Türkiye işçi sınıfı çok zorlu sorunlarla yüz yüze olduğu bir dönemin içinden geçiyor. Bir yandan işçilerin doğrudan ekonomik ve sosyal koşullarını hedef alan saldırılar dizisine yeni ve büyük halkalar eklenmekteyken, diğer yandan, başta Kürt sorunu ve Suriye sorunu gibi büyük siyasal sorunlar dolayısıyla ciddi riskler birikmektedir. Egemenler işçi sınıfına birkaç cephede birden kâh açık kâh örtük yürüyen bir savaş ilan etmiş durumdadır.
Türkiye işçi sınıfının maruz kaldığı saldırılar ve yaşadığı sorunlar hiç şüphesiz dünya işçi sınıfının maruz kaldığı sorunlardan bağımsız değildir. Burjuvazinin neoliberal saldırıları ve dünya çapında esmekte olan savaş, militarizm ve baskı rüzgârları bilinen bir gerçek. Ancak Türkiye işçi sınıfı bugün dünya çapındaki sorunların bir bakıma düğümlenme noktasındadır ve tarih ona bu bölgede büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Bu bakımdan Türkiyeli işçi sınıfı devrimcilerine kapitalist saldırıların püskürtülmesi için büyük görevler düşmektedir.
Bugün Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeleri belirleyen bir dizi etmen var. Halen sürmekte olan derin küresel ekonomik kriz, emperyalist savaş konjonktürü, Ortadoğu’da kriz ve çalkantı, Suriye sorunu, hem genel anlamıyla hem de Türkiye bağlamında Kürt sorunu, Türk burjuvazisinin emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisinde yükselme hesapları ve bu çerçevede ülkeyi yeniden yapılandırma çabaları, Erdoğan’ın başkanlık hesapları gibi etmenleri bu bağlamda sıralamak mümkün. Bu etmenler değişik derece ve biçimlerde birbiriyle ilintili etmenler ve bu nedenle bir bütünlük içinde görülmeleri gerekiyor.
Bu etmenlerin işleyişi çerçevesinde, gerek uluslararası düzlemde gerekse de içeride Türkiye hızla kritik dönemeç noktalarına doğru yaklaşıyor. Örneğin önümüzdeki iki-üç yıl içinde gerçekleşecek seçimler sıradan seçim süreçleri olmayacak. Bu seçimler, yeni anayasa ve başkanlık sistemine geçiş tartışmaları çerçevesinde düşünüldüğünde Türkiye’de rejimin yeniden yapılandırılmasıyla yakından alâkalı seçim süreçleri olarak anlam kazanacaklar. Bu nedenle sadece Türkiye’deki seçim takvimi bile kendi başına önemli bir etmen niteliği taşıyor. Başkanlık seçimlerinin ardından ABD’nin Ortadoğu’ya dönük yönelimlerinin daha belirli hale gelecek olması, Suriye’deki iç çatışmanın ve Suriye Kürdistanı’ndaki özerkleşme sürecinin hiç şüphesiz kat edeceği mesafe, bunun Türkiye’deki Kürt sorununa yansımaları, önümüzdeki birkaç yıllık süreci olağanüstü bir niteliğe büründürüyor.
AKP’nin içeride en ufak muhalefete karşı bile sergilediği tahammülsüzlük ve kudurgan tavır aslında bu gerilimli süreçlerin bir yansıması olarak görülmeli. İster bilinçli bir öngörü ister salt bir önsezi olsun, AKP bu süreçlerin çatışmalı ve tehlikeli karakterinin farkındadır. Bu bakımdan, konumunun doğası gereği, kontrol dışı addettiği her gelişmeyi pervasız ve hırçın bir tavırla bastırmaya, bertaraf etmeye çalışmaktadır.
Ekonomik-sosyal saldırı
İşçi sınıfının son dönemde maruz kaldığı ve devam edeceği kesin olan saldırıların hepsi yukarıda işaret ettiğimiz üzere birbiriyle bağlantılı bir bütünlük oluşturmaktadır. En sıradan görünümlü ekonomik, sosyal, siyasal düzenlemeler ya da uygulamalar bile bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Örneğin son çıkan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununu ele alalım. İşçi sınıfına vurulmuş açık bir darbe olan bu kanuna göre, sendikal nedenle işten çıkarmalara karşı bir tedbir niteliğindeki sendikal tazminat işçilerin büyük bölümü (30 kişinin altında işçi çalıştıran işyerlerindeki işçiler ile 6 ayını doldurmayan işçiler) için ortadan kaldırılmıştır. Sendikal barajlar kaldırılmak bir yana, indirme söylemi altında fiilen yükseltilmiştir. Dahası, geçiş sürecinde sağlanan görece kolaylık da sadece Ekonomik ve Sosyal Konseye üye olan konfederasyonlara bağlı sendikalar için geçerli kılınmıştır. Öte yandan, Bakanlar Kurulunun grev erteleme kararlarına karşı sendikaların yargıya gitme hakkı da ortadan kaldırılmıştır. Sonuç olarak sendikal özgürlükleri sözde arttırma adı altında pompalanan bu yeni yasa, mevcut toplu sözleşme yetkisine sahip sendikaların ve bundan yararlanan işçilerin büyük bölümünü bu haktan mahrum bırakmak gibi bir sonuca yol açıyor.
Bu yasanın kapitalizmin dünya çapında yaşadığı derin ekonomik krizle bağlantısız olduğunu aklı başında kim iddia edebilir? Aynı şekilde kim bu yasanın Türkiye kapitalizminin yeniden yapılandırılmasıyla, emperyalist hiyerarşide yükselme çabalarıyla, dünya çapında yaşanan güç kaymaları çerçevesinde krizi fırsata çevirme arzularıyla bir ilgisinin olmadığını iddia edebilir? Dahası, çekmecede tutulan başka düzenlemelerle birlikte sendikal hareketi tümüyle kontrol altına almaya ve mücadeleci yeni sendikal odakların oluşmasını engellemeye dönük bu düzenlemenin, bölgede izlenen yayılmacı-militarist-saldırgan politikalara karşı işçi sınıfından yükselebilecek muhalefeti daha baştan boğmaya dönük olmadığı söylenebilir mi? Çok açıktır ki, şu anda Türkiye başta Kürt halkı olmak üzere Suriye’ye, Irak’a ve İran’a karşı düşmanca bir politika gütmektedir ve özellikle Kürt sorunu ile Suriye sorunu bağlamında gerilim günden güne artmaktadır.
Kapitalizmin içinde bulunduğu derin küresel ekonomik kriz kapitalistleri çok haşin bir rekabete sürüklemektedir. Sermayenin doğal bir eğilimi olan “işgücü maliyetlerini” düşürme çabası kriz dönemlerinde çok daha büyük bir baskıya dönüşür. Bu eğilimin önünde engel olarak görülen her şey ortadan kaldırılmak istenir. İşte sendika da, onunla birlikte gelen hak ve özgürlükler de, kazanımlar da bu kapsamdadır. Geriden gelen ama sıçramalı bir gelişme yaşayarak yeni dünya konjonktüründe kendisi için bir fırsat kapısı açıldığını düşünen hırslı Türkiye kapitalizminin konumu düşünüldüğünde, bu eğilimin daha da katmerleneceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu siyasette özellikle etkin olan ve büyüme ihtiyacını çok daha yakıcı hisseden sermaye kesimlerinin (TOBB, TUSKON), söz konusu yeni sendika yasası sürecinde yasanın işçi sınıfının canın en çok yakacak maddelerini tasarıya ekletmek üzere cansiperane bir lobi faaliyeti yürüttüğü ve başarılı olduğu biliniyor.
Üstelik sorun sadece “işgücü maliyetlerinin” dolaysız anlamda düşürülmesi değildir. Daha geniş bir anlamda sermaye devletinin bütçesinin ve bu kapsamda onun harcamalarının da zapturapt altına alınması ve bir yandan işçi-emekçilere giden devlet harcamalarının mümkün olduğunca kısılması bir yandan da onlardan sızdırılan devlet gelirlerinin arttırılması gerekir. Yani vergi almaya gelince ilk akla gelen işçi-emekçiler, hizmet sunmaya gelince unutuluveriyorlar. İşte yakın dönemde elektrik ve doğalgaz gibi temel ihtiyaçlara yapılan fahiş zamlar da, yeni bütçede vergi gelirlerinin büyük ölçüde yine işçi-emekçilerin sırtına yıkılması da bu kapsamda işçi sınıfına saldırılardır. Öte yandan işçi sınıfının sırtına bindirilen bu büyük vergi yükü aynı zamanda hükümetin yürüttüğü Kürt ve Suriye savaşı ile de alâkalıdır. Son aylarda silahlanma harcamalarında dikkat çeken büyük yükselişler bu savaşçı-militarist politikanın eseridir ve maliyet doğrudan ve dolaylı vergiler yoluyla olsun, zamlar yoluyla olsun, işçilerden çıkarılmaktadır. Yani işçiler sadece bu haksız ve emperyalist güdülerle yürütülen savaşçı politikaların bizzat canlarıyla bedelini ödemekle kalmıyorlar ve kalmayacaklar, aynı zamanda mali külfetini de üstlenecekler!
Önümüzdeki dönemde hükümetin yeni saldırılarının gündemde olduğunu da biliyoruz. Bunlar da şu ana dek anlatageldiğimiz genel çerçevenin bağlamına oturmaktadır. Şimdilik rafa kaldırılmış görünen kıdem tazminatı fonu saldırısı elbet raftan indirilecektir. Bunun yanı sıra kamu çalışanlarının çalışma koşullarını ağırlaştıracak, güvencesizleştirecek düzenlemeler ve genel olarak esnek çalışmayı daha sistemli ve derinleştirici istihdam yasaları hazırlanmaktadır. Dahası emeklilik yaşının bir kez daha yükseltilmesi, geçişte kademelendirmenin çalışanlar aleyhine bir kez daha kötüleştirilmesi hazırlıkları var. Sağlık ve eğitimin gitgide daha paralı hale getirilmesi sürecinin de işlemeye devam edeceğine şüphe yok.
İş kazaları gibi dışarıdan bakıldığında konu dışı görülebilecek bir sorun bile bununla bağlantılıdır. Bu bakımdan, eşini “iş kazası”nda kaybetmiş kadının gözyaşları üzücü bir talihsizliğe bağlanamaz. Türkiye burjuvazisinin kendisine biçtiği yeni şahlanış misyonu çerçevesinde, kaçınılmaz addedilen ve “zayiat” olarak görülen bir trajedinin neticesidir. Ya da, başka türlü ifade edersek, bu gözyaşlarının sorumlusu, bu şahlanma misyonunun baş süvarisi konumundaki Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi “bu işin tabiatı” ya da “kader” değil, açgözlü burjuvazinin kudurgan kâr ve egemenlik hırsıdır. Derinleşen kriz nedeniyle daralan pazarlar, kızışan rekabet ve emperyalist hiyerarşide basamak atlama arzuları, artan yayılmacı emeller, başka şeylerin yanı sıra, daha fazla iş kazası olarak işçi sınıfına dönmektedir. Önümüzdeki dönemde bu yönde işçiler üzerinde daha çok baskı olacağı açıktır.
Suriye sorunu, savaş, militarizm
İşçi sınıfının önündeki bir diğer önemli mücadele başlığı Suriye konusudur. Bugün AKP öncülüğündeki Türkiye’nin egemenleri Suriye’ye karşı örtülü bir savaş yürütmektedirler. Türkiye her açıdan besleyip desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) aracılığıyla Suriye’de iç savaşı etnik ve mezhepçi çizgiler üzerinden genişletmeye iteklemektedir. Bu siyaset gerici, saldırgan, militarist bir siyasettir ve özünde Suriyeli emekçilere, Kürt halkına ve Türkiyeli emekçilere karşıdır. Bu siyaset Türkiyeli emekçilerle Suriyeli emekçileri ve Kürt halkını birbirine boğazlatma noktasına gidecek türde bir siyasettir. O nedenle Türkiye işçi sınıfı şimdilik vekâleten ÖSO üzerinden yürütülen savaşın, önümüzdeki dönemde doğrudan neferi konumuna sokulabilir. Dahası Türkiye izlediği saldırgan siyasetin bir sonucu olarak Irak, İran ve hatta Rusya ile de dalaşmakta ve böylelikle dört bir yanda düşmanlar yaratmaktadır. Şu anda Türkiye’nin dostane ilişki içinde olduğu sınır komşusu bulunmamaktadır. Komşularla “sıfır sorun” diye son yıllarda pompalanan siyasetin tam bir fiyasko olduğu ve gerçek hayatta bunun hemen hemen tüm komşu ülkelerle düşmanlık haline geldiği açıktır.
Bu düşmanlık siyaseti emekçi halkları birbirine karşı kışkırtma, düşmanlaştırma sonucunu doğurmaktadır. Bu durum işçi sınıfının uluslararası birliğini tehlikeye düşürmekte, bunun önüne zehirli engeller çıkarmaktadır. Tüm tarihin şaşmaz biçimde tanıklık ettiği üzere, egemenler arası haksız savaşlardan daima ezilen ve sömürülen emekçi sınıflar zarar görmüştür. Büyük acılar çekilmiş, büyük bedeller ödenmiştir. Tarihin bu anlamda tekerrür etmesini engellemek tüm ülkelerin işçilerinin elindedir.
Türkiye’nin izlediği gerilim siyasetinin, sonunda Rusya ile dalaşma noktasına kadar gelmiş olması, üzerinden atlanmaması gereken ciddi bir gelişmedir. Bu, meselenin boyutlarının ne denli büyük olduğuna ve ne büyük riskler içerdiğine ışık tutmaktadır. Dünyanın ikinci büyük askeri gücü olan Rusya şimdilik gerilimi yükseltmemeyi tercih etse de, Türkiye’nin kışkırtıcı girişimlerinin tekrarının çok ciddi sonuçlar doğurabileceği açıktır. Meclisten çıkarılan ve ucu açık savaş tezkeresi de bu saldırgan gidişin doğal bir parçasını oluşturmaktadır. Türkiyeli egemenler Suriye konusunda tam anlamıyla uçurumun kıyısında dolaşan bir siyasi hat izliyorlar. Suriye’ye açıkça saldırmaktan kaçınsalar da, kışkırtmalarla gerilimin sürekli artması belli bir noktada doğrudan bir savaşı kaçınılmaz hale getirebilir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, hükümet büyük bir kumara girişmiş durumda. Kürt sorununda ikinci bir Irak yaşamak istemeyen egemenler, akıllarınca bu kez risk alarak atak bir siyaset izlemekteler. Irak’tan sonra ikinci bir Kürdistan’ın büyük sonuçları olacağı açıktır. Çünkü her şeyden önce bu, PKK’nin çok daha etkin olacağı bir özerk yapı olacaktır. Böylece büyük olasılıkla PKK’nin içinde etkin olduğu bir devlet oluşumu ortaya çıkacak ve bu da genel olarak Arap egemenler hariç uluslararası planda sempati görecektir. Bunun Türkiye egemenleri için bir korkulu rüya olduğu açıktır. Türkiye’nin “tampon bölge” diye uğraştığı şeyin aslında Irak Kürdistanı ile Suriye Kürdistanı’nın arasında toprak sürekliliğini önlemek olduğunu görmek gerekiyor. Bu iki bölge arasına kama gibi girecek bir tampon bölge! Ve elbette Türkiye buradan askeri olarak hiçbir zaman çıkmayı istemeyecektir. Aynı şu anda Irak’taki askeri güçlerini artık orada hiçbir işleri kalmadığı ve Irak hükümeti tarafından bizzat talep edildiği halde çekmemesinde olduğu gibi.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir gelişmeyi Türkiye’nin izlediği gerici siyasetin bir sonucu olarak görmek gereklidir. Suriye’deki çatışmada taraf olmayan Kürtler ilk kez ÖSO saldırısına maruz kalmışlardır. Bunun sonucunda ilk kez PYD güçleriyle ÖSO güçleri çatışmaya girmişler ve 30 kişi hayatını kaybetmiş, birçok kişi de kaçırılmıştır. Bunun üzerine KCK, Suriye Kürtlerine “askeri destek sunmak zorunda kalabiliriz” açıklaması yapmıştır.
Türkiye’nin Suriye konusunda izlediği siyaset gericidir. Bu gericilik ne sözde emperyalizm taşeronluğundan ya da uşaklığından ne de AKP’nin dinciliğinden kaynaklanmaktadır. Bu gericilik AKP yönetimindeki Türkiye’nin, bir ezilen halk konumundaki Kürt halkına karşı düşmanca bir siyaset izlemesinden ve bölge çapındaki emperyal arzularından kaynaklanmaktadır. Türkiye solunun geniş kesimi geçmişten tevarüs eden çarpık sosyalizm anlayışı temelinde yeşeren önyargıları nedeniyle bunu kabul etmeye isteksiz olsa da, Türkiye bugün alt-emperyalist bir ülke konumundadır ve kendine ait arzu ve hesapları vardır. Bunlar onun siyasetini gerici olarak tanımlamak ve bu siyasete karşı proleter devrimci temellerde mücadele yürütmek için fazlasıyla yeterlidir.
Kürt sorunu
Hiç kuşkusuz bugün Türkiye’deki en yakıcı siyasal sorun ve aynı zamanda AKP’yi de en çok sıkıntıya sokan konu Kürt sorunudur. Son bir buçuk yıldır AKP baskı ve savaş politikasını daha da tırmandırmış ve savaşın bu çerçevede şiddetlenmesiyle son yılların en büyük kayıp bilançosu ortaya çıkmıştır. Legal alanda siyaset yapan binlerce Kürt bu süreçte hapse atılmış, anadilde savunma yapmaları engellenmiş, en sıradan burjuva hukuk normları bile hiçe sayılmış, Öcalan tecrit edilerek avukatlarıyla görüştürülmemiştir. Birçok kadro cezaevine atıldığı için legal Kürt hareketi belli bir sıkıntı yaşadıysa da, bu, milyonlarca Kürdün ulusal harekete bağlılığında bir azalmaya yol açmadığı gibi aksine hareketin destek tabanı daha da genişlemiştir. Diğer taraftan Kürt hareketi Suriye’de yeni bir özerk yönetim oluşturma yolunda önemli mevziler elde etmiştir. Bu durum TC’nin alarm seviyesini azamiye yükseltmiş ve onun Suriye politikasını daha da hırçınlaştırmıştır.
Ancak tırmandırılan baskı politikası AKP namına kâr etmemiş, sonuç bir bakıma hüsran olmuştur. Savaşın şiddetlendiği yaz dönemi boyunca evlere giden asker cenazelerinin sayısının hızla artması AKP’nin fiyakasını bozmuş ve Erdoğan hariç birçok ileri gelen AKP sözcüsü süngünün düştüğünü haber veren açıklamalar yapmaya başlamışlardır. Nitekim Öcalan’a yönelik tecrit delinmiş ve Öcalan kardeşiyle görüştürülmüştür. Diğer taraftan Erdoğan da dâhil AKP sözcüleri görüşmelerin yeniden başlayabileceğini söylemek zorunda kalmışlardır. Bugünlerde cezaevlerindeki Kürt mahpusların yürüttüğü açlık grevleri vesilesiyle Kürt hareketi bir kez daha canlanmakta, destek için bölgede yapılan boykot eylemlerine katılım büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bu basınçların sonucu olarak şimdilerde AKP çevrelerinden yeni bir yargı paketinin gündeme getirileceği ve bu çerçevede anadilde savunma hakkının verileceği, “terör suçunun” kapsamının daraltılacağı sözleri yayılmaktadır.
Açlık grevleri sürecinde eğer ölümler başlayacak olursa bunun Kürt halkı cephesinde çok daha büyük bir duyarlılık yaratacağı muhakkaktır. Böylesi bir durum AKP’nin Kürt halkını ekonomik rüşvet ve din tacirliği çerçevesinde tavlama siyasetinin iflasını bir kez daha tescilleyecektir. Uludere (Roboski) Kürt halkının bilincinde nasıl büyük bir travma anlamına geldiyse bu tür ölümler de aynı sonucu doğuracaktır. Haftalardır açlık grevleri konusunda çıtı çıkmayan hükümetin son günlerde “zorla müdahale” sözünü ağzında gevelemesi, doğacak böylesi sonuçlarla ilgili korkusunu yansıtmaktadır.
Ancak, Kürt sorunu bağlamında genel anlamda söyleyecek olursak, korkunun ecele faydası yoktur. AKP Kürt halkının belli bir kesiminin bir dönem açtığı krediyi çoktan tüketmiştir. Suriye’deki gelişmeler vesilesiyle Kürt hareketinin kazanmakta olduğu yeni mevziler de düşünüldüğünde, Kürt sorununu geçiştirmek artık mümkün değildir. Ancak tam da bu nedenle Türkiye’nin egemenleri gözlerini karartıp yeni savaş maceraları için hazırlıklar yapmaktadırlar.
Öte yandan tüm bu süreçleri AKP ve Erdoğan’ın anayasayı değiştirme ve Türkiye’yi bir başkanlık düzenine geçirme arzuları çerçevesindeki hamleleriyle birlikte ele almak gerekiyor. AKP önümüzdeki seçim süreçleri boyunca geniş bir oy tabanını muhafaza etmek ve hatta anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi arzuları nedeniyle bunu daha da arttırmak istiyor. Bunun için yüzde 55-60’lar düzeyinde bir oy çoğunluğunu hedefliyor. Bu yüksek oy düzeyini tutturmak ise zorlu bir burjuva siyaset cambazlığını gerektiriyor. CHP ve BDP kitlesini bu bakımdan esas olarak gözden çıkaran AKP, bir kutuplaştırma siyaseti izleyerek MHP dahil geriye kalan kitleyi kendi etrafında toplamak istiyor. Bu da yüzde birlerin, hatta yüzde yarımların hesabının yapıldığı bir oyun anlamına geliyor. İşte bu nedenledir ki AKP, az çok tanınırlığı olan liderleriyle birlikte HAS Parti ve DP gibi küçük partileri uygun yemlerle kendi bünyesine katmakta ve büyük bir birlik yarattığı izlenimi vermeye çalışmaktadır.
Ancak bu noktada da işler AKP açısından tereyağından kıl çeker gibi gitmemiş, yeni anayasa ve başkanlık sistemi hesapları açısından önem taşıyan yerel seçimleri erkene çekme girişimi mevcut aşamada başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Diğer taraftan Abdullah Gül’den çıkan çatlak ses giderek belirginleşmektedir. Bunlar Erdoğan ve AKP’yi hırçınlaştırmakta, her türlü muhalefete ve çatlak sese karşı tahammülsüzlüğünü, saldırganlığını arttırmaktadır. AKP’nin bu süreçte Kürt hareketinin sıkıştırmasıyla ve gerek içerideki gerekse dışarıdaki demokratik kamuoyunun baskısıyla imaj düzeltmek amacıyla bazı makyajlar yapması da kimseyi yanıltmamalıdır. Bunlar sürecin genel karakterini değiştirmez. Süreç bir savaş ve çatışma sürecidir.
Sonuç olarak Türkiye işçi sınıfı burjuva egemenlerin birçok cephede yürüttüğü açık ya da örtülü bir savaşa maruzdur ve dünya çapında içinde bulunulan genel kriz ve savaş konjonktürü düşünüldüğünde bu durum önümüzdeki dönemde devam edecektir. Bir yanda ekonomik-sosyal saldırıları göğüslemek için mücadeleyi yükseltme zorunluluğu varken, diğer yanda bu cephedeki sorunların hiç de kopuk olmadığı savaş politikalarına karşı mücadele gereği bulunmaktadır. Sorunlar birbirinden kopuk olmadığı gibi mücadelenin farklı cepheleri de birbirinden kopuk olmamalıdır. Kürt sorunundaki çözümün en büyük handikaplarından birisi Kürt halkının mücadelesine işçi sınıfının yeterli ilgi ve desteği göstermemesidir. Kürt sorununda şovenizmle ve korkuyla felçleştirilen bir işçi sınıfı kaçınılmaz olarak ekonomik-sosyal saldırılar alanında da zayıf kalmaktadır. Benzer şeyler Suriye’ye karşı yürütülen saldırgan politikalar konusunda da geçerlidir. Bu bakımdan mücadelenin farklı cephelerinin bütünlük içinde görülmesi önem taşıyor.
link: Levent Toprak, Türkiye İşçi Sınıfını Zorlu Mücadeleler Bekliyor, Kasım 2012, https://en.marksist.net/node/3126
BDP’den Açlık Grevlerinin 60. Gününde Eş Zamanlı Eylemler
"Türkün Türkten Başka Dostu Yoktur" Yalanı