Küba’da kapitalist restorasyon rüzgârları gittikçe güçleniyor. SSCB’nin yıkılmasının ardından, o güne dek SSCB’nin sağladığı ekonomik destek sayesinde ayakta kalmayı başarabilmiş Küba ciddi sıkıntılarla boğuşmaya başladı. 90’lı yılların ilk yarısında yüzde 40’ı aşan bir ekonomik küçülme giderek artan bir yoksullaşmayı da beraberinde getirdi. Yiyecek dağıtımı sınırlandı, temel gıda ve ihtiyaç maddeleri piyasadan kaybolarak karaborsa faaliyetleri arttı, hammadde ve yakıt sıkıntısı had safhaya çıktı. Emperyalizmin uyguladığı düşmanca ambargo bu durumu her geçen gün daha da katlanılmaz kıldı. Ardından içine girilen sıkıntılardan kurtulmak için Küba yavaş yavaş kapitalizme doğru açılmaya başladı.
Küba’nın bürokratik egemen sınıfı bu gidişatın kapitalizme doğru olduğunu baştan beri ısrarlı bir biçimde reddediyor olsa da gerçek budur. Son on yıllık dönemde yaşananlar, SSCB’nin çöküşe doğru hızlı adımlarla sürüklendiği Gorbaçov döneminde yaşananların ağır çekim bir tekrarını andırıyor. Küba işçi sınıfı, bürokratları başından def edip, tüm ekonominin, toplumun ve siyasal iktidarın yönetimini bizzat kendi ellerine almadıkça ve başta Latin Amerika işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının enternasyonalist dayanışma eliyle buluşmadıkça, sürecin akıbetinin SSCB’ninkiyle aynı olacağına kuşku yok. Küba hakkında dünya sosyalist hareketinde yaygın olan yanılsamalar düşünüldüğünde, bu yıkımın, yeni bir moral bozukluğu dalgasıyla, yeni tasfiyeci rüzgârlarla sonuçlanacağını da şimdiden öngörebiliriz. Yaşanan sürecin adını koyabilmek, gelmekte olanı soğukkanlılıkla öngörebilmek ve bu temelde işçi sınıfının öncüsünü eğitebilmek bu açıdan önem taşıyor.
Hızlanan restorasyon süreci
Dört yıl önce ağabeyi Fidel Castro’dan iktidarı devralan Raul Castro’nun, 1 Ağustosta yaptığı konuşma, sosyalist harekette belli bir yankı uyandırdı. Raul Castro, devlete ait işletmelerde çalışanların sayısının beşte bir oranında azaltılarak 1 milyon kişinin işten çıkartılacağını, küçük işletmelerin ve serbest mesleklerin önünün açılıp destekleneceğini, yabancı sermayeye yatırım yapması için 99 yıllığına toprak kiralayacaklarını, insanların oturdukları evleri satın alabileceklerini ve çocuklarına miras bırakabileceklerini, kendi evlerini inşa edebileceklerini açıklamış ve artık işçi çalıştırmanın da serbest olacağını eklemişti. Ekonomi Bakanı Marino Murillo, “Küba ekonomik modelinin sosyalist ekonomik prensiplerin ön planda olduğu bir güncellemesi üzerinde çalışıyoruz” dese de, bunların boş laf olduğunu, hem Marksizm hem de tarihsel deneyim yeterince ortaya koyuyor. Tüm bu önlemler, özel mülkiyetin daha da yaygınlaştırılması ve ölçeğinin büyütülmesi, kapitalist pazar mekanizmalarının güçlendirilmesi ve teşviki anlamına gelmektedir.
Sosyalist hareket içerisindeki Küba hayranlarının bir kısmı, kardeş Castro’yu, kapitalist restorasyon sürecinin şampiyonu, Küba’nın Gorbaçov’u ilan etmeye hazırlanırken, “yoldaş Fidel” onları ters köşeye yatırıverdi. Sosyalizmin yılmaz savunucusu payesiyle taltif edilen Fidel Castro’nun bir röportajda kendisine yöneltilen “Küba devrim ihracı fikrinden vaz mı geçti” mealindeki bir soruya, “Küba modeli artık bizim bile işimize yaramıyor” şeklinde yanıt vermesi Küba ve Castro hayranlarında soğuk duş etkisi yarattı. Bu yanıtla Fidel Castro, hükümetin kapitalist reformlarına destek verdiğini göstermiş oldu.
Castro’yu “kapitalist restorasyon önündeki engel” olarak değerlendirenler onun bu yanıtını mazur göstermeye çabaladılar. Castro ilerleyen günlerde, yanlış yorumlandığını ve sosyalizmden vazgeçmediğini söylese bile, gerçek şu ki, Küba’da yalnızca “ekonomik reformlar” yapılmıyor, aynı zamanda “ideolojik bir dönüşüm” de gerçekleşiyordu. “Piyasa sosyalizmi” tartışmalarını çağrıştıracak şekilde, devlet mülkiyetinin olumsuzluklarından dem vurulması, emeğin verimliliğini arttırmak adına iş güvencesine ve sosyal haklara karşı saldırı kampanyasının başlatılması, çalışmanın teşvik edilmesi adına ücretler arasında büyük uçurumların önünün açılması vb. gibi olgular, Küba egemen sınıfı içerisinde kapitalizm hayranlığının giderek güçlendiğini kanıtlıyor.
“Ekonomik verimsizlik yüzünden …”
Raul Castro’nun konuşmasında öne çıkan tema “ekonomideki yapısal ve düşünsel değişiklikler” idi. Kapitalist reformları aklamak için öne çıkartılan ve üzerinde durulan temel husus, “devlet sektöründeki verimsizlik ve istihdam şişmesi” idi. Böylelikle geçmişte bürokratik diktatörlüklerin hepsinde yaşanan sorunun Küba’da da yaşandığı itiraf edilmiş oldu: işçilerin üretime karşı ilgisizliği! Bu durum biz Marksistler için hiç de yadırganacak yeni bir durum değildir. Nitekim Marksizm, işçi demokrasisinin olmadığı, işçilerin ekonominin denetimi ve yönetiminde söz ve karar hakkının bulunmadığı bir toplumda, üreticilerin üretime yabancılaşmasının, ilgisizleşmesinin ve genel bir vurdumduymazlığın gelişmesinin kaçınılmaz olduğunu teorik olarak ortaya koymuş ve bu düşünce tarihsel deneyimle de kanıtlanmıştır.
Bir işçi demokrasisinin değil bürokratik bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü Küba’da, egemen bürokrasi, olgunun temelini bu şekilde açıklayamayacağı için, sorunu, “devlet sektöründe şişirilmiş bir istihdam” olarak ya da işçilerin “çalışmaksızın ve üretmeksizin devletten maaş alması” olarak koyabilmektedir. 13 Eylülde Küba Merkezi İşçi Sendikasının (CTC) yayınladığı bildiride de buna benzer ifadeler geçmektedir.
CTC, yayınladığı bildiriyle, alınacak yeni önlemleri ve bu önlemlerin “neden zorunlu olduğunu” işçilere duyurmuş oldu. Gerek bu bildiriye gerekse de Kübalı bürokratların açıklamalarına hâkim olan dil ve üslubun, neo-liberal dil ve üslup ile birebir örtüşmekte oluşu yeterince anlamlıdır. Türkiye de dahil olmak üzere kapitalist ülkelerde burjuva ideologlar neo-liberal saldırıları, özelleştirmeleri ve hak gasplarını savunurken hangi noktalardan hareket ediyor ve hangi argümanları savunuyorlarsa, Kübalı bürokratlar da aynı şeyi yapıyorlar: devlet mülkiyetinin hantallığı, aşırı ve gereksiz istihdam, disiplinsizlik, verimsizlik, sorumsuzluk, bedavadan para alma, aşırı sosyal harcamalar, aşırı hibe ve destekler, erken emekliliğin kötülüğü, iş ve ücret garantisinin yanlışlığı, parça başı ücret vb … Özetle şunlar söyleniyor bildiride:
“Küba … üretkenlik potansiyelini geliştirme ve üretkenliği artırma, disiplin ve verimliliği iyileştirme aciliyetiyle karşı karşıyadır. … Kübalıların görevi çalışmak ve bunu ciddiyet ve sorumlulukla yapmak[tır]. … Devlet işletmelerinde ve bütçeden ödenek alan kuruluşlarda istihdam fazlasının bir milyon kişiyi aştığı bilinmektedir. Devletimiz … ekonomiyi hantallaştıran, ona çelme takan, kötü alışkanlıklar yaratan ve işçilerin davranışlarında deformasyona yol açan kayıpları sürdüremez ve sürdürmemelidir de. Üretim arttırılmalı ve hizmet kalitesi yükseltilmeli, aşırı sosyal harcamalar kısılmalı ve uygun olmayan hibeler, aşırı teşvikler, eğitimin bir istihdam kaynağı olarak görülmesi ve erken emeklilik ortadan kaldırılmalıdır. … Bütün bu süreç yeni temeller ve kurallar çerçevesinde uygulanacak ve … mevcut iş ve ücret uygulamaları değiştirilecektir; böylece işçilerin ücretlerinin süresiz olarak korunması veya sübvanse edilmesi formülünün uygulanması artık mümkün olmayacaktır. … Büyük önem taşıyan bir konu da ücret konusudur. Herkese yapılan işin nicelik ve niteliğine göre ödeme yapılması … gerekmektedir. Bu şekilde belirlenen bir ödeme sistemi, personeli daha iyi uyum gösteren merkezlerde, üretkenliği ve bu sayede işçi gelirlerini artırmanın yolu olacaktır.”
Bunu okuyanın bir sendika bildirisini mi yoksa devlet bildirisini mi okuyorum tereddüdüne düşmemesi güç doğrusu. Görülüyor ki, CTC, Küba işçi sınıfının çıkarlarını savunan bir işçi örgütü değil, Küba bürokrasisinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin araçlarından biridir.
Stalinist devletleştirme
Bugün küçük-üretimi teşvik eden bir söylemle toplumu kapitalizme alıştırmaya girişen Küba bürokrasisi, geçmişte küçük-üreticiliği düşman ilan etmişti. SSCB’nin dağılmasının ardından girdiği kriz dönemine değin, Küba’da uygulanan devletçilik modeli, Stalinizmin tam bir küçük kopyasıydı ve halen de öyledir. Marksistlerin hedefledikleri işçi devleti, üretim araçlarının devlet mülkiyeti altına alındığı, dış ticaretin devlet tekelinde bulunduğu ve ekonominin işçi örgütleri tarafından aşağıdan yukarıya işleyen merkezi bir planlamaya dayandığı bir zemine oturur. Devletleştirmeden anlaşılması gereken şey, genel olarak özel mülkiyetin değil, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu, her şeyin, en küçüğüne varıncaya kadar tüm üretim birimlerinin devletleştirileceği anlamına gelmez.
İşçi devletinin atacağı devletleştirme adımının hedefi küçük işletmeler değil, ekonominin bütünü üzerinde belirleyici olan büyük işletmeler, orta ve büyük ölçekli fabrikalar, büyük toprak sahipliği, ulaşım araçları, madenler ve bankalardır. Küçük işletmeler ve küçük meta üretimi sorunu, proleter devrim sonrasında her ülkenin şu ya da bu ölçüde karşılaşacağı bir sorundur. Bu sorunun çözümünün, onları da zorla devletleştirmekten geçmediğini Engels yıllar önce teorik olarak açıklamıştı. Bu tür işletmeleri teşvikler yoluyla kolektif üretime, kooperatifleşmeye vb. yönlendirmek işçi devletinin temel yöntemidir. Burada kavranılması gereken temel nokta, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin, geçmişten geleceğe ilerleyen hareketli bir süreç olduğu ve tam da bu nedenle kendi içinde geçmişten gelen öğelerle geleceğe dair öğelerin çelişkili bir birliğini ifade ettiğidir. Geleceğin temeli olan büyük ölçekli kolektif üretimle, geçmişin uzantısı olan küçük meta üretiminin yan yana ve birlikte varoluşunun yarattığı bu çelişkinin, ekonomi dışı zor aracılığıyla değil, ekonomik yaşamın doğal akışı içerisinde kolektif büyük üretim lehine kendiliğinden çözülmesi hedeflenir. Ekonominin köşe taşları devletin elinde olduğu ve devlet de işçi sınıfının elinde bulunduğu sürece, bu çelişki, sosyalizme doğru ilerleyişin önünde bir engel oluşturmaz.
Bir işçi devleti değil, bürokratik bir diktatörlük olan Küba’da ise, 1968’de ilan edilen “Devrimci Saldırı” kampanyasıyla birlikte, en küçüğünden orta ve büyük işletmelere kadar her şey devletleştirilmiş ve bir anda yüz binlerce insan “devlet memuru” haline gelmişti. Bunlar arasında, sayıları 60 bini bulan, berberler, dondurmacılar, ayakkabı tamircileri, taksiciler vs. de bulunuyordu. Böylece en küçük dükkânlar bile devlete ait bir işletme statüsüne dönüştürülerek, bir taraftan akla ziyan bir bürokratizmin önü açılmış, diğer taraftan emekçi kesimlerin bir bölümü bu uygulamalara duydukları tepkiyle anti-komünist bir yönelim içerisine girmişlerdi.
Bugün Kübalı bürokratlar bu karikatürü ortadan kaldırmaya başladılar, ancak emekçiler için bir trajedi doğurarak. Bir taraftan “serbest meslekler” kategorisine sokulan bu tür işler artık serbest bırakılacakken, diğer taraftan da gerçek (şimdilik yabancı) kapitalist işletmelerin önündeki engeller kaldırılacak. Devlet sektöründe çalışan 500 bin işçiye, işten atıldıktan sonra buralarda iş bulabilecekleri söyleniyor. Görülüyor ki Küba egemen sınıfı, “istihdam politikası”nda köklü bir değişikliğe gitmektedir. Ama açık ki, bu kadar büyük bir kitlenin kendi hesabına çalışan küçük esnafa dönüşerek hayatlarını devam ettirebilmeleri mümkün değildir. Küçük işletmelerin teşvik edilmesi, kendi hesabına çalışmanın ve birden fazla işte çalışmanın önünün açılması, özel sektörün ekonomi içinde tuttuğu payın artması anlamına gelmektedir. Burada yeni olan kilit hususlardan biri, ister hizmet sektöründe, ister tarım sektöründe isterse de küçük imalat sektöründe olsun, artık bu tür işletmelere ücretli işçi çalıştırma izninin verilmesidir. Henüz bu sayı için bir sınır da getirilmiş değildir. Bu işletmeler, çalıştırdıkları işçilerin sigorta primlerini yatıracaklar, satışlar ve gelirlerinden vergi ödeyecekler. İkili bir prim ve vergi sistemini doğuracak olan bu düzenlemelerin her şeyden önce, ülke ekonomisinin en büyük payını oluşturan tarımsal üretim alanında etkisini göstereceği ve zaten son yıllarda önü giderek açılan özel tarım işletmelerinin hızla yaygınlaşıp büyüyeceğini tahmin etmek zor değil.
İşçi sınıfını güvencesiz çalışmayla, açlık ve sefalet tehdidiyle, yani kısacası özel sektörle terbiye etmeye dönük bu düzenlemeler, bir taraftan kaçınılmaz olarak kapitalist nitelikte hukuksal düzenlemeleri (mülkiyet ve miras haklarının hukuksal ifadelerini bulması, yeni bir borçlar kanunu, yeni ticaret yasaları, yeni iş yasası vb.) beraberinde getirecek, diğer taraftan da ihtiyaçları karşılamak için daha fazla çalışmanın, daha fazla kazanmanın ve daha fazla tüketmenin özendirildiği yeni (kapitalist) bir toplumsal zihniyet oluşturulacaktır. Tüm bunların varolan toplumsal eşitsizlikleri daha da arttıracağına kuşku yok.
Sorun devlet mülkiyetinin varlığı değil, işçi demokrasisinin yokluğudur!
Kübalı bürokratlar işçileri, tembellikle, disiplinsizlikle, sorumsuzlukla ve verimsizlikle suçluyorlar. Ekonomik faaliyetin yüzde 95’ine yakın bir bölümünün devlet tarafından gerçekleştirildiği Küba’da, işçilerin ortalama ücreti aylık 20 dolar civarında. Ama işçinin eğitim, sağlık, ulaşım ve konut ihtiyacı devlet tarafından ücretsiz olarak karşılanıyor, herkes eğer bulabilirse temel gıda maddelerinin asgarisini karne karşılığı ücretsiz alma hakkına sahip. Kübalı bürokratlar, kapitalist ideologlarla aynı ağızdan konuşarak, işçilerin verimsizliğinin ve çalışma isteksizliğinin bu garantilerden ve mevcut “ücret politikasından” kaynaklandığını söylüyorlar.
Bu durumu ortadan kaldırmak ve işçileri çalışmaya teşvik etmek üzere maddi özendiricileri devreye sokmak, kaçınılmaz olarak kapitalist tüketim kültürünü ve kapitalist ahlâkı canlandırmak anlamına geliyor. Kübalı bürokratların ve diğer ülkelerdeki burjuva iktisatçıların devlet sektöründe çalışan işçileri benzer argümanlar ve akıl yürütmelerle eleştirmesi tesadüf değildir. İşçilerin çalışma isteksizliğinin kırılabilmesi ve verimliliğin arttırılması için, iş ve ücret garantilerinin ortadan kaldırılması, rekabetçi bir ücretlendirme sisteminin devreye sokulması gibi “önlemler” hem Kübalı bürokratlarca hem de kapitalist ideologlarca savunulabiliyor. Bu durum bir taraftan, Kübalı bürokratların kapitalist ideolojiye selam durması anlamına geliyor, diğer taraftan da Kübalı işçilerin, üretim araçları karşısındaki konumunun, herhangi bir kapitalist ülkedeki işçilerin konumuyla özde bir farkı olmadığını gösteriyor. Her ikisinde de işçi sınıfı üretim araçlarının mülkiyetinden mahrumdur ve ekonomi üzerinde hiçbir söz ve karar hakkı yoktur.
Peki gerçekten de sözkonusu edilen “davranış bozuklukları”na devlet mülkiyeti mi yol açıyor? Hayır! Mesele üretim araçlarının devlet mülkiyetinde oluşu değil, devlet iktidarının işçilerin elinde olmayışıdır! İnsanlık çalışmanın bir zevk haline geldiği bir toplumsal düzende yaşamıyor; çalışmak bugünkü toplumda, hayatta kalabilmek için katlanılması gereken bir zorunluluktur. Bu toplumda, çalışmanın kendisi insana yabancı bir unsur, bir eziyet olarak görünür. Çünkü işçi, ne çalışmanın kendisi hakkında bir söz ve karar hakkına sahiptir ne onun sonuçlarını kendi denetimi altına alma hakkına. Bu koşullarda, işçi işine ve ürettiği ürüne alabildiğine yabancılaşırken, “ilgisizlik”, “vurdumduymazlık”, “motivasyon eksikliği” gibi olgular da kendiliğinden üremektedir.
İşçi sınıfı, egemen sınıf olarak örgütlenmedikçe, yani devletin, toplumun ve ekonominin yönetimini kendi demokratik öz-örgütlülükleri aracılığıyla kendi eline almadıkça, bu yabancılaşma olgusunu ortadan kaldırmak mümkün değildir. İşçi sınıfı bir proleter devrimle siyasal iktidarı ele geçirip kendisini egemen sınıf olarak örgütlediğinde, toplumda o güne dek hüküm süren üreten-yöneten ayrımı ortadan kalkar. Üretenlerin yöneten haline gelmesi, ya da aynı anlama gelmek üzere işçi demokrasisi, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, üretimin ve üretici güçlerin gelişiminin hem kilit öğesidir hem de temel motivasyon kaynağı. Üreticiler, üretimi kendileri planladıklarında, neyin ne kadar ve nerede üretileceğine kendileri karar verdiğinde ve böylelikle üretim üzerinde bir bütün olarak denetim ve yönetim yetkisini kendi ellerine aldıklarında, emeğin yabancılaşması denilen olgu ortadan kalkmaya başlar. Bu süreç, emekçilerin en geniş demokratik hak ve özgürlükleriyle beslenen canlı bir siyasal-toplumsal yaşam ve ona eşlik eden bir kültürel devrim süreciyle ilerler. Tüm tarihsel deneyimin de doğruladığı gibi, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinin olmazsa olmaz koşulu işçi demokrasisidir. Böylesi bir demokrasi sözkonusu değilse, üretim araçlarının, bankaların, ulaşım araçlarının vb. devlet mülkiyetinde olmasının işçi sınıfının kurtuluşu davası açısından özel bir değeri yoktur. Devlet mülkiyeti ancak ve ancak işçi sınıfının egemenliği söz konusuysa bir anlam ifade eder.
Çözüm işçi iktidarında!
Kimi sosyalistler, Küba’nın karşılaştığı sorunların çözümünün kapitalist reformlardan değil, mevcut hükümetin “sosyalist çalışma seferberliği” ilan etmesinden geçtiğini ileri sürüyorlar. Sorunların, “sosyalist ahlâk ilkelerini”, fedakârlığı, toplumsal çıkarları vb. vurgulayacak bir çalışma kampanyasıyla çözülebileceğine dair bu öneriler özde idealist bir bakış açısına dayanmaktadır. Bu tür kampanyalar eski bürokratik diktatörlüklerde olduğu gibi Küba’da da defalarca denenmiş ama sorunun çözümüne köklü ve kalıcı bir katkı sağlamamıştır. Çalışanları, üzerinde hiçbir denetim ve yönetim hakkına sahip olmadıkları bir ekonominin genel çıkarları için daha fazla çalışmaya ideolojik olarak teşvik etmenin beyhudeliği tarihsel deneyimle sabittir. Emekçilerin büyük özverilerle ve bir karşılık beklemeksizin daha fazla çalışmasının önkoşulu, kendilerini toplumun, ekonominin ve devletin sahibi ve efendisi olarak görmeleri, yani gerçekten de kendi kolektif çıkarları için bu fedakârlıkları yaptıklarını hissetmeleridir. Ne var ki bu hissiyatın oluşabilmesi için her şeyden önce devlet iktidarının kendi ellerinde olması, bu iktidarı kendi öz-örgütlülükleriyle kullanabiliyor olmaları gerekir. Küba’da durumun bu olmadığı açıktır. Kaldı ki, gerçek ve sağlıklı bir işçi devletinde bile, emek verimliliğini arttırmanın yolu, son tahlilde, insanların daha fedakârca çalışmasından değil, esas olarak üretici güçlerin geliştirilmesinden geçmektedir. Ama kapitalist bir dünyanın baskısı altında, tek bir ülkenin ya da birkaç geri ülkenin kaynaklarıyla, sosyalizm yolunda ilerlemek için gerekli üretici güçler düzeyini yakalamanın imkânsız olduğu da çok açıktır.
Küba’da yaşananlar, “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinin gerici bir ütopya olduğunu ve eninde sonunda çökmek zorunda bulunduğunu, bir kez daha kanıtlıyor. “Tek ülkede sosyalizm” yani aslında tek ülkede bürokratik diktatörlük çöküşe doğru giderken, egemen bürokratik sınıf, kapitalizme hangi hızla ve nasıl bir tempoyla geçilmesi gerektiğini tartışıyor. Hiç kuşku yok ki, Küba egemen sınıfı içerisinde mevcut statükonun aynı şekilde korunmasını arzulayan bir kesim vardır ve olacaktır. Ne var ki, bu egemen bürokrasi içerisinde Küba’yı gerçek bir toplumsal kurtuluşa, yani dünya devriminin bir parçası olarak proleter bir devrime götürmeyi arzu eden bir kesimin de bulunduğunu iddia etmek kendini kandırmaktan öteye geçemez. Çöküşe doğru ilerleyen bürokratik diktatörlüklerde parçalanmaya başlayan bürokrasinin içerisinde ilerici-devrimci kanat keşfetme çabaları, SSCB’nin yıkılışı döneminde pek bir revaçtaydı. Bu keşif çabalarının ne denli beyhude olduğunu Elif Çağlı Marksizmin Işığında adlı kitabında ta o zamanlar ortaya koymuştu ve yaşananlar bu tespitleri fazlasıyla doğrulamıştı. Bu gerçek bugün Küba bürokrasisi için de aynı şekilde geçerlidir. Bürokrasi içinde devrimci bir kanadın olabileceği iddiası, Stalinist bürokrasinin doğasını kavrayamayanların naif ve idealist bir hayali olarak kalmaya mahkûmdur.
Küba işçi sınıfının çıkarlarının bugün yelkenleri şişirilen kapitalist restorasyon sürecinden geçmediği açıktır. Hiç kuşku yok ki, Küba işçi sınıfı bu kapitalist reformlara karşı mücadele etmelidir. Ne var ki bu mücadelenin hedefi ve perspektifi asla bugünkü bürokratik yapılanmayı muhafaza etmeye dönük olamaz. Küba proletaryası, mevcut düzeni alaşağı edecek bir proleter devrim perspektifiyle hareket etmek zorundadır. Ama biliyoruz ki, Küba gibi son derece kıt kaynaklara ve geri bir ekonomiye sahip bir toplumun kurtuluşu asla kendi içinde tamamlanabilecek bir süreç olarak düşünülemez. Küba proletaryasının kurtuluşu genelde dünya proletaryasının ve özelde de Latin Amerika proletaryasının kurtuluşundan bağımsız değildir. Kübalı işçiler, bir ilk adım olarak, kaderlerini Latin Amerika proletaryasına bağlamalı ve onunla devrimci işbirliğine girmelidirler.
Bunun nesnel koşullarının mevcut olduğu, böylesi bir devrimci atılımın Latin Amerika’da büyük bir devrimci fırtınaya yol açacağı kendiliğinden açıktır. Son on yıldır Latin Amerika’da esen devrimci rüzgârlar sol görünümlü burjuva ve küçük-burjuva önderlikler tarafından kapitalist düzen sınırlarına hapsedilmiştir. Küba’da esecek proleter bir devrimci fırtınanın Latin Amerika proletaryasının giderek geri çekilen devrimci enerji ve seferberliğine büyük bir katkı yaparak yeni bir canlanmaya yol açacağı açıktır. Latin Amerika proletaryasının burjuva sol önderlikleri bir tarafa fırlatıp atarak kendi bağımsız devrimci çizgisinde ileri atılması, Küba proletaryasının kurtuluşunun da anahtarı olacaktır. Kübalı ve Latin Amerikalı proleter devrimcilerin önünde duran temel görev, böylesi bir devrimci atılıma önderlik edecek Bolşevik örgütlülüğü inşa edip güçlendirmektir.
link: Oktay Baran, Küba’da Kapitalist Restorasyon Hızlanıyor, 1 Ekim 2010, https://en.marksist.net/node/2511
Avrupa’da Romanların Sınırdışı Edilmesi ve Yükselen Irkçılık