Almanya
Doğu Almanya’da eski bir demiryolu işçisinin, üzerinde “işsizliğe karşı önlemler konusunda benimle aynı duyguları paylaşıyorsanız 19 Temmuz Pazartesi günü siz de gösteriye katılın” yazan el yapımı bir afişi fotokopiyle çoğaltıp Magdeburg kentinde çeşitli yerlere yapıştırmasıyla, Almanya’nın dört bir yanında, “Pazartesi Eylemleri” adı verilen bir eylemlilik dalgası baş gösterdi. Doğu’da birkaç yüz kişiyle başlayan “Hartz IV” karşıtı bu eylemler, Ağustosta 100 binden fazla işçinin katılımıyla tüm Almanya’ya yayıldı. Adını, 1989 güzünde Berlin Duvarı’nın yıkılmasına yol açan “Pazartesi Eylemleri”nden alan bu eylemler, Eylül ve Ekimde de devam etti. 200’den fazla kente ve kasabaya sıçrayan “Pazartesi Eylemleri”, yerel sendikalardan ve eski Doğu Alman KP’sinin devamı olan PDS’den de destek görüyor.
“Önlem paketi” adı altında sunulan bir saldırı tasarısı olan Hartz IV, adını hükümet komisyonu başkanı ve aynı zamanda Volkswagen firmasında üst düzey yöneticilik yapan Peter Hartz’dan alıyor. Amacı uzun dönemli işsizlik yardımını kısmak olan paket, hükümetin uzun vadeli toplumsal ve ekonomik programının (“Ajanda 2010”) bir parçasını oluşturuyor. Sosyal-Demokrat hükümet, işsizlerin bütçe üzerindeki yükünü hafifletmek için işsizlik ödeneğini ayda 345 euro ile sınırlanmasını istiyor. İşsizlere önerilen şey ise, kamu sektöründe “saatte 1 euro”ya çalışmaları. Böylece sendikasız ve sigortasız olarak kamuda geçici olarak iş verilecek bu işçiler, dilendiği yerde ve dilendiği şekilde kullanılacaklar. Buna olası grevlerde grev kırıcı olarak çalıştırılmak da dahil. Seneye hayata geçirilmesi düşünülen bu tasarı birçok ailenin gelirinde büyük kısıntılar anlamına da geliyor. Bundan en çok da ülkenin doğu kesiminin etkilenmesi bekleniyor. Zira Stalinist rejimin çöküşünden bu yana hâlâ belini doğrultamamış olan doğu kesiminde işsizlik yüzde 20’nin üzerinde (batı kesiminin neredeyse iki katı) seyrediyor. Gerçi Almanya’nın durumu genel anlamıyla da pek parlak sayılmaz. Almanya’da şu anda 4,6 milyon işsiz bulunuyor ve bu sayı, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden bu yana ulaşılan en yüksek sayı.
İşsizliğin doğu kesiminde daha yüksek boyutlarda yaşanması, “Pazartesi Eylemleri”nin bu kesimde daha militan geçmesinde de rol oynadı. Eylemlere en yüksek katılım Eylülün ilk haftasındaydı. Alman hükümeti Eylülün hemen ilk gününde federal bütçedeki “vahim” durumu bir nebze olsun hafifletmek amacıyla Başbakan Schröder ve kabinesinin önceden planladığı %4,4’lük maaş artışından vazgeçildiği açıklamasında bulundu. Bunun ardından gerçekleşen gösterilerde 120 ilâ 200 bin kişi, 223 farklı yerde sokaklara çıktı. Fakat işin asıl önemli kısmı eylemlerin küçük kentlere de sirayet etmiş olmasıydı. En yüksek katılım doğudaki kentlerden geldi: Leipzig, Berlin ve Magdeburg. Aynı gün Paris ve Viyana kentlerinde de dayanışma gösterileri düzenlendi. Öte yandan, Almanya’nın en eski aşırı sağ partisi olan NPD (“neo-Naziler”) de demagojik tarzda kampanyadan nasiplenmeye çalışanlar arasındaydı. Nitekim bunlar bölgesel seçimlerde oy oranlarını (özellikle de eski Doğu Almanya’da) arttırdılar.
Seçimlerin ardından Eylülün üçüncü haftasında yapılan gösterilerde göreli bir düşüş yaşandı. Protestoların örgütleyicileri Ekim ayının ilk Cumartesisinden itibaren “güz eylem günleri” adı altında bir kampanya başlattılar. Protesto hazırlıklarının yapıldığı dönemde Alman burjuva basını, eylemlerin sona erdiğini ilan ederek katılımı düşük tutmaya dönük yalan haberler yaydılar. Tüm bunlara rağmen 2 Ekim Cumartesi günü, Berlin’de 50 bin işçi, yoğun polis ablukası altında sosyal yardım sistemine yönelik saldırıları protesto etmek için yine alanlardaydılar. Polis, yalnızca, ablukaya almakla yetinmeyip, göstericilere saldırdı. Gözaltına alınanlar oldu. Ertesi gün, 5 bin kişinin katıldığı bir başka protesto eylemi daha gerçekleştirildi.
Daha da önemli bir nokta bu eylemlerin yalnızca Almanya ile sınırlı kalmamasıdır. Diğer Avrupa ülkelerinde de yüz binlerce insan benzer saldırılara karşı sokaklara çıktı. Bugünlerde Alman Sosyal-Demokrat hükümeti, bu gösterileri yasaklamanın yollarını arıyor!
Hollanda
Kamu harcamalarında kesinti öngören hükümet planlarını protesto etmek amacıyla Amsterdam sokaklarını dolduran 200 bin işçi, 2 Ekimde ülkenin son yirmi yıldır gördüğü en büyük eylemi gerçekleştirdi.
Eylemlilik süreci Eylül ayından bu yana devam ediyor. Eylülde, 50 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenlendi ve dünyanın en işlek limanlarından biri olan Rotterdam limanı felç edildi. Yine Eylül sonunda kamu taşımacılığı alanında 24 saatlik greve gidildi.
Bütün bunlar, sendikaların devletle ve işverenle uzlaşmaya dayalı bir anlayışa sahip oldukları Hollanda gibi bir ülkede bile, kapitalizmin dünya ölçeğindeki kriz eğiliminin artık uzlaşmaya dahi tahammülünün azaldığını gösteriyor. İşçi sınıfı ya bu saldırılara örgütlü ve militan bir tarzda karşı koyacak ya da yenilgiler birbirini takip edecek.
Venezuela
Venezuela, Chavez’e yönelik darbe girişimlerinin başladığı 2002’den bu yana devrimci bir süreçten geçiyor. Bu süreç, doğası gereği, olağan dönemlerde görülmeyen türde bir canlılığı, hareketliliği, eylemliliği ve duruma özgü talepleri de beraberinde getiriyor.
Bunun bir uzantısı olarak, işçi sınıfının işgal eylemlerine 7 Eylülde bir yenisi eklendi. Sektöründe Latin Amerika’nın en büyük fabrikalarından biri olan Venepal kâğıt fabrikası, işverenin fabrikayı kapatma ve çalışan 400 işçiye ücretlerini ödememe kararı üzerine, işçilerce işgal edildi. Aynı işletme geçen yıl da benzer bir karar almış, bunun üzerine fabrika on bir hafta boyunca işçilerce işgal edilmişti. Venepal, daha önce sektörün %40’ını elinde tutan ve toplam 1600 işçi çalıştıran bir fabrikaydı. Pazar payını yavaş yavaş kaybetmesinin ardından 2003 yazında iflasını açıkladı ve 600 işçiyi işten çıkardı. İşletmenin bankalara ve devlete toplam 130 milyon dolar borcu vardı. İşçilerin geçmiş dönem alacakları da ödenmedi. Bunun üzerine işçiler fabrikayı işgal ettiler ve hükümetin de desteğiyle üretime devam ettiler. Üç ay sonra işverenle devlet arasında varılan anlaşmayla, işgal sona erdirildi, işçilere geçmiş dönem alacakları verildi. Fakat işten çıkarılanlar geri alınmadı ve üretime 400-600 işçiyle devam kararı alındı. Fabrika, devletten aldığı ucuz kredilerle düşük kapasiteli olarak üretimini sürdürmeye başladı. Ta ki geçtiğimiz Eylül ayında kadar.
Eylülde alınan kapatma kararı, aslında fabrikanın çokuluslu bir kağıt tekeline satılmasıyla yakından ilişkili. Fabrikanın tüm malvarlığını satın alacak olan bu kâğıt tekeli, üretimi Colombiya’ya nakletmeyi planlıyor. Bu durumda elbette işçilere de sokağa atılmak düşüyor. İşçiler bunun üzerine fabrikayı işgal ederek bizzat yönetmeye başladılar. 16 Eylülde başkent Caracas’a giden 100 kişilik bir temsilciler heyeti, Çalışma Bakanlığı önünde toplanarak işletmenin satılmasını protesto ettiler ve fabrikanın işçi denetimi ve yönetimi altında devletleştirilmesi talebini yükselttiler.
İşçiler, 5 bin hektarlık dev bir arazi üzerinde, otelinden okuluna, lojmanlarından spor tesislerine ve tarım arazisi olarak kullanılacak hektarlarca alana sahip olan bu tesisin, bölge işçi ve köylülerinin yararına kullanılmasını istiyorlar. Burada üretilecek kâğıdın, açılan devlet okullarında ve üniversitelerinde ucuz bir kaynak olarak kullanılmasını, tarım arazisi olarak kullanılabilecek kısımların köylü kooperatiflerine dönüştürülmesini, binalardan her düzeyde okul olarak yararlanılmasını talep ediyorlar.
Venepal İşçileri bu mücadelelerinde yalnız değiller. Aralarında Ford, Pirelli, Coca-Cola, General Motors gibi pek çok fabrikanın işçi temsilcilerinin ve sendikacıların da bulunduğu kalabalık bir topluluk 6 Ekimde Valencia’da bir araya geldi. Toplantının amacı Venepal işçileriyle dayanışmanın örgütlenmesiydi. Toplantıda, bir çok fabrika adına Venepal işçilerine maddi yarımda bulunuldu.
Bu toplantıda ayrıca, Venepal’in işçi yönetimi ve denetimi altında devletleştirilmesi çağrısında bulunan bir bildirge hazırlanarak, UNT işçi konfederasyonuna üye bütün işyerlerinde Veneapl işçileriyle dayanışmayı örgütleyecek toplantılar yapılması, işçilerin eylemlerine katılınması ve 16 Ekimde Venepal’de büyük bir dayanışma yürüyüşü düzenlenmesi kararlaştırıldı. Toplantının sonunda sendikacılar, “Veneapal’in işçi denetimi altında devletleştirilmesi” sloganı altında, ulusal ve uluslararası bir dayanışma kampanyası çağrısında bulundular.
Venezuela’da devrimci durumun nereye evrileceğini işçi sınıfının mücadelesi belirleyecek. İşçi denetimi ve yönetimi, bankaların ve büyük tekellerin devletleştirilmesi gibi talepler, Venezuela’da da görüldüğü üzere, devrimci durumlarda geniş bir destek bulabiliyor. Venezuela’da elbette işçi sınıfı iktidarda değil ve devlet de onun devleti değil. Ne var ki, devrimci süreç içinde işçi yönetimi ve denetimi altında devletleştirme taleplerinin yükseltilmesi, işçi sınıfının bilincinin ilerletilmesi bağlamında büyük önem taşıyor. O herşeyi üretenin kendisi olduğu gibi yönetenin de kendisi olabileceğini bu sayede görebilecek, bugün fabrikasını yönetiyorsa kendi devletini de bir bütün olarak yönetebileceğini bu mücadele süreci içinde kavrayabilecek ve mücadelesini o noktaya yönlendirecektir. Kuşkusuz bütün bunların olabilmesi, işçi sınıfının bu süreçte doğru yola kanalize edilmesi ve bilincinin bulandırılmaması için enternasyonalist komünist bir önderliğe ihtiyaç var. Bu ihtiyaç, bir devrimci durumdan geçmekte olan Venezuela işçi sınıfı için en yakıcı noktaya ulaşmış durumdadır. Venezuela’da devrimci sürecin kaderi bu örgütlülüğün bir an önce oluşturulmasına bağlıdır.
Nijerya
Dünyanın en büyük altıncı petrol üreticisi olan Nijerya’da, akaryakıt fiyatlarına yapılan %25’lik zammın geri alınması için, Nijerya İşçi Kongresinin (NLC) çağrısıyla dört günlük genel greve gidildi. Akaryakıta zam gelmesi, ulaşımdan yiyeceğe, ısınmadan yemek pişirmeye, aydınlatmaya kadar her şeyin pahalanması anlamına geliyor. 120 milyon nüfuslu Nijerya, nüfusun %70’inin günde 1 doların altında bir parayla yaşamını sürdürmeye mahkûm edildiği bir ülke. Ve böyle bir ülkede akaryakıta yapılan her zam, milyonlarca insanın sefaletini daha da arttırıyor.
11 Ekimde başlayıp 14 Ekimde sona eren genel grev boyunca, bankalar, mağazalar, devlet kurumları ve pek çok işyeri kapandı. NLC liderleri, grev boyunca “evde oturun” çağrısında bulunmalarına rağmen işçilerin sokaklara dökülmesini engelleyemediler. Pek çok NLC liderinin yanı sıra başkan Adams Oshiomhole’nin de polis tarafından gözaltına alındığı ve ciddi biçimde tartaklandığı grevde, birçok işçi tutuklandı.
Kaduna kentinde, polisin açtığı ateş sonucunda 12 kişi yaşamını yitirirken pek çok işçi yaralandı. Polis işçilere saldırdığı gibi, patronlar tarafından kiralanan silahlı çetelerin saldırılarına da göz yumdu.
Bu genel grev, Nijerya’da akaryakıt fiyatlarındaki artış nedeniyle son 18 ayda yapılan üçüncü genel grevdi ve bir eylem planının başlangıç aşaması olarak tasarlanmıştı. Dört günlük bu genel grevden iki hafta sonra eylem takviminin başka bir aşamasına geçilecek. Kuşkusuz tüm bu aşamalar, işçi sınıfının mücadele gücünü zayıflatmaya ve öfkesini yatıştırmaya hizmet ediyor.
Bugün NLC en büyük muhalefet gücü işlevini görüyor. İşçilerin yanı sıra öğrenciler de NLC etrafında seferber oluyorlar. Fakat tüm bu destek, onun kitle hareketini pasifleştirici ve kontrol altına alıcı doğasını görmemizi engellememeli. İşçi sınıfı içindeki desteğine ve güçlü bir muhalefet odağı olmasına bakarak onun bir partiye dönüşmesini ve mevcut iktidar karşısına bir alternatif olarak çıkmasını isteyenler var. Oysa NLC önderliği, son yıllarda defalarca genel greve giden, sokaklara dökülen, polisle çatışan, bu uğurda şehitler veren Nijerya işçi sınıfının militanlığını köreltmekten ve onu düzen sınırlarına hapsetmekten başka hiçbir işlev görmüyor. Nijerya işçi sınıfının bir partiye ihtiyacı olduğu şüphesiz. Ama onu, köleliğinin daha iyi koşullarda devam etmesi için değil, prangalarını kırıp atarak kapitalizmi yıkması için örgütleyecek ve seferber edecek devrimci bir işçi partisine.
Çin
Tianwang Tekstil Fabrikasında (şirketin yeni adı China Resources) çalışan çoğu kadın 6 binden fazla tekstil işçisi, 14 Eylülden bu yana grevdeler. Fabrikanın el değiştirmesi sonucunda dayatılan sözleşmelere karşı çıkan işçiler bir aydır fabrikadaki tüm üretimi durdurmuş durumdalar. Fabrika kapılarında 200 kişilik ekipler halinde 24 saat nöbet tutan işçiler, gün boyunca sloganlar atıyor, şarkılar söylüyorlar.
Tianwang Tekstil Fabrikası son dönemlere kadar 7 bin işçinin çalıştığı bir devlet işletmesiydi. Üç yıl önce fabrika anonim şirkete dönüştürülerek özelleştirilmesine zemin hazırlanmış oldu. Aynı esnada işçilere fabrikanın hisselerini satın almaları yönünde baskı yapıldı. Bu yılın başlarında China Resources şirkete talip olduğunda, fabrika yönetimi işçilere sahip oldukları hisseleri satın alırken ödedikleri bedelin %25’ine bu şirkete satmalarını emretti. Bu koşullarda bir satışa karşı çıktıkları için eski yönetim tepeden gelen emirlerle birkaç kez değiştirilmiş ve yerine satış anlaşmasını onaylayacak bir yönetim atanmıştı. Böylece China Resources, Tianwang’ı bedelinin dörtte biri bir fiyatla satın almış oldu.
Çin’de işlerin nasıl yürüdüğünü ve kimilerince “işçi devleti” olarak değerlendirilen bu devlette işçilerin nasıl bir fonksiyonu olduğunu görmek bakımından şu ayrıntıyı da aktaralım.
Çin Halk Cumhuriyeti yasalarına göre, bir şirketin satış anlaşmasının yapılabilmesi için, ilgili fabrikada İşçi Kongresinin toplanması ve anlaşmayı onaylaması gerekiyor. Ayrıca oylamanın tüm işçi delegeleri tarafından, gizli oyla yapılması gerekiyor. Oysa söz konusu satışta, fabrika yönetimi oylamanın sadece seçilmiş bir delege azınlığı tarafından yapılmasını dayattı. Seçilen delegeler satış anlaşmasını onaylamayı reddettiler. Bunun üzerine yönetim tarafından bir odaya kapatılan işçilere, China Resources ile birleşme onaylanana kadar kimsenin odayı terk edemeyecekleri söylendi. Böylece işçiler birkaç saat sonra anlaşmayı onaylamak zorunda kaldılar. Bu arada “devletleri” onları 100 yuanlık bir kuponla ödüllendirmeyi de ihmal etmedi kuşkusuz!
Nihayetinde fabrikayı satın alan China Resources’un ilk işi fabrikadaki sendikayı ve parti komitesini tanımadığını açıklamak oldu. Doğrusu tüm bu süreç boyunca sendikanın tavrı zaten, sorumluluktan kaçmak ve bu işten kazasız belasız sıyrılmaktı. Dolayısıyla yeni yönetimin sendikaya yönelik dışlayıcı tutumu, devletin göstermelik bir kurumu olan sendikayı pek ilgilendirmiyor.
China Resources yönetimi şimdi işçilerin ücretlerini düşürmek ve daha önceki kıdem sürelerini sıfırlayarak geçmişe dönük kıdem tazminatlarını yakmak istiyor. Böylece çoğu on yıldır bu fabrikada çalışan işçiler, bu düşük ücretlerle yeni çalışmaya başlamış görünecekler ve gelecekte kıdem tazminatlarını bu ücretler üzerinden, yıl başına bir aylık ücret olarak alacaklar. Bunun yanı sıra patronlar, yeni işe başlayacak işçiler için deneme süresini altı ay olarak kabul ettirmek ve bu süre boyunca işçilere normal ücretin %60’ını ödemek istiyorlar. Daha da önemlisi, işçilerin emeklilik ve sigorta primlerini ödemek istemiyorlar.
Grevin dördüncü gününde, fabrika kapılarına, basınçlı su sıkan panzarler eşliğinde 1000 kişilik bir polis gücü yığıldı. Bunu haber alan işçiler, aileleriyle birlikte kapılara geldiler. İşçilerin böyle kitlesel bir tepki verebileceğini pek beklemeyen polisler geri çekilmek zorunda kaldılar.
İşçilerin talepleri şunlar:
· Pekin’deki merkezi hükümetin, satışta herhangi bir mali uygunsuzluk olup olmadığını incelemek üzere bir teftiş heyeti göndermesi,
· Deneme süresinin kaldırılması ve işçilere daha adil bir sözleşmenin sunulması
· Kıdem durumlarının korunması
· Devlet işçisi statüsünü kaybetmelerinden kaynaklı kayıplarının telafi edilmesi
· Şirketin emeklilik ve sigorta primlerini ödemeye devam etmesi
· Şirket tarafından dayatılan sözleşme İş Yasasını ve Sendika Yasasını ihlal ettiği için, üretimin durdurulduğu süre boyunca uğranacak kayıplardan ve işçilerin grevde geçen günlere ilişkin ücretlerinden China Resources’un sorumlu olması
Bu grevin başarısı ve işçilerin mücadeleyi kararlılıkla sürdürmeleri, yalnızca China Resources işçilerini değil fabrikanın bulunduğu bölgedeki, hatta Çin’deki tüm fabrikaları ilgilendiriyor. Çünkü benzer durumda olan birçok fabrika var ve yüz binlerce işçi aynı hak gasplarıyla ve işten atılma tehdidiyle yüz yüze.
Milyarlarca işçinin yaşadığı Çin, gelecekte patlamalı sınıf mücadelelerine gebe, uyanmaya başlayan bir dev. Kapitalizme entegrasyonu, işçi sınıfının kemikleri üzerine basılarak son sürat gerçekleşmekte olan bu ülkede, inanılmaz kötü çalışma koşullarıyla, 12 saati aşan ve gece-gündüz dinlemeyen çalışma saatleriyle, korkunç düşük ücretlerle ve en güvenliksiz çalışma ortamlarında vahşi bir sömürü gerçekleştiriliyor. Emperyalist tekellerden orta ölçekli firmalara varıncaya kadar 400 bin yabancı şirket, Çin’in ucuz işgücünü sömürmek için yatırımlarını bu ülkeye kaydırmış durumda. Bugün Çin’de yaklaşık 80 milyon işçi, sayıları 2 milyonu bulan özel şirketlerde çalışıyor. Yaklaşık 800 milyonluk işgücüne sahip olan Çin’de, işsizlik oranı %10’lar civarında seyrediyor. Yani 80 milyon işçi işsiz durumda. Devrimin 55. yıldönümünde Çin işte böyle bir manzara arz ediyor.
Kendilerini bekleyen açlık ve sefaletin tepelerinde Demoklesin kılıcı gibi sallandığı Çin işçi sınıfı bugün çok güçlü olmasa da ses vermeye başlamış durumda. Bu dev tam uyanışa geçtiğinde onu ne bürokratlar sınıfı ne de kapitalistler sınıfı kolay durdurabilecek.
Güney Afrika
Güney Afrika’da ülke tarihinin en büyük grevlerinden biri gerçekleşti. Tüm ülkede 800 bin kamu görevlisi hükümetin ücret teklifini protesto etmek için 16 Eylülde iş bıraktı ve sokaklara çıktı. 1999’da yapılan son büyük grevde 400 bin kamu çalışanı greve gitmişti.
Aralarında öğretmenlerin, sağlık çalışanlarının, polislerin ve gardiyanların da bulunduğu 1 milyondan fazla çalışanı temsil eden sekiz kamu çalışanları sendikası ilk defa birlikte hareket ettiler. Sendikalar %7’lik bir ücret artışı talep ediyordu.
Grev boyunca tüm büyük şehir merkezleri yürüyüşlere sahne oldu. Öğretmenlerin, hemşirelerin, belediye işçilerinin ve diğer kamu çalışanlarının katıldığı grevden en çok eğitim sektörü etkilendi.
Eylül sonunda, hükümetin ücret artış teklifini %6’dan %6,2’ye çıkarması sonucunda, sekiz kamu sendikasından beşi üç yıllık anlaşmayı kabul etti ve grev sona erdi. Bu beş sendika, kamu çalışanlarının %75’ini temsil ediyor. 2005 ve 2006 yıllarındaki ücret artışı öngörülen enflasyonun %0,4 fazlası olacak.
Anlaşmayı imzalamayı reddeden üç sendikadan birisi Güney Afrika Polis Birliği (SAPU) iken diğeri hemşireler sendikası Denosa. Bu sendikalar, “kölelik anlaşması” diyerek anlaşmayı imzalamayı reddettiler.
İsrail
İsrail grevlerle dolu bir ayı geride bıraktı. Filistin halkına karşı yürütülen haksız savaşın gölgesinde kalan ülke içindeki sınıf mücadelesi, İsrail burjuvazisinin sunmaya çalıştığı güllük gülistanlık tabloya karşın Eylül ayında kendisini bir kez daha belli etti. 5 binin üzerinde vergi dairesi çalışanı, yapılan yeni düzenlemelerin yüzlerce işçiyi işinden edeceğini belirterek 1 Eylülde greve çıktılar. Grev Histadrut (İsrail’deki genel işçi federasyonu) ile vergi daireleri yönetimi arasındaki anlaşmayla ertesi gün sona erdi. 9 Eylülde ise Histadrut 2005 devlet bütçesinde 700 bin işçiyi ilgilendiren bir kesintiye gidileceği ve emeklilerin durumunun kötüleşeceği gerekçesiyle ülke çapında iş anlaşmazlığı ilanında bulundu. İsrail yasalarına göre resmi ilandan 2 hafta sonra işçiler greve gidebiliyor. Ancak işçilerin nasıl bir senaryoyla karşılacakları grevden bir hafta önce sendika konfederasyonu (Histadrut) başkanı Peretz’in “federasyonumuz grevin dostane bir havada geçmesi için elinden gelen gayreti gösterecektir” şeklindeki açıklamalarından sezinlenebilirdi. 13 Eylülde, Mayıs ayından beri maaşlarını alamayan ve ödenekleri sekiz aydır ödenmeyen kuzey İsrail’deki itfaiye işçileri de greve çıktılar. 20 Eylüle gelindiğindeyse Histadrut ertesi gün kamu sektöründe grev yapılacağını beyan etti. Ancak, 7 bine yakın diyanet işleri çalışanı maaşlarının ödenmediği gerekçesiyle bir gün öncesinden greve çıkmıştı bile. Ertesi günkü greve okullar hariç her sektör; tüm bakanlıklar, hava, deniz ve tren taşımacılığı, yerel yönetim birimleri, tüm bankalar, diyanet işleri, hastaneler, limanlar, postaneler, mahkemeler katıldı. Fakat grev yalnızca 36 saat sürdü ve Türkiye’yi hatırlatan bir kararla, Ulusal İş Mahkemesinin sonlandırma kararının ardından, Histradut gün boyu işçiler arasında yürüttüğü sakinleştirme operasyonuyla grevlere son verdi. Böylece Nisan 2003’ten beri üçüncü ülke çapındaki grev de sona ermiş oldu. İsrail burjuvazisi tarafından maliyeti 300 milyon dolar olarak açıklanan grev sonucunda işçilere maaşlarının 30 Eylülde ödenmesi kararlaştırıldı.
link: Marksist Tutum, İşçi Hareketinden: Eylül-Ekim 2004, 15 Ekim 2004, https://en.marksist.net/node/318
Van’dan Merhaba
Marksist gençliğin ateşini her yerde tutuşturalım!