Fransa
Tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da kapitalistler kârlarını arttırmak için işçi sınıfına saldırıyorlar. Burjuva hükümetler bir yandan çalışma saatlerini uzatmak, emeklilik yaşı ve primlerini arttırmak isterken, diğer yandan kamu hizmetleri her alanda kısılmaya ve özelleştirilmeye çalışılıyor. Fransa’da sağcı Raffarin hükümeti uzun süredir 35 saatlik iş haftasını uzatmak, işçi atmayı kolaylaştıran yeni esnek çalışma yasalarını geçirmek, posta ve demiryolu ulaşımı gibi kamu hizmetlerini özelleştirmek istiyor. Bunun yanı sıra, eğitim “reform”uyla, eğitim sistemine saldırılarını da sürdürüyor. Bütün bu saldırılar karşısında Fransız işçi sınıfı 2005’e kitlesel eylemlerle girdi.
Ocak ayından itibaren eylemlere başlayan işçiler, 5 şubatta Fransa çapında 500.000 kamu ve özel sektör işçisinin katılımıyla çok kitlesel gösteriler düzenlediler. 10 şubatta ise, 100.000 öğrenci, eğitim reformuna karşı sokaklara döküldü. Böylece Fransa’da sınıf mücadelesi on sekiz aylık bir uykunun ardından hareketlenme sürecine girdi.
2003 baharından bu yana görülen en kitlesel gösterilerin yaşandığı 10 Martta ise, bu sefer özel sektör işçilerinin de yoğun katılımıyla, sadece Paris’te 150 bin olmak üzere tüm Fransa’da 1 milyonun üzerinde işçi sokaklara döküldü. Toplu taşıma, enerji, eğitim, sağlık ve posta çalışanları eylemlere büyük katılım sağladılar. Paris metrosunda seferlerin çok büyük bir kısmı yapılmadı ve bu büyük kuyruklara yol açtı. Havayolları da grevden nasibini aldı. Paris’in iki büyük uluslararası havaalanı Orly ve de Gaulle’de uçuşlar iptal edildi. Uluslararası hatlarda çalışan trenlerin de grev nedeniyle hareket etmemesi üzerine yurtdışına çıkışlar gün boyunca zorlandı. Sağcı gazete Le Figaro’nun baş sayfa manşeti, “Fransa Felç Oldu” idi.
Bu büyük eylemden bir gün öncesinde de, 5000 bilimci, araştırma ve eğitim fonlarında yapılan kesintileri protesto etmişti. 8 Martta ise 160.000’den fazla öğrenci sokaklara çıkmıştı.
Belçika
Fransa, Almanya, Hollanda, Polonya, İspanya, İtalya, Hırvatistan, Romanya ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen işçiler, 19 Martta Bürüksel’de 80 bin kişinin katıldığı büyük bir mitingde birleştiler. Amaçları, sosyal güvenlik sistemine, çalışma koşullarına, iş saatlerine, ücretlere, eğitim ve sağlık sistemine yönelik saldırıları protesto etmekti. Hedefte, AB Komisyonu’nun iç pazardan sorumlu Hollandalı üyesi Bolkestein vardı. Bolkestein, özellikle hizmet sektörüne yönelik yeni saldırı paketlerinin mimarı aynı zamanda.
Avrupa Sendika Federasyonunun (ETUC) organize ettiği mitingde en geniş katılımı sağlayan ülke, 34.000 işçiyle Fransa oldu. Kuşkusuz bunda Fransız işçilerinin zaten istim üzerinde olmalarının büyük rolü var. Fakat bundan üç yıl önce yapılan benzer bir mitingde, diğer ülkelerden gelen işçilerde turistik geziye gelen insan havası daha hâkimken, bu sefer çok daha mücadeleci bir ruh halinin egemen oluşu, Avrupa’nın diğer ülkelerindeki işçilerin de benzer tepkiler verme eğiliminde olduklarını gösteriyor. Katılım sayısını mümkün olduğunca düşük tutma uğraşı içindeki sendika bürokratlarının çeşitli oyunlarına rağmen, sayının beklenenin üzerinde olması da bunun bir göstergesi aslında.
Sendikaların temel gündemlerinden biri de, çeşitli Avrupa ülkelerinde yapılacak halk oylamalarında, neo-liberal AB’nin sembollerinden biri olarak görülen Avrupa Anayasasının reddedilmesi yönünde oy kullanılması. Ne var ki, çoğu “Sosyalist” ya da “Komünist” partilerin denetimlerinde olan bu sendikaların Avrupa Anayasasına karşı çıkışlarının gerçek anlamda sosyalist bir temeli bulunmuyor. Neo-liberal politikaların terk edildiği, korumacı önlemleri öne çıkaran, “sosyal devlet” anlayışının hâkim olduğu, daha cici bir kapitalizm! Bu reformist anlayışın temel işlevi, harekete geçen işçi sınıfının, sorunlarının gerçek kaynağını sorgulamasının önüne geçmek ve işçi hareketini düzen sınırları içine hapsetmektir.
19 Martta Brüksel iki farklı mitinge daha ev sahipliği yaptı. Bunlardan biri, Avrupa Sosyal Forumunun çağrısıyla dünya çapında örgütlenen savaş karşıtı gösterilerin bir parçası olan mitingdi. 10.000’i aşkın kişinin katıldığı bu gösteri, örneklerini Türkiye’de de gördüğümüz üzere, savaşın emperyalist doğasını tümüyle dışlayan ve genel bir savaş ve şiddet karşıtlığının, yani pasifizmin egemen olduğu bir gösteriydi. Belçika gençlik örgütlerinin örgütlediği miting ise, artan işsizliğin ve ırkçılığın protesto edilmesini esas alıyordu.
Bu üç mitingi de örgütleyenlerin başını çeşitli renkten reformistler çekiyor. 19 Martta, Irak’ta yürüyen emperyalist savaşa karşı çıkışı aynı zamanda işçi sınıfına yönelik saldırılara da karşı koyuşla birleştirme olanağı varken, üç ayrı miting yapılmıştır. Sendika bürokratları, savaş konusunda suskun kalıp, sınıfa karşı saldırıları sözde öne çıkarmışlardır. Pasifist savaş karşıtları ise, emperyalist savaşları durdurabilecek tek gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu gerçeğini karartmak için ellerinden geleni yaparak sınıftan kopuk bir eylem gerçekleştirmeyi tercih etmişlerdir. İşçi sınıfının doğrudan bir parçası olan genç işçi, işsiz ve öğrencilerin, ırkçılığa ve işsizliğe karşı protestolarını Avrupa’nın dört bir yanından gelen sınıf kardeşleriyle birleştirmemeleri ise başka bir garabettir. üstelik bu organizasyonu yapan gençlik örgütleri, yine sendikaların başını çeken partilerin gençlik kollarıdır.
Sendika bürokratları, işçi sınıfını, kendi kontrolleri altında bir baskı unsuru olarak kullanmak istediklerinden, salt sınırları belli mitinglerde bir araya gelecek, bunun dışındaysa asla birleşmeyecek bir güç olarak tutumaya çalışıyorlar.
Sermayenin küresel saldırılarına, işçi sınıfının enternasyonalist militan mücadelesi dışında hiçbir gücün karşı duramayacağı çok açık. Kuşkusuz burada işçi sınıfının devrimci, enternasyonalist bir önderlikten yoksun olması sorunu bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bu eksiklik devam ettikçe, işçi sınıfı ne yazık ki sendikaları işgal etmiş reformist önderliklerin elinde bölünmeye ve burjuvaziye yedeklenmeye devam edecek.
Arjantin
Zanon, bilindiği gibi, Arjantin’deki ekonomik krizin büyük bir halk ayaklanmasına yol açtığı 2001 yılında, fabrika sahibinin iflas edip terk ettiği bir seramik fabrikası. İşçilerin işgal ederek üretimi devam ettirdikleri ve 2001 yılından bu yana başarıyla yönettikleri Zanon, o zamandan bugüne, dünyanın pek çok farklı ülkesinden işçilerin gözünde sembolleşmiş bir fabrika. İşçiler o günden bu yana pek çok tehdide, baskıya maruz kaldılar ama yılmadılar. Hükümetin beş tahliye kararına rağmen üretime devam ettiler ve fabrikalarını savundular. İşçilerin bu militan kararlılığı burjuvaziyi yeni yöntemler aramaya itti. Aslında 1976-1983 yılları arasında hüküm sürmüş olan ve 30 bin insanın canını alan kanlı faşist diktatörlüğün yöntemleri, gerektiğinde devreye sokulmak üzere her daim burjuvazinin yedeğinde duruyor. İşkenceler, adam kaçırmalar, kaybetmeler, öldürmeler. İşte fabrikanın eski sahipleri ve onların temsilcisi olan yerel hükümet, Zanon işçilerini bu yöntemlere başvurarak korkutup sindirmek istiyor.
Son dönemlerde, mücadeleci işçilere yönelik tehdit telefonlarının sayısı hızla arttı ve işçiler bunun bir tesadüf olmadığını söylüyorlar. Hükümet Zanon fabrikasını hedef tahtasına oturtmuş durumda. çünkü burjuvazi, bu fabrikanın işçilerinin yaptıklarının diğer işçilere örnek olmasına daha fazla katlanamıyor ve devletinin gücünü de kullanarak buna bir son vermek istiyor. Arjantin’de krizden sonra pek çok fabrikanın işçileri, Zanon işçisinin yolundan gitmiş, kapatılan fabrikaları işgal edip üretimi devam ettirmişti. Ne var ki hükümet çeşitli yöntemlerle bu tür örneklerin sayısını oldukça azalttı ama yok edemedi. Bugün yaklaşık 200 işletme, işçilerin yönetiminde üretim yapıyor. Zanon da hâlâ işçilerin yönetiminde ve büyük bir örnek teşkil etmeye devam ediyor.
4 Martta, bir Zanon işçisinin eşi, yerel hükümetle de bağlantılı olduğu tahmin edilen dört kişilik bir grup tarafından kaçırıldı. Arabaya bindirilerek kaçırılan kadına, yüzü, elleri ve vücudunun pek çok yeri kesilerek işkence yapıldı. ölümle tehdit edilip serbest bırakılan kadın, 6 Martta, bu kez evinde, yine aynı grubun saldırısına uğradı. üstelik bu saldırı, polis kadının evinin önünde sözde nöbet tutarken yaşandı. Her ne hikmetse, evin arka kapısından giren canileri polis hiç görmemişti!
Patronların ve yerel hükümetin kiralık katilliğini yapan bu adamlar, kadını kullanarak sendikanın önde gelen isimlerini korkutma ve mücadeleden vazgeçirme amacını güdüyorlardı. Zanon’u kana bulayacaklarını söyleyerek, seramik sendikasının genel sekreteri Raul Godoy’u, sendikanın avukatı Mariano Pedrero’yu ve Zanon’un baş temsilcisi Alejandro Lopez’i öldürecekleri tehdidini savurdular.
Bu saldırının ardından, Zanon fabrikasının bulunduğu Neuquen eyaletinde, çeşitli sektörlerden 5000 işçi toplanarak 8 Martta hükümet konağına yürüdü. Zanon işçilerine destek verenler arasında, onları savunmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olduklarını açıklayan metro işçileri de bulunuyordu. İşçi sınıfından bir kadının patron tarafından kaçırtılıp işkenceye uğratılmasını protesto eden bazı kadın hakları örgütleri de, 8 Martta gerçekleştirilen bu protesto eylemine katılarak, Dünya Emekçi Kadınlar Gününü bu anlamlı protestoyla bir mücadele gününe çevirmiş oldular. Tehdit edilen Zanon baş temsilcisi Alejandro Lopez, Neuquen’de yapılan protesto gösterisinde yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bugün Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve ben 8 Mart’ın bizler için ne ifade ettiğine dair bir tek şey söylemek istiyorum. Yoldaşımızın kaçırılıp işkence edilen eşi, kolları, göğüsleri ve yüzü kesilse de, ayağa kalkmaya ve kendisine saldıranlara yapabileceği en iyi yolla karşı koymaya karar vermiştir. Dün, Zanon işçilerine, bugün Neuquen’deki yürüyüşün başını çekeceğini söyledi. Şimdiye dek hiçbir protestoya katılmamış olan ve bugün, Dünya Emekçi Kadınlar Gününde yürüyüşe önderlik eden bu kadın, Zanon işçilerinin ve mücadeledeki tüm yoldaşların zaferini gösteriyor.”
Arjantin’de, Zanon işçilerinin diğer mücadele yoldaşlarıyla birlikte bir mücadele gününe çevirdikleri 8 Mart, belki de bu yıl dünyanın pek çok yerinde çeşitli şekillerde kutlanan 8 Martların en anlamlı olanıydı.
Zanon işçileri tehditlere pabuç bırakmayacaklarını ve fabrikalarını sonuna kadar savunmaya kararlı olduklarını ilan ettiler. Sadece savunmada kalmayacaklarını da duyurdular düşmanlarına. Lopez, konuşmasının devamında şunları söyledi: “Mücadele etmemiz gereken pek çok düşmanımız var: patronlar, bürokratik sendikalar, eyalet hükümetleri ve ulusal hükümet. İnsan haklarından yana olduğunu söyleyen bu ulusal hükümetin ihbar ettiğimiz ölüm tehditlerini ve sakat bırakılan yoldaşımızın durumunu görmezden gelmesini kabullenmeyeceğiz. Durumun daha da kötüye gitmesi pek muhtemeldir, bu yüzden daha güçlü bir şekilde mücadele etmemiz gerekiyor. çarpışmayı, ulusal ve uluslararası düzeye taşıyacağız.”
Zanon işçileri, işçilerin patronlara hiç de ihtiyaç duymaksızın bir fabrikayı nasıl yönetebileceklerini, hükümetten herhangi bir yardım almaksızın üretimi nasıl arttırabileceklerini, üstelik 200 işçiye daha iş olanağı yaratarak o fabrikanın ayakta kalabileceğini bir kez daha tüm dünyaya kanıtladılar. Burjuvazinin korkusu bundan. Ama korkunun ecele faydası yok!
Güney Afrika
Karayolları taşımacılığında çalışan 30 bin işçi, yapılan toplu sözleşme pazarlıklarının tıkanması sonucu 1 Martta greve gitti. Güney Afrika’da şoförler Türkiye’de yaygın olan durumun aksine büyük nakliye firmalarında birer işçi olarak çalışıyorlar. Kamyonlar kendilerinin değil ve tıpkı belediye otobüs şoförleri gibi seferlere çıkıyorlar. Yaklaşık 60 bin işçinin çalıştığı sektörde 30 bin işçinin eylemi oldukça etkili oldu. Tüm ülke çapında yakıt ve malların dağıtımında büyük aksamalar oldu. Grev nedeniyle, marketlerde tükenen malların yerlerine yenileri konamadı. Grevci işçiler, ülke çapında gerçekleştirdikleri çeşitli eylem ve yürüyüşlerle, kararlılıklarını dosta düşmana gösterdiler. Yine bu eylemlerin birinde, Johannesburg’un merkezinde grevci şoförleri dağıtmak isteyen polis, işçilerin üzerine plastik mermilerle ateş ederek 15 işçiyi yaraladı ve 29 kişiyi tutukladı. 4 Martta da, kargo firmalarının önünde gösteri yapan grevcilere polis tarafından ateş açıldı ve 4 grevci yaralandı.
İşçiler, asgari ücretle çalışanlara %10, diğer işçilere %9 zam isterken, işveren asgari ücretle çalışanlara %7, diğer işçilere ise %6,5 zam öneriyordu. Sendika, bu düşük ücretlerin, üyelerini belirtilen yasal sürelerin üzerinde çalışmaya zorladığını, bu nedenle uzun saat direksiyon başında kalmanın şoförlerin kaza yapmasına yol açtığını belirtiyordu. Bunun için, anlaşmaya, gece çalışma saatlerinin düzenlenmesini de dahil etmek istiyordu.
11 gün süren grev sonucunda, işçiler, kararlı tutumları sayesinde, ücret konusunda iki tarafın taleplerinin ortasında anlaşırken, istedikleri diğer iyileştirmelerde taleplerini elde etmeyi başardılar.
Filipinler
Filipinlerin eski devlet başkanı Corazon Aquino’nun ailesine ait Hacienda Luisita şeker rafinerisinde, geçtiğimiz Kasım ayından bu yana devam eden bir grev yaşanıyor. 6000 hektarlık bu şeker plantasyonunda 5000 tarım işçisi çalışırken, aynı işletmenin şeker rafinerisinde 750’yi aşkın işçi çalışıyor. İşletmede çalışan rafineri işçileri CATLU, tarım işçileri ise ULWU adlı sendikalarda örgütlüler. Geçtiğimiz sonbaharda toplusözleşme görüşmeleri başlayan işletmede, CATLU’nun ve ULWU’nun yürüttükleri toplusözleşme görüşmeleri tıkanmıştı. ULWU, Ekim ayında işten çıkarılan ve aralarında sendika yöneticilerinin de bulunduğu 327 tarım işçisinin işe iade edilmesini toplusözleşme görüşmelerinin ilk koşulu haline getirmiş ve patronlar bunu kabul etmemişti. CATLU’nun ücret teklifi de reddedilmişti.
Görüşmelerin tıkanması üzerine, işletmede çalışan bütün işçiler 6 Kasımda greve gittiler. İşveren ve hükümet, 30 günlük bekleme süresine riayet edilmediği gerekçesiyle grevi yasadışı ilan etti ve ardından işçilere saldırılar başladı. 16 Kasımda, 1000’i aşkın asker ve polisten oluşan katiller sürüsünün grev hattındaki işçilere saldırması sonucunda 7 işçi hayatını kaybetti, 16 işçi yaralandı.
5 Ocakta, “kimliği bilinmeyen” silahlı kişiler, grev gözcülüğü yapan işçilere ateş açtılar ve 2 işçiyi yaraladılar. Bu arada, Silahlı Kuvvetler Kuzey Luzon Komutanlığı, grevin “ulusal güvenliği tehdit ettiğini” söyleyerek, işçilere saldırmaya ne kadar hevesli olduğunu gösteriyordu. Hükümet de grevin yasadışı Filipinler Komünist Partisi tarafından yönetildiğini iddia etmeye başlamıştı.
Nitekim Mart başlarında, ordu birlikleri, komünist gerillara yönelik bir operasyon bahanesiyle şeker işletmesinin bulunduğu bölgedeki köyleri kuşatma altına aldı. Asıl amaç, elbetteki greve destek veren köylülere ve işçilere gözdağı vermek ve grevin gördüğü desteği baltalamak için bölgeyi yalıtmaktı.
Sözde, bölgenin güvenliği için terör estiren ordu, her nedense, grevci işçilere destek verdikleri için yine “bilinmeyen kişilerce” öldürülen üç kişinin güvenliğini sağlayamamıştı! Bunlardan biri belediye meclisi üyesiyken bir diğeri rahipti.
Luisita şeker işçilerinin grevi, sendikaların tüm ılımlı yaklaşımlarına ve tavizlerine rağmen beş aydır devam ediyor. Patronlar cephesinin işçilere yönelik baskı ve yıldırma harekâtı da dört bir koldan yürüyor.
link: Marksist Tutum, İşçi Hareketinden: Mart 2005, 20 Nisan 2005, https://en.marksist.net/node/348
Venepal İşçilerin ve Devletin Ortak Yönetiminde
Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü