Sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, kuralsız çalışma, iş saatlerinin uzaması, gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması vb. kötü çalışma koşulları nedeniyle iş kazaları sonucunda gelen ölümler her geçen gün artıyor. Dünyada her 15 saniyede bir işçi hayatını kaybediyor. Üstelik tüm bunlar teknolojinin geliştiği, insan hayatını kolaylaştıracak türlü türlü ürünlerin üretildiği bir yüzyılda yaşanıyor. Sermaye sınıfının ışıltılı dünyası, işçilerin emeğiyle daha bir parıldarken, işçilerin hayatları kararıyor. Patlamalarda, yangınlarda dağlanan vücutlar tanınmayacak hale geliyor. Meslek hastalıkları binlerce işçinin hayatını katlanılmaz kılıyor. Analar, babalar kendilerinden önce evlatlarını toprağa koymanın acısını yaşıyor.
İşçilerin can ve sağlık güvenliği güya yasalarla güvenceye alınmış durumda. Örneğin Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), iş sağlığı ve iş güvenliği hususunda imzacı devletlere, “Her çeşit işte çalışan işçilerin, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik hallerinin muhafazası ve geliştirilmesi; çalışma koşullarından ötürü işçilerin sağlıklarını yitirmelerinin önlenmesi; çalışma sırasında, işçilerin sağlıklarını olumsuz yönde etkileyecek etmenlerden korunmaları; işçilerin fizyolojik ve psikolojik yapılarına uygun işe yerleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi” yükümlülüğünü getiriyor. Ama sıra uygulamaya geldiğinde tüm bunlar kâğıt üzerinde kalıyor. Ne burjuva devletler ne de sermaye yükümlülüklerini yerine getiriyor. İşçilerin sağlıkları da hayatları da kapitalistlerin umurunda değil.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) iş kazalarının gelişmiş ülkelerde azalmasına karşılık, dünya çapında arttığına dikkat çekiyor. Bunun nedenini de “hızlı kalkınma ve küreselleşmenin getirdiği rekabetçi baskı politikaları” olarak açıklıyor. ILO araştırmalarına göre dünyada her 15 saniyede bir işçi, günde 6300 işçi ölüyor. Her yıl 2,3 milyondan fazla işçi, iş kazaları veya meslek hastalıkları nedeniyle hayatını kaybediyor. Kanserojen bir madde olan asbest (amyant) her yıl 100 bin işçinin hayatını çalıyor. Diğer kimyasallardan ve çeşitli maddelerden kaynaklı olarak 350 bin işçi ölüyor. 160 milyon işçi, yaptığı işten kaynaklı meslek hastalıkları nedeniyle acı çekiyor.
İş kazalarında, savaşta kaybedilen insan sayısından daha fazla sayıda işçi hayatını kaybediyor. Üstelik bu gelişmiş kapitalist ülkeler için de geçerli bir olgu. Obama yönetiminin Çalışma Bakanı Hilda L. Solis, “Uluslararası İş Güvenliği ve Sağlığı Günü” vesilesiyle yaptığı bir konuşmada bu durumu şöyle itiraf ediyor: “Amerika’da her gün 12 işçi işe gider ama bir daha evine dönemez. Her yıl, yaklaşık 4 milyon işçi iş kazalarından dolayı yaralanır ve bir kısmı bir daha asla iyileşemeyecek hastalıklara yakalanır. Bizim işçilerimizi iş göremez hale getiren, aileleri acılara boğan ve ekonomimize ciddi zarar veren tüm bu trajediler önlenebilir. Amerikalı işçiler, sadaka ya da bedava bir öğle yemeği için çalışmıyorlar. Onlar yoğun bir çalışma gününe karşılık iyi bir ücret istiyorlar. Yalnızca ailelerine bakabilmek için işe gidiyorlar. Amerika’da bir yılda, 9 yıl süren Irak savaşından daha fazla sayıda insan iş kazalarında hayatını kaybetti.” Oysa 9 yıl boyunca Irak savaşına harcanan para, işçilerin sağlığı ve güvenliği için harcanmış olsaydı, ne Irak’ta yüz binlerce insan ölecekti ne de Amerikalı işçiler hayatlarını kaybedeceklerdi.
Ancak kapitalistlerin derdi sermayelerini büyütmek, rakiplerini ezerek geçmektir. İnsanların savaşta ölecek olması onların umurlarında değildir. Kapitalistler, işçiler hasta olacak ya da ölecek diye zehirli maddeleri kullanmaktan kaçınmazlar. Çalışma temposunun hızlanması yüzünden işçiler ellerini, kollarını yaralıyorlar, saçlarını makinelere kaptırıyorlar diye kıllarını dahi kıpırdatmazlar. Onlara göre suç hep işçidedir!
İş kazalarının nedeni işçinin dikkatsizliği midir?
AKP hükümeti, bağıra bağıra gelen iş kazalarını kaderle, kısmetle açıklıyor. Oysa işveren örgütlerinin de itiraf ettiği acı gerçeklerden en önemlisi, iş kazalarının %98’inin, meslek hastalıklarının da %100’ünün önlenebilir oluşudur. Onlar bu gerçekliği kuşkusuz işçinin canının hatırına değil, işgünü kayıpları, üretim kayıpları ve maliyetlerin artmasına sebep olduğu için itiraf ediyorlar. Ancak uzatılan çalışma saatleriyle, aşırı fazla mesaiyle, taşeronlaştırmayla, ücretlerin düşürülmesiyle, gerekli güvenlik önlemlerinin alınmamasıyla vb. bizzat kendilerinin iş kazalarına yol açtıklarından söz etmiyorlar.
Fabrikalarda işçilerin önüne konan arttırılmış üretim hedefleri işçileri yarış atı haline getiriyor. Bu tempoya ayak uyduramayan işçi, performans düşüklüğü bahanesiyle işten atılıyor. Fazla mesailerle alabildiğine uzatılan iş günü nedeniyle 8 saat çalışılan işyeri sayısı her geçen gün azalıyor. Uzun çalışma saatleri kalp krizi geçirme riskini arttırıyor. Günde 11 saat çalışanların, 8 saat çalışanlara göre kalp sorunu yaşama olasılığının %67 daha fazla olduğu tespit edilmiş durumda. Fazla mesailerle birlikte işçinin sosyal yaşamı kalmıyor. Eşini, çocuklarını, ailesini ya da arkadaşlarını göremeyen işçiler sosyalleşememenin getirdiği depresyonu yaşıyor. Stresle birlikte gelen çöküş, intihar eğilimini arttırıyor.
Çalışma ortamının düzensizliği, insan sağlığına uygun olmaması da iş kazaları ve meslek hastalıklarının nedenleri arasında yer alıyor: Sıcak, soğuk, rutubetli, tozlu ortamlar, radyasyon, gürültü, titreşim, yetersiz aydınlatma, yetersiz havalandırma, kimyasal maddelerin kullanımı, koku vs… Arızalı, tamir edilmeyen, değiştirilmeyen makineler işçilerin parmaklarını, kolunu, bacağını koparıyor.
Vardiyalı çalışma sisteminden kaynaklanan iş kazaları da hiç de az değil. Vardiya işçilerinin yaşadığı uykusuzluk ve yorgunluk sonucu ortaya çıkan konsantrasyon bozuklukları, ciddi hatalara ve ölümle sonuçlanan iş kazalarına neden olabiliyor. Yapılan araştırmalar, vardiya işçilerinin işyerinde, evde ve yolda kaza yapma oranlarının gündüz çalışan işçilere göre 40 kat fazla olduğunu gösteriyor.
İş kazalarına karşı alınacak önlemlerin maliyeti insan hayatının yanında hiç kalırken, sermaye bu önlemlerin bedelini de yine işçinin cebinden çıkarma derdinde. Örneğin Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonunun hazırladığı “İşveren” dergisinin Mayıs ve Haziran sayısında, iş sağlığı ve güvenliği konusunda işverenlerin motivasyona ihtiyaç duyduğu belirtiliyor. O sırada henüz taslak halinde olan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nın değerlendirildiği yazıda, yükümlülüğün büyük bir bölümünün işverene verilmesini “hakkaniyet çerçevesinde ele almanın mümkün olamayacağı” söyleniyor. Doç. Dr. Serdar Odaman, “İş Sağlığı ve Güvenliği İçin Motivasyon Gerekiyor” başlıklı yazısında, hiç utanmadan şunları söylüyor: “İşçilere eğitim sağlama yükümlüğünü yerine getiren işverenlere, bir sonraki yılın eğitimlerinin maliyetlerinde avantaj olabilmesi için İşsizlik Sigortası Fonundan destek olunması ya da eğitim alan her işçinin sigorta primlerinin belli bir bölümünün devlet tarafından ödenmesi, kanımızca amaca ulaşma yönünde isabetli uygulamalar olacaktır.” Yani burjuvazi, iş kazalarını önlemek için verilecek eğitimin maliyetini bile işçinin karşılamasını isteyecek kadar arsızlaşmış durumdadır. Bu pervasızlığın yegâne nedeni elbette işçi sınıfının örgütsüzlüğünden alınan cesarettir. Tarihten de bilindiği üzere, karşılarında güçlü ve mücadeleci sendikalar bulunan patronlar hiçbir zaman böylesine pervasız davranamamışlardır, davranamazlar.
“Adalet saraya girmiş, halk ona ulaşamıyor!”
Her iş cinayetinin ardından, sermaye sınıfının temsilcilerinden benzer açıklamalar geliyor. Hatırlayalım, Zonguldak Karadon madeninde 30 işçinin öldüğü kazada dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer “O konuda acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini rahatlıkla söyleyebilirim” demişti. Nasıl olsa ölen ne kendi evladıydı ne de bir yakınıydı. Başbakan Erdoğan ondan daha yüzsüz bir biçimde yaşanılan ölümlerin doğal olduğunun altını çizerek “bu mesleğin kaderinde var” demişti. Onların bu kayıtsız tutumları, iş cinayetleri sonucunda ailelerin açtıkları davalarda da adaletin izlediği yolu gösteriyor.
Karadon maden cinayetinin ardından hazırlanan raporda, galeri açmak için yapılan dinamit patlatma işleminden sonra açığa çıkan metan gazının tahliye edilmemesinin patlamaya neden olduğu yazıyordu. Gerekli yalıtımı yapılmayan makinelerden çıkan elektrik ise madendeki gazın alev almasına yol açtı. Ancak işverenin itirazı üzerine, işverenin sorumlu tutulmadığı ve kazanın “kaçınılmazlık” sonucu meydana geldiğini yazan bir rapor daha hazırlatıldı. Bu raporla aslında suçlu, madencilerin “kara kaderi” oldu!
21 işçinin hayatını kaybettiği, yüzlerce insanın yaralandığı Davutpaşa patlamasının davası ise ancak iki yıl sonra açılabildi. İlk kez davada ifade verecek olan Zeytinburnu belediye başkanı hastalık mazeretiyle duruşmaya katılamayacağını bildirmiş, ancak bu ne yüzsüzlüktür ki, duruşmanın olduğu gün “hasta haliyle” gezdiği Dolmabahçe’nin fotoğraflarını, kendi sosyal paylaşım sitesine yüklemişti. Mahkemeye de ailelere baskı oluşturmak için belediye başkanı yerine 30 zabıta görevlisi gönderilmişti.
1 Mayıs günü sette ölen işçi Selin Erdem’in davası da sürüyor. Trafik kazası olarak gösterilmeye çalışılan kaza, ailenin ısrarları sonucunda iş kazası kapsamına alındı. Ancak adalet yerini bulmuyor, işçilerin ve ailelerinin yanına bile uğramıyor. Gerçek sorumlular yargılanmıyor, sanık sandalyesine oturtulmuyor. Selin Erdem’in annesi bu tepkisini “adalet saraya girmiş, halk ona ulaşamıyor” sözleriyle dile getiriyor. İnsan öldürme, başkasını tehlikeye atma, onura saldırı ya da tehlikedeki insana yardım etmeme bütünüyle cezasız bırakılıyor. Ellerini kollarını sallayan patronlar kârlarına kâr katmaya devam ediyor. Adalet de, hukuk da, yargı da, yasa da patronlar sınıfının hizmetine sunuluyor.
İş güvenliği yasası işçiye değil patrona güvence sağlıyor
20 Haziran 2012 tarihli İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, aslında adıyla zihniyetini de ortaya koyuyor: İşçinin değil işin sağlığı ve güvenliği! Gerçek dert, işçilerin iş kazaları ya da meslek hastalıkları sonucu sakat kalmalarının ya da ölmelerinin önüne geçmek değil. Patronların genel çıkarlarının hizmetine sunulan yasa, işçilerin tamamını bile kapsamıyor. Yasa 1 ilâ 2 yıl boyunca yalnızca 50 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerine yükümlülükler getirerek, on binlerce işyerini kapsam dışı bırakıyor. Yeni yasa, kamu kurumları ile 50’den az işçi çalıştıran ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 2 yıl, 50’den az işçi çalıştıran ve tehlikeli ve çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 1 yıl, diğer işyerlerinde ise 6 ay sonra yürürlüğe girecek. Yeni yasayla patron daha fazla korunarak iş kazalarının suçu işçi temsilcilerine, iş güvenliği uzmanına ya da işyeri hekimine yıkılıyor.
Yasaya göre patronlar, işçilerin işle ilgili sağlık ve güvenlik tedbirlerini alacak, tedbirlere uyulup uyulmadığını denetleyecekler. 10 ve üzeri işçi çalıştıran işyerleri iş güvenliği uzmanı çalıştırmak ya da bu hizmeti veren şirketlerden yardım almak zorunda olacaklar. Çalıştıracakları uzman sayısı işkolunun tehlike derecesine ve işçi sayısına göre belirlenecek. 50 ve daha fazla çalışanın bulunduğu ve altı aydan fazla süren sürekli işlerin yapıldığı işyerlerinde ise işveren, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili çalışmalarda bulunmak üzere bir kurul oluşturacak.
Yasaya göre ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan işçiler, İş Sağlığı ve Güvenliği Kuruluna veya işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasını talep edebilecek. Ancak bunun kâğıt üzerinde kalacağı açıktır. İşçileri eski ve bozuk makinelerde, tedbir almadan çalıştıranlar zaten patronlar değil mi? Onlar mı üretimi durdurup tedbir aldıracaklar? İşyerindeki bina ve eklentilerde, çalışanlar için hayati tehlike oluşturan bir husus tespit edildiğindeyse, bu tehlike giderilinceye kadar, işyerinin bir bölümünde veya tamamında iş durdurulabilecek. Ancak işsizliğin ve taşeron çalışmanın alabildiğine yaygınlaştığı günümüzde işçilerin bu haklarını kullanmaları ne kadar mümkün olabilir?
Yasaya göre işveren, çalışanları arasından iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer sağlık personeli görevlendirecek. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının hak ve yetkileri, görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle kısıtlanamayacak. Bu kişiler, görevlerini mesleğin gerektirdiği ilkeler ve mesleki bağımsızlık içerisinde yürütecek. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanları, işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili alınması gereken tedbirleri yazılı olarak bildirecek. Çalışanın ölümü veya maluliyetiyle sonuçlanacak şekilde vücut bütünlüğünün bozulmasına neden olan iş kazası veya meslek hastalığının meydana gelmesinde ihmali tespit edilen işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanının yetki belgesi askıya alınacak. Kâğıt üzerinde hoş duran bu sözlerin, kapitalist gerçekler dünyasında nasıl uygulanacağı daha baştan belli değil mi? Hangi işyeri hekimi ya da güvenlik uzmanı, ücretini ödeyen patrondan bağımsız karar alma yiğitliğini gösterecek? Açık ki, yasa koyucular, patronlar dışında bir sorumlu bulmak için epeyce ter dökmüş ve nihayetinde kabağı işyeri hekimi ve güvenlik uzmanın başında patlatmışlardır.
Yasa, işverenin, çalışanların iş sağlığı ve güvenliği eğitimi almasını sağlamasını şart koşuyor. Verilecek eğitimin maliyetinin çalışanlara yansıtılamayacağını söylüyor. Eğitimlerde geçen sürenin çalışma süresinden sayılacağını, eğitim sürelerinin haftalık çalışma süresinin üzerinde olması halinde bu sürelerin fazla sürelerle çalışma ya da fazla çalışma olarak değerlendirileceğini belirtiyor. Ancak biz bu eğitimlerin fiiliyatta nasıl yapıldığını gayet iyi biliyoruz. İşçi sadece önüne eğitim aldığına dair getirilen belgeye imza atma “eğitimi” görüyor o kadar.
Yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenlere çeşitli para cezaları öngören yasa, tüm Türkiye’de bu denetimi yapması için bakanlığa 340 kadro ayrılacağını belirtiyor. Yüz binlerce işyerinin bulunduğu bir ülkede işçi sağlığı ve güvenliğinden sorumlu iş müfettişi sayısının bu kadar az olması traji-komik bir tablo oluşturuyor.
İş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenebilmesi için, İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının yönetimi kesinlikle işçilere verilmelidir. Bu kurulda yer alan işçi temsilcilerinin işten atılması yasaklanmalıdır. Patronların baskısı altında kalmamaları için, işyeri hekimlerinin ve iş güvenliği uzmanlarının ücretleri, sendikaların ve meslek örgütlerinin denetimindeki bir devlet fonundan karşılanmalıdır. İşçilerin yönetimindeki İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının karar alma ve bunu patronlara uygulatma yetkisi olmalıdır. Bu kararları uygulamayan patronlara daha ağır cezalar verilmelidir. Ayrıca işçilerin, topluca üretimi durdurma ve gerekli güvenlik önlemleri alınana kadar çalışmama hakkı olmalıdır. Bunu sağlayacak olan şey ise işçilerin örgütlü mücadelesidir. İşçilerin can güvenliklerini sağlamanın temel yolu örgütlü mücadeleden geçmektedir. Yakın zamanlarda bunun canlı bir örneğine de tanık olduk.
Manisa’nın Soma ilçesinde bulunan Uyar Madencilikte çalışan 700 maden işçisi, iş kazalarına karşı 7 Ekimde iş bıraktı. Türk Maden-İş’in örgütlü olduğu maden ocağında iki hafta içerisinde yaşanan kazalar sonucunda 1 madenci ölmüş, 12 madenci ise ağır şekilde yaralanmıştı. Ağır çalışma koşullarına karşı, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin sağlanması talebiyle iş bırakan işçiler, madenlerde gerekli denetimin yapılmasını istediler. İşçilerin iş bırakmasının ardından, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı madene müfettişler gönderdi. Ne tesadüftür ki 5 Ekimde aynı madende denetim yapmış olan müfettişler, bu kez işçilerin iş bırakmasının ardından madende eksiklikler olduğunu tespit ettiler ve bu eksiklerin giderilmesi için madeni kapatmak zorunda kaldılar. Madencilerin bu mücadelesi, işçilerin taleplerine kulak tıkayan patronlara, işini yapmayan müfettişlere, kılını kıpırdatmayan sendikalara ve diğer işçilere de örnek olmalıdır.
link: Dicle Yeşil, İş Kazaları: Kader mi, Cinayet mi?, Kasım 2012, https://en.marksist.net/node/3148
Avrupa’da Saldırılar Artıyor, Mücadele Yükseliyor
Bölüm 19 - Muhafızlar ve Haydutlar