSK’e sahip çıkmak için direnen işçiler DİSK üyesi işçilerle sınırlı değildi. Sendikasız ve Türk-İş üyesi işçiler de bu sele katılmışlardı. Yaşanan öyle muazzam bir başkaldırıydı ki, bunu bir devrim başlangıcı olarak gören patronlar korkudan İstanbul’u terk etmeye girişmişlerdi. Bu büyük patlama ancak alınan sıkıyönetim kararı sonrasında DİSK’in işçileri evlerine ve fabrikalarına geri dönmeye çağırması sonucunda yatıştırılabildi. Ardından da, işten atmalar, tutuklamalar ve davalarla burjuvazinin büyük saldırı dalgası geldi. Ne var ki bu azgın saldırıya rağmen egemenler DİSK’i yok edemediler ve yeni sendika yasası hayata geçirilemeden iptal edildi.
15-16 Haziran, Türk-İş’in sınıf işbirlikçi ve devletçi anlayışına isyan eden, grev yasaklarını filli grevlerle aşan, sermaye yasalarının boyunduruğunu kendi gücü ve meşruluğuna olan güvenle parçalayan bir işçi kuşağının yükselttiği militan mücadelenin görkemli bir ürünüydü. Bu başkaldırıyla özgüveni artan işçi sınıfı, 12 Mart 1971 askeri darbesiyle başına balyoz indirilip sindirilmeye çalışılsa da, ilerleyen yıllarda hiç görülmedik bir güçle sermayenin karşısına dikildi. DGM direnişi, onbinlerce metal işçisinin aylar süren grevleri ve daha nice şanlı mücadele, devrimci işçi hareketinin ve sosyalist hareketin şaha kalktığı 70’li yıllarda burjuvaziye kök söktürdü. Ve gerçek bir devrimci durumla yüzyüze kalan burjuvazi, bunun önünü ancak bir faşist darbeyle alabildi. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle egemenler DİSK’in kapısına kilit vururken, işçi hareketine ve sosyalist harekete de ağır bir darbe indirdiler.
Metal işçileri proletaryanın lokomotif gücüdür
15-16 Haziran’ın ve 70’lerdeki büyük grevlerin temel öznesi olan metal işçileri proletaryanın lokomotif gücüydüler ve bu özelliklerini “bu yasalarla grev yapılmaz” denen günlerde 12 Eylül karanlığını yırtarak gerçekleştirdikleri Netaş greviyle de bir kez daha tescil ettiler. Burjuvazi bu gücün örgütlü hale geldiğinde neler yapabileceğini kestirebildiğinden, yaptığı ilk iş, büyük metal fabrikalarını faşist cuntanın tanklarının gölgesi altında Türk Metal denen gangster yapıyla dizginlemek oldu. Maden-İş’in mücadeleci sendikacılık anlayışının tüm izlerini silmek isteyen burjuvazi, metal işçilerini Türk Metal aracılığıyla her yönden kıskaca alarak saldırılarını engelsiz bir şekilde hayata geçirmeye koyuldu.
Tekelci sermayenin, ağır çalışma koşullarını ve kölelik ücretlerini dayatmak, işçi sınıfını örgütsüzleştirmek ve böylece sömürüyü katmerlendirmek için ihtiyaç duyduğu yasaların büyük bir çoğunluğunu MESS aracılığıyla gündeme getirmesi de tesadüf değildir. Taşeron uygulaması, esnek çalışma adı altında kuralsızlığın ve güvencesizliğin yaygınlaştırılması, ücretlerin düşürülüp iş saatlerinin uzatılması, pek çok ekonomik ve sosyal hakkın gasp edilmesi, üç yıllık toplu sözleşme uygulamasının dayatılması hep MESS sözleşmeleriyle gündeme sokulmuş, burjuvazi gelecek tepkiyi metal işçileri üzerinden test etmiştir. MESS aracılığıyla yekvücut hareket eden metal patronlarının bu saldırılarını hayata geçirmekte en büyük yardımcısı ise Türk Metal olmuştur. Patronlar ve devlet eliyle metal sektöründeki en büyük “sendika” haline getirilen Türk Metal, söz konusu saldırılar karşısında metal işçilerini pasifize ederek, bunların büyük mücadelelere konu olmaksızın yasalaştırılmasına birinci dereceden suç ortaklığı yapmıştır.
Ne var ki, burjuvazi her türlü çabayı sarf etse de sınıf mücadelesini ortadan kaldırma kudretine sahip değildir. Egemen sınıfın baskıyla hareketsiz kılmaya çalıştığı ezilen sınıflar, bir süreliğine sessizliğe bürünüp mücadele ruhunu yitirmiş gibi görünseler de, emekle sermaye arasındaki çelişkinin yarattığı basıncın eninde sonunda bir patlamaya yol açması kaçınılmazdır. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir ve geri çekilmeler, yenilgiler, uzun duraklama dönemleri hiçbir vakit bu gerçekliği değiştirememiştir. Nitekim, sınıf hareketinin geri çekilmesine ve sosyalist hareketin güçten düşmesine bakarak, tarihin sonunun geldiğinden dem vurup kendini Babil kulesinde gören burjuvazi, işçi ve emekçilerin son yıllarda dünyanın dört bir tarafında patlak veren isyanları karşısında yeniden devrim ejderhasının soluğunu ensesinde hissetmeye başlamıştır.
Dünyadaki değişim rüzgârları kuşkusuz Türkiye’yi de etkisi altına almaktadır. Değişen ruh hali Türkiye’de de farklı toplumsal kesimler içinde yansımasını bulmaktadır. Kürt halkının yükselen mücadelesi, Gezi’de yükselen hareket, Anadolu’nun çeşitli kentlerinde yükselen sınıf hareketi ve nihayetinde bu yıl başından itibaren metal işçilerinin büyük bir uyanışla sahneye fırlamaları… Tüm bunlar, harlı bir ocağa oturtulmuş düdüklü tencerenin, yıllardır içinde biriken basınca gösterdiği tepkinin işaretleridir.
Aslında Türkiye’de 15-16 Haziran ve sonrasına giden süreci koşullayan iç ve dış faktörlerle bugün yükselen mücadeleyi koşullayan faktörler arasında çeşitli açılardan benzerlikler bulunmaktadır. Dış faktörlere bakıldığında, sınıf hareketinin tüm dünyada genel bir yükseliş sürecine girmiş olduğu, pek çok ülkede emekçilerin kendiliğinden patlamalarla ayağa kalktığı, kitlesel grevlerin yaygınlaştığı, kapitalizme karşı öfkenin daha yaygın bir hal aldığı görülmektedir. İç faktörler açısından da benzer bir durum söz konusudur. 12 Eylül’den bu yana geçen 35 yıl boyunca cendereye sokulan, demokratik hakları gasp edilen, ekonomik ve sosyal kazanımları birer birer geri devşirilen işçi sınıfı, biriktirdiği hoşnutsuzluğu ve öfkeyi patlamalı bir şekilde dışa vurmaya başlamıştır. En sarsıcı tepkiyse metal işçilerinden gelmiştir. 2014 sonunda Türk Metal’in ve Çelik-İş’in imzaladığı satış sözleşmesi, metal işçilerinin biriken öfkesinin hiç beklenmedik bir şiddetle patlamasına vesile olmuştur.
MESS’in saldırı ve dayatmalarına “grev” diyerek yanıt veren Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin grevinin patronların emriyle hükümet tarafından yasaklanması, BMİS’in bu karara boyun eğerek işçileri fabrikalara geri göndermesi, sadece BMİS üyesi işçilerin değil yüz binlerce metal işçisinin öfkesini bilemiş ve bu öfke on binlerce metal işçisinin Bursa’dan yükselip pek çok sanayi kentine yayılan isyanını tetiklemiştir. 15-16 Haziran’da kendi örgütü olarak gördüğü DİSK’e sahip çıkmak için ayağa kalkan işçiler, bu kez benzer bir tepkiyi, bir ihanet odağı olarak gördükleri Türk Metal’i başlarından def etmek için yükseltmişlerdir.
Bir uyanış yaşayan metal işçileri, bugünlerde Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli mücadelelerinden birini gerçekleştirmektedirler. Kendi güçlerine güvenerek öne fırlayan ve Türk Metal’e tahmin edemeyeceği şiddette bir tokat indiren işçilerin bu isyanı kuşkusuz kendiliğindenliğin, örgütsüzlüğün ve deneyimsizliğin tüm yakıcı zaaflarını da içinde barındırmaktadır. Ne var ki bunların hiçbiri, söz konusu hareketin on yıllardır derin bir uyku içinde olan işçilerin içten içe geçirdiği dönüşüme ve kazandıkları önemli deneyime gölge düşürmemektedir. İşçi sınıfının kitlesi yaşayarak öğrenir ve o an bilincinde olmasa da deneyimlediği her olguyu hafızasının derinlerine kaydeder. Hareket geri çekilebilir, hatta yenilgiye uğrayabilir, ama bu durum, bir sonraki adımın çok daha güçlü bir çıkışla yapılmasının önüne geçemez. Ve bu çıkış güçlü bir örgütlülükle ve devrimci öncünün kılavuzluğuyla birleştiğinde, o zaman hiçbir kuvvet tarafından engellenemez hale gelir.
Bugün yaşananlar, 15-16 Haziran büyük direnişinden 45 yıl sonra bir kez daha, işçi sınıfının en militan, en kararlı, kolektif davranmaya ve örgütlenmeye en yatkın kesiminin metal işçileri olduğunu kanıtlıyor. Metal işçileri, burjuvazinin ve bürokrat çetenin yıkılmaz diye düşündüğü Türk Metal duvarını yıkıp geçiyorlar. Bundan sonrasının ne olacağı, işçilerin örgütlülüklerini pekiştirip militan ruh halini muhafaza edip edemeyeceklerine ve sınıf devrimcilerinin harekete müdahale etme güçlerine bağlı. Ancak şurası çok açık ki, bu mücadele bu kadarıyla bile pek çok zengin ve öğretici dersle doludur. Dersin en büyüğünü ise, henüz kendileri de tam olarak bunun bilincinde olmayan işçiler vermiştir. Kuşkusuz bu dersler, almak isteyenler içindir; başka mecralara yelken açmayı bilinçli bir tercih haline getiren küçük-burjuvalar için değil. Proletarya yok oldu, nitelik değiştirdi, devrimci dinamiğini yitirdi diyenlerin; büyük fabrikalardaki sendikalı işçiler ayrıcalıklı kesimlerdir, asıl devrimci dinamik varoşlardır diyen lafazanların; Gezi dinamiğine övgüler düzüp AKP’ye oy veren işçileri gözden çıkaran, hatta devrimden sonra rehabilitasyon kamplarına kapatmaktan söz edecek kadar zıvanadan çıkan küçük-burjuvaların; Gezi ve benzeri hareketlere bakarak yeni toplumsal dinamiklerin peşinden koşanların iflah olacağı yoktur.
45 yıl önce, “Türkiye’de işçi sınıfı yok” diyerek devrimci potansiyeli kent ve kır küçük-burjuvazisinde arayanlar, proleter devrimcilik yerine gerillacılığa savrulanlar, “zinde güçler” peşinde koşanlar, 15-16 Haziran’ın kör gözler için bile görünür kıldığı işçi sınıfı gerçeğini ve onu devrimci bir bilinçle donatıp bu temelde örgütlemek gerektiğini görmek yerine, bu hareketin sönümlenmesine odaklanarak buradan kendi anlayışlarına pay çıkarmaya kalkmışlardı. Ne 15-16 Haziran gibi bir kalkışma ne de sonrasında yükselen işçi hareketi, onların devrimin öncü gücü ve lokomotifinin işçi sınıfı olduğu ve sınıfın devrimci bir temelde örgütlenmesi gerektiği sonucunu çıkarmalarını sağlayabilmişti. Bugün de değişen bir şey olmadığı görülüyor. İşçi sınıfına güvensizlik ve onun devrimci potansiyeline inançsızlık bu kesimlerin alameti farikası olmaya devam ediyor. Kendi meşreplerine uygun bir kulvarda güreşmeyi seçen küçük-burjuva sollar, Gezi hareketiyle kendilerinden geçerlerken ve sınıf üzerine sözde “yeni” teorilere ve örgütsüzlüğe övgüler yağdırıp “yeni toplumsal dinamikler”e dayanan devrim hayalleri kurarken, bugün on binlerce metal işçisinin ayağa kalkmasına onun yüzde biri kadar ilgi göstermemektedirler. Doğrusu işçi sınıfı böylelerinin ilgisine de muhtaç değildir. Hatta gölge etmesinler başka ihsan istemez!
Ne var ki işçi sınıfının kurtuluşu davasına içtenlikle kendini adamak isteyen genç devrimcilerin, henüz dimağları fazlaca bulanmamışken, tüm bunlardan gerekli dersleri çıkarmaları elzemdir. Eski örgütler geçmişte kaldı, şimdi sosyal medya dönemi diyerek Gezi’de sokağa çıkan kitlenin örgütsüzlüğünü sözde bilimsel açıklamalarla meşrulaştırmaya çalışıp bugünün gerçeği ilan edenlere, metal işçileri ağır bir şamar indirmişlerdir. Sosyal medyayı son derece aktif bir şekilde kullanmalarına rağmen bununla yetinmeyip birkaç gün içinde komitelerini kurup sözcülerini öne çıkaran Renault işçileri ve diğer fabrikalardaki işçiler, sınıf disiplininin anlamlı örneklerini sergilemişlerdir. Bizzat fabrikalarda içinde bulundukları üretim süreci, onları yüksek düzeyde kolektif uyum, disiplin, dayanıklılık, ortak hareket etme gibi yeteneklere kavuşturduğundan, bunu ekstra bir çaba harcamaksızın kendiliğinden gerçekleştirebilmişlerdir. Tüm bunlara doğal yatkınlık ne kent ne de kır küçük-burjuvazisinde mevcuttur. Hatta tüm bunlar onlara kendilerini bunaltıp daraltan bir cendere gibi görünür. Sonuçta Gezi kitlesinin vb. davranış kalıplarıyla sanayi proletaryasının davranış kalıpları arasındaki farkı görmek için de metal işçilerinin mücadelesine bakmak yeterlidir.
Karşımızda, sanayi proletaryasının hareketiyle küçük-burjuva hareketler arasındaki farkların karşılaştırmalı olarak incelenebileceği canlı bir laboratuar bulunmaktadır. Ancak, bu laboratuarda yaşanan deney, daha önce yaşanan sayısız deney gibi, döne döne bir başka önemli gerçekliğin de altını çizmektedir: Kendiliğinden hareketlerin sınırları! Sınıf bilincinden ve sınıf mücadelesi deneyiminden yoksun olan genç bir işçi kuşağına mensup olan metal işçileri kendiliğinden bir patlamayla harekete geçmişlerdir ve bu hareket her kendiliğinden hareket gibi pek çok zaaflar ve sınırlılıklar taşımaktadır. Bu zaafların bir bölümü, dediğimiz gibi, deneyimsizlikten ve geçmişin mücadeleci ve devrimci işçileriyle genç işçi kuşakları arasındaki bağlantı kayışlarının kopmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Bir diğer eksiklik, söz konusu işçilerin Türk Metal’in cenderesi altında geçirdikleri uzun yıllar boyunca sendikal bir bilinçten bile mahrum bırakılmış olmaları ve burjuva ideolojisinin tüm saldırıları karşısında en temel savunma mekanizmalarından bile yoksun kalmış olmalarıdır. Bunun sonucu olarak, beyinleri milliyetçilikle ve her türlü önyargıyla doldurulan işçiler, destek ve dayanışma amacıyla yanlarına gelen sosyalistlere ve diğer emek dostlarına karşı bile mesafeli durabilmektedirler. Şuna hiç şüphe yok ki, kendilerini sınıf devrimcilerine kapadıkları ölçüde, mücadeleci işçilerin, var olan örgütlülüklerini pekiştirmeleri ve kalıcı hale getirmeleri, kazanımlarını korumaları ve taban örgütlülüklerine dayanarak kendilerinin söz, yetki ve karar sahibi olacakları bir sendikal yapı oluşturmaları bile mümkün olamayacaktır. Bu engellerin aşılması kuşkusuz sınıf devrimcilerinin görevidir. Bizim işimiz suçu ve sorumluluğu bilinçsiz işçilere atıp kolaya kaçmak değil, yükselen sınıf mücadelesini devrimci bir mücadeleye evriltmek üzere azimle çalışmaktır. Tarihsel gerçekliğe ve haklılığa dayanan bu mücadelede sabırsızlığa, aceleciliğe, umutsuzluğa yer yoktur.
[*] Oktay Baran, Aşılması Gereken Bir Zirve: 15-16 Haziran Direnişi, MT, Haziran 2006
link: İlkay Meriç, 15-16 Haziran’dan Metal İsyanına, 19 Haziran 2015, https://en.marksist.net/node/4285
FIFA, Yolsuzluk, Futbol ve Kapitalizm
Kamu Spotlarıyla Patronları Aklama Çabası