Kapitalizmin 2008’den bu yana içerisinden çıkamadığı dünya ekonomik krizi, Ağustos ayının ilk haftalarında yeni bir atakla dünya piyasalarını bir kez daha salladı. 2008’de patlak veren derin bunalımın ilk günlerinde yaşanan çöküşten bu yana dünya borsalarında ve finans piyasalarında bu kadar sert bir sarsıntı yaşanmamıştı. ABD’nin kredi notunun düşürülmesiyle tetiklenen son sarsıntı, krizden çıkış senaryoları kurgulayan burjuva ekonomistlerin suratında adeta rüyadan ayıltan bir tokat gibi patladı.
Hisse senedi borsalarında yaşanan ani düşüş Avrupa ekonomisini şiddetli biçimde silkeledi. Avrupa Merkez Bankası İzlanda ve Yunanistan gibi iflasın eşiğine gelen İtalya ve İspanya ekonomilerini çöküşten kurtarabilmek için bu ülkelerin hükümetlerinin çıkardığı hazine bonolarını satın aldı. Bu manevra da durumu kurtarmaya yetmedi. Bu tür önlemlerin piyasaları geçici bir süreliğine rahatlatmaktan başka bir işe yaramadığı biliniyor.
Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy, piyasalardaki altüst oluş üzerine tatilini yarıda keserek kurmaylarıyla olağanüstü toplandı. Kredi derecelendirme kuruluşlarıyla derhal iletişime geçen Sarkozy, Fransa’nın kredi notunun düşürülmemesini güvence altına almaya çalıştı. Fransa Merkez Bankası, temerrüt faizlerinin 2 yıl daha %0’a yakın bir oranda tutulacağını, ekonomi daha kötüye giderse yeni önlemlerin devreye sokulacağını, hükümetin, ekonomisi çöküşe sürüklenen ülkelerin borç senetlerini satın alabileceğini ilan ederek piyasaların ateşini düşürmeye çalıştı.
Piyasalarda euro ve dolara karşı gelişen güvensizlik, sermayedarların hızla İsviçre frankına yönelmesine yol açtı. İsviçre frankı bir anda yükselince İsviçre’nin ihracatı durgunluğa girdi. İsviçre Ulusal Bankası da İsviçre frankının Amerikan doları karşısında aşırı değerlenmesini durduracağını ilan ederek krizi soğutmaya çalıştı. Borsaların altüst olması üzerine 2008’den bu yana hızla değerlenen altının fiyatı da bir kez daha yukarı sıçradı.
Tam da dünya ekonomisinde bu altüst oluşların yaşandığı sırada İngiltere’den yükselen alevler kapitalistlere kabus dolu günler yaşattı. Londra’nın yoksul Kuzey semtlerinden Tottenham’da siyah bir gencin silahlı polisler tarafından öldürülmesi üzerine gelişen protestolar bir anda küçük çaplı bölgesel isyanlara dönüştü. Protestocular polis karakoluna saldırdı. Çatışmalar kısa sürede Londra’nın diğer yoksul semtlerine ve Birmingham, Manchester ve Liverpool kentlerine yayıldı. Ülkenin en yoksul kesimleri yıllardır biriken öfkelerini şiddetle ve hedef gözetmeksizin açığa vurdular. Avrupa’nın gelir dağılımındaki eşitsizlik açısından Portekiz’den sonra en adaletsiz ülkesi olan İngiltere’de son yıllarda en yoksul kesimlere yönelik sosyal yardımlar giderek azaltılmıştı. Kapitalizmin sefalet uçurumuna sürüklediği, o uçurumun dibinde yaşam savaşı verirken de polis şiddetine maruz bıraktığı insanlar, hedef gözetmeyen bir öfkeyle araçları ve dükkânları yaktılar, marketleri yağmaladılar. Yoksul bölgelere para akışını sağlayan devlet destekli iş olanakları uzun süredir sağlanmıyor. Dünyanın ticaret, finans ve turizm merkezlerinden biri olan Londra’nın şehir merkezinden birkaç kilometre uzakta bulunan banliyölerde çocukların neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürdürüyor.
Kentlerin banliyölerinde yaşayan ve daha iyi bir yaşam sürme umutları sürekli tükenen insanların isyanı, kapitalizmin sosyal devlet balonunun İngiltere’de söndüğünün, sınıflar arası uzlaşmazlık zemininin giderek berraklaştığının ispatıdır. Kapitalizmin politik istikrarını sağlayan ekonomik temelin çürüdüğünü artık kimse inkâr edemiyor. Burjuvazinin en prestijli dergilerinde (Time, The Economist vb.) yazan burjuva analistler, Avrupa’da 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan “eski düzene” veda ediyorlar.
Avrupa’nın küresel krizin merkezinde yer aldığı, krizle birlikte milliyetçiliğin yükseldiği, AB ülkelerinin birliğin çıkarlarından ziyade bencil ulusal çıkarların peşine düştüğü açıkça ortadadır. Ekonomisi çöken ülkeleri birlikten atarak kendi kaderlerine terk etme önerileri dillendiriliyor artık. AB’ye üye ülkeler içerisinde ekonomisi en güçlü durumda bulunan Almanya’nın ve Fransa’nın liderleri bir araya gelerek, zayıf durumdaki diğer AB üyelerine dayatacakları ekonomik kriterleri tartışıyorlar. Avrupa Birliği’nin sosyal, ekonomik, kültürel ve tarihsel bir bütünlük oluşturduğunu işleyen edebiyat ekonomik krizin alevleri içinde kül oldu.
Kapitalist ekonominin bunalımı ilk defa bu kadar küresel bir karakter taşıyor. ABD’nin geçmişte olduğu gibi Avrupa ekonomisini canlandıracak girişimlerde bulunması beklenmiyor, çünkü ABD kapitalizmi kendi sorunlarıyla boğuşuyor. Durgunluk derinleşirken işsizlik oranları artıyor. 2000 yılında ABD’deki resmi işsizlik oranı %4 idi. 2011 yılında resmi işsizlik oranı %9,1’e yükselmiş durumdadır. Avrupa Birliği genelinde ise aynı dönemde işsizlik %8,8’den %9,4’e çıktı. Kısa süreli işler bulabildikleri için işsiz sayılmayan milyonlarca işçinin, esnek, güvencesiz ve geçmişe göre daha ucuz çalıştırıldıklarını da unutmamak gerekiyor.
Milli gelirdeki yıllık artış oranları en gelişmiş kapitalist ülkelerde %0 ilâ %3 arasında seyrediyor. Bu büyüme oranları büyük sermayenin beklentilerini doyurmuyor.
Marksistlerin, dünya kapitalizmini 2008’den bu yana kıvrandıran ekonomik bunalıma ilişkin değerlendirmeleri her açıdan doğrulanmaktadır. Kapitalizmin bunalımının finansal bir kriz olmadığını, hükümetlerin para politikalarıyla ya da kamu harcamalarının arttırılmasıyla krizin aşılamayacağını, bu krizin kısa süre içerisinde geride bırakılacağına dair pompalanan umutların boş olduğunu, ekonomik çöküşü durdurmak üzere yapılan müdahalelerin krizin etkilerini kısa vadede hafifletip ertelemekten başka bir işe yaramayacağını Marksistler açıkça ortaya koymuştu. Kamu harcamalarının bütçe açıklarını arttıracağını, pek çok ülkenin iflasa sürükleneceğini, kapitalist devletlerin holdingleri ve bankaları ayakta tutmak için harcadığı paraların faturasının yine işçi sınıfına çıkartılacağı söylenmişti. Nitekim işten çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi, sosyal hakların kısılması, vergilerin arttırılması vaka-i adiye haline geldi.
Yaşlı kıtada sömürü düzeni istikrarsızlık içerisinde boğuşuyor. Eski düzenin elbisesi yama tutmaz hale geliyor. İşçi sınıfı burjuvazinin saldırılarına mücadeleyle yanıt veriyor. Atina’dan Madrid’e kadar işçi kitlelerinin giriştiği militan kitle mücadeleleri, Londra’da bir anda parlayıp göğü aydınlatan alevler aynı gerçeğe işaret ediyor: Kapitalizmin doğup geliştiği Avrupa coğrafyasında da eski düzen ömrünü doldurmuştur.
Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyi, kapitalist üretim ilişkileriyle bağdaşmıyor. Kapitalizmin işçi sınıfına sömürüden, işsizlikten, yoksulluktan, krizden, savaştan ve yıkımdan başka sunacağı bir şey yok. Üretimin küresel-toplumsal niteliği işçi sınıfının önüne kapitalizmi yıkarak, sınıfların ve sınırların ortadan kalkacağı yeni bir dünyayı inşa etme sorununu koyuyor. İnsanlık, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların tarihsel rolünü oynamak üzere sahneye çıkmasını bekliyor.
link: Serhat Koldaş, Çanlar Avrupa Kapitalizmi İçin Çalıyor!, Eylül 2011, https://en.marksist.net/node/2750
Tutkumuz Kadar Büyüktür Dünyayı Değiştirme Yeteneğimiz
Ulucanlar Katliamı 12. Yılında da Unutulmadı