“Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz.”
Komünist Manifesto’nun büyük öngörüsünü yansıtan bu satırlar, 153 yıl önce Marx ve Engels tarafından yazılmıştı ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde artık öngörü gerçekliğe dönüşmüştü. Yalnızca metaların değil sermayenin de dünyanın dört bir tarafına ihraç edilmesiyle, banka sermayesinin sanayi sermayesiyle iç içe geçmesiyle, tekellerin egemenliğiyle karakterize olan emperyalizm, kapitalist üretimin dünya ölçeğinde yayılmasının da ifadesiydi. Sermaye her gittiği yeri eşitsiz de olsa bileşik bir şekilde geliştiriyor, kendini genişleterek üretmenin nesnel koşullarını yaratıyordu. Krizler artık dünya krizleri, savaşlar artık dünya savaşları olarak yaşanıyordu.
I. Dünya Savaşının sonunda hiç de beklemediği bir sonuçla yüz yüze gelen emperyalizm, karşısında Ekim devrimiyle kapitalist sistemden bütünüyle kopan bir Rusya buldu. Fakat beklenmeyen tek şey bu olmadı. Savaş sistemin iyice keskinleşen çelişkilerini çözemedi ve yirmi yıllık bir sancılı dönemin ardından ikinci savaş başladı. Kapitalist sistem bu krizini milyonlarca insanın canı pahasına atlatabildi. Atlatabildi atlatmasına ama bu sefer de dertlerine yeni dertler eklenmeye başladı.
Ekim Devrimiyle iktidara gelen işçi sınıfı, Stalin önderliğindeki bürokrasinin karşı-devrimiyle iktidardan uzaklaştırılmıştı. Bu nedenle II. Dünya Savaşına bürokratik bir diktatörlükle giren Sovyetler Birliği emperyalistler için eskisi kadar büyük bir tehdit oluşturmaktan çıkmıştı. Ve savaş sona ererken o da bir taraf olarak pazarlık masasına oturmuş ve kendi bürokratik sistemini yayacağı bir nüfuz alanı elde etmişti. Yani Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik diktatörlük, emperyalist sistemin dışında bir model oluşturma özelliğini kazanmıştı. Bu durum tüm Doğu Avrupa’dan Çin’e, Küba’dan Kore’ye, Vietnam’a, dünya kapitalist sistemini çok derin bir yarılmayla yüz yüze bıraktı. Dünyayı bütünleştirme eğilimini daima içinde barındıran kapitalizmin, bütün küreyi egemenliği altına alması, bu kopuşlar nedeniyle sekteye uğradı. Artık tek bir dünya pazarında iki farklı sistem ve bunların kapışması söz konusuydu.
II. Dünya Savaşının ardından kapitalizm hızla yükselişe geçti. Sömürgelerin bağımsız devletler olarak dünya kapitalist sistemine entegre olmaları, sermaye ihracındaki artış, çokuluslu tekellerin sayısında ve büyüklüklerindeki artış, emperyalizmin yeni bir sıçrama dönemine girdiğini gösteriyordu.
1980’lerin sonlarına gelindiğinde uzun süre emperyalizmle bir arada yaşamaları zaten olanaksız olan bürokratik diktatörlükler çatırdamaya başladılar ve teker teker yıkılarak emperyalist sisteme dahil oldular. Böylece sistemin tüm küreye yayılmasının önündeki 75 yıllık engel tarihe gömülmüştü.
Yaşanan bu gelişmeler, emperyalizme, gerek sermayenin akışı önündeki engellerin ortadan kalkmaya başlaması ve yeni pazarların kapitalizme açılmasıyla ekonomik alanda, gerekse varlığıyla onu dizginleyecek bir gücün kalmamasıyla politik alanda oldukça büyük bir rahatlama dinamiği sunuyordu. Aynı yıllarda çok büyük bir atılım daha yaşandı: bilgisayar teknolojisi. Özellikle 90’lardan itibaren muazzam bir sıçrama yapan, yeni çıkan modelleri giderek anında dünyanın dört bir yanına yayılan bilgisayarlar ve son yıllarda gelişen İnternet bağlantısı sayesinde, sadece sermaye değil bilgi ve haber de eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde küresel bir nitelik kazandı.
Bir Olgu Olarak Küreselleşme
Küreselleşme kavramı, içinde hem bir gerçekliği, hem de ortaya atanların (burjuva ideologların) ona yükledikleri anlam itibariyle bir ideolojiyi barındırıyor. Yaşadığımız gerçekliği kavramaksızın, sermayenin pompaladığı ideolojiye doğru bir temelde karşı koymamız ve mücadele etmemiz olanaksızdır. Bu nedenle önce bir olgu olarak “küreselleşme”yi ele alalım.
Sermayenin dünyayı bütünleştirme ve ulusal sınırları aşma eğiliminin bir ifadesi olarak ortaya çıkan emperyalizm, diyalektik yasalar uyarınca düz değil sıçramalı bir gelişim seyri izlemektedir. Emperyalizmin bugün ulaştığı düzey, 1900’lerin başlarındaki düzeyle kıyaslanmayacak boyutlarda gelişmiştir. İşbölümünün uluslararasılaşma düzeyi; üretici güçlerdeki muazzam gelişme; sermayenin akış hızındaki sıçramalı artış; tekelleşmenin ulaştığı düzey; ulusötesi şirketlerin bütçelerinin pek çok orta düzeyli ülkeyle kıyaslanacak büyüklüklere ulaşması, dünya ticaret ve yatırımlarında tuttukları pay, sayılarında ve hacimlerindeki artış: bütün bunlar emperyalizmin bugün ulaştığı düzeyin göstergeleridir. Kapitalist üretim, giremediği sınırları birer birer yıkarak kelimenin tam anlamıyla bir dünya sistemi haline gelmiştir ve bu bağlamda “küreselleşme” bir gerçekliğe işaret etmektedir.
Bununla birlikte “küreselleşme” eğilimi burjuvazinin iddia ettiği gibi yepyeni bir olgu olmayıp, esas olarak kapitalizmin emperyalist aşamaya sıçramasıyla ortaya çıkmıştır ve emperyalizmden bağımsız, onu geride bırakan farklı bir aşama değildir. Yeni değildir, çünkü bu gelişmeler birden ortaya çıkmamış, 20. yüzyılın başlarından beri gelişerek bugünkü durumuna ulaşmıştır. Emperyalizm aşılmamıştır, çünkü yaşanan gelişmeler Lenin’in tahlillerinin bugün çok daha canlı bir şekilde ifade bulduğunu gösterir.
Sermayenin hareket yasaları, bu hareketin önündeki engelleri her geçen gün daha da zorlar ve üstyapısal birtakım değişiklikleri dayatır. Emperyalizm, dünya ekonomisini tepeden organize edip yürütmek için, IMF (1947), Dünya Bankası (1948), OECD (1961) ve Dünya Ticaret Örgütü (1994) gibi kurumları kullanıyor. Bu ekonomik düzenlemenin bir uzantısını da kuşkusuz kapitalistlerin gerek gönüllü gerekse ekonomik zora dayalı politik düzenlemeleri oluşturuyor. Ne var ki emperyalizmin günümüzde ulaştığı düzey bunları da aşan uluslararası yapılanmaları, kalıcı hukuki düzenlemeleri burjuva ulus-devletlere dayatıyor. Avrupa Birliği’nin, hukukuyla, parasıyla tek bir politik ve ekonomik birliğin sağlanması yolunda atılan adımlar doğrultusunda getirdiği kriterler; yatırımların ve sermaye dolaşımının önündeki, başta ulusal hukukun engelleri olmak üzere bütün engellerin kaldırılmaya çalışılması; korumacılığın sona erdirilmeye çalışılması; MAI [1] gibi anlaşmalarla tek bir ticaret-yatırım hukukunun benimsenmesi; MIGA [2] gibi kuruluşlarla sermayenin kendini uluslararası ölçekte garantiye alma çalışmaları; uluslararası tahkim [3] mekanizmalarıyla sermayenin ulusötesi çıkarlarının korunması. Ve bütün bunların sonucu olarak, sermayenin, ulus-devletin sınırlarını aşan çıkarlarını ve hukukunu güvenceye alacak üst birlikleri oluşturma eğilimi.
İşte günümüz emperyalizminin, sermayenin küreselleşmesi bakımından yepyeni olmayan ama geçmişe göre artık çok daha somut bir şekilde gündeme getirdiği şey budur. Artık sermayenin dünya ölçeğinde işleyebilecek ve onun “anayasası” diyebileceğimiz genel bir yasal düzenlemeye ihtiyacı var. Ve bu durum uluslararası düzeyde tek bir yargı mekanizmasını da dayatmaktadır. MAI, MIGA ve tahkim mekanizmalarıyla yapılmak istenen şey de tam olarak budur.
MAI Nedir?
MAI, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütüne (OECD) üye 29 ülkenin (Türkiye de dahil) 1995’ten bu yana çalışmalarını yürüttükleri bir anlaşmadır. Uzunca bir dönem görüşmeleri gizli yürütülen bu anlaşma, taslak halindeyken dışarı sızdırıldı ve 1997 yılında kamuoyunun gündemine girdi. Fransa’nın MAI müzakerelerinden çekildiğini açıklaması sonucu, kararlarını oybirliğiyle almak zorunda olan OECD, 3 Aralık 1998 tarihli toplantısında, MAI görüşmelerinden vazgeçme kararını aldı. Fransa’nın çekilme gerekçesi, anlaşmanın 29 ülke arasında değil daha geniş bir katılımla, örneğin Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi bir örgütte ele alınmasıydı. Böylece artmaya başlayan tepkilerin etkisi daha geniş bir platformca karşılanacak ve giderilecekti. Bu amaçla anlaşma isim değiştirerek (MIA) WTO’ya havale edildi ve burada halen imzalanmayı bekliyor.
Tarihsel arka planı bu olan MAI’yi en iyi özetleyen, sanırız WTO Başkanı Renato Ruggerio’nun şu sözleri olacaktır:
“Artık ayrık ulusal ekonomiler arasındaki etkileşmenin kurallarını koymuyoruz, tek bir küresel ekonominin anayasasını yazıyoruz.”
Daha önce yürürlüğe giren NAFTA (Kuzey Amerika Ticaret Anlaşması), TAFTA (Atlantik Ötesi Serbest Ticaret Anlaşması) gibi bölgesel anlaşmaların evrensel ölçekte yürürlüğe sokulması girişimi olarak da değerlendirilebilecek olan MAI, gerçekten de sermayenin küresel hareketi önündeki engellerin kaldırılmasına dönük hukuksal adımlardan biridir. Hem bir bütün olarak belge, hem de MAI Karşıtı Platformların karşı çıktıkları maddeler [4] incelendiğinde, bunun bugün kapitalist sistemin bazı konularda ihtiyaç duyduğu yeniden yapılanma temelinde düzenlenmiş olan hükümler olduğu görülecektir. Gerek kapitalist ülkelerin tek tek kendi ulus-devletleri bağlamında ihtiyaç duyduğu düzenlemeler olsun, gerekse dünya kapitalist sisteminin ihtiyaç duyduğu üst birlik oluşumlarının dayattığı hukuksal düzenlemeler olsun, bunların bir bütün olarak son tahlilde burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verdiği, işçi sınıfının çıkarlarına karşı olduğu çok açıktır. İşçi sınıfına gösterilmesi gereken gerçeklik buyken, bir bütün olarak kapitalizme karşı çıkmak yerine dikkatleri kapitalist bir anlaşmanın bazı maddelerine çekmek, tümüyle küçük-burjuva milliyetçi bir bakış açısının ürünüdür.
MAI esas olarak şu anlayış üzerine inşa edilmiştir: yabancı yatırımcılara eşit muamele yapma, ek yükümlülükler getirmeme, sermayenin, yatırımcının ve personelinin serbest dolaşımını sınırlamama, bedelsiz kamulaştıramama, devrim, ayaklanma, savaş vs. durumlarından doğabilecek zararların tazmini, uyuşmazlıkların tahkim kurulu tarafından çözülmesi. Aslında bunların çoğu ikili yatırım anlaşmaları gereğince uygulanan maddeler olmakla birlikte, buradaki amaç, devletlerin yatırımcılara keyfi bir şekilde farklı kriterler uygulamamasını sağlamak, sermaye hareketleri açısından akıldışı olan kısıtlamaları kaldırmaktır.
Gösterilen Tepkilerin Sınıfsal Özü Nedir?
“Alt orta sınıf, küçük imalâtçı, dükkân sahibi, zanaatkâr, köylü, bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak ayakta kalabilmek için burjuvaziyle savaşırlar. O yüzden de devrimci değil tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar...” (Komünist Manifesto)
MAI’nin ortaya çıkmasıyla birlikte dünyanın dört bir yanında MAI karşıtı platformlar oluşturulmaya başlandı. Sendikalar, odalar, köylü örgütleri ve çeşitli sivil toplum örgütlerince oluşturulan bu platformlara damgasını vuran, küçük-burjuvazinin sözde “sol” milliyetçi ideolojisi oldu. Hemen her yerde, aynı temelde itirazlar yükseltildi. İtirazların temel eksenini ise küçük-burjuva bir tepkinin ifadesi olan “ulus-devletimiz, bağımsızlığımız elden gidiyor” sızlanmaları oluşturuyordu.
Kapitalist gelişmenin en yüksek aşamasını oluşturan emperyalizmin en önemli özelliği tekelleşme olgusudur. Sermayenin yoğunlaşarak merkezileşme dürtüsü, etki alanları ulusal sınırları aşan tekelleri yaratmıştır. Güçlü olanın ayakta kalması kuralına göre işleyen kapitalizm, bu güçlü yapılar karşısında yaşama şansı olmayan küçük-burjuvaziyi her geçen gün daha büyük kitleler halinde yerinden etmekte ve proletaryanın saflarına itmektedir. Küçük-burjuvazi bu yok oluşa direnmeye, artık bir daha geri gelmesi mümkün olmayan “eski güzel günlere” dönmeye uğraşır. Düşlerini, tekelsiz, eşitler arasında serbest rekabetin hüküm sürdüğü, ütopik bir kapitalizm süsler. Düşlerinin yıkılışı onu hezeyana sürükler, ama mutlak son kaçınılmazdır.[5]
İşçi sınıfının örgütsel ve dolayısıyla ideolojik açıdan güçsüz olduğu dönemlerde, bu küçük-burjuva anlayışın etki alanı da genişliyor elbette. Bu nedenle, MAI karşıtı platformların bileşenlerinden olan sendikalar da aynı mantıktan hareket ediyor, işçi sınıfı bakış açısı yerini bu gerici küçük-burjuva bakış açısına bırakıyor. Üstelik sözde “sol” bunu işçi sınıfının bakış açısıymış gibi yansıtıyor, “işçi sınıfının gerici entrikaların aleti durumuna düşürülmesine” onay veriyor.
Örneğin çeşitli sendikaların ve meslek odalarının oluşturdukları Türkiye MAI Karşıtı Çalışma Grubunun hazırladığı bir broşürde MAI’den en çok zarar görecek kesimler doğru bir biçimde tespit ediliyor. Ancak MAI’nin niye işçilerin ve sendikaların baş sorunu olduğu anlatılmıyor:
“MAI aslında emperyalist ülkelerin bu yeni dünya düzeni içinde yerini almasına dönük bir süreci ifade etmektedir ve MAI’den en çok zarar görecek olanlar, bu gelişmiş ülkelerdeki mevcut yapılanma içinde bugüne kadar koruyabildikleri egemenlik ilişkilerini kaybedecek «ulusötesi hale gelememiş» sermaye kesimleri olacaktır.”[6]
Yine aynı broşürde, küreselleşmenin “ulus-devlet” ve “kültürel değerler” üzerindeki etkilerine şöyle hayıflanılıyor:
“Halkların tarihsel ve kültürel değerlerinin sönümlendirilmesi, ulus-devletlerin gerçekleşme zeminlerinden biri olan ulusal-yerel kültürel değerlerin dejenere edilmesi ile ulus-devlet kavramının içeriğinin boşaltılması süreci hızlandırılacaktır. Bu, emperyalizmin yeni yöneliminin gereği olarak, ulus-devletin ideolojik temellerinin ortadan kaldırılması ve tasfiye edilmesi hedefine denk düşmektedir. Rafine, tek merkezli bir kültür, ideoloji ve yaşam tarzını elindeki kurumlarla dünya halklarına dayatırken, yerelden evrenselliğe insanlığın tarihsel mücadelesinin tüm değerlerinin uzağında, sanal bir dünyanın düşkün ilişkileri içinde, şuursuz bir çağın içine gömülmesi tehlikesini önümüze sermiştir.”[7]
Bu sözde “sol” bakış açısına göre, herkes kendi köyünde, kendi “yerel kültürü”yle, “çeşitlilik” içinde mutlu yaşarken, küreselleşme denen illet gelmiş, herşeyi aynılaştırmaya, çeşnileri yok etmeye, kendi ekonomisini, kültürünü, yaşam tarzını dayatmaya kalkmıştır! Oysa kabile hayatı yaşayanlardan, Bedevilere, mevcut değerlerimiz ne kıymetli değerlerdi! Bu gerçek değerleri bırakıyoruz, sanal olanlara geçiyoruz. Çok “şuurlu” çağımız “şuursuzluğa” gömülüyor! Daha ne duruyoruz hadi gelin köyümüze geri dönelim!
Ulus-devletin dayandığı ideolojik temellerin “ortadan kaldırılması” ve “tasfiye edilmesi”, kadere bakın ki, burjuvaziye değil işçi sendikalarına dert olmuş. Meğer işçiler şimdiye kadar ne kadar da memnunmuş bu burjuva devletten!
Ulus-devlet konusunda benzer bir yaklaşımı, bir başka broşüre [8] giriş yazısı yazan bir profesörden de duyuyoruz:
“Devlet aygıtının sermayenin mutlak hakimiyeti altına girmesi, sermaye-toplum çatışmasında devletin sermayenin yanında yer almasına ve toplum üzerinde varolandan çok daha şiddetli baskı unsuru olması sonucunu doğuracaktır. Günümüzün ulus-devletlerinde gözlenmesi olası değişim de bu yönde olarak, kavramın başındaki “ulus” sözcüğü kalkacak ve devlet merkezi sermayenin bekçi örgütüne dönüşecektir.”
Bu dar kafalı profesörlerin işçi sınıfından saklamak istedikleri gerçek şudur: ulus-devlet bizzat burjuvazinin devleti olarak kuruldu ve halen de öyledir. Burjuvazi bu devlete kendi pazarlarını güvenceye almak ve sermaye birikimini gerçekleştirmek için tarihsel olarak ihtiyaç duymuştur. Ama şunu da görüyoruz ki, emperyalizmin günümüzdeki gelişimi sanayinin ayakları altındaki ulusal temeli çektiği gibi ulus-devletin ayakları altındaki temeli de çekiyor. Avrupa Birliği ile, MAI’yle, NAFTA’yla ve diğer pek çok uluslararası anlaşma ve oluşumla, sermaye, ulus-devletin üstünde yer alacak bir uluslararası hukuk ve ekonomik işleyiş istiyor.
Kapitalizm bir yandan üretici güçleri geliştirirken bir yandan da bu gelişimin önünde muazzam bir engel oluşturuyor. Bu engellerden biri de ulus-devlettir. Ne var ki kapitalist sistem yaşamaya devam ettiği sürece, burjuvazinin işçi sınıfına karşı bir devlete ihtiyacı da devam edecektir. Kapitalizmin diğer pek çok çelişkisi gibi bu çelişkiyi de ancak, üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bütün engelleri –başta özel mülkiyet engeli olmak üzere– yıkarak proletarya çözecektir.
Kapitalizmin temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir ve hiçbir dönemde “sermaye-toplum çatışması” denilen ne idüğü belirsiz bir çatışma olmamıştır. Adı geçen Profesör, devlet aygıtı sanki sermayenin mutlak hakimiyeti altında değilmiş, devlet sanki “toplumun” yanında yer alabilirmiş gibi, sınıfları gözden kaçırmaya çalışarak sermaye ile genel olarak toplum denen ucube şey arasında çatışma icat ediyor. Böylece emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtebileceğini sanıyor. “Güçlü sermaye dışı” tüm kesimleri, ulusötesi hale gelmiş “en egemen” sermayeye karşı birlikte savaşmaya davet ediyor.[9] Ne var ki bu çağrılar hiç de yeni değildir ve elli yıldır değişik isimler altında (anti-kapitalist mücadeleyi dışlayan bir sözümona “anti-tekel”, “anti-emperyalist” mücadele anlayışı) yinelenmektedir. Tekelleşecek kadar güçlü olmayan orta ve küçük burjuvazi, tarihin tekerleğini geri çevirmeye kalkışmakta, ama bu tekerleğin altında kalmaktan kurtulamamaktadır.
Sendikalar ve Meslek Odaları Neye ve Neden Karşı Çıkıyorlar?
Kapitalizmin bütün dünyaya yayılması ve yaşanılan sıçramalı gelişmeler, işçi sınıfının bileşimini de her geçen gün daha fazla etkiledi ve zenginleştirdi. Geçmişte mülkiyet ilişkileri bakımından küçük-burjuvaziye dahil edilebilen birçok meslek sahibi (doktor, mühendis, avukat, vb.), bugün büyük çoğunluğu itibariyle mülksüzleşmiş ve ücretli konumuna düşmüştür. Yani vaktiyle kendini burnundan kıl aldırmayacak kadar farklı ve ayrıcalıklı görenler, bugün işçi sınıfının saflarına katılmışlardır. Fakat Türkiye gibi ülkelerde bu farklı bir sorunu da beraberinde getirmiştir: mühendis, avukat vb. gibi meslek sahiplerinin işveren konumunda olanlarının yasal zorunluluklardan dolayı meslek odalarına üye olması, işçi konumundakilerin ise gerek böyle bir fiili zorunluluk olmaması gerekse sorunlarına çözüm arama merciinin zaten meslek odaları olmaması nedeniyle örgütsüz kalmaları. Sendikalara dayatılan (onların da burjuvazinin bu dayatmaları karşısında tümüyle sessiz kaldıkları) kapsam-dışı personel kısıtlaması nedeniyle toplusözleşmelerden yararlanamayan bu işçiler, ne sendikalara üye olmakta ne de sorunu çözmek için mücadeleye girişmekteler.
