1914-1918 arasında, emperyalist ülkelerin kâr ve rekabet güdüsüyle, dünyayı yeniden paylaşmak üzere başlattıkları 1. Dünya Savaşı, yaklaşık 10 milyon insanın canına malolmuştu. 1. Dünya Savaşının kaderini belirleyense Rus işçi sınıfı oldu. Cephelerden her gün binlerce ölünün gelmesi, açlık ve işsizlik Rus işçilerinin savaşa karşı öfkesini yükseltiyordu. Fabrikalardan işçilerin silah altına alınmasıyla birlikte bu işçiler içinde cepheye giden Bolşevikler de vardı. Bolşevikler fabrikalarda ve askerler içinde savaş karşıtı propagandaya başlamışlardı. Dışarıda arama, düşman içerde! Her ülkenin işçisi, silahını kendi burjuvana çevir! Bolşeviklerin bu çalışmaları Rusya’da etkisini göstermiş, savaş iç savaşa çevrilmişti. 1917 Ekim Devrimiyle 1. Dünya Savaşı henüz tamamlanamadan bitmişti. Dünyayı yeniden paylaşmaya girişen kapitalistler Rus işçilerinden sert bir tokat yiyerek geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Rusya’da Bolşevik Partinin önderliğinde işçiler Çarlığı yıkarak kendi iktidarlarını kurdular.
1. Dünya Savaşıyla Çarlık Rusya’sı yıkıldı, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Almanya’nın hegemon güç olma hayalleri suya düştü. Ve dünyanın paylaşımı tamamlanamayıp savaş yarıda kaldı. Ekim Devrimiyle birlikte Bolşeviklerin yaptığı ilk işlerden birisi, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımak oldu.
Ezilen her ulus ister kendi iradi kararıyla SSCB içinde yer alacak, isterse ayrılıp kendi devletini kuracaktı. Polonya ve Finlandiya ayrılma hakkını kullanarak SSCB’den ayrıldı. Sovyetler Birliği’nin her ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıması, toprakları onları işleyen köylülere bırakması, dünya üzerindeki diğer ezilen ulusların, köylülerin, işçilerin büyük ilgisini çekmiş ve bu ezilen kesimlerin Sovyetler Birliği’ne sempatiyle yaklaşmalarına neden olmuştu. Bütün bunlar diğer ezilen uluslara cesaret vermişti.
Tüm dengelerin değiştiği, sınırların yeniden çizildiği 1. Dünya Savaşından Osmanlı İmparatorluğu da yenilmiş olarak çıktı ve egemenliğini sürdürdüğü topraklar üzerinde birçok ulus devlet kuruldu.
Osmanlı toprakları üzerinde yer alan Kürtlerin yurdu da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye olmak üzere dört farklı ülke tarafından paylaşıldı. Kürtler kendi ulus devletlerini kurmak için birçok kez ayaklanmalarına rağmen başarılı olamadılar. 1. Dünya Savaşının ardından Osmanlı’nın mümkün olduğunca fazla toprağını elde tutmak üzere M. Kemal önderliğinde yürütülen savaşta, Kürtlere çeşitli vaatlerde bulunulmuştu. Hatta 1920’de Kürtler parlamentoda kendi kimliklerini ve dillerini kullanıyorlardı. Fakat Kemalistlerin başını çektiği mücadelenin başarıya ulaşmasıyla birlikte, Kürtlere verilen sözler unutuldu.
Lozan Antlaşmasıyla sınırları belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devletinin benimsediği “Türkiye’de Türkten başka halk yoktur” şiarıyla, tıpkı diğer etnik kökene sahip olanlar gibi Kürtlerin de kimlikleri, kültürleri ve varlıkları reddedildi. TC devletinin bu olumsuz politikalarının ardından, 1923’te, Şeyh Sait önderliğinde Kürdistan Özgürlük Cemiyeti kuruldu. Şeyh Sait isyanının başlamasıyla birlikte var gücüyle bu harekete karşı koyan TC, bu isyanı kanla bastırdı. Şeyh Sait ve 47 yoldaşı yakalanarak idam edildi. İsyancıların birçoğu, işkencelerden geçirildi, hapsedildi ya da sürgüne gönderildi. Anadillerini konuşmaları dahi yasaklanan Kürtlere amansız bir baskı uygulanmaya başlandı. Fakat Şeyh Sait isyanı kanla bastırılsa da, Kürtlerin özgürlük talepleri yok edilemedi.
Kürdistan’da kapitalizmin gelişmesiyle Kürt ulusal hareketi 1984’lerde PKK önderliğinde yeniden canlanmaya başlamıştı. Bu hareket, işçisiyle, köylüsüyle, burjuva ve küçük-burjuvasıyla Kürt halkının geniş bir kesimini kapsıyordu. Fakat, bu Kürt ulusal hareketi Türkiye işçi çevrelerinden gerekli desteği göremedi. Türk işçi sınıfı 1980 askeri darbesiyle birlikte büyük bir darbe almıştı. İşçi örgütleri ve devrimci örgütler dağıtılmıştı. İşçi sınıfı enternasyonalist bir örgütlülükten yoksundu. Bu fırsattan yararlanan TC burjuvazisi, bir yumruğuyla işçi sınıfına, diğer yumruğuyla Kürt ulusal mücadelesine vurdu.
Çok açık görülüyor ki, Türk işçi sınıfının Kürt halkının ulusal taleplerini desteklemesi ve Kürt işçi kardeşlerimizle sınıf saflarında birleşmemiz zorunludur. Açık veya gizli sürdürülen Türk milliyetçiliği, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünü kullanan burjuvazi, Türk işçilerini Kürt halkına ve Kürt işçi kardeşlerimize düşman haline getirmeye çalışmaktadır. Burjuvalar köşelerinde oturup, işçilerin kanıyla beslenip, bir taraftan da vatan millet şiarıyla Kürt halkının üzerine ölüm kusuyorlar. Yıllardır Kürt köyleri boşaltılıp yakılıp yıkılıyor, dilleri yasaklanıyor, toplu kıyımlar gerçekleştiriliyor, gençler, kadınlar, çocuklar katlediliyor.
Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkına sahip olması son tahlilde işçilerin bölünmesine değil birliğine hizmet eder. Zira gerçek birlik ancak gönüllü bir birlik olabilir. Bu açıdan Marksistlerