Bir 12 Eylül, bir kara tarihi gün daha geride kaldı.12 Eylül 1980’den bu yana 24 yıl geçti, yani bir çeyrek asır. O gün doğanlar bugün 24 yaşındalar. Normalde 24 yaşına gelmiş genç bir insan yaşadığı dünyada neler olduğu ile ilgilenir, daha iyi anlamak için gençliğin verdiği enerjiyle çaba harcar, öğrenmeye çalışır, anlamadığında tartışır, anladıkça öfkelenir, yapılması gerekenler konusunda hemen harekete geçmek ister, tüm dünyayı değiştirebileceğine olan inancı sonsuzdur ve tüm enerjisini bu yolda harcamak ister. Evet gençlik böyle bir şeydir.
Peki bugün Türkiye’de bu yaş kuşağının durumu böyle midir? İçinde yaşadığımız dünyanın acı gerçeklerinin farkında olan, insanca yaşamak için mücadele edilmesi gerektiğini düşünen, kendi bireysel kurtuluş koşullarının ancak toplumsal kurtuluş yolundan geçtiğini fark edebilen, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan sorun karşısında rahatsızlık duyup, bu sorunun kapitalist sistemden kaynaklandığını düşünerek sisteme karşı bir hınç besleyen, dünyayı anlamaya, öğrenmeye çalışan, tartışan, sorgulayan, yeni bir dünya yaratmak için onu değiştirmeye çalışan bir gençliğin varlığından ne yazık ki söz edemiyoruz. Genel durum budur. Daha ayrıntılı olarak bakacak olursak gençliğin geldiği nokta hiç de iç açıcı değil. Arkadaşlık, dostluk ilişkilerinin para ilişkisi olarak belirlendiği, kolay para kazanma derdinden daha önemli bir derdin olmadığı, borsadan, loto-totodan, piyangolardan nasıl para kazanılacağından başka bir şey düşünmeyen, yaptığı işten çabuk sıkılan, işyerindeki sorunların üstesinden gelemediği için sürekli kendi işini kurarak kurtulacağını zanneden, iş arkadaşlarıyla aynı sorunları paylaştığını düşünmeyen, sorunların yalnızca kendi dar yaşam alanını oluşturan ortamdan kaynaklandığını düşünen, ve bunlardan dolayı da bireysel kurtuluşunun her türlü yolunu arayan bir gençlik var.
Bu gençler arasında az buçuk politikayla ilgilenen, ama politiklik düzeyi sendikal mücadeleyi aşmayanlar da bu genel hava içerisinde kendi yollarını doğru düzgün çizemiyorlar. Dönem dönem koşullarının gittikçe bozulduğunu fark ettikçe ruh halleri bir şeyleri değiştirmek gerektiği yönünde değişirken, bu değişen koşullara kısa sürede uyum sağladıkları için, bu mücadele edilmesi gerektiğini söyleyen, “artık yapılması gereken neyse yapılmalı” diyenler bir anda eski ruh hallerine çok çabuk dönebilmektedirler. Yani sürekli yalpalayan, oradan oraya savrulan, sürekli iniş çıkışlar yaşayan, kararsız, kendine ve sınıfına güvensiz, ama burjuvaziye çok çabuk kanan bir gençlik var. öğrencilik dönemlerinde, öğrenci olmaktan kaynaklı yaşadıkları somut sorunlara bir an önce çözüm aramak için öğrenci mücadelesinin en önlerinde bulunan gençler, öğrencilik biter bitmez, iş hayatına başladıklarında, toplumsal olarak onlara biçilmiş rollere; kolay para kazanmak için her şeyi yapmanın akıllılık, mücadele etmeninse aptallık olduğu anlayışına uygun davranarak “akıllıca” davranmayı tercih etmekte, mücadele etmekle bir yere varamadıkları kanaatine varmaktadırlar. Peki gençler nasıl bu duruma geldi?
Bu gençler, yani bizler, geçmişte verdiği tüm mücadelelere rağmen düşman kamp tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmış ve 12 Eylül 1980’de sindirilmiş, baskılarla, işkencelerle, işten atılmalarla ve atılma tehditleriyle ezilmiş, yenilmiş bir kuşağın çocuklarıyız. Bize yaşanan deneyimlerden nasıl bir sonuç çıkarmamız gerektiği, eksikleri, doğruları anlatılmadı. Bunun yerine bu deneyim tümden belleklerden silindi, ve bunu hatırlamamız, öğrenmemiz engellendi. Biz insanca yaşamak için mücadele etmenin yanlış olduğuna, aptalca olduğuna inandırıldık. “Mücadele” kelimesini bile ağzımıza almadık, tıpkı “örgüt” kelimesi gibi. Bunları kazara herhangi bir durum için kullanacak olursak o taraklarda bezimiz olacağından şüphelenilebilirdi! Bizler akıllı olmalıydık. Günü kurtarmalı, günü yaşamalı, cebimizi nasıl dolduracağımıza bakmalıydık. Biz o zaman anne babalarımızın iyi evlatları, vatanın iyi evlatları olacaktık. Oysa ola ola kendine güveni olmayan, 24 yaşını çoktan geçtiği halde dünyayı değiştirebilme gücünü kendinde görecekken daha dünyayı anlamaktan aciz, en basit sorunlarını bile çözemeyen, boyun eğen, kişiliksiz, yalnız, mutsuz, arkadaşlık ilişkileri geliştiremeyen, bunalımlı, her türlü bireysel kurtuluş denemesinden kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlandığı halde her defasında bunu yeniden hayal kırıklığı ile deneyen, dengesiz bir gençlik olduk. Böyle bir gençlik miydi bizden önceki kuşağın yaratmak istediği. Bizler yenilgiyi yaşamamak için daha baştan yenilmiş bir kuşak olduk.
‘80 öncesinde gençler arasında yapılan bir ankete göre gençlerin en çok istedikleri şey özgürlükleri olurken, bugün aynı anketin sonuçları en çok istenenin para olduğunu gösteriyor. Bu gençliğin nasıl yozlaştığını, yozlaştırıldığını, insani değerlerden uzaklaştırıldığını gösteriyor. Sorumluların bir kısmı yeni işçi kuşağının kendisine baş kaldırmasını engellemek isteyen burjuvazidir, medyasıyla, eğitim sistemiyle, yarattığı yoz kültürle ve aile kurumuyla. Tüm bunlar el ele vererek gençlerin sisteme boyun eğen zavallı bireyler haline gelmesi için uğraştılar. Sorumluların bir kısmı diyorum, çünkü, elbette ki nesnel koşulların önemi çok büyüktür. Yani insanın bilincini belirleyen maddi dünyadır, ama insan bilinci mekanik bir şekilde tümüyle dış koşullara bağlı değildir. İnsan bilinci de varolan maddi koşulları değiştirme olanaklarını kavrayacak durumdadır. Yani gençlerin “bizim ne suçumuz var, biz koşulların ürünüyüz” deyip bir kenarda oturmaları kabullenilemez. çünkü insanın en büyük özelliği nerde olursa olsun, nasıl yaşarsa yaşasın özgürlüğü için mücadele etmektir. Eğer insanca yaşamak istiyorsak, bu dünyayı değiştirmek için önce kendimizi değiştirmekten yola çıkarak, tüm insanlığın kurtuluşunun yolunu açacak bilimi, Marksizmi öğrenerek adımlarımızı güvenle atmalıyız.
Her sistemin egemenleri sistemlerini devam ettirmek için kitleleri korkutmaktan çekinmemişlerdir. Roma’nın çöküş döneminde, sistemden nefret eden kölelerin tepkilerine karşı Roma imparatorlarından birisi “nefret ederlerse etsinler, yeter ki korksunlar” demiştir. Ama bu durum çöküşten başka bir şey getirmemiştir egemenler için. Tek bireylerin nefreti sınıfın nefretine dönüştüğünde egemenler, damlaların nasıl sele dönüştüğünü, ve o selin önünde hiçbir engelin dayanmayacağını ölü gözleriyle göreceklerdir.
Yalnızca bu sistemden nefret etmekle kalmamalı, onu değiştirmek gerektiğini, hayal kırıklığı yaşayacağımız konusunda sistemin bize aşıladığı korkuların üstesinden gelmenin yolunun bilinçlenmekten ve örgütlenmekten geçtiğini net bir şekilde kavramalıyız.
link: İstanbul’dan bir MT okuru, 12 Eylül Kuşağı: Niye yenildiğini anlamamış bir kuşağın çocukları, 7 Ekim 2004, https://en.marksist.net/node/278
Altı Trilyon Bana çıksa!