İstanbul’da karlı bir sabah. İşe gitmek zorundayız ve yollar ne yazık ki bizi süründürecek kadar kapalı. Geç kalma telaşıyla fırlıyoruz evden. Aman patron kızmasın! Dondurucu soğukta, bizi alacak bir dolmuşu veya otobüsü sabırla bekliyoruz. Tıka basa gelsin, nefes alamayalım, önemli değil, yeter ki işimize geç kalmayalım! Canımızı dişimize takarak, karlara bata çıka, 8 saat, 10 saat boyunca sömürüleceğimiz işlerimize gidiyoruz, üstüne bir de para vererek.
Ve karlar eridi, havalar düzeldi. Ama biz yine aynı telaş içinde yollara düşüyoruz. öyle çoğuz ki, sığmıyoruz otobüslere, dolmuşlara. Ama bu çokluk bir şey ifade etmiyor bizim için, rahatsızlık dışında. 1917 devrimini yapanlar, 8 Martları, 1 Mayısları yaratanlar, 15-16 Haziran’da sokaklara dökülenler aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Günün sonunda görevimizi yerine getirmiş olarak dönüyoruz evlerimize. Yol boyunca, geçen günü düşünüyoruz belki. Hangi iş yarım kaldı, patron neye kızdı, şunu eksik mi yaptım acaba vs. vs. Evimizdeyiz artık, bundan sonra birkaç saat de olsa bize ait. Geçenlerde bir kitap okumaya niyetlenmiştik, nasıl sömürüldüğümüzü anlatıyordu. Okusak mı acaba? Amaaan, o kadar yorgunuz ki valla hiçbir şey yapacak halimiz yok, en iyisi televizyona takılmak biraz, sonra da sızmak karşısında. Sonrası malum, ertesi gün işgücümüzü satabilecek güçte olabilmemiz için uyumak zamanıdır. Ve işte, yine sabah oldu, aman geç kalmayayım, patron ne der sonra...
çoğumuzun yaşamı hep aynı tekdüzelikte geçer. Yani işten eve, evden işe. Ve yaşamımızı dolduran pek çok şey burjuvazi tarafından özenle seçilerek koyulmuştur önümüze. Yaşamımızın hemen her alanında sistemin pisliklerini görür ve yaşarız da, parçaları bir araya getirip sonuca varamayız. Yani tek tek ağaçları görürüz de ormanı göremeyiz bir türlü.
Peki ya bunların farkında olanlar? Bu yaşamın aslında bir kader olmadığını bilenler? Patronlarımız için ayırdığımız saatlerde gösterdiğimiz disiplin ve özenin ne kadarını kendi sınıfımız için gösteriyoruz? çok kere duymuşuzdur burjuvaların onyılların bile planını yaptığını. Peki ya biz? Değil onyılların, günlerin bile planını yapabiliyor muyuz?
Burjuvazi, işçi sınıfını cahiller, aptallar yığını olarak görüyor. Bizi o kadar çok çalıştırıyorlar ki, okumaya, öğrenmeye, kendimizi eğitmeye çok az vaktimiz kalıyor. Ama kendimize ayıracağımız birkaç saatin bile hesabını yapan patronlara inat, asıl zamanı ve emeği kendi sınıf mücadelemizi anlamaya, anlatmaya ve yükseltmeye ayırmamız gerekmez mi?
Bu sistemin nasıl bir sistem olduğunu, onu yıkıp yerine bambaşka bir dünya yaratmamız gerektiğini biliyoruz. Ama dünyayı değiştirme hedefi ve inancıyla yola çıkıyorsak, işe önce kendimizden başlamamız gerekiyor. Sınıf bilinciyle donanmak, burjuvazinin bize öğrettiği tarihi değil, kendi sınıf tarihimizi öğrenmek; olup bitenleri onun penceresinden değil, kendi sınıf penceremizden görebilmek, gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır etmek istemesine inat, her şeyi görmek ve duymak zorundayız.
Bu tek başımıza irade koyarak yapabileceğimiz bir şey değil. Bunun için, patronların korkulu rüyası olan örgütlülüğü güçlendirmemiz gerekiyor. Ancak bu örgütlü güç sayesindedir ki, patronlar için gösterdiğimiz düzen ve disiplinden çok daha fazlasını kendi sınıf mücadelemiz için gösterebiliriz. Ve bu güç Marksizmin ışığıyla buluştuğunda işte asıl o zaman sadece kendimizi kurtarmakla kalmayacak, bu kapitalist bataklığı kökünden kurutmuş olacağız. Bunu başarmak sabırlı, inançlı ve kararlı bir mücadele ister. Böyle bir dünyanın inşaatındaki tek bir taş olabilme ihtimali bile bu mücadeleye değer.
Sınıfsız, sömürüsüz bir toplum için, kurtuluşumuz için hep birlikte sınıf mücadelesini yükseltelim.
YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELEMİZ!
link: Pendik'ten MT okuru bir işçi, Tek tek ağaçları değil, ormanı görmeliyiz, 9 Mart 2005, https://en.marksist.net/node/413
Ödediğimiz Vergilerin Karşılığı “Hizmet” mi Sefalet mi?
Sverdlov'u Anarken