Türkiye işçi sınıfı hareketinde hem bir dönüm noktası hem de doruk noktası olan 15-16 Haziran direnişinin üzerinden 44 yıl geçti. Aradan yıllar geçmesine rağmen 15-16 Haziran 1970’te işçi sınıfının ortaya koyduğu bu büyük eylem henüz aşılmış değildir. Özellikle kapitalizmin içine girdiği küresel kriz ve kızışan emperyalist savaş koşullarında, işçi sınıfının militan mücadelesinin böylesi önemli deneyimlerini sınıfın hafızasında canlı tutmak son derece önemlidir.
Bugün Türkiye işçi sınıfı burjuvazi tarafından yoğun bir sömürüye tâbi tutulmaktadır. AKP öncülüğünde hızlı bir gelişme kaydeden Türkiye kapitalizmi dünyanın 17. ekonomisi durumuna yükselmiş ve alt-emperyalist bir güç haline gelmiştir. Kuşkusuz bu işçi sınıfının kölelik koşullarında çalıştırılarak yoğun bir şekilde sömürülmesi temelinde gerçekleşmiştir. Burjuvazinin temsilcileri olan AKP, CHP, MHP kendi aralarındaki mücadelede üstün çıkmak için toplumu olabildiğince kutuplaştırarak emekçi kitleleri kendi çıkarları etrafında toplamaya uğraşmaktadırlar. İşçi sınıfı burjuva kutuplaştırmaya alet edilmeye çalışılırken, bunu engelleyecek, işçi sınıfına kendi bağımsız sınıf siyaseti temelinde yön verecek olan sosyalist hareket ise büyük bölümü itibarıyle, bıraktık engel olmayı bu kamplaşmada bir taraf olmayı seçmiştir. Sosyalist hareketin büyük bir kesimi, sınıf içinde çalışmayı bir yana bırakarak, “yeni ve farklı” toplumsal dinamiklerin peşine düşmüştür. İşte bu konjonktürde, işçi sınıfının kendi çıkarları için mücadele sahnesine çıkarak “toplumsal mücadelenin lokomotifi benim” demesinin bir örneği olan 15-16 Haziran direnişinin hatırlatılması, sermayenin yüreğine korku salan bu direnişin genç işçi kuşaklarına aktarılması, sınıf hareketi için çok önemli bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Bu görev, toplumsal kutuplaşmanın işçi sınıfı ve burjuvazi ekseninde derinleştirilmesi ve sınıfın bağımsız siyasi hattının güçlendirilmesi bakımından da önemlidir.
15-16 Haziran neydi, nasıl ortaya çıktı?
15-16 Haziran direnişi 1960’lı yıllardan beri ivme kazanan, güçlenen ve nihayetinde kendini büyük bir direnişle ortaya koyan sınıf mücadelesinin doruk noktasıydı. Bu direniş sadece Türkiye koşullarından vücut bulan bir hareket değildi. 15-16 Haziran, 60’lı yılların ortalarından itibaren tüm dünyada yükselen sınıf hareketinin Türkiye’deki bir yansımasıydı aynı zamanda. Cumhuriyet döneminden 60’lı yıllara kadar yoğun bir baskıya maruz kalan işçi sınıfı, 60’lı yıllarda sanayinin gelişmesiyle bir taraftan kitleselleşiyor diğer taraftan da grev, direniş ve yürüyüşlerle özgüven kazanarak olgunlaşıyordu.
Türk-İş’e bağlı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB), 1961 Anayasasında işçilere grev ve toplu sözleşme hakkı tanınmasına rağmen bu haklara ilişkin yasal düzenlemelerin yapılmamasına karşı 31 Aralık 1961’de Saraçhane Meydanında Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçilerin katılımıyla yüz bin kişilik büyük bir miting örgütledi. Uzun baskılardan sonra işçiler kendi taleplerini ilk defa bu kadar kitlesel biçimde ortaya koyuyorlardı. Bu mitingle birlikte mücadeleci sendikalar Türk-İş’in “partiler üstü ve siyaset dışı” sendikacılık anlayışını bir kenara bırakarak militan bir mücadelenin sinyallerini de vermiş oluyorlardı. Saraçhane mitinginden bir yıl sonra, yasalarda grev hakkı tanınmamış olmasına rağmen gerçekleştirilen Kavel grevinin 36 gün gibi kısa bir sürede kazanımla sonuçlanmasıyla sınıf hareketi yeni bir boyut kazanıyordu. Kavel direnişinde civardaki işçiler de iş bırakarak, çeşitli eylemler yaparak, öğlen azıklarını Kavel işçileriyle paylaşarak görülmemiş bir sınıf dayanışması örneği gösteriyorlardı. İstinyeli mahalle halkının ve işçi yakınlarının her türlü desteği verdiği Kavel işçileri sermayenin ve devletin tüm baskılarına rağmen mücadeleyi kazanıyor ve grev hakkı Meclisten geçerek yasalaşıyordu.
Kavel işçilerinin militan bir mücadeleyle grev hakkını yasalaştırması yükselen sınıf hareketine yeni bir ivme daha kazandırıyordu. Zonguldak Kozlu’daki kömür ocaklarında 10 Mart 1965’te başlayan iş bırakma eylemi ve ardından gelişen eylemler işçi sınıfının militanlaşan eylemliliğinin ulaştığı boyutu ortaya koymaktaydı. 6000 işçinin liyakat zamlarının dağıtımındaki eşitsizlikleri protesto etmek amacıyla başlattıkları eylem, valinin ve askeri güçlerin sindirme girişimine maruz kalıyordu. 12 Martta jandarmanın işçilerin üzerine açtığı ateş sonucu 2 işçi hayatını kaybetti. Bunun üzerine Kozlu’ya yürüyen işçilerin üzerinden savaş uçaklarının alçak uçuş yaparak geçmesi sermayenin işçi sınıfının militanlaşan eylemliliğinden ne kadar korktuğunu ortaya koymuş oluyordu. 15-16 Haziran’ın yollarını döşeyen militan eylemler aralıksız devam ediyor, bu defa da Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde Türk-İş’in uzlaşmacı “siyaset dışı” sendikal anlayışına karşı militan sınıf sendikacılığının ayrımının ortaya konacağı Paşabahçe grevi yaşanıyordu.
Kristal-İş sendikasının işyeri seviyesinde yeni bir toplu sözleşme yapma talebinin işveren tarafından reddedilmesi üzerine 2200 işçi greve çıkmıştı. Türk-İş İcra Kurulu 21 Martta işten atılan işçilerin akıbetini işverenin takdirine bırakan ve grevin başlangıcından itibaren geçen süre için işçilere ücret verilmesi talebini içermeyen bir protokolü TİSK başkanı ile imzalayınca, işçiler bu protokolü tanımadıklarını ilan ederek işgal eylemi başlattılar. Grev sürerken, işbirlikçi Türk-İş merkezi, 28 Martta yayınladığı bir bildiri ile işçilerin greve son verip işbaşı yapmasını istiyordu. Türk-İş’in bu ihanetine karşı çıkan Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Tez Büro-İş sendikaları 6 Nisanda Paşabahçe Grevini destekleme komitesi kuruyorlardı. Yükselen sınıf mücadelesi ve işçilerin militan ruh hali, Türk-İş’in “siyaset dışı” anlayışının sınırlarını aşmış durumdaydı. İşçi sınıfının yükselen bu hareketi sendika yöneticilerini bir tercihe sürüklüyordu. Nitekim işçi sınıfının yükselen mücadelesinin yanında saf tutan sendikalar Türk-İş’ten geçici olarak ihraç oldukları süreçte tamamen koparak DİSK’i kurmuşlardı.
12 Şubat 1967’de Maden-İş, Lastik-İş, Gıda-İş ve Basın-İş yaptıkları ortak olağanüstü kongreyle Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’i kurma kararı aldılar. DİSK kapılarını devrimcilere açarak mücadelenin doğru bir yolda yürümesini sağlayacak bir adım atmıştı. Kısa sürede diğer sendikaları ve mücadeleci işçileri bağrında toplayan DİSK 15-16 Haziran’a giden yolu da döşemiş oluyordu.
DİSK’in kurulması ve mücadeleci işçileri bağrında toplaması, Avrupa’da başlayan ‘68 başkaldırısının da rüzgârıyla, Türkiye işçi sınıfı fabrikaları işgal ediyor, grev ve direnişlerle sermayenin yüreğine korku salıyordu. 68’li yıllar sadece Türkiye’de değil, dünyanın her köşesinde işçi ve öğrenci eylemliliklerine sahne oluyordu. 1968 yılında Fransa’da 8, İtalya’da ise 7,5 milyon işçi grevdeydi. 1969 yılına gelindiğinde Türkiye işçi sınıfı ardı ardına fabrikaları, madenleri işgal etmeye başladı. 1969’da Singer’le başlayan fabrika işgalleri aynı yıl içinde Demir-Döküm, Derby, Gamak, Sungurlar Kazan işgalleri ile sürüyordu. Alpagut Linyit işletmelerini ve Günterm fabrikasını işgal eden işçiler bu işletmeleri kendilerinin oluşturdukları konseylerle yöneterek bu topraklarda da işçilerin özyönetiminin ilk örneğini oluşturmuşlardı.
Yükselen sınıf hareketinin önünü kesmek isteyen Adalet Partisi (AP) hükümeti mücadelenin dinamosu olan DİSK’i fiilen kapatmak için meclise bir yasa tasarısı sunmuştu. Ancak sermaye ve emrindeki AP hükümeti neyle karşı karşıya geleceklerini bilmiyorlardı. Yasanın görüşüleceği 15 Haziran günü 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayan büyük direniş, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan bir başkaldırıya dönüştü. İstanbul, Gebze, İzmit başta olmak üzere fabrikalar durmuş, fabrikalardan boşalan işçiler meydanlara dökülmüştü. Ne polis barikatı ne de askerin tanklarla kurduğu barikatlar kâr etmiş, işçiler tankların üzerinden atlayarak barikatları aşmıştı. Çatışmalar sonucu 3 işçi katledilmiş ve 200 işçi yaralanmıştı, ancak bütün bunlar işçileri durdurmamış, işçiler karakolları basarak gözaltına alınan arkadaşlarını kurtarmışlardı. İki gün boyunca devam eden bu militan eylem, DİSK yöneticilerinin, sıkıyönetim komutanlığının süngülerinin baskısı altında yapmak zorunda kaldıkları çağrıyla sona ermişti.
15-16 Haziran’ın gösterdikleri
15-16 Haziran iki gün süren bir başkaldırıdan çok öte anlamlara sahipti. İşçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkinin derinleşerek büyüdüğü, iki sınıf arasındaki mücadelenin önemli rauntlarından biriydi. Bu büyük direnişle birlikte işçi sınıfı kendi misyonunu bir kez daha ortaya koyuyor ve kapitalist sömürü düzenini yıkacak mücadelede tek öncü güç olduğunu gösteriyordu. 15-16 Haziran günlerine gelene değin yaşanan grevler, direnişler, mitingler işçi sınıfının gücünü ve kendine olan güvenini pekiştirirken, yaşanan bazı fabrika işgalleri ise işçi yönetimini pratik olarak ortaya koyuyordu.
Bir diğer husus da işçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda kendi arasında çatışan ve bu çatışma etrafında toplumu kendi yanına çekmeye çalışan burjuva güçlerin, 15-16 Haziran günlerinde nasıl bir bütün olarak davrandıkları ve kendi düzenlerinin bekası için birleştikleriydi. Kendini işçi-emekçi kitlelere sol diye yutturmaya çalışan CHP, AP hükümetiyle elbirliği ederek DİSK’i kapatmaya, işçi sınıfının yükselen mücadelesine darbe indirmeye çalışmıştır. Burjuva güçler işçi sınıfının oluşturduğu devrimci tehdit karşısında kendi aralarındaki kavgayı bir kenara bırakarak, ordusuyla, polisiyle ve her türlü devlet aygıtıyla sınıf mücadelesini ezmeye çalışırlar. Çünkü toplumda meydana gelen kutuplaşma burjuvazi ve işçi sınıfı eksenlidir. Bir tarafta işçi sınıfının yükselen mücadelesi, diğer tarafta burjuva düzenin bekası.
15-16 Haziran direnişi, görmek isteyen gözlere, devrimin lokomotifinin işçi sınıfı olduğunu göstermişti. Grev, direniş ve çeşitli eylemlerle militanlığını ortaya koyan bu hareket işçi sınıfının devrimci partisinin yaratılamadığı ve hareketle bütünleşilemediği koşullarda ancak belli bir noktaya kadar gelebilmiştir. Geçmişte olduğu gibi bugün de işçi sınıfı dışında dinamik arayanlar sınıfın içinde mücadele etmeyi, sınıfı örgütlemeyi zor ve zahmetli iş olarak görenler, meydana gelen toplumsal olayları yorumlamakta ve okumakta zorlanmaktadırlar.
Öyle ki, Gezi protestolarının 15-16 Haziran direnişiyle eş tutulması bunun bir göstergesidir. Gezi meselesiyle ilgili Marksist Tutum’da çıkan yazılarda meselenin özü ortaya konmuş, Gezi’ye anlamından büyük misyonlar yüklenmesinin yanlışlığının altı çizilmişti. 15-16 Haziran işçi sınıfının kendi talepleriyle alanlara döküldüğü, tekelci sermayenin yüreğine korku saldığı ve onları İstanbul’dan apar topar kaçırdığı bir sınıf hareketiydi. Onu, patronların içinde cirit attığı, “çapulcuyum, çapulcu” diyerek ortalıkta dolandığı bir hareketle karıştırmak, 15-16 Haziran’ı hiç anlamamış olmak demektir. Sosyalist harekete lazım olan Gezi’nin küçük-burjuva ruhuyla CHP ardına yedeklenmek değil, 15-16 Haziran ruhuyla sınıfın bağımsız mücadele hattını örmektir.
15-16 Haziran ruhuyla mücadeleyi büyütelim!
15-16 Haziran direnişin ardından 44 yıl geçmiş bulunuyor: “Bu zaman zarfında işçi sınıfımız sayısal olarak çok daha büyümüş ve o döneminkiyle karşılaştırılamaz bir niceliğe ulaşmıştır. Bu sıçrama yalnızca sayısal büyüklük açısından değil, işçi sınıfının artık toplumun çoğunluğunu oluşturması bakımından da böyledir. Ama bugün aradan geçen onca yıla rağmen işçi sınıfı hareketinin niteliksel düzeyine, bilinç ve örgütlülük seviyesine ve özgüven duygusuna baktığımızda tam tersi bir sahneyle karşılaşıyoruz. Burjuvazi 15-16 Haziran direnişinin intikamını 12 Eylül faşist diktatörlüğü ile fazlasıyla aldı. İşçi sınıfının kesintisiz süren niceliksel gelişimi ile bu diktatörlüğün sonucu olarak çeyrek asırdır süren niteliksel gerilemesi arasındaki karşıtlık her geçen gün kendisini daha da yakıcı biçimde hissettiriyor.
“Bugünün işçi sınıfı geçen dönemlerle karşılaştırıldığında çok daha genç bir bileşime sahip. Ancak bu genç işçi kuşakları ile geçmişin mücadeleci ve devrimci işçileri arasındaki bağ tamamen kopmuş durumda. Diyebiliriz ki, ‘sıfır kilometrede’ bir işçi sınıfı gerçekliği ile karşı karşıyayız. Bir başka deyişle, niteliksel olarak 60’lı yılların başlarına geri savrulmuş durumdayız. Bu büyük bir olumsuzluğu ifade ediyor. Ne var ki, Marksizm, hiçbir olgunun tek yanlı ve mutlak bir olumluluktan ya da olumsuzluktan ibaret olmadığını öğretir. Son derece olumsuz görünen bu tabloyu tersine çevirmek zorunlu olduğu kadar mümkündür de. Geçmişle karşılaştırıldığında çok daha genç, çok daha kentli, çok daha eğitimli, kırla bağını geçmişe nazaran büyük ölçüde koparmış, işçi olduğunun çok daha farkında ve sınıf atlama hayallerinden giderek daha fazla uzaklaşan bir işçi sınıfıdır sözkonusu olan. Geçmişin mücadele deneyimlerinden tamamen yoksun olduğu doğrudur. Ama bir o kadar da ağır yenilgilerin bozucu ve çürütücü etkilerini doğrudan yaşamamış bir genç işçi kuşağıdır sözkonusu olan.” (Oktay Baran, Aşılması Gereken Bir Zirve: 15-16 Haziran, MT, Haziran 2006)
Bugün sermayenin işçi sınıfına yönelttiği saldırılar karşısında henüz güçlü bir mücadele örgütlenememektedir. Çünkü sendikaların ve sosyalist hareketin durumu ortadadır. Bu duruma rağmen işçi sınıfı çaresiz değildir. İşçi sınıfının içinde sabırlı, sebatlı çalışmalar yürüten, geçmişin militan ruhunu genç kuşaklara taşıyan, mücadeleyi ilmik ilmik örerek umutları yeşerten, sınıf mücadelesinde yeniyi temsil eden anlamlı çalışmalar da var. UİD-DER’in (Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği) 15-16 Haziran vesilesiyle ayaklanmanın meydana geldiği semtlerden biri olan Kartal meydanında fabrikalardan, işyerlerinden ve işçi mahallelerinden alana taşıdığı emekçilerle 15-16 Haziranın ruhuna uygun kitlesel ve coşkulu bir anma düzenlemesi, bu tarihsel günü işçilere hatırlatması bu anlamlı çalışmaların güzel bir örneğidir.
Kapitalizm tam anlamıyla çürümüş bir durumdadır ve insanlığı yok oluşa götürmektedir. Fakat ne kadar çürürse çürüsün işçi sınıfının devrimci müdahalesi olmadan kapitalizm kendiliğinden son bulmayacaktır. Kapitalist sömürü düzenine karşı 15-16 Haziran ruhuyla mücadeleyi büyütelim.
link: Hakan Sönmez, 15-16 Haziran Ruhuyla Mücadeleyi Büyütelim, 18 Temmuz 2014, https://en.marksist.net/node/3485
Cumhurbaşkanı Seçimine Giderken