Kapitalistlerin tüketici memnuniyetini, istek ve taleplerini araştırma –işin aslı pazar alanını genişletme– ya da devletin dönem dönem nabız yoklama gibi ihtiyaçlarına karşılık veren araştırma sektörü, burjuvazi açısından önem kazanan sektörlerden biri durumunda.
Milyarlarca liranın harcandığı bu sektörde, işin hamallığını üstlenen anketörler ise deyim yerindeyse tavşanın suyunun suyunu alıyor. Gazetedeki iş ilanlarını açıp bakarsanız muhakkak günlük ya da anket başı ödeme yapan ve genellikle part-time işçi çalıştıran araştırma şirketlerinin ilanlarını görürsünüz. İlk bakışta ortalama ücretlere oranla yüksek ücretler veriliyormuş gibi görünse de işin aslı öyle değildir. Araştırma projeleri genellikle taşeron şirketlere veriliyor. Bu şirketler de kalıcı eleman çalıştıramadıklarını bahane ederek anketörleri sigortasız, yemek ve yol masraflarını karşılamadan çalıştırıyorlar. Bu işin genellikle geçici olarak düşünülmesi ve her ne kadar bu durum değişmeye başlamış olsa da çalışanların çoğunluğunu öğrencilerin oluşturması bu konuda belirleyici oluyor. Anketörlerin topladığı verileri burjuvazi kârına kâr katmak için kullanırken, kendini işçi olarak dahi görmeyen anketörler yaptıkları işin geçici olduğunu düşünerek avunuyorlar.
Anketör olarak çalışırken, burjuvazi adına topladığınız verilerden ve karşılaştığınız durumlardan sizin de kapitalist sisteme dair fikir edinme şansınız oluyor. Anketler, genellikle meslek, eğitim durumu ve gelir düzeyine göre sınıflandırmalar yapıldıktan sonra, bunlara uygun bölgeler belirlenerek yapılıyor. Haliyle, bir anketör olarak sizin de Florya’dan Gazi Mahallesi’ne kadar çok farklı yerlerdeki yaşamı ve bakışı gözleme şansınız doğuyor. Böylece bir kez daha somutta görüyorsunuz ki, burjuvazi ve proletarya çıkarları ve bakışları hiçbir zaman uzlaşmayacak olan iki karşıt sınıftır.
İşçi mahallelerine gittiğinizde sıcaklık, konukseverlik ve anahtarı kapının üzerinde bırakacak kadar bir rahatlıkla karşılaşıyorsunuz. Burjuva ve uşaklarının mekanlarına gittiğinizde ise müstakbel deneğinizle yüz yüze gelene kadar birçok engeli aşmanız gerekiyor. Kale kapısını andıran bahçe kapısını şans eseri aşabilirseniz, bina kapısına geldiğinizde kapıcı engeliyle karşılaşmanız işten değil. Eğer olur da kapıcıyı ikna edip içeri girebilirsiniz, zilini bastığınız kapıda –şayet hizmetçi çıkmazsa– zincirlerin ve kapı kilitlerinin uzun süren şakırdamaları sonucu yine de tam olarak açılmayan kapıda korku dolu bir çift göz görürsünüz. Bu durumda size düşünecek iki şey kalır. Ya siz korkulacak ucube bir yaratıksınızdır ya da karşınızdaki sizin kim olduğunuzdan bağımsız olarak sınıfının kaçınılmaz tarihsel sonunun korkusuyla yaşayan bir burjuvadır! İşçi sınıfının sömürüsünden elde ettiği artı-değerle lüks ve rahat içinde yaşayan burjuvalar, inşa ettirdikleri küçük kalelerle, ölesiye bir korku içinde olduklarını gösteriyorlar. Tahmin etmesi zor olmasa da böyle yerlerden geri çevrildiğinizi ekleyeyim.
Göze çarpan diğer bir nokta da, her ne kadar burjuvaziyle arasında uçurumlar olsa da, gelişen teknolojinin işçi evlerine de yansıması oluyor. Yapılan hemen her ankette en fazla birkaç maddenin değiştiği ev eşyası bilgileri sorulur. Bu sorulara verilen yanıtlarda tablo genellikle şu şekilde: Çok değil en fazla 15 sene öncesine kadar lüks olan çamaşır makinesinin olmadığı ev yok gibi. Henüz ömrü bile 15 sene olmayan internet yine pek çok eve girmiş durumda. Kıt kanaat geçinen insanların evinde DVD değil ama VCD görmek mümkün. Kısacası kapitalizm, bir zamanların lüks eşyalarını en ücra işçi mahallelerinde dahi temel ev eşyaları haline getirmiş durumda. Bu örnekleri cep telefonu, bulaşık makinesi vb. gibi hayatımıza çok hızlı giren ürünlerle çoğaltmak mümkün. Ancak tüm bunlar, burjuvazi ve proletaryanın yaşam biçimleri, teknolojiden faydalanma olanakları arasındaki uçurumu azaltmış değil. En basitinden kapitalist sistem varolduğu sürece, işçi sınıfı yaşamak için emek-gücünü satan, burjuvazi ise onu sömüren taraf olacak.
Üretici güçlerin gelişimine bağlı olarak kapitalizmin ilk ortaya çıktığı dönemlere oranla artan yaşam standartlarına bakarak, emperyalizmin artık farklı bir niteliğe büründüğü ve dolayısıyla ona karşı verilen mücadelede farklı yöntemler uygulanması gerektiği, ya da işçi sınıfının artık eskisi gibi sömürülmediği ve böylece kapitalizme karşı mücadele verilmesinin anlamsızlığı sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Bir kere, kapitalizm teknolojiyi kâr amaçlı kullanır ve geliştirir. Kapitalizmin nimeti gibi görülen bu ürünler aslında pazar için üretilen metalardır ve bu durumda işçiler de bu metaların hem üreticisi hem de alıcısıdırlar. Bu nedenle, teknolojinin artık en yoksul evlere kadar girmesine ya da “dağdaki çobanın Almanya’daki akrabasıyla cep telefonundan görüşebiliyor olmasına” bakıp kapitalizmin aslında çağdaş ve insani bir sistem olduğunu ya da nitelik değişimine uğradığını, dolayısıyla mücadele yönteminin de değiştirilmesi gerektiğini düşünmek doğru değildir. Bu durum olsa olsa üretici güçlerin ulaştığı gelişkinlik düzeyinin dünyanın her yerinde çok daha müreffeh, eşitlikçi ve yaşanabilir bir toplum kurulabilecekken kapitalizmin kâr hırsının bunun önünde bir engel oluşturduğu gerçeğini göstermektedir. Kapitalizmi yıkıp sınıfsız topluma giden yolu açabilmek için ihtiyacımız olan ışığı Marksizmde aramalıyız.
Ne iş yapıyorsak yapalım, yaşamımızın her alanında mutlaka kapitalist sistemin çelişkilerini, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uçurumları görüyoruz. Gördüklerimizden ne ümitsiz karamsar tablolar ne de bu sistemin yaşanabilirliğine dair sonuçlar çıkaralım. Çok iyi biliyoruz ki teknolojinin gerçekten insan için kullanıldığı, yaşanabilir, insanca bir dünya yaratmak mümkün ve bu dünyaya giden yol, burjuvazinin kâbusunu gerçeğe dönüştürecek olan işçi sınıfının devriminden geçiyor.
link: Bağlarbaşı’ndan bir büro işçisi, Anket İşçileri, 2 Nisan 2004, https://en.marksist.net/node/324
Popstar kime hizmet ediyor?
Bana Gelmez Deme, Sıra Hepimizde!