Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaş süreci olanca hızıyla devam ederken ABD emperyalizmi Asya-Pasifik bölgesinde de savaşı kışkırtmak için uğraşıyor. Aslında 90’lardan bu yana gündemde olan fakat geçtiğimiz aylarda özellikle Batı medyasında öne çıkartılan Kuzey Kore’nin insanlık için ciddi bir nükleer tehdit oluşturduğu yalanını ABD tam da bu amaçla kullanmaktadır. ABD ve genel olarak Batı medyası kamuoyunu bu konuda tam bir dezenformasyon bombardımanına tutarak Kuzey Kore’yi saldırgan bir ülke olarak öcüleştirmiş ve gerginliği kasıtlı olarak tırmandırmıştır. Sonuçta birkaç ay içinde “düşman kardeşler” Güney ve Kuzey Kore neredeyse savaş durumuna gelmiş, bu gerilime Japonya ve Avustralya da dâhil olmuştur. Nihayetinde Çin’in devreye girmesi ve Kuzey Kore’nin tansiyonu düşürücü adımlar atması sonucu hava bir nebze yumuşasa da, ABD emperyalizminin bölgeye yönelik planları değişmediği sürece bu havanın fazla uzun sürmeyeceği açıktır. Ayrıca tansiyon her yükseldiğinde başta ABD olmak üzere müttefikleri Güney Kore, Japonya ve Avustralya bölgedeki mevzilerine daha fazla silah yığınağı yapmakta, silah harcamalarını arttırmakta ve savaş hazırlıklarını hızlandırmaktadırlar.
ABD’nin müttefikleriyle birlikte bölgede yaptığı bu tahkimatın asıl hedefinin Kuzey Kore olmadığı bellidir. ABD’nin ve onu destekleyen Batılı emperyalistlerin gerçek hedefleri hızla büyüyen Çin’dir. Kuşkusuz Çin’in yanı sıra Rusya’yı da listeye eklemek gerekir. İktidara geldiğinden beri emperyalist savaşın kapsamını genişletmek ve Asya-Pasifik bölgesine yaymak için uğraşan Obama yönetimi, geçen yılın başında açıkladığı yeni askeri stratejiye uygun olarak bu bölgedeki pozisyonunu güçlendirmeye çalışmaktadır. ABD emperyalizmi bu sayede, ekonomik alanda en önemli rakibi olarak gördüğü Çin’i kuşatmak, onun yeni nüfuz alanları elde etmesini engellemek ve böylece hegemon konumunu korumak istemektedir. Bu saldırgan ve savaş kışkırtıcısı politikalarına bahane olarak da Kuzey Kore’yi göstermektedir.
ABD ve Batı medyasının propagandasına göre Kuzey Kore’nin elinde kitlesel imha silahları mevcuttur. Ciddi kimyasal silah birikimine sahiptir. Etkili ve orta menzilli balistik füzelere sahiptir ve şimdiden nükleer silah üretimine başlamış bulunmaktadır. En önemlisi de nükleer başlıklı füzelerini ABD’yi vuracak denli geliştirmek için durmaksızın askeri çalışmalar yapmaktadır ve bunu da yakın zamanda elde etmesi muhtemeldir. İnsanlığa sevdalı (!) ABD yönetimi, bu denli tehlikeli silah gücünün “çılgın diktatörlerin” elinde olmasının kabul edilemez olduğunu söylemektedir. ABD’ye göre “vicdanı, aklı ve iradesi hür” uluslararası kamuoyu buna müsaade etmeyecektir.
Bu söylem nedense insanın aklına Saddam’a ve Usame Bin Ladin’e yahut Kaddafi’ye yönelik Batı menşeli karalama kampanyalarını getiriyor. Zamanında “çılgın bir diktatör” olarak resmedilen Saddam’ın, elindeki kitle imha silahlarıyla insanlığa meydan okuması karşısında “vicdanı” rahat etmeyen ABD emperyalizmi, onca insanın ölümüne malolan işgal sonrası Irak’ta bu kitle imha silahlarından hiç bulamamıştı. Aynı ideolojik kara propaganda veya daha moda deyimle psikolojik savaş kampanyası şimdi de Kuzey Kore için yürütülmektedir. Kuzey Kore’nin tam anlamıyla militarize bir toplum ve devlet yapısına sahip olduğu ve Stalinist bürokratik diktatörlüklerin belki de en despotiği olduğu doğrudur. Ancak elindeki tüm silah stokuyla dahi ABD’nin onda biri kadar bile insanlığa tehdit oluşturduğu söylenemez. Asıl ABD emperyalizmi uyguladığı saldırgan politikalarla, dünyanın her bir köşesindeki askeri varlığıyla ve elinde bulundurduğu korkunç nükleer silah kapasitesiyle insanlığı toptan yokoluşa sürüklemeye aday bir güçtür.
Üstelik konuyu Kore yarımadası özelinde ele aldığımızda, Kuzey Kore’nin bu duruma gelmesinde bizzat ABD emperyalizminin birinci dereceden katkısı olduğunu da belirtmek gerekir. II. Dünya Savaşının sonundan itibaren bu yarımadaya yerleşen ABD, Kore halkı için tam anlamıyla bir kâbusa dönüşmüş ve önce Kore savaşında milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş, SSCB’nin yıkılmasının ardından izlediği politikalar ve uyguladığı ambargolarla da Kuzey Kore’nin dünyadan tecrit olmasına ve ekonomisinin çöküşüne sebebiyet vermiştir. Kuzey Kore toplumunun diktatörlerin yumruğu altında paranoyaklaşmasında ve ekonomik gücünün üçte birini silah harcamalarına yatırmasında ABD’nin Kore Savaşında halkı acımasızca katletmesinin ve ülkeyi yerlebir etmesinin, sonrasında da Güney Kore’ye ve bölgeye hiç durmadan askeri güç yığmasının birinci derecede rolü vardır.
Kuzey Kore neden öcüleştirildi?
Bugün Kuzey Kore toplumunun karikatürleştirilerek aşağılanması, ülkeyi yöneten diktatörlerin birer “çılgın” olarak lanse edilmesi ve kendileriyle dalga geçilmesi, ama bir yandan da bu çılgınların tüm dünyayı tehdit edecek büyüklükte bir imha gücünün olduğunun propaganda edilmesi, emperyalizmin ideolojik propagandayla kitleleri manipüle etme gücüne ve ahlâksızlığına, ikiyüzlülüğüne verilebilecek bariz bir örnektir.
SSCB’nin yıkılmasının ardından “komünizm öcüsü”nün yerine “uluslararası terörizm”i koyan ABD emperyalizmi, 11 Eylül olaylarının hemen ardından Bush’un ağzından uluslararası terörizme destek veren “terörist devletler”i ilan etmiş ve bunların birlikte “şer mihveri”ni oluşturduklarını söylemişti. ABD’ye göre bu ülkeler Kuzey Kore, Irak ve İran’dı, ama duruma göre listeye başka ülkeler de eklenebilirdi. Bu söylemi 80’lerin başında Reagan’ın SSCB’ye karşı başlattığı “şer imparatorluğu” kampanyasından devşiren ABD yönetimi, 1990-91 yıllarında Irak için benzer söylemle bir propaganda yürütmüş, 11 Eylül’den sonra da söylemi “terörist devletlerin oluşturduğu şer ekseni” şeklinde revize etmişti. Bu kavramlar ve tekelinde tuttuğu kitle iletişim araçları sayesinde ABD emperyalizmi kendi zorbalığını ve saldırganlığını kamuoyu gözünde meşrulaştırabilmekte, uluslararası hukuka uydurabilmektedir.
ABD, Kuzey Kore için bu kampanyayı 1993 yılında yaşanan nükleer krizden bu yana sürdürmektedir. Çünkü ilk kez bu tarihte Kuzey Kore “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması”ndan (NPT) çekildiğini açıklamıştı. O tarihten bu yana da ABD ve Güney Kore ikilisinin (bu gruba Japonya’yı da katmak mümkündür) Kuzey Kore’yle olan çekişmeleri hiç bitmemiş, hatta zaman zaman iş sıcak çatışma boyutuna kadar gelmiştir. ABD’nin ve “demokratik” Güney Kore’nin iddiası, “komünist” bir diktatörlükle idare edilen Kuzey Kore’nin halkını açlığa sürüklemek pahasına nükleer silah programlarına yatırım yaptığı ve fırsatını bulduğu anda güneyi işgal etmek için 1,2 milyonluk bir orduyu beslediği şeklindedir. Yani ABD destekli Güney Kore tamamen nefs-i müdafaa amaçlı olarak topraklarında 30 bin Amerikan askerinin ve 200’e yakın nükleer başlıklı füzenin bulunmasına müsaade etmekte, yine aynı amaçla Kuzey’i taciz eden ABD ortaklı askeri tatbikatlar yapmaktadır! Buna ABD ve BM tarafından uygulanan ekonomik ambargoyu da eklemek gerekir.
Bugün gelinen noktanın gerçek hikâyesi ise oldukça farklıdır.[*] ABD’nin Kore yarımadasına müdahalesi II. Dünya Savaşının sonlarında başlamıştır. Japonların yenilmesinin ardından adaya yerleşen ABD güçleri, Japonya’nın uyguladığı sömürge yönetimini aynen devam ettirmişlerdir. Ve tıpkı Japonya gibi yerli toprak sahipleriyle az sayıdaki sanayiciye dayanan bir rejim kurmaya çalışmışlardır. Kore’nin 1945 yılında 38. paralel boyunca ikiye bölünmesi de ABD’nin ve SSCB’deki Stalinist rejimin ortak eseridir. Japon işgaline karşı başlayan ve giderek güçlenen ulusal kurtuluş hareketinin devrimci karakteri ve yayılma potansiyeli her iki ülkeyi de tedirgin ettiğinden, tıpkı Doğu Avrupa’da olduğu gibi bu bölgede de Stalinizm emperyalist güçlerle uzlaşarak nüfuz alanlarını paylaşmıştır.
ABD emperyalizmi, 1910’daki Japon işgaline karşı başlayan ve halk komitelerine dayalı olarak gelişen ulusal hareketin Kore Halk Cumhuriyeti’ni kurmasına da şiddetle karşı çıkmış ve Kore’yi işgale başlamıştır. Bunda ulusal kurtuluş hareketinin SSCB’den ve Çin devriminden büyük oranda etkilenmiş oluşunun ve kurulan cumhuriyetin “kızıllığının” etkisi büyüktür. Kapitalizmden kopmuş bir Kore, o dönemde ABD’nin en istemediği şeydi. Oysa Kore halkı onyıllardır süren yabancı güçlerin işgalinden bıkmıştı ve ABD’yi de Japonların devamı olarak görüyor, bölünmüş değil birleşik bir Kore istiyordu. Özellikle kuzeyde SSCB’nin de desteğiyle büyüyen gerilla hareketi ve ona tüm ülkede eşlik eden halk isyanları sonucu 1948’de 38. paralelin kuzeyinde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ilan edildi. Bu süreçte ABD ordusu ve işbirlikçi egemenlerin emrindeki polis gücü halka görülmedik eziyetlerde bulunuyor, binlerce devrimciyi katlediyordu. İktidara ABD eliyle getirilen ve onun kuklası pozisyonundaki Syngman Rhee bu katliamların baş sorumlusuydu.
Muazzam halk desteğini arkasına alan Kim İl-sung önderliğindeki KDHC güçlerinin güneye girmesi (1950) ve zorlanmadan Seul’ü ele geçirmesiyle birlikte ABD açısından işin rengi iyiden iyiye değişmiş oldu. Kısa bir sürede güneyde de halk komiteleri yeniden kurulmuş, tıpkı kuzeyde olduğu gibi toprak reformu uygulanmaya başlamış, toprak ağalarının elindeki topraklara ve fabrikalara el konulmaya girişilmişti. Çin’in BM Güvenlik Konseyi üyeliğine alınmamasını protesto eden SSCB’nin yokluğunu fırsat bilen ABD, BM nezdinde de bir karar çıkartarak KDHC’ye resmen savaş açtı. Buna karşılık Çin de KDHC tarafında yer alacağını ilan etti. 1953 yılına kadar süren savaşta yaklaşık 3 milyon Koreli hayatını kaybetti. ABD savaş uçaklarının aralıksız bombardımanları sonucu kuzeydeki neredeyse tüm yapılar, tarım ve su alanları, tüm barajlar, fabrikalar imha edildi. Hayatta kalanlar mağaralarda yaşamak zorunda kaldılar. ABD bombardımanında II. Dünya Savaşı sırasında kullanılanın toplamından daha fazla bomba atıldı. Vietnam Savaşından daha fazla napalm bombası kullanıldı. Hatta ABD iki kez atom bombası kullanma kararı aldı ve bu kararından kıl payı döndü. Pek çok yerde de kimyasal silahları devreye soktu. Savaş sonrası yapılan incelemeler ve hazırlanan raporlara göre ABD uçakları ortalama günde 500-800 ton napalm atıyorlardı ve alevler kimi yerlerde 100 metre yüksekliğe çıkıyordu. Raporlar ve gazeteler bir alev denizinin içinde yok olan köylerden, sivil yerleşimlerden ve olduğu yerde yanarak kavrulmuş insan kitlelerinden bahseden haberlerle doluydu.
İşte bu koşullarda geçen Kore Savaşı, devreye Çin ve SSCB’nin de girmesiyle sona erdi ve ateşkes ilan edildi. Ancak güneyde ve bölgede konuşlanmış olan ABD askeri güçlerinin varlığı özellikle Kuzey Koreliler için bir kâbus olmaya devam etti. Kuzey Kore halkı, onyıllar boyunca ABD uçaklarının tekrar geleceğinden ve napalm bombalarının alevlerinin her şeylerini yutacağından duyduğu korkuyla yaşamak zorunda kaldı. İktidara yerleşen Stalinist bürokrasinin, halkı ülkenin yeniden inşası ve toplumun askerileştirilmesi yolunda seferber olmaya ikna edebilmesi de bu sayede gerçekleşmiştir. Yaşanan tarihsel travmanın etkisiyle emekçi halk iktidardaki bürokrasinin diktatörlüğüne ses çıkaramamış ve daha büyük bir felâketin korkusuyla içinde yaşadığı baskı rejimine katlanmak zorunda kalmıştır.
Kuzey Kore’nin “nükleer öcü” haline getirilmesi ise 90’lı yıllardan sonra olmuştur. Savaşın bitişiyle SSCB’nin yıkılması arasında geçen yaklaşık 40 yıllık süre boyunca Çin ve SSCB’nin yardımlarıyla sanayisini geliştiren ve yaşam koşullarını belirli bir düzeye çekmeyi başaran Kuzey Kore, Gorbaçov’un ABD ve Batılı güçlerle iyi ilişkiler geliştirmek adına diğer bürokratik diktatörlükleri kaderine terk etmesiyle birlikte ekonomik anlamda ciddi bir darboğaza girmişti. Petrolsüz ve kömürsüz kalan ülkede tarım ve sanayi üretimi durma noktasına geldi. Üzerine gelen sel ve kuraklık felâketleri sonucu 90’lı yılların başlarında milyonlarca insan kıtlık yüzünden hayatını kaybetti. Bu felâketin yaşanmasında iki faktör son derece önemlidir; iktidardaki bürokrasinin kendi ayrıcalıklarından en ufak bir kesinti yapmazken halkın temel ihtiyaçlarını bir yana bırakıp tüm kaynakları balistik füze üretimine yöneltmeleri (Kuzey Kore dünyanın sayılı balistik füze ihracatçıları arasına girmişti) ve ABD liderliğindeki Batının uyguladığı ambargolar. Bu nedenler yüzünden Kuzey Kore’nin 80’lere kadar %20’lere varan oranlarda büyüyen sanayisi çöküşün eşiğine gelmiş, halk en temel tüketim malzemelerinin dahi yokluğunu çekmeye başlamıştır. Bu tabloya, siyasi ve ekonomik olarak sıkıştıkça baskıyı arttıran ve halkın yaşantısını her yönden sıkı bir cendereye alan bürokrasinin despotik diktatörlüğünü de eklemek gerekir.
Bu koşullarda gelinen 1993 yılının Mart ayında Kuzey Kore’nin NPT’den çekilmesinin arka planında da petrol ve kömür gibi enerji kaynaklarına ulaşmasına yönelik ambargonun payı büyüktür. Güney Kore ve Japonya’da ardı ardına kurulan nükleer reaktörleri örnek alan Kuzey Kore enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla 1987 yılında ilk reaktörünü kurmuştu. Fakat 1993 yılının Şubat ayında ABD, eskiden SSCB’yi hedef almış olan füzelerinin artık Kuzey Kore’yi menziline alacak şekilde yeniden konuşlandırıldığını açıklayınca, geçmişteki gibi SSCB’nin koruyucu etkisinden de yoksun kalmış Kuzey Kore yönetimi panik halinde NPT’den çekildiğini açıkladı ve ardından da nükleer silah geliştirmek için bir program başlattığını duyurdu. Bunun üzerine ABD görünürde geri adım atarak, tesisi kapatması ve NPT’ye geri dönmesi karşılığında iki adet hafif su reaktörü inşa etme ve petrol sevketme taahhüdünde bulundu. Kuzey Kore bu teklifi kabul ederek gereğini yerine getirdi, fakat ABD birkaç yıl petrol sevkiyatında bulunduysa da bir süre sonra Kuzey’in nükleer silah geliştirdiğini iddia ederek anlaşmayı iptal ettiğini duyurdu. Bunu BM’nin de dâhil olduğu yeni ambargolar izledi. Takip eden yıllarda da ABD aynı politikayı sürdürdü ve ipleri bir gevşetip bir gererek Kuzey Kore’nin paranoyasını bölgeye yönelik planları çerçevesinde kullandı.
Artan silahlanma yarışı ve savaşın kızıştırılması
İşin aslı ABD emperyalizminin 1950’lerdeki derdiyle şimdiki planları arasında temelde pek bir farklılık yoktur. Kapitalist dünyanın hegemonik gücü olarak ABD, o dönemde SSCB ve Çin’in etki alanının genişlemesini istemiyor ve bu temelde dünyanın her köşesinde “Doğu Bloku” denen ülkeleri kuşatmaya ve kendi nüfuz alanlarını korumaya çalışıyordu. II. Dünya Savaşından büyük bir prestijle çıkan SSCB, dünyanın pek çok bölgesinde ulusal kurtuluş hareketlerinin anti-emperyalist bir karaktere bürünmesinden de aldığı güçle Batılı emperyalistlere meydan okuyordu. Böylesi bir siyasal konjonktürde Asya-Pasifik bölgesindeki mevzilerini ve çıkarlarını koruyabilmek için ABD ve yedeğindeki Batılı emperyalistler, önce Kore’de sonra da Vietnam ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde savaş başlatarak ulusal bağımsızlık hareketlerini boğmaya ve bölgenin tümden SSCB-Çin etkisine girmesini engellemeye çalışmışlardır. Bunun sonucu da bölge halklarının katlanmak zorunda kaldıkları tarifsiz acılar ve milyonlarca insanın ölümü olmuştur.
90’lardan sonra dünyanın değişen dengelerinin yarattığı yeni konjonktürde, hegemonyasını korumak ve rakiplerini geriletmek amacıyla yeni bir stratejiyi adım adım hayata geçirmeye çalışan ABD, bugün de en büyük rakipleri olarak gördüğü Çin ve Rusya’nın etki alanlarının gelişmesini engelleyebilmek ve hatta geriletebilmek adına Asya-Pasifik bölgesinde ciddi bir askeri yığınak yapmakta, mevzilerini güçlendirmekte, bir yandan da Kuzey Kore gibi ülkeleri bahane ederek savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Bu yolla amaçladığı şey, rakipleriyle kıyaslanamayacak denli üstün bir askeri güce sahipken olabildiğince ön almak ve planlarını hayata geçirebilmektir. ABD emperyalizminin bu yolda yapamayacağı “çılgınlık”, göze alamayacağı “delilik” yoktur. Tansiyonun biraz yükselmesi durumunda Kuzey Kore gibi kendisine göre küçük ülkeleri dahi nükleer silah kullanmakla tehdit etmesi boşuna değildir.
Ancak ABD açısından bunlar da yeterli gelmemektedir. Çin’i dengelemek için Hindistan’la arasını iyi tutmaya çalışan ABD, bu sebeple eski yandaşı Pakistan’ın üzerine gitmekte, II. Dünya Savaşından sonra silahlanması yasaklanan Japonya’nın şimdi yeniden silahlanmasına destek vermektedir. Avustralya’yla ise tıpkı İngiltere’yle olduğu gibi askeri bir ortaklığa gitmektedir. ABD benzer adımları Afrika’da da atmaktadır, çünkü burası da Çin’in nüfuzunu arttırdığı ve siyasi etkinliğini yaymaya çalıştığı bölgelerdendir. Ortadoğu’daki güçlerini olabildiğince azaltma yoluna giden ve daha çok müttefiklerini (İsrail, Türkiye, Körfez ülkeleri gibi) öne süren ABD, El Kaide’yle savaş bahanesi altında Afrika’nın 35 ülkesine asker gönderme kararı almıştır.
Kuşkusuz bölgede hâkimiyet kurmak isteyen tek emperyalist güç ABD değildir ve rakipleri olarak zikrettiğimiz Çin veya Rusya gibi ülkeler de ABD’nin bu hamleleri karşısında boş durmamaktadırlar. Çin askeri deniz gücünü geliştirmek için yoğun çaba sarfetmektedir ve Asya-Pasifik bölgesinde güç olabilmek için bu son derece önemlidir. Ayrıca Çin ve Rusya arasında ikili askeri anlaşmalar, silah alış-verişleri yapılmakta ve ortak savunma sistemleri kurulmaktadır. Bunlardan sonuncusu olan ve bölgeye yönelik bir füze savunma sistemi kurulmasını öngören anlaşma, ABD’nin Guam adasına yeni balistik füzeler yerleştirdiğini açıklamasından hemen sonra imzalanmıştır. Deniz gücüne yönelik askeri harcamalarını arttıran sadece Çin değildir. Japonya ve Vietnam da bu kervana katılan ülkeler arasındadır. Çin, Rusya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri silah harcamalarını sürekli arttırmaktadır. Özellikle Rusya, 2008’deki Gürcistan savaşından bu yana kritik konularda tavrını çok daha açıktan belli eden bir politika izlemektedir. Genellikle daha sinsi ve renk vermeyen bir politika izleyen Çin ise, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde artan etkinliği karşısında önümüzdeki dönemde pozisyonunu daha net belli edecek bir söylem kullanacağının işaretlerini vermektedir. Son günlerde ABD-Çin arasında yaşanan “siber gerilim” buna örnektir.
Bu noktada, Kuzey Kore’nin özellikle 2000’lerin başından bu yana bu kadar öne çıkmasının ve açıktan ABD’yi ve onun müttefikleri olan Güney Kore ile Japonya’yı hedef alan, ilk bakışta anlaşılmaz görünen derecede cüretkâr ve saldırgan açıklamalarda bulunmasının ardındaki önemli bir diğer faktörün de Çin olduğunu belirtmemiz gerekir. “Doğu Bloku”nun 90’larda çökmesi ve SSCB’nin sanıldığı kadar fazla olmayan desteğinin kesilmesi, Kuzey Kore’nin tarihsel, siyasal ve ekonomik olarak zaten mevcut olan Çin’e bağımlılığını iyice arttırmıştır. Çin’in Kuzey Kore’yi yöneten üst düzey kadrolar üzerinde ciddi bir etkisinin ve hatta onlarla organik bağlarının bulunduğu açıktır. Dolayısıyla Kuzey Kore’nin iç ve dış politikasının Çin’inkinin benzeri ve uzantısı olduğunu söylemek pek de abartılı olmayacaktır. Çin (ve müttefiki Rusya), çoğu durumda kendi söylemek istediklerini Kuzey Kore’ye söyletmekte, ABD’ye ve Batılı emperyalistlere karşı onu öne çıkartmakta, bu arada el altından Kuzey Kore’nin askeri programlarına da ciddi biçimde destek vermektedir. Emperyalist savaş sürecinin günümüzdeki görünümünün büyük emperyalist güçlerin açıktan birbirleriyle savaşa tutuşmak yerine destekledikleri ve/veya öne sürdükleri çeşitli ülkeler ve/veya grupları çatıştırmak olduğu, kozlarını şimdilik böyle paylaştıkları göz önüne alınırsa, Çin’in ve belli ölçüde de Rusya’nın Kuzey Kore’yi nasıl kullandıkları daha iyi anlaşılacaktır. Nasıl ki Suriye’deki kapışmanın arka planında ABD ve Rusya varsa, Kore yarımadasındaki kavganın gerçek tarafları da ABD ve Çin’dir.
Kuzey Kore’yi despotik bir diktatörlükle yöneten bürokratik sınıf neredeyse her alanda Çin’i kendine örnek almaktadır. Kapitalizme SSCB’deki veya Doğu Avrupa ülkelerindeki gibi “ani” süreçler yerine, Çin’deki gibi “tedrici” bir geçişi kendi varlıklarını ve ayrıcalıklarını korumak açısından daha uygun görmektedir. Kuzey Kore’nin ekonomisi çok zayıf ve siyasi gücü gerçekte çok kırılgan olduğundan, Çin’e göre çok daha yavaş ilerlemekte ve çok daha baskıcı bir rejimi sürdürmektedir. Ama 2000’li yıllardan itibaren Çin’deki gibi serbest ticaret bölgeleri kurmaktan ve sınırlı ölçüde de olsa yabancı sermaye girişine izin vermekten geri durulmamıştır, her ne kadar bunların büyük bir çoğunluğu Çinli burjuvalar olsa da. Çinlileri Ruslar, Taylandlılar ve Japonlar takip etmektedir. Tam sınırdaki tarafsız bölgede, (şimdilerde savaş gerilimi nedeniyle boşaltılmış olsa da) Güney Kore’yle ortak işletilen ve yaklaşık 50 bin işçinin çalıştığı devasa bir sanayi bölgesi bulunmaktadır. Kısacası Çin’in siyasi ve ekonomik çıkarlarla böylesine bağlı olduğu Kuzey Kore’yi ABD’ye yedirmesi pek olası değildir. ABD’nin geçtiğimiz aylardaki ardı ardına yüklenmeleri ve hamleleri karşısında Çin’in nihayet sessizliğini bozması ve ABD’ye “fazla ileri gitme” mesajı vermesi bunun son örneğidir. Çin açısından Kuzey Kore’nin kaybının somut karşılığı, sınırlarına ABD üslerinin kurulması olacaktır.
Asya-Pasifik halklarını bekleyen büyük tehlike
Kuzey Kore’nin, arkasındaki Çin’e ve Rusya’ya güvenerek ABD’ye güya kafa tutması, kimilerince talihsiz bir biçimde, emperyalizme karşı kahramanca mücadele örneği olarak gösteriliyor. Geçmişte Nasır’ın Mısır’ını, Kaddafi’nin Libya’sını, Chavez’in Venezuela’sını ve hatta Saddam’ın Irak’ını sırf ABD’ye karşı diye destekleyenler, şimdi de Kuzey Kore’ye benzer olumluluklar atfediyorlar. Kuzey Kore gibi bir diktatörlüğe olumluluklar atfetmek, işçi-emekçi sınıfların kafasında yaratılabilecek yanılsamanın büyüklüğü bakımından son derece ciddi bir sakınca oluşturmaktadır.
Bölgeyi ve on milyonlarca insanın geleceğini savaşın ateşleri arasında yakmaya hazırlanan emperyalist güçlere karşı işçi-emekçi sınıfların örnek almaları veya desteklemeleri gereken Kuzey Kore gibi diktatörlükler değildir. Tersine bunların işçi sınıfı tarafından toplumsal devrimle yıkılması gerekmektedir. Bu noktada Kuzey ve Güney Kore işçileri, kendi egemenlerini alaşağı etmek üzere verecekleri ortak mücadele temelinde yarımadayı bir işçi iktidarı altında birleştirmeyi hedeflemelidirler.
Bürokrasiye anti-emperyalist vb. olumlu sıfatlar yakıştıran anlayışlar ise elbette bu perspektife yabancıdır. Bunlar aksine Kuzey Kore’de savunulması gereken tarihsel kazanımlardan bahsetmekte, sadece Amerikan emperyalizmine karşı durulmasının otomatikman sosyalizm mücadelesine katkısı olacağını zannetmektedirler. Kimisi Kuzey Kore’yi “en yozlaşmışı da olsa bir işçi devleti” olarak görmekte, kimisi ise planlı ekonominin ve devlet mülkiyetinin sosyalizmin alamet-i farikası olduğu yanlışından hareketle Kuzey Kore’ye olumluluklar atfetmekte, her şeye rağmen halka sağlanan kamu hizmetlerini saymaya başlamaktadır.
Oysa bölge emekçilerinin ve uluslararası işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadele etmek için böylesi ucube “sosyalizm” karikatürlerine ve tepesindeki sözümona anti-emperyalist diktatörlere ihtiyacı yoktur. Bu yanlış anlayışlar, işçi ve emekçi sınıfları ya anti-emperyalizm adına Çin veya Kuzey Kore’deki diktatörlükler uğruna ölmeye ya da Batılı emperyalistlerin sahte demokrasileri adına sınıf kardeşlerinin kanını dökmeye itecektir. Her halükârda emekçiler ve ezilen halklar paylaşım kavgasına tutuşmuş güçlerin habire kışkırttığı emperyalist savaşın kurbanı olacaklardır.
Birleşik ve gerçek anlamda özgür ve demokratik bir ortamda yaşamak isteyen Koreli emekçiler gibi, onların Japon ve Çinli sınıf kardeşlerinin de, Ortadoğu’nun yoksul halklarının da kaderi ve görevleri ortaktır: gerçek bir işçi iktidarı için devrimci mücadeleye atılmak. Dünyayı boyunduruğu altına almış emperyalist-kapitalist sistemin başı olan Amerikan emperyalizminin kafasını ezecek olan da işçi ve emekçi halkların bu kitlesel ve devrimci mücadelesi olacaktır, ellerinden kan damlayan diktatörler değil…
[*] Stephen Gowans Kuzey Kore’yi Anlamak (Global Research, 12 Kasım 2006) ve Kuzey Kore Neden Nükleer Silahlara İhtiyaç Duyuyor (What’s Left, 16 Şubat 2013) adlı makalelerinde (ve bu konudaki bir dizi farklı makalesinde) hikâyenin içyüzünü sarih biçimde ortaya koymuştur.
link: Kerem Dağlı, Emperyalizmin Nükleer Tehdit Öcüsü: Kuzey Kore, Haziran 2013, https://en.marksist.net/node/3282
Dış Borç ve IMF Meselesi
Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken