Berfo Ana, 12 Eylül darbesinden bir gün sonra gözaltına alınan, gözaltındayken katledilen, kayıplar listesine adı geçirilen Cemil Kırbayır’ın anası. 103 yaşında. Özlem, umut, inat ve acı çukuruna dönmüş gözleri. Dile kolay 103 yaşına kadar yaşamış. Cemil’ini görene, onunla ilgili bir haber duyana kadar ant içmiş ölmemeye. Canı, ciğeri elinden alınmış 72’sindeyken. Çaldığı her kapı yüzüne kapanmış. Ama o evinin kapısını hep açık bırakmış. Öylesine inançlı ki Cemil’inin geleceğine, hiç kilitlememiş evinin kapısını, gelince dışarıda kalmasın oğlu diye. Ama o kapıdan bir daha hiç girmeyecekti oğlu. Çünkü “kayıp” dedikleri oğlunu yıllar önce gözaltında ağır işkencelerden birinde katletmişlerdi. Öğrendi bu gerçeği Berfo Ana, 103 yaşında.
Oğulları, kızları işkencede öldürülenlerin bir kısmına verilmedi çocuklarının ölüleri. “Üçüncü kattan atlayıp intihar etti” bile denmedi. Çok görüldü, anasına, babasına cenazelerinin verilmesi. Çünkü ölenin acısı yaşanır ve onunla yüzleşilir. Ama öldüğü ve nerede olduğu bilinmeyenin acısı her gün büyür, yürekleri her gün daha fazla yakar. Çaresiz bir umutla yaşar kayıp yakını. İşte Berfo Ana’nın gözlerindeki de bu çaresiz umuttu yıllar boyu! Şimdi başka bir umudu var: Çocuğunun mezarını bulmak.
12 Eylül faşist darbesini yapanlar düşmanca saldırdılar toplumsal muhalefete ve tüm örgütlülüğü dağıttılar. Her türlü insanlık dışı acıyı yaşatmak için cani ruhlarını harekete geçirdiler. Tuttuklarına işkence ettiler, bazılarını işkencede katlettiler, geride kalanlara yıllarca kurtulamayacakları izler bıraktılar. İçerde fiziksel işkenceyle var olma savaşı veren tutsakların yakınları onların izini sürmek için polis merkezleri önünde psikolojik işkence yaşadılar. Anaların en büyük korkusu eşlerini, çocuklarını bir daha görmemekti. Çünkü polis tarafından gece baskınlarıyla derdest edilip götürülenler için bir süre sonra “bizde yok” deniyordu. Yok ediliyorlardı. Azap günleri başlıyordu. Anaları, yakınları, aradan geçen yıllar boyunca dönmeyen evlatlarının, sevdiklerinin artık yaşamadıklarını düşünüyorlardı ama hiç olmazsa başında ağlayacakları bir mezarı olsaydı! Son yolculuğunda dokunabildikleri bir cenazesi olsaydı!
17 yaşında lise son sınıf öğrencisiyken 1981 Martında Gayrettepe 1. Şube’de gözaltına alınan Özlem Türkmen, içerde bilinen her türlü işkenceyi yaşadığını anlatıyor yıllar sonra. Kendisi içerde o yaşına rağmen çektiği işkencelerden sonra hayatta kalmaya çalışırken ziyarete gelen yakınlarının çektiklerini şöyle anlatıyor: “Şubenin kapısında «BURDA YOK» cevabını günlerce dinliyorlar. Üstelik orada olduğumu bildikleri halde. Onların yaşadıkları acının büyüklüğünü sonradan anne olduğumda daha iyi anlıyorum. Bunun bir tek anlamı var. Yok edilmek üzere orada tutuluyorsunuz. Yok edilebilirsiniz. Ve bunun hesabını vermemek için zaten «yok» olduğunuz yakınlarınıza söyleniyor.” (akt. Emine Özcan, bianet.org)
12 Eylül darbesinden sonra cezaevlerinin önlerinde kadınlar hep ön sıralardadırlar ve müthiş bir dayanışma içindedirler. Erkekler daha arka planda kalırlar her anlamda. Eşi de kendisi de siyasi mücadelenin içinde olan Dilek Afife, darbeden sonra “kaçak” olan eşi yakalandığında kendi deyimiyle “kapıdaki kadınlardan” biri oldu. Oğulları cezaevinde olan annelerle birlikte mücadele verdi. “Kapıdakiler” eşleri veya çocukları içerdeki uygulamalara karşı direndikleri için aylar süren görüş yasağına rağmen her görüş günü oradaydılar. Dilek Afife o günleri şöyle anlatıyor: “Eşim 3,5 yıl cezaevinde kaldı, oğlum da o sırada 3,5 yaşındaydı, eşimin ailesiyle oturmak zorundaydım. Tek tip direnişinden dolayı ölüm oruçları vardı ve ölümler başlamıştı, dayaklar, işkenceler, aylarca süren görüş yasakları yüzünden «bizler» diğer adımızla «kapıdakiler» sürekli hareket halindeydik...” Dışarıdaki eşler çalışmak zorundaydı. Evde çocuklar aş bekliyordu. Ama haftada bir gün de görüş için ziyarete gitmek gerekiyordu. O yüzden işe girerken haftada bir gün izin istiyor Dilek Afife. Bu izin gününü koparabilmek için de düşük ücrete, sigortasız çalışmaya razı elbette. Bu koşullarda çalıştıktan sonra ek iş yapmak zorunda kalıyor. Akşamları kazaklara boncuk işliyor eve biraz daha para sokabilmek için. (akt. Berivan Tapan, bianet.org)
Darbeden sonra tutuklananların büyük bir kısmı erkekler oldu. O zamana kadar siyasi yaşamın öznesi olan kadınlar eğer tutuklanmamışlarsa hapishane önlerindeki eşlere, kardeşlere dönüştüler. O zamana kadar siyasetle tanışmamış olan eşler, analar ise “kapıdakilere” dönüştüklerinde diğer kadınlardan ve direniyor olmaktan çok şey öğrendiler. İşkencenin ne olduğunu bilmeyen kadınlar oğullarının, kızlarının bedenlerindeki izlerinden öğrendiler devletin zulmünü. İdamın ne olduğunu düşünmemiş olan kadınlar artık üzülmeyi bırakmış, hem kendi evlatları hem diğerlerininki için insan hakları aktivisti olmuşlardı.
Dilek Afife’nin hapishane kapılarında kadınların dönüşümüne verdiği örneklerden biri anlamlıdır: “Kapıda bir Melahat teyzemiz vardı, oğlu idamla yargılanıyordu, sakin sakin konuşan sessiz, ufak tefek bir kadındı, kocasıyla gelirdi... İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucularından olan Melahat teyzenin 1987’deki «İdam cezası kaldırılsın» mitinginde yaptığı konuşmasını ve kürsüdeki görüntüsünü hiç unutmuyorum... Evlendiğinden beri kocası hiç anahtar taşımazmış, çünkü Melahat teyze hep evde olurmuş. Konuşmasında «Artık kocam anahtar taşımasını öğrendi, idamlar kaldırılıncaya ve genel af çıkıncaya kadar da taşımaya devam edecek» diyerek elindeki anahtarı sallıyor, sloganlar ve alkışlar arasında mücadelesine devam edeceğini haykırıyordu. Dediğini de yaptı...”
Cezaevleri önünde, mahkeme kapılarında erkeklere moral vermek için bekleyen kadınlar güçlendiler. Herkese karşı güçlü görünmek durumundaydılar. Öyle de oldular. Eşi, çocuğu siyasi mücadelenin içindeyken başına bir şey gelmesinden korkan, onu mücadeleden uzak tutmaya çalışan analar da direnç kazandı içerdekine moral vermek için.
Analar için acılar bitmiyordu darbeden sonra. Sevdikleri yalnızca tutsak edilmiyordu. Yok ediliyordu bazılarınınki. Ama gözaltına alındıktan sonra “bizde yok”, “biz salıverdik, gelmiş olması lazımdı” denilen kişiler yer yarılıp içine girmişti adeta. İşte analar, eşler için katlanılmaz olan buydu. Darbeden sonraki dönemde de, daha çok Kürt coğrafyasında olmak üzere binlerce insan kaybedildi. Gözaltına alındıktan sonra veya beyaz bir Renault’ya bindirildikten sonra kayboluyordu insanlar. Evlere ateş düşüyordu, analar, eşler, kayıp yakınları bir labirentin içinde buluyorlardı kendilerini. Hangi kapıyı çalsalar yoktu sevdikleri. Kapıları biraz fazla zorlayanlar da ya kayıplar listesine ekleniyor, ya da işkence tezgâhlarında buluyorlardı kendilerini. Korucu olmayı reddeden Mardin Dargeçit’ten Doğan ailesinin başına gelenler kayıp yakınları için çok tanıdık. Ailenin 9 ve 13 yaşındaki çocukları gözaltına alınıp işkenceden geçiriliyor, Filistin askısına alınıyorlar. 9 yaşındaki eve gönderiliyor ama 13 yaşındaki çocuk eve dönmüyor. Anne Asiye Doğan karakola gidip oğlunun akıbetini öğrenmeye çalıştığında önce başlarından savıyorlar. Anne oğlunu sormaktan, dilekçeler vermekten vazgeçmeyince onu da gözaltına alıp 11 gün ağır işkenceden geçiriyorlar. Bu işkencelerden sonra bırakılan Asiye Doğan'ın sağlığı bozuluyor ve kısa bir süre sonra hayatını kaybediyor. Baba Ramazan Doğan bundan sonra oğlunun fotoğrafını alarak her Cumartesi diğer kayıp analarının yanına geliyor. Cumartesi Anaları kayıp çocuklarının, eşlerinin hesabını devletten soruyorlar. 1995’ten bu yana polisin copuna, gazına, tazyikli suyuna, gözaltılara aldırmadan (belli dönemler eylemlerine ara verdiler) bugüne kadar mücadelelerine devam ettiler.
30 yılı aşkın bir süredir anaların gözyaşları durmadı. Onları ağlarken, bazen dimdik yukarda yumrukları, bazen zafer işaretleri, zılgıtlarıyla egemenlere korku salarken gördük. Ama kadındılar, anaydılar. Her ana evladını yandığı ateşe atlayıp kurtarmak ister. Onlar da atıldılar ateşlere. Evlatları neredeyse oradaydılar. Şayet yerini biliyorlarsa! Bilmiyorlarsa da tek bir şey istediler: Hiç olmazsa kemiklerini! Onları gömecekleri, başında “oğlum, yavrum” diye ağlayacakları bir mezar taşı olsa yeterdi!
Analar ve çocuklar! Darbeyi yapanlar, darbeyi yaptıranlar hangisini ağlatmadı? Askeri cunta hem içerdekilere hem dışarıdakilere yıllarca kan kusturmak için uğraştı. İnsanca yaşama hakkı için verilen mücadeleyi çok görüp, yıllarca baş ezmek için uğraştı. 31 yıldır yaptıkları yanlarına kâr kaldı. Darbeyi yapanlar da, darbeyi yaptıran sermaye sınıfı da yaptıklarıyla caniliklerini her defasında ispatlıyorlar. Her türlü zulmü yaparak “biz insan değiliz, ölüm zebanisiyiz” diyorlar. Onlar dünyayı cehenneme çevirmeden başka bir dünya yaratmalıyız. Özgürlük için, daha insanca, kardeşçe, herkesin tok olduğu bir dünya için kavga veren insanların tutsak edilmediği, onurlu, mücadeleci insanların yok edilmediği ve yaşamın tüm güzelliklerini gönlümüzce tadabildiğimiz bir dünya yaratmalıyız.
link: Aylin Dinç, Darbenin “Dışarıdaki” Mağdurları: Kadınlar, Analar!, Eylül 2011, https://en.marksist.net/node/2747
Somali’de “İnsancıl” Emperyalizm!
Alaattin Karadağ’ın Katilleri Hâlâ Serbest