Tablo buyken, meslek odaları, bileşim ve dolayısıyla zihniyet itibariyle, birer küçük ve orta işverenler örgütüdür. Odalar, işçi konumundakileri örgütleme, sorunların çözümü için sendikalarla işbirliği içinde mücadele verme gibi bir anlayışa asla sahip olmayan (bu arada lafta “sol”culuğu da elden bırakmayan), tek derdi yönetimi alıp kendilerine maddi ve manevi ayrıcalık kapıları açmak olan küçük-burjuvazinin örgütü durumundadır. Bu nesnel durumun yansımasıysa yaşanan gelişmeler karşısında sergilenen tutumlarda, küçük-burjuva milliyetçi zihniyette ifadesini buluyor.[10]
Ellerindeki diplomaya güvenip, buldukları beş on kuruşla bir işyeri açan ve zengin olma hayalleri içinde kıvrananlar, küçük-burjuva hasedi içinde büyük burjuvaziye saldırmakta, fakat iş kapitalizme karşı mücadele vermeye gelince koca kıçını yerinden kıpırdatmamakta, hatta açıktan karşı-devrimci bir tutum takınabilmektedir. Bu yüzden rekabet edemeyecekleri sermayeye karşı koruyucu bir şemsiye olarak gördükleri (kuşkusuz bu beklenti bir körlüğün eseridir) ulus-devlet onlar için büyük önem taşımaktadır.
Benzer yaklaşımları farklı nedenlerle sendikalarda da görüyoruz. Ekonomik-sosyal konseylerde devletle ve burjuvaziyle elele sınıfsal muhalefeti bastırmaya didinen, sendikalara burjuva uzmanları dolduran, ancak sendikanın yetki sorunu olduğunda sınıfı örgütlemeyi aklına getiren, arpalık haline gelen sendika gelirleri erimesin diye grevden öcü gibi korkan ve toplusözleşmeleri sefalet sınırlarında bağlayan sendika bürokrasisi, sendikaların üzerine lök gibi çökmüş durumda. Bu olgu sınıfın üzerindeki ölü toprağından bir türlü kurtulamamasına yol açtığı gibi, tersi de doğrudur. Tabandan gelen bir itici gücün zayıflığının getirdiği rahatlık, sendikalardaki rehavetin devam etmesine neden olmaktadır.
Öte yandan, sendikaların giderek eritilmesi ve devre dışı bırakılması sonucu refah dönemindeki konumlarının ellerinden gitme tehlikesiyle yüz yüze gelen sendika bürokrasisi, bu konumu tehdit eden bir takım gelişmelere karşı, sendikal mücadele maskesi altında tümüyle küçük-burjuva milliyetçi bir yaklaşımla mücadele vermektedir. Yaşanan kriz nedeniyle işten atılan milyonlarca işçi, aynı zamanda sendika açısından gelir kaybı anlamına da geliyor ve bu durum sendika bürokrasisini tehdit ediyor. Ama sendika bürokrasisi işçi sınıfının kapitalizme karşı yönelmesi gereken tepkisini, soyut bir “küreselleşme” tepkisine büründürüyor. Bugün işçi sınıfının karşısına sözde “sol”dan konan küreselleşme mi küreselleşmeme mi ikilemi, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu bir ikilem olmayıp, aslında kapitalizmin bir sorunudur. Bu nedenle işçi sınıfının dikkatini odaklaşması gereken sorunlardan uzaklaştırıp, böylesi yapay ikilemlere hapsetmeye çalışmak, küçük-burjuva solculuğunun eseridir.
Sendikalardaki bu bilinç bulanıklığının giderilmesi, bunların burjuva ve küçük-burjuva ideolojisinden arındırılması, sendikaların bürokrasinin rahatça at oynattığı örgütler olmaktan çıkarılması, ancak öncü işçilerin sendikalara sahip çıkmalarıyla mümkündür. Sendikaları işçi sınıfının uluslararası mücadele aygıtlarına dönüştürmeksizin, enternasyonalist bir mücadele vermeksizin, emperyalist saldırıya karşı koymak mümkün değildir. Küçük-burjuva milliyetçi ideolojinin panzehiri, işçi sınıfına taşınması gereken bu enternasyonalist bilinçtir.
Burjuvazinin Yeni İdeolojisi Olarak Globalizm
Küreselleşme emperyalizm çağında üretici güçlerin ulaştığı düzey bağlamında bir gerçekliğe işaret ederken, işin bir de hiç ihmal edilmemesi gereken ideolojik bir boyutu bulunuyor.[11]
Bürokratik diktatörlüklerin yıkılmaya başlamasının ardından, burjuvazi “Yeni Dünya Düzeni” söylemini pompalamaya başladı. Bu düzenin ekonomisi “yeni-liberalleşme”, ideolojisi ise globalizmdi. Yepyeni bir dünyada, yepyeni bir ekonomi ve yepyeni bir ideoloji hüküm sürecekti. Artık “demokrasi”nin hüküm sürdüğü, insan haklarına saygı duyulan, dünyayı güllük gülistanlık bir yer haline getirecek, küresel ölçekli “yeni bir düzen” kurulacaktı! Bu yeni düzenin ilk işaretlerini “düzen savunucularının” tek vücut halde Irak’ı bombalaması ve 200 bin sivili katletmesinde gördük. Diktatör Saddam dize getirilecek, “demokrasi” Irak’a taşınacaktı! Irak’ın ardından bu “demokrasi” Somali’ye ve Balkanlara taşınmaya başlandı. On binlerce insan yerlerinden yurtlarından edildi, yıllardır bir arada yaşayan insanlar birbirini boğazlamaya başladı. Adı yeni kendi eski sömürü düzeni “YDD”, nereye el atıyorsa oraya sefalet, açlık ve ölüm taşıyordu.
İyice yıpranan “YDD” söylemi uzun zamandır yerini globalizm söylemine bırakmış durumda. Burjuvazi bu söylemin temelini şu argümanlarla döşüyor:
1) Ulusal ekonomilerin çözülmesi, meta ve sermaye akışının uluslararasılaşması sonucu, ulus-devlet aşılmaya başlanmıştır.
2) Küreselleşme evrensel refahı, ilerlemeyi ve demokrasiyi getirecektir.
3) Kapitalizm, yeni-liberalleşme sayesinde krizlerden arınmış, sürekli yükseliş halinde olan bir ekonomik düzen halini almıştır.
Şimdi bu iddialara bir bakalım:
1) Avrupa Birliği gibi ulus-devletler topluluğu biçimindeki daha geniş oluşum girişimlerini örnek gösteren burjuvazi, bunları ulus-devletlerin ortadan kalkacağının göstergeleri olarak propaganda ediyor. Burada amaç, sınıf mücadelesinin tarihe gömüldüğü, dolayısıyla ulus-devletin de ortadan kalkacağı yanılsamasını yaratmaktır.
Kapitalist düzen altında devletin sınıfsal işlevinin ne olduğuna ve sınıflar varoldukça ulus-devletin de varolacağına işaret etmiştik. Bugün ekonomik ve hukuksal bir üst birliğin ifadesi olan Avrupa Birliği’nin geçmişte tartışılan Avrupa Birleşik Devletleri türünden bir oluşuma doğru yol alıp almayacağı konusuna gelince. Bu tür bir oluşumun, kapsadığı ulus-devletleri ortadan kaldırabilmesi, hele hele genel anlamda ulusal çelişkileri ortadan kaldırabilmesi, bugün elde varolan somut verilere ve gelişmelere bakıldığında mümkün görünmüyor. İngiltere, İspanya, Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi ulusal sorunu çözmemiş olan kapitalizmin, katmerleşmiş çelişkileriyle koskoca Avrupa’yı birleştirebileceğini düşünmek kapitalizmin çelişkili doğasını hafife almaktır. Kapitalizmin kendi iç çelişkisi, rekabet, bu tür oluşumların nihayetine varmadan önce dağılmalarına neden olacaktır. Bu rekabetin getirdiği merkezkaç eğilimler bugün var gücüyle sorun oluşturmaya devam ettiği gibi, yarın da devam edecektir. Birleşmek suretiyle dünya pazarına daha güçlü bir şekilde çıkmak ve rekabet şansını arttırmak için oluşturulmaya çalışılan bu birlikler, dünya dengeleri değiştiği anda çelişkilerinin ağırlığı altında yıkılacak ve başka ittifak arayışlarına gidilecektir. Dolayısıyla bu tür oluşumları olmuş bitmiş yapılar olarak görmek, çok yönlü ve çelişkili bir süreci tek yanlı olarak değerlendirmek olur.
Proletarya açısındansa ulus-devletler ister şu andaki sınırlarıyla isterse bu tür üst birliksel kapitalist oluşumlar biçiminde olsun sonuç değişmiyor. Kapitalizmin sınırları içinde kalan herhangi bir devlet oluşumu proletarya açısından bir seçenek oluşturamaz. Onun kurtuluşu, kapitalizmi yıkarak, devletin sönümlenmesine, sınıfsız toplumun inşasına giden yolda kendi iktidarını kurmaktan geçmektedir.
2) İşçi sınıfına emperyalizmi yutturmak için okunan gazellerden biri de evrensel ilerleme, refah ve demokrasidir. İşte evrensel refah ve ilerleme:
· 2000 yılı İnsani Kalkınma Raporuna göre en zengin yüzde 20’lik gelir grubu dünya gelirlerinin yüzde 86’sını, ortadaki yüzde 60’lık grup dünya gelirlerinin yüzde 13’ünü, en alttaki yüzde 20’lik grup ise dünya gelirlerinin yüzde 1’ini almakta.
· Dünyanın zengin ülkelerinde yaşayan yüzde 20’lik üst gelir dilimiyle fakir ülkelerinde yaşayan yüzde 20’lik alt kesim arasındaki gelir farkı 1960’ta 30 kat iken, bu fark bugün 78 katına çıkmış.
· Avrupa ülkelerinde bile yoksulluk sınırının altındaki ailelerin oranı ortalama %18.
· BM raporuna göre dünyada 100 milyon kişi evsiz durumda ve bunların yarısı çocuk. Yine 1 milyara yakın insan sağlıksız ve susuz evlerde yaşıyor.
· İşsizlik çığ gibi büyüyor. Tüm dünyada 1 milyardan fazla insan işsizliğin pençesinde.
Gelelim Türkiye’ye:
· İşsizlik %30’lar civarında. Son bir yılda 500.000 kişi işten çıkarıldı ve bu sayıya her geçen gün binlerce insan ekleniyor.
· Türkiye’deki hanelerin %41,9’unun aylık geliri 150 milyon TL’nin altında. %33,1’inin aylık geliri 150-300 milyon TL arasında.
· En yoksul kesimle en zengin kesim arasındaki gelir farkı 234 kat.
Milyonlarca insan açlıktan kıvranırken, binlerce ton buğday fiyatların düşmesini engellemek amacıyla denize dökülüyor. Avrupa ve Amerika’da çiftçiye ürün ekmemesi için devlet tarafından para veriliyor. Kapitalist ekonominin aşırı üretim krizine girmesini mümkün olduğunca geciktirebilmek için, toplum reklam bombardımanlarıyla tüketime teşvik ediliyor, kullanılır durumdaki milyonlarca ürün yenilerine yer açabilmek için çeşitli yöntemlerle (en basiti, eskisini getir yenisini götür kampanyalarıyla) toplanarak imha ediliyor. Hayatı kolaylaştıracak binlerce icat, üretimleri kapitalist ekonomi açısından kârlı olmağı için, patentleri büyük tekellerce satın alınarak hasır altı ediliyor. Çünkü amaç insanlığın refahı değil, kapitalistlerin kâr etmesi. Yine milyonlarca yetişkin insan işsizliğin kıskacındayken, çocuklar da dahil milyonlarcası günde 16 saat çalışıyor.
“Küreselleşme”nin getirdiği refah ve ilerleme işte budur. Küreselleşen refah ve ilerleme değil, sömürü ve sefalettir. Refahlarına refah katanlar yalnızca burjuvalardır. İşçi sınıfına ise en iyi ihtimalle daha çok çalışmak ve daha az ücret almak, çoğunlukla ise işsiz, evsiz, sağlıksız, eğitimsiz ve aç kalmak düşmektedir.
“Küreselleşen demokrasi”ye gelince... Burjuva demokrasisinin işçi sınıfı açısından ne menem bir demokrasi olduğu ortada. Halkın seçimlere olan ilgisi her geçen gün azalırken, burjuvazi kendi kendine demokrasi oyunu oynuyor. En ileri ülkeler baskı ve anti-terör yasaları çıkarmakta birbirleriyle yarışıyorlar. Burjuvazi ideolojik propaganda malzemesi olarak sık sık demokrasi söylemine başvururken, somut sorunlara gelince tam bir iki yüzlülük sergiliyor. İşine gelen ülkelere, işine geldiği dönemde demokrasiyi bir “küreselleşme” kriteri olarak dayatırken, işine gelmeyenlerde en gerici darbeleri örgütlüyor, demokrasiyi “küreselleşme”nin önünde bir engel olarak gördüğünü ağzından kaçırıveriyor.
1997 yılında Mercedes-Benz şirketinin yönetim kurulu üyesi Lauk’un, İstanbul’da düzenlenen “Küreselleşmenin Nimetleri” adlı panelde yaptığı konuşma, demokrasiyle küreselleşme arasındaki ilişkiyi ve küreselleşmenin nimetlerinden kimin yararlandığını çok çarpıcı bir biçimde yansıtıyor:
“Aslında çok daha hızlı küreselleşebilirdik, fakat iki önemli engelle karşılaştık bu süreçte: demokrasi ve trilyonlarca dolar değerindeki emeklilik fonlarının kamu, yani ulus devletlerin kontrolünde olması. Doğrudan yatırımların veya bir başka deyişle sanayiin küreselleşmesi için gerekli adımları zaten yıllardan beri katediyoruz. Ama artık bizim için asıl önemli olan finansal sermayemizi küreselleştirebilmek... Fakat bunun için borsalara sürekli para girişi yapılması gerekiyor ve bu para da emeklilik fonlarında yatıyor... Diğer yandan, doğrudan yatırımlarımızın küreselleşmesinde de ciddi bir direnç ile karşılaştık: Demokratik devlet yapıları. Bakın Asya sermayesi nasıl para kazanıyor. Çocuk işçi, kadın emeği, sendika, insan hakları gibi sorunlarla uğraşmıyor Asya sermayesi ve bu yüzden de kâr marjları son derece yüksek. Çünkü bu bölgede ve Güney Amerika’da dikta yönetimleri iş başında. Fakat biz Avrupa’da ne yapıyoruz? Yok, işçi hakları, yok sendikal haklar, yok insan hakları, yok sosyal güvenlik katkı payları sonuçta da kârımız kuşa dönüyor. Demokrasiden vazgeçmek zorundayız.”
Başka söze ne hacet!
3) Bütün ekonomik yükseliş dönemlerinde burjuvazi, Marx’ın kapitalizm tahlillerinin artık eskidiğini, kapitalizmin krizsiz, spazmsız bir nihai evreye girdiğini ilân eder. Hem yatırımcılara hem de halka toz pembe bir hayal dünyası sunar.
Aynı şeyi 90’lardan bu yana yine yaşadık. Özellikle Amerikan ve Japon ekonomisinin, yeni teknoloji denen bilgisayar ve internet sektöründeki patlama nedeniyle yükselişe geçtiği bir dönemdi bu. Bu alanlara yatırım yapan şirketlerin hisse senetleri şişirilmiş bir şekilde değer kazanıyor, borsa sürekli yükselişe geçiyordu. Ama kötü kader gelmekte gecikmedi. 99’da Japonya’da, 2000 sonunda da Amerika’da, bu şişirilmiş balon patlayıverdi. Şirketler iflâs etmeye, binlerce işçi çıkarmaya başladı ve borsa düşüşe geçti. Şu anda Amerikan ekonomisi ciddi bir durgunluğun içinde. “Yeni liberalizm” ise eskisinin yanındaki yerini çoktan almış, yani burjuvazinin bu ideolojik yalanı da çabuk foslamış durumda.
Emperyalizm ve Enternasyonalizm
Burjuvazinin küreselleşme adı altında yürüttüğü ideolojik saldırının boyutları yukarıda sıralananlarla da sınırlı kalmıyor.
İşçi sınıfının bilincini bulandırmak, varolan durumu ilelebet değişmeyecek, kaçınılmaz bir durum olarak algılamasını sağlamak, onu umutsuzluğa ve atalete itmek isteyen burjuvazi, emperyalizmi sanki yeni bir şeymiş gibi “küreselleşme” adı altında pazarlama uğraşısı içinde. Üstelik bunu yaparken Marx’ı da emperyalizmin “savunucusu” ilân etmekten geri durmuyor.
Sermayenin üst düzey oluşumlarından biri olan Dünya Ekonomik Forumunun (WEF) bu yıl gerçekleştirilen Davos toplantısının açılış konuşmasını yapan İsviçre Cumhurbaşkanı Maritz Leuenberger söze şöyle başlıyordu:
“Zaman paradır. Ya da bir başka deyişle tüm ekonomi zamanın ekonomisidir. Bu sözler Karl Marx’ın ve bugün artık Karl Marx’tan herhangi bir korku duymadan alıntı yapılabiliyor. Hatta Davos’ta bile. Enternasyonalizmin babasını biz bugün küreselleşmenin de çok erken bir savunucusu, dolayısıyla da Dünya Ekonomik Forumu WEF’in atası kabul edebiliriz.”
Burjuvazi, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz atmosfer ve uzun bir dönem boyunca yaşanan ekonomik yükseliş döneminin kendisine verdiği rahatlıkla, enternasyonalizmin babasını emperyalizmin atası yapacak kadar utanmazlaşıp iyice fütursuzlaştı. Emperyalizme ilişkin çok erken tarihlerde öngörülerde bulunan Marx’ı bir anda laf kalabalığına getirerek emperyalizmin savunucusu yapıverdi. İşçi sınıfı hareketinin alabildiğine cansızlaşmasının, sınıf sendikacılığının dibe vurmasının, işçi sınıfını uzun zamandır bir tehdit unsuru olarak görmemenin getirdiği rahatlıkla, Marx’ın adını devrimci özünden arındırarak toplantı salonlarında özgürce ağzına alabildi. Ne de olsa artık Marx’tan yana “korku duyulacak herhangi bir şey” yoktu!
Peki bugün bütün koşullar yavaş yavaş değişirken ve dünya kapitalist sistemi ekonomik bir gerilemenin içine girerken, burjuvazi gerçekten Marx’tan yana gönlünü rahat tutabilir mi? O, ekonomisiyle, hukukuyla, saldırganlığıyla domuz topu gibi birleşip dünyanın dört bir tarafında terör estirirken işçi sınıfı darmadağınık durabilir mi? Elbette hayır! Emperyalizmin temellerini dinamitleyecek olan enternasyonalizm burjuvazi için korkulu bir rüyadır. Seattle’da, Washington’da, Prag’da korkudan otellerinden çıkamayan burjuvazi, gerçekten örgütlü bir işçi sınıfının karşısında, tası tarağı toplamaya fırsat bulamadan kaçacak delik arayacaktır. Ve nereye giderse gitsin o sözde korku duymadığı Marx’ın hayaleti işçi sınıfı olup karşısına dikilecek ve onu rahat bırakmayacaktır.
Emperyalizm açlığın, sefaletin, krizlerin, işsizliğin, işçi sınıfına yönelik saldırıların, baskının, çürümenin, kültürsüzlüğün bizzat kültür diye sunulmasının, insanın insan olmaktan çıkarılışının küreselleşmesidir. Ama bu aynı küreselleşme, enternasyonalizmin, yani işçi sınıfı mücadelesinin küreselleşmesinin de önünü açan dinamikleri yaratmaktadır. Sınırları yıkarak, emeği burjuvaziden gelecek saldırılara karşı dünya çapında birleşmeye zorlayarak, üstelik bu birleşmenin ve örgütlü tepkinin geliştirilmesinin teknik olanaklarını da (grevlerin, direnişlerin, saldırıların, iletişim araçlarının insan havsalasını zorlayan gelişimi sayesinde anında dünyanın dört bir tarafında duyulması) yaratarak kendi karşıtını doğurmaktadır.
Marx’ın yüz elli yıl önce öngördüğü şey, kapitalistlerin tüm dünyayı fütursuzca soyup soğana çevirdikleri ve hiçbir direnişle karşılaşmadıkları bir çağ değildi. Marx bu sömürüye karşı tüm dünya işçilerinin birlikte mücadele etmesinin kaçınılmaz olacağını öngörmüştü. Bu öngörü bugün tüm açıklığıyla doğrulanmıştır ve hayata geçirilmesi hiç olmadığı kadar mümkün ve zorunludur. Dünya burjuvazisi, elbette çok uzak olmayan bir gelecekte dünya proletaryasından layık olduğu cevabı alacaktır.
EK
Küçük-Burjuva Solun Karşı Çıktığı MAI Maddeleri
· Yatırımın Tanımı ve Kapsamı
Yatırım: Aralarında aşağıda sayılan yatırımcı tipleri de dahil olmak koşulu ile, bir yatırımcı tarafından dolaylı veya doğrudan sahip olunan veya kontrol edilen her çeşit varlık.
i. Bir Şirket (1/(ii)’de sayılan özelliklere sahip yatırımcılar)
ii. Bir Şirkete hisse ortaklığının çeşitli biçimleri ve buradan doğan haklar
iii. Tahviller, krediler ve diğer borçlanma biçimleri ile bunlardan doğan haklar
iv. İnşaat, yönetim, üretim veya gelir ortaklığı sözleşmeleri de dahil olmak koşulu ile sözleşmelerden kaynaklanan haklar
v. Para veya iş talepleri
vi. Zihinsel iyelik hakları (Telif ücreti gibi)
vii. Ayrıcalık, lisans, yetki ve izin türünden sözleşme veya yasa doğrultusunda verilen haklar
viii. Kiralama, finansal kiralama, ipotek ve rehin gibi mülkiyet hakları ile bağlantılı ve taşınır, taşınmaz, somut, soyut diğer haklar.
· Performans Gerekleri
Anlaşmaya taraf olan bir ülke kendi ülkesindeki bir başka anlaşma tarafı ülke yatırımcısının veya anlaşmaya taraf olmayan bir ülke yatırımcısının herhangi bir yatırımının kurulması, kazanç elde etmesi, yayılması, yönetimi, işleyişi, devamı, kullanımı, satışı veya diğer çeşit kullanma hakları ile bağlantılı olarak aşağıda belirlenen girişimlerden herhangi birine başvurmayacak ya da bu talepleri ileri sürmeyecektir.
a. Belli bir düzeyde mal veya hizmet ihraç etmek
b. Milli Gelirin belli bir yüzdesi oranında üretim yapmak
c. Ev sahibi ülkede üretilen mal ve hizmetlerin Şirket üretiminde kullanılması, satın alınması veya tercih edilmesi veya Şirketin, gerek duyduğu satın almaları ev sahibi ülkede üretim yapan kişilerden tedarik etmesi
d. Söz konusu yatırımla bağlantılı yabancı döviz girişleri veya ihracat veya ithalat hacmi gibi verilerin birbirleri ile bağlantılandırılması
e. Bu yatırım tarafından ev sahibi ülkede üretilen veya sağlanan ürünlerin veya hizmetlerin satışlarının kısıtlanması, veya satış hacmi veya ihracat hacmi veya yabancı döviz işlemleri üzerinden sağlanan kazançlar üzerine kısıtlamalar uygulanması
f. Teknoloji transferi, bir üretim süreci veya ev sahibi ülkedeki patent sahibi gerçek ve tüzel kişilere ait bilgilerin;
* Bir ihtiyaç hali ya da işletmenin bir mahkeme, idari yargı veya rekabet kurulu tarafından rekabet yasalarını ihlal ettiği iddialarına çözüm teşkil etmesi veya,
* Fikri hakların transferi ile ilgili olarak ve işletmenin TRIPs anlaşması hükümleri dışına çıkması durumları haricinde talep edilmesi
g. Şirket merkezinin ev sahibi ülkede veya dünyada belli bir bölgede kurulmasının talep edilmesi
h. Şirket tarafından üretilen ürün veya hizmetlerin anlaşmaya taraf ülkeden başka dünya piyasalarına veya belli bir bölgeye arzının talep edilmesi
i. Ev sahibi ülkede araştırma ve geliştirme konularında belli bir düzeye ulaşması gerekliliği
j. Ev sahibi ülkenin vatandaşlarından belli bir yüzdesini istihdam etmesinin talep edilmesi
k. Yerli bir Şirketle ortak olmasının talep edilmesi
l. Şirket sermayesine asgari bir düzeyde yerli hissedarın katılması gerekliliği.
· İstihdam Gerekleri
Anlaşmaya taraf ülkeler, diğer anlaşma tarafı ülkelerin yatırımcılarının yatırımın gereği ya da yatırımcının tercihi doğrultusunda, ulusal kimliğine ve vatandaşlık hakkına sahip olup olmadığına bakılmaksızın, anlaşmaya taraf bir önceki ülkenin yetkili makamlarınca verilmiş geçerli bir kalma ve çalışma iznine sahip kişileri istihdam etmesine izin verecek ve bu istihdam bu kişilere verilen oturma ve çalışma izninin süre ve koşullarına uygun olacaktır.
· Ulusal Muamele ve En Çok Kayrılan Ülke İlkeleri
1. Anlaşmaya taraf olan her bir ülke, diğer anlaşma tarafı ülkenin yatırımcılarına kendi ülkesindeki yatırımcılar ile onların yatırımlarına [benzer koşullarda], kuruluş, işleyiş,genişleme, yönetim, kullanım, uygulama ve satış veya yatırımların diğer çeşit kullanımları sırasında uyguladığından daha az avantajlı bir muamele uygulayamayacak. (Ulusal muamele ilkesi)
2. Anlaşmaya taraf olan her bir ülke, başka bir anlaşma tarafı ülkenin yatırımcılarına ve onların yatırımlarına, [benzer koşullarda] bir başka ülkenin yatırım ve yatırımcılarına uyguladığından daha az elverişli bir muamele uygulayamayacak.(En çok kayrılan ülke ilkesi)
3. Anlaşmaya taraf olan her bir ülke, başka bir anlaşma tarafı ülkenin yatırımcısına her bir olay bazında yukarıda (1) ve (2)’de belirlenen ilkelerden hangisi daha elverişli ise onu uygulamak zorunda olacaktır.
· Kamulaştırma
Bir anlaşma tarafı, başka bir anlaşma tarafının yatırımcısının, kendi ülkesindeki yatırımını doğrudan veya dolaylı bir yolla kamulaştırmayacak veya millileştirmeyecek, veya aşağıda tanımlanan durumlar dışında kamulaştırmaya eş değerde etki yaratacak, yasa veya yasaları çıkarmayacaktır:
a. Kamu yararına bir amaçla,
b. Ayrımcılık karşıtı bir temelde,
c. Hukuki düzenlemeler doğrultusunda ve,
d. Aşağıda 2.2’den 2.5’e kadar yer alan maddeler doğrultusunda etkin, tatminkar ve derhal yapılacak tazminat ödentisi karşılığında
· Transferler - Sermaye hareketleri
Anlaşmaya taraf her bir ülke, başka bir anlaşma tarafının yatırımcısının kendi ülkesinde yaptığı yatırımla bağlantılı bütün ödemelerin ülke içine veya dışına serbestçe, gecikmeksizin transfer edilmesini sağlayacaktır.
· Anlaşmazlıkların uluslararası hakem mahkemelerinde çözülmesi
· Yatırımcıya başka bir ülkedeki yatırımlarından dolayı yaptırım getirilememesi veya imtiyazlardan mahrum bırakılamaması
· Anlaşmadan Geri Çekilme
1. Bir anlaşma tarafı bu anlaşmanın yürürlüğe girişinin beşinci yılından itibaren istediği zaman anlaşmadan çıkma yönündeki talebini yazılı olarak bildirebilir.
2. Bu tip bir ayrılma, yazılı başvurunun alınmasını takip eden 6 ay sürede veya anlaşmadan ayrılmaya ilişkin bildirimde belirtilmiş olan daha geç bir tarihte yürürlüğe konacaktır. Eğer bir anlaşma tarafı anlaşmadan ayrılacak olursa; Anlaşma, diğer taraflar için yürürlükte kalmaya devam edecektir.
3. Bu anlaşmanın hükümleri, ayrılmanın bildirildiği tarihte mevcut olan yatırımlar için bu tarihten başlayarak 15 yıl süre ile uygulanmaya devam edecektir.
[1] MAI (Multilateral Agreement on Investment): Çok Taraflı Yatırım Anlaşması.
[2] MIGA (Çok Taraflı Yatırımları Garantileme Ajansı): Yabancı yatırımcıların karşılaşacakları ticari olmayan (devletleştirme, çeşitli kısıtlamalar, toplumsal/siyasal çalkantılar vb.) risklerin karşılanması amacıyla 1988 yılında Dünya Bankası’nın bir alt örgütü olarak oluşturulan bir tür “Sigorta Şirketi”dir. Katılımcıları arasında Dünya Bankası’na üye olan Türkiye de bulunmaktadır.
[3] Tahkim kurulu: Gerek şu anda yapılan anlaşmalarda, gerekse imzalanmasının ardından MAI’de, anlaşmaya taraf olanlar arasında çıkacak sorunları çözmek için, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıkları Çözüm Kurulu (ISCID) tarafından önerilen kişilerden oluşan üç kişilik bir kurul. Kurul üyeleri Dünya Bankası Yatırım ve Ticaret Uzmanları listesinden seçiliyorlar.
[4] Bu maddeleri EK’te yorumsuz olarak veriyoruz.
[5] Avrupa’da yaşanan süreci gecikmeli bir şekilde yaşamanın sancılarını hâlâ çeken Türkiye’de, bunun çok açık bir örneğini yaşıyoruz. Son on yıla kadar nüfusun yarısına yakınını köylülerin oluşturduğu, esnaf sayısının kapitalist bir ülke için inanılmaz boyutlarda olduğu Türkiye, emperyalizme tam entegrasyon temelinde yeniden yapılanma için uğraş veriyor. Özellikle AB’ye üyelik sürecine girmesiyle, bu sorunu çözmekten kaçamayacağı bir noktaya gelip dayanmış durumda. Salt politik kaygılarla yapılan sübvansiyonlarla, verilen kredilerle, kapitalizmin nihai yazgısına karşı direnişleri bugüne dek desteklenen bu iki kesim, dayatılan yapısal kararlarla bir yok oluşa sürükleniyor. Şimdiye kadar gericiliğin kalesi görevini gören esnaf, kitleler halinde sokaklara dökülüyor, polisle taşlı sopalı çatışıyor, bankaların, resmi dairelerin camlarını indiriyor. Her mahallede pıtrak gibi biten ve altı ay sonra da batan başta bakkallar olmak üzere küçük esnaf, süpermarketlere isyan ediyor, şehir dışına çıkarılmaları için hükümete baskı yapıyor. Köylü, devlet desteklerinin kaldırılmasına, her geçen gün artan gübre ve mazot fiyatlarına karşı sokaklara dökülüyor. Bizim küçük-burjuva solcularımızsa yaşanan süreci kavramaksızın, felakete sürüklenen bu yığına, çare olarak geçmişin geriliğini öneriyor.
“... sosyalizmin bu biçimi, kesin amaçları bakımından, ya eski üretim ve değişim araçlarını, ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi, ya da modern üretim ve değişim araçlarını, bu araçlar tarafından parçalanmış bulunan ve parçalanmaları kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri çerçevesi içerisinde tutmayı arzular. Her iki durumda da, hem gerici ve hem de ütopyacıdır.” (Komünist Manifesto)
İşçi Partisi gibi bazıları da, yıllardır aradıkları ulusal burjuvaziyi nihayet bulmanın sevinci içinde USİAD gibi tuhaf kuruluşları alkışlıyor.
Türkiye’de küreselleşme karşıtlığının küçük-burjuva solculuğuyla örtüşmesinin temel nedeni, işçi devrimindense ütopik bir ulusal burjuvazinin iktidarı anlamına gelen demokratik halk devrimini tercih eden Stalinizmin bu ülkede derin kökler bulmasıdır. Uzun yıllar işçi sınıfının azınlıkta, köylününse ezici bir çoğunlukta olması, devletin ekonomideki ağırlığı ve sermaye birikiminin yetersizliği yüzünden ülkenin bir türlü emperyalizme tam olarak entegre olamamasıyla karakterize olan nesnellik, bu duruma çok uygun bir zemin sunmuştur. Bugün Stalinist solun, yani reformistiyle “devrimci”siyle küçük-burjuva solculuğunun, hâlâ bu kadar yaygın olmasının temel nedeni de budur.
Kent ve kır küçük-burjuvazisinin hızla çözülerek proleterleşmesi, hiç de azımsanmayacak denli önemli bir faktör olan, proletaryanın kırla bağının kopması, yani ülkenin gerçek anlamda kapitalistleşmesi sonucunda bu sorunların nesnel varlık zemini ortadan kalkmaktadır. Bu da, Marksizmin bilimsel bir ideoloji olarak işçi sınıfı üzerinde daha güçlü bir etki yapabilmesi için nesnel olarak daha elverişli bir zemin döşemektedir. Her geçen gün daha fazla işsizliğe ve sefalete itilen ve proletaryanın safları arasındaki yerini alan küçük-burjuvaziye tek kurtuluşu ise ancak, insanlığın kurtuluşunun önünü açacak olan proleter devrim sunacaktır. Onun kurtuluşu işçi sınıfının kurtuluşuna sıkı sıkıya bağlıdır.
[6] MAI: 21. Yüzyılın Sömürgecilik Bildirgesi, TMMOB yayını.
[7] MAI: 21. Yüzyılın Sömürgecilik Bildirgesi.
[8] İzzettin Önder, MAI Anlaşma Taslağının Özeti ve Yorumu.
[9] Profesörden MAI’ye karşı ittifakın sınıfsal bileşimini de öğreniyoruz: Güçlü sermaye dışı tüm kesim ve örgütler.
“Sermayenin güçlenip, birikim ve teknolojiye ulaşma yönünde önünü açma çabası üçüncü paylaşım savaşı olarak algılanmalı ve yorumlanmalıdır. Ne var ki, bu savaş topraklar için ve topraklar üzerinde yapılmamaktadır. Bu savaş, birikim ve teknolojiye yönelik olarak, finans alanında ve finansal araçlar lazer silahı olarak kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Bunun karşısında güçlü sermaye dışı tüm kesim ve örgütlerin birleşerek, ÇTYA’nın [MAI] oluşturulmamasına çalışması gerekmektedir.”
[10] Odaların ve sendikaların yükselttikleri itirazlardan biri bu milliyetçi yaklaşıma çok güzel bir örnek sunuyor. MAI ile birlikte, şimdiye kadar sadece Türk vatandaşları tarafından icra edilebilen doktorluk, eczacılık, hemşirelik, veterinerlik, diş hekimliği, avukatlık, muhasebecilik gibi meslekleri icra edenlerin büyük bir tehdit altına girecekleri ileri sürülüyor. Yatırım yapan firmanın “istihdam gerekleri”ne (bkz EK) göre dışarıdan getirebileceği işgücü nedeniyle, şimdiye kadar sadece Türk vatandaşlarının icra edebilecekleri söz konusu mesleklerde çalışanların işsizlik tehlikesiyle karşı karşıya kalacakları söyleniyor. Buna çareyse basit: sınırlar işgücü girişlerine kapansın! Devletimiz bizi kanatları altına alıp korusun! Bilinç bulanıklığı işte bu boyutlara gelmiş durumda.
Sermaye, serbest dolaşımının önündeki engellerin aşılması için bastırırken, Türkiye’de sendikalar işgücünün uluslararası serbest dolaşımı önündeki engellerin kalkması için mücadele edeceklerine bariyerleri daha da yükseltmeye uğraşıyorlar. Bu ülkede küçük-burjuva sol, milliyetçilikle özdeşleşmiştir. Sendikalar, en kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakılan, en düşük ücretlerle, sigortasız çalıştırılan, aynı zamanda işçi sınıfını bölmenin bir aracı olarak da kullanılan kaçak işçiler konusunda da parmağını kıpırdatmamaktadır. İşgücünün serbest dolaşımının engellenmesi için çalışanlardan, hele hele kaçak işçiler söz konusu olduğunda bunu beklemek elbette safdillik olur. Ama bu zihniyetle mücadele etmeksizin işçi sınıfının bağımsız siyasetinin oluşturulmasını beklemek de başka bir ham hayaldir.
[11] Türkçede hem bir gerçekliği hem de bir ideolojiyi anlatmak için aynı sözcüğü kullanmak, bir kavram kargaşasına neden oluyor. Sorun ise iki ayrı sözcüğün Türkçeye tek sözcük olarak çevrilmesinden kaynaklanıyor. İngilizcede globalisation sözcüğü bizim gerçeklik olarak nitelediğimiz anlamıyla küreselleşmeyi anlatırken, Türkçeye küreselcilik olarak çevrilebilecek globalism sözcüğü bir ideolojiyi anlatıyor. Kavram kargaşasına neden olmamak için, ideolojiyi anlatmak üzere globalizm sözcüğünü kullanmak bizce de en doğru olanıdır. Bundan böyle ideolojiyi kastettiğimiz yerlerde globalizm sözcüğünü kullanacağız.
link: Zeynep Güneş, Küreselleşme ve MAI, Mayıs 2001, https://en.marksist.net/node/235
Afganistan, Bin Ladin ve Amerikan Emperyalizminin İkiyüzlülüğü
Paşabahçe İşçisi Direniyor!