Tarih boyunca, herhangi bir yerde zulme maruz kalanlar en yakın yörelere göç etmişlerdir. Bu göçler kimi zaman yaşanılan ülke içinde, kimi zaman da sınır aşırı göçler şeklinde olmuştur. Savaşlar, işgaller, diktatörlükler, baskıcı yönetimler, açlık ve yoksulluk her yıl milyonlarca insanı göç yollarına savuruyor. Yaşadıkları ülkelerdeki zulümden veya açlıktan kaçan, ailelerini, tüm sevdiklerini geride bırakarak başka ülkelere sığınmaya çalışan yoksullar için yaşama tutunmak hiç de kolay olmuyor. Kapitalizm bir yandan göçmenliğin koşullarını hazırlıyor, öte yandan göçmen işçilerin ucuz emeğini iştahla sömürüyor.
Kapitalizmin krizi ve işçi sınıfına yönelik saldırılar arttıkça göçmenlere ve mültecilere yönelik baskıcı ve dışlayıcı tutumlar da sertleşiyor. Burjuvazi her an kapı dışarı etmekle tehdit ettiği göçmenleri ve mültecileri vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak güvenlikten yoksun, çaresiz bir hale düşürüyor. Çaresizlik içerisinde hayatta kalmaya çalışan bu insanlar kayıtdışı olarak karın tokluğuna çalışmaya boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Göçmen işçilerin bulunduğu ülkelerde egemenler, yerli işçileri milliyetçilik zehriyle uyuşturup göçmen işçilere karşı kışkırtmayı da ihmal etmiyor. Göçmen işçiler, ücretlerin düşmesinin ve işsizliğin sorumlusu olarak hedef tahtasına konuluyor. Küreselleşmeden, yani mal ve sermaye akışının dünya ölçeğinde serbestleşmesinden dem vuran burjuva egemenler, işgücünün serbest dolaşımının önüne kendi çıkarlarına yontabilecekleri türde engeller dikiyorlar.
Birleşmiş Milletler (BM) istatistiklerine göre bugün dünyada 210 milyonun üzerinde göçmen var. 30 milyonu aşkın “kaçak” ve 50 milyonun üzerinde de mülteci yaşamakta. Her yıl bu rakamlara milyonlarcası ekleniyor. 30 yıl içerisinde göçmen sayısının 400 milyona ulaşacağı hesaplanıyor.
Gittikçe kızışan küresel rekabet koşulları gelişmiş ülkelerin ucuz işgücü ihtiyacını arttırıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde nüfus artış hızının yavaşlaması, hatta eksi değerlere düşmesi ve nüfusun yaşlanması, bu ülkelerin göçmen işçileri genç dinamik ve ucuz işgücü kaynağı olarak değerlendirmesine yol açıyor. Gelişmiş ülkelerde burjuvazi, işçi sınıfının kazanımlarını geriletmek için ucuz ve kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmek zorunda kalan göçmen işçileri kullanıyor. Göçmen işçilerin örgütsüzlüğü ve gittikleri ülkenin işçileriyle birleşememeleri, burjuvazinin eline güçlü bir koz veriyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sendikal bürokrasinin de göçmen işçilere karşı genellikle dışlayıcı tutumlar geliştirdiği biliniyor. Bu tutumlar işçi mücadelesini bölüyor ve geriletiyor.
Türkiye’de göçmen işçiler
Türkiye burjuvazisi de göçmen işçilerin sırtından bolca kâr ediyor. Türkiye’ye yasal ve yasadışı yollardan girmiş 350 bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Kayıtdışı çalışan göçmen işçi sayısı 200 bin civarında. Ev hizmetleri, madencilik, tekstil, eğlence gibi sektörlerde, merdiven altı atölyelerde kayıt dışı çalıştırılan işçiler, yerli işçilerin yarısı kadar paraya sefalet koşullarında çalıştırılıyor. İhbar edilmek ve ülkelerine geri gönderilmek tehdidi altında, vatandaşlık haklarından bile mahrum bir şekilde, tamamen patronların insafına terk edilmiş bir yaşam sürüyorlar. Marangozhane, ekmek fırını, halı yıkama gibi küçük işletmelerde işyerinde yatıp kalkan göçmen işçiler, iş saatleri sınırsız bir biçimde çalışmaya mahkûm ediliyor. Mayıs ayında gazetelerde yer alan bir haber patronların zalimliğin sınırlarını nasıl zorlayabildiklerinin göstergesidir: Beykoz’da bir fırın sahibi, yanında çalışan göçmen işçi işten ayrılmasın diye önce parasına el koyuyor. İşçi yine de ayrılmak isteyince “buradan ancak cesedin çıkar” diyen patron, 9 metrelik bir zincirle işçiyi hamur teknesine zincirleyip zorla çalıştırmaya devam ediyor. Ayağında 9 metrelik zincirle kaçmayı başaran işçi polise verdiği ifadede “1000 lira parama el koydu, paramı versin şikayetçi olmayayım” diyor. Gazetelerde yer bulan bu vaka göçmen işçilerin yaşadığı çaresizliğin boyutlarını göstermektedir.
İstanbul Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) hazırladığı bir rapora göre Türkiye’deki patronlar kaçak göçmen işçi çalıştırmak suretiyle ekstra kârlar elde ediyor. Asgari ücretin bile altında ücretle çalıştırarak yılda 432 milyon, SGK primi ve vergi kaçırma sayesinde de 1 milyar 60 milyon TL ekstra kazanç sağlıyor. Sağlık ve sosyal güvenceden yoksun çalıştırılan bu işçilerin son 15 yılda Türkiyeli patronlara sağladığı ekstra kazanç 12,2 milyar doları geçiyor. Göçmen işçinin ayağına zincir vuran bir zihniyetin, bu işçiler iş kazalarında öldüğünde cesetlerini bile yok edebileceğini akıldan çıkarmamak gerekir.
Mültecilik sorunu ve Türkiye’de mülteciler
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmuş küçük bir birim, mültecilik konusunda çalışmalar yürüttü. 1951 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Cenevre Sözleşmesi imzalandı. 1954 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeye göre; ırkı, dini, “sosyal bir gruba mensubiyeti”, milliyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulme maruz kalan ya da kalmaktan korku duyan kimselerden kendi ülkeleri dışındaki başka ülkelere, başka bir devlet otoritesine sığınanlar “mülteci” olarak tanımlanıyor. Bu nedenlerden dolayı ülkesini terk eden bir kişi sınırı aştığı anda sığınmacı olarak adlandırılıyor. Sığınma nedenlerinin “doğruluğu araştırılıp” karara bağlandıktan sonra “mülteci” statüsü kazanılıyor. Sığınmacı ve mülteci kavramları uluslararası alanda bu şekilde tanımlanıyor ama Türkiye’ye gelince durum değişiyor.
Bu kişilerin kaçtıkları ülkelere iade edilmemeleri gerekir. Bu koruma, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 3. maddesi ile, yani yaşam hakkı ve işkence görmeme hakkı ile düzenlenmiş. Devletler bu haklara saygı göstermekle yükümlü oldukları gibi sığınmacıları bu hakları ihlâl edecek bir ülkeye sınır dışı etmemekle de yükümlüdürler. Cenevre Sözleşmesi mültecilik tanımını Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yaşayan insanlarla sınırlıyordu. 1967 yılında kabul edilen bir protokol ile bu sınır kaldırıldı ve mültecilik statüsü tüm dünya için tanımlandı. Türkiye bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı. Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma” imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve olmayan diye ayrımcılık uygulayan tek ülke durumunda.
Sığınmacılar kendi ülkelerinden bir başka ülkeye geçerken çoğunlukla yasal olmayan yolları kullanıyorlar. Bazen sahte belgelerle, bazen hiçbir belgeye sahip olmadan sınırı geçiyorlar. Asker veya polis tarafından yakalandıklarında sığınma amacıyla geldiğini anlatamadan yasadışı göçmen muamelesine tâbi tutuluyorlar. 1951 sözleşmesine göre, ülkeler kendilerine sığınan kişileri sınırları yasadışı yollarla aşıp geldikleri için cezalandıramazlar. Ama Türkiye’de yasadışı göç eden kişiler neden kaçtıklarına bakılmadan, peşinen suçlu olarak kabul ediliyor.
Türk soyundan olan göçmenlere özel kanunları saymazsak, Türkiye hâlâ bir iltica-göç yasasına sahip değil. AB’ye üyelik süreciyle zoraki olarak hazırlanan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” adı altında bir yasa tasarısı var, ancak yıllardır tamamlanıp onaylanmayı bekliyor.
Türkiye’de mültecilerin çilesi
İran yıllardır Türkiye’ye gelen sığınmacıların kaynak ülkeleri arasında başı çekiyordu. Ancak Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra Irak birinci sıraya yerleşti. İkinci sırada İran geliyor ve bunu Afganistan, Pakistan, Somali gibi savaş ve açlık sorunlarının yoğun olduğu Ortadoğu ve Afrika ülkeleri izliyor. Avrupa ülkelerinden gelenlerin Türkiye’ye geldiklerinde İçişleri Bakanlığı’na başvuru yapmaları gerekiyor. İçişleri Bakanlığı bu kişilerin kendi ülkelerinden kaçış nedenlerinin 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımı içerisinde olup olmadığını araştırıyor ve mülteci statüsüne sahip olup olamayacağına karar veriyor. Asıl problem Avrupa dışından gelenlerde yaşanıyor. Türkiye, coğrafi sınırlamayı koruduğu için Avrupa dışından gelenlere sadece geçici sığınma hakkı tanıyor. Dolayısıyla bu kişilerin kalıcı olarak bir ülkeye yerleştirilmeleri gerekiyor. Yani Türkiye, Avrupa ülkeleri dışından gelenlerin gerçekten zulümden kaçtığına kanaat getirse bile, bu insanlar için kalıcı bir çözüm yaratamayacağını söylüyor. Bu nedenle Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), Avrupa dışından gelenlerin kalıcı olarak üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri görevini üstleniyor.
Türkiye’de Avrupa dışından gelen sığınmacılar için ikili prosedür işliyor. Örneğin İran’dan bir kişi siyasi düşünceleri nedeniyle ciddi insan hakları ihlâllerine maruz kalacağı endişesiyle Türkiye’ye giriş yaptığında, ilk olarak UNHCR ofisine ya da herhangi bir emniyet müdürlüğü binasına gidip, sığınma aradığını beyan etmek, kaçış nedenlerini anlatmak ve başvuru işlemlerini yapmak zorunda. Sığınmacılar ilk olarak UNHCR’ye başvuru yaptıklarında emniyet müdürlüklerine yönlendiriliyorlar. Emniyet müdürlüğüne başvurdukları zaman da UNHCR’ye yönlendiriliyorlar. Bunun, her iki prosedürün birlikte başlayıp belirli bir koordinasyon içinde yürümesi için gerek duyulan bir uygulama olduğu söyleniyor. Kaydı alınıp kimlik tespiti yapıldıktan sonra kişilere bir tanıtma kartı düzenleniyor ve bir mülâkat tarihi veriliyor. O mülâkat tarihi gelene kadar bu kişilerin nerede barınabileceğiyle, nasıl yaşayacağıyla kimse ilgilenmiyor. “Kaydını aldık, bu da tanıtma kartın, al ve başının çaresine bak” deniyor. Bu kişiler ya dışarıda kalıyorlar ya da geldikleri ülkeden olan diğer mültecilerin evlerinde konaklıyorlar. Ta ki kendilerine bir ev bulup orada yaşamaya başlayıncaya kadar. Mülâkatları alındıktan sonra bu mülâkatlar yabancılar polisi tarafından mülâkat formuna kaydediliyor ve İçişleri Bakanlığı’na gönderiliyor. Mülâkat formunun incelenmesi bittikten sonra sığınma başvurusunda bulunan kişilere Türkiye’de 30 tane uydu şehirden biri gösteriliyor ve o şehirde ikâmet etmesi zorunlu tutuluyor. İkâmet ettiği il merkezinin dışına çıkmak için İçişleri Bakanlığı’ndan ve il emniyet müdürlüklerinden izin almaları gerekiyor.
Mevzuata göre kişi Türkiye’ye pasaportla, yani resmi yollarla girmiş ise istediği şehre gidip başvurusunu yapabilir. İçişleri Bakanlığı ona bir uydu şehir belirleyinceye kadar, kısa bir süreliğine başvuru yaptığı şehirde ikâmet edebilir. Fakat yasadışı yollarla girmiş ise giriş yaptığı şehirde başvuru yapmak zorunda ve İçişleri Bakanlığı kendisini uydu şehre gönderene kadar başvuru yaptığı şehirde ikâmet etmek zorunda. Bu nedenle bazı sınır illerinde çok fazla yığılma oluyor. Bir şehirde on-on beş bin sığınmacının olması “hem güvenlik hem de başka sakıncalar taşıması” açısından tercih edilmiyor. Bu nedenle daha çok İç Anadolu Bölgesindeki 30 kadar şehre naklediliyorlar. Bakanlığa göre bunlar “güvenlik problemi” teşkil etmeyen şehirler.
UNHCR’nin mülâkat tarihleri bir yılı aşkın süreleri bulabiliyor. Eğer başvurular 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımına uyuyorsa başvuranlara UNHCR tarafından mülteci statüsü tanınıyor ve uluslararası koruma altında oldukları deklare ediliyor. Ancak İçişleri Bakanlığı eğer sığınmacının 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımındaki kriterleri taşımadığına hükmediyorsa, başvurusunu reddedebiliyor. Uluslararası sözleşmelere göre, İçişleri Bakanlığı UNHCR’nin karar vermesini beklemek zorunda. Fakat henüz UNHCR’deki başvuru prosedürü tamamlanmadan İçişleri Bakanlığı bir kişi hakkında sınır dışı kararı verebiliyor ya da UNHCR tarafından mülteci statüsü tanınsa bile İçişleri Bakanlığı yine de sınır dışı edebiliyor.
Mülteci mi, esir mi?
Türkiye’ye gelen kişiler emniyet müdürlüğüne ya da UNHCR’ye ulaşmadan polis tarafından yakalanırlarsa ya da haklarında güvenlik tehdidi oluşturacaklarına dair bir polis kanaati oluşursa emniyet müdürlüklerindeki eski adıyla “misafirhane” yeni adıyla “geri gönderme merkezi” olan gözaltı merkezlerine gönderiliyorlar. Bu gözaltı merkezlerinden Edirne, Kırklareli ve İstanbul Kumkapı’dakiler büyük kapasiteli olanlar. Bunların dışında da neredeyse her şehirde küçük kapasiteli gözaltı merkezleri var. Son yıllarda sürekli olarak, bu merkezlerin hukuksuz oldukları yönünde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları çıkıyor. Çünkü yargı kararı olmaksızın, polis kararıyla birileri aylarca hatta yıllarca buralarda tutsak ediliyor. Bu merkezlerde tutulanların birçok sorunları var. Yalnızca Kırklareli’nde dışarı çıkıp temiz hava almaya ve spora izin var. Hatay’dakiler sadece kantine çıkabiliyor. Aşırı kalabalık yüzünden yatak bulamayıp yerde yatanlar var. Zeytinburnu’nda 16 yataklık alanda 200 kişi, Hatay’da 30 yataklı yerde 100 kişi tutuluyor. Kırklareli, Kumkapı ve İzmir’de yeni gruplar geldiğinde yere şilte atılıyor. Banyolar kirli ve yetersiz sayıda.
Yıllarca kapalı kalmak, çalışma imkânlarının olmaması, çeşitli sağlık sorunları yaşamaları ve tedavi olamamaları en başta gelen sorunlar. Sağlık hizmeti almaları o gözaltı merkezindeki görevli polis memurlarının insafına bırakılmış. Gözaltı merkezlerinde tutulanların sağlık hizmeti almak konusunda tek şansları var, polisi hasta olduğuna inandırabilmek. Eğer polislere hasta olduğunu ispatlayabilir ve doktora görünmesi gerektiği konusunda ikna edebilirse, polis onları gözaltı merkezinden alıp, kendi nezaretinde ve masrafları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı bütçesinden karşılanmak üzere bir hastaneye götürüyor. Bunun dışında işleyen herhangi bir mekanizma, gözaltı merkezlerinde herhangi bir sağlık personeli ve ekipmanı yok. Ciddi sağlık sorunları olanlar bile söz konusu koşullar ve bıktırıcı prosedür nedeniyle tedavi göremiyor.
Namerde muhtaç olunca…
Sığınma prosedürüne giren ve uydu kente gönderilen göçmenler, alıkoyma merkezlerinde kalanlar gibi bir yere kapatılmış değiller. Yani kaçak olarak bir yerde çalışıp para kazanabilir durumdalar. Sığınmacıların barınmaları için yol gösterici herhangi bir mekanizma yok. Kendi imkânlarıyla bir yerde yaşamak zorundalar. Çünkü bu kişilere sadece yaşayacakları kent gösteriliyor ve o kentin dışına çıkmalarına izin verilmiyor. Dolayısıyla ya para kazanmak için çalışmaları ya da devlet tarafından temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar finanse edilmeleri gerekiyor. Fakat devlet çalışma izni vermiyor ve sosyal yardımda bulunmuyor.
Üçüncü bir ülkeden mültecilik başvurusunun kabulünü bekleyen İranlı Hüseyin, Türkiye’de geçici sığınmacı olarak yaşadıkları sorunu şu sözlerle anlatıyor: “En büyük sıkıntımız, burada çalışmak için izin vermemeleri. İnsan çalışmadan nasıl yaşayabilir? Ben İstanbul’dayım, her yere bakıyorum. İş var ama çalışmamız için izin yok. İş olan yerde para yok. Ev sahibi para istiyor. Emniyet de bize sürekli sorun yaşatıyor. Birleşmiş Milletler bize ne zaman yer gösterecek, nasıl olacak hiç belli değil. İş izni olsaydı burada yaşamak isterdim. Burada çalışıyoruz, paramızı vermiyorlar, polise de gidemiyoruz. Çalışma iznimiz olmadan çalıştığımız için polis bizi suçluyor.”
Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkındaki Kanuna göre, bir sığınmacıya iş vermek isteyen bir işveren, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurup izni alır. Sığınmacıların kağıt üzerinde böyle bir hakları var ama uygulamada tek bir örneği yok. Dolayısıyla kaçak, yani kayıt dışı işlerde çalışmaya başlıyorlar. İnşaatlarda, sanayide, merdiven altı atölyelerde ya da diğer ağır işlerde ucuza çalıştırılan sığınmacı işçilerin üç kuruşluk ücretleri ödenmediğinde şikâyette bulunma hakları yok. Emniyete şikâyet etseler, işveren değil çalışma izinleri olmadığı halde çalışan sığınmacılar suçlu bulunuyor. İşveren de sığınmacıların gidip polise şikâyet edemeyeceğini, böyle bir haklarının olmadığını çok iyi biliyor. Ücretleri ödenmediği için işten ayrılsalar, yiyecek ekmekleri yok. En ağır işlerde ve uzun saatler çalışan sığınmacı işçilerin çaresizliği, patronlar için bulunmaz nimet. Patronlara bu imkânı sunan kapitalist TC, bir yandan mültecilere çalışma izni vermiyor öte yandan “istemem, yan cebime koy” diyor. Türkiye’de mülteciler ve sığınmacılar para kazanabilmek için neredeyse kölelik koşullarında çalışmaya boyun eğmek zorunda kalıyorlar.
Yabancılar Türkiye’ye girdiklerinde kaldıkları süre için ikâmet harcı ödemek zorundalar. Mülteciler ve sığınmacılar da bu ikamet harcına tâbiler. Türkiye’de ikâmet tezkeresi alabilmeleri için yıllık kişi başına yaklaşık 600 lira ücret ödemek zorundalar. Çalışma hakkı olmayan ve birçok problemle başa çıkmaya çalışan mülteciler ve sığınmacılar bir taraftan da devlete harç ödemek zorunda kalıyorlar.
Bu yılın başında yürürlüğe giren genel sağlık sigortası uygulaması ilk gündeme geldiğinde, hükümet sığınmacıların da bu sigortadan yararlanacağını belirtti. Kanuna bakıldığında genel sağlık sigortası kapsamından yararlanacak kişiler arasında “sığınmacılar” kelimesi geçiyor ve normalde de sığınmacı olanların bu haktan yararlanabilmeleri gerekiyor. Fakat Türkiye’deki hukuki terim farklılığı nedeniyle bunun uygulanması fiiliyatta yine mümkün değil. Çünkü Türkiye’de sığınmacı statüsü alan kimse yok. Bir kişinin sığınmacı ve mülteci statüsü kazanabilmesi için Avrupa’dan Türkiye’ye gelip başvuru yapmış olması gerekiyor. “Başvurucu” diye bir hukuki statü var Türkiye’de. Sığınmacıların Türkiye’deki sayısının kaydı yok, çünkü sığınma talebiyle Türkiye’ye gelen yabancıların çoğu başvurucu statüsünde. Ancak UNHCR tarafından üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri sırasında kendilerine sığınmacı statüsü veriliyor. Dolayısıyla genel sağlık sigortasına ilişkin kanundan yararlanamıyorlar.
Her il ve ilçede bulunan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına başvuran sığınmacılar tedavi giderlerinin karşılanmasını talep edebiliyorlar. Buralarda muayene ve tedavi olmak için öncelikle polisi ikna etmek zorundalar. Bir sığınmacı hastalandığı zaman, dilekçesini yazıp valiliğe gitmek zorunda. Valilik bu dilekçeyi il emniyetine, il emniyeti de yabancılar şubesine havale ediyor. Daha sonra yabancılar şubesine giderek hasta olduğunu polise kanıtlamak zorunda. Eğer polis bu kişinin gerçekten hasta olduğuna ve doktora gitmesine gerek olduğuna kanaat getirirse, kişiyi sosyal yardımlaşma vakıflarına havale ediyor. Her sosyal yardımlaşma vakfının bir mütevelli heyeti var. Yasalara göre, mütevelli heyeti toplandığı zaman diğer bütün başvurularla beraber bu kişilerin tıbbi yardım başvurusunu da ele alır. Yardım verilmesine karar verilirse bu kişi hastaneye gönderilir ve sağlık masraflarının belli bir kısmı, belli bir limite kadar vakıf bütçesinden karşılanır. Yani biri hastalandığı zaman bu prosedür tamamlanıncaya kadar ya iyileşir ya da ölür. Zaten genelde bu prosedür tamamlanmadan kişiler vazgeçiyorlar. Başvuran kişiler tedavi için hastanelere gittikleri zaman da eziyet bitmiyor. Diyelim ki sosyal yardımlaşma vakıfları masraflarını karşıladı, kişi gitti ve muayenesini oldu. Bir ilaç tedavisi gerekiyor. İlaçların temini için de tekrar aynı prosedürün tamamlanması gerekiyor.
Vakıf, uzun süreli tedavilerde tedavi masraflarını bir kere sağladıktan sonra bir daha vermemeye başlıyor. Acil durumlarda, bir kaza durumunda ya da doğumda sığınmacılar doğrudan acil servislere gidiyorlar. Hastane eğer bakmayı kabul ederse müdahalesi yapılıyor. Bazı hastaneler güvence almadığı sürece bakmayabiliyor. Acilde bakılan hastanın müdahalesi yapılıyor ve bütün masraflar karşılığında kendisine bir senet imzalatılıyor. Bu senedi ödeyene kadar da hastanede rehin alınabiliyor.
TC’nin cibilliyeti!
Mayıs 2010’da gizli tanık olarak mahkemeye ifade veren bir jandarma istihbarat çavuşu 13 yıl önce Van’ın Başkale ilçesinde geçici görevdeyken İran sınırından kaçak yollarla Türkiye’ye giriş yapan 40 mülteciyi öldürüp bir çukura gömdüklerini, bu insanlara ait toplu mezarın yerini de gösterebileceğini açıkladı. Kendisine 40 mültecinin yakalandığı haberi verilen tugay komutanı tuğgeneral, “bu kişiler savcılığa çıkarılsa serbest bırakılır, sınır dışı edilseler de bir süre sonra tekrar ülkeye girmeye çalışacaklar, hepsini öldürün” talimatı vermiş. Talimat üzerine elleri arkadan bağlı mülteciler karakola 5 kilometre uzaklıkta dağlık arazide taranarak öldürülmüşler. Ardından cesetler iş makineleriyle kazılan bir çukura gömülmüş. 90’lı yılların sonlarında gerçekleşen bu katliam Türk burjuva devletinin genetik yapısına işleyen ırkçılığın ve zalimliğin dışa vurumudur. Egemenler hesap sorulmayacağına inandıkları durumda mülteci sorununu “kökünden” halledecek kanlı çözümlere yönelebilmektedir.
Türk burjuvazisi tüm mültecilere aynı standartlarda davranmıyor elbette. 80’li yıllarda Bulgaristan’dan kaçarak Türkiye’ye sığınan “soydaşlara” kucak açılmıştı. Bulgaristan’daki egemen bürokrasinin ırkçı ve asimilasyoncu politikalarından kaçan bu insanları dönemin hükümeti siyasi malzeme olarak kullanmayı ihmal etmedi. Bir yandan kendine “komünist” maskesi takan zalim Bulgar bürokrasisinin rezillikleri komünizme malediliyor, öte yandan soydaşlarını sahiplenen uygar ülke pozları kesilip milliyetçilik harlanıyordu. Kimseye mültecilik statüsü tanımayan Türkiye, siyasi çıkarları gereği Bulgaristan göçmenlerine vatandaşlık vermekle kalmadı, gelen ailelere hazine arazilerinden toprak da tahsis etti. Çeçenistan’dan gelen Çeçen direnişçilere de özel bir muamele yapılmaktadır. Çeçen sorunu ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp tarafından Rusya’ya karşı koz olarak kullanıldığından Türkiye’ye gelen Çeçen direnişçilere de kucak açılıyor. Geçtiğimiz yıllarda bir Rus uçağını kaçıran Çeçen korsanlar uçağı Türkiye’ye indirmişti. Türk istihbaratı “nasıl olduğu anlaşılamayan bir biçimde” gözaltına aldığı Çeçen korsanları “elinden kaçırdı”.
Devletin siyasi çıkarlarına göre nasıl ikiyüzlüce davranabildiğinin bir başka örneği de Türkiye’ye Ermenistan’dan gelen göçmen işçilerdir. Ermeni soykırımını kabul eden yasa tasarılarının ABD ve İsveç parlamentolarında gündeme gelmesi üzerine Başbakan Erdoğan Ermenistan’a şu tehdidi savurmuştu: “Benim ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine «hadi siz de memleketinize» diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar... Ülkemde de tutmak zorunda değilim.” Burjuva politikası tam da budur. Çıkarları öyle gerektirdiğinde o güne kadar ucuz işgücü olarak sömürdüğü, oturma izni vermeyerek “idare ettiği” yüzbinlerce işçinin hayatını bir anda kaydırabilir. Burjuva siyasetçi, savunmasız insanların hayatlarını çirkin pazarlıklara alet edebilir.
* * *
Baskı ve eziyetten kaçan emekçilerin Türkiye’de de mülteci statüsü kazanabilmesi talebi demokrasi mücadelesinin gereğidir. Göçmenler ve mülteciler vatandaşlık haklarından yararlanabilmelidir. Evrensel bir hak olan çalışma hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Göçmen ve mülteci işçilerin örgütlenme, sendikalara üye olabilme hakları tanınmalıdır.
İşçi sınıfının uluslararası mücadele birliğini savunan bilinçli işçiler, göçmen işçilerin ve mültecilerin yaşadığı sorunlara sahip çıkmalıdır. Egemenlerin kışkırttığı ulusal, kültürel ve dinsel farklılıklara dayalı ayrımcılığa ve önyargılara karşı uyanık hale gelen işçi sınıfı, sınıf düşmanının oyunlarını bozmayı ve dünya işçilerinin birliğine giden yolda yürümeyi başaracaktır.
link: Zehra Aras, Mültecilerin ve Göçmen İşçilerin Türkiye’de Yaşam Savaşı , Temmuz 2012, https://en.marksist.net/node/3053
14 Temmuz: Diyarbakır’da Devlet Terörü
Kapitalizme Karşı Mücadelede Kitleleri Kim, Nasıl Örgütleyecek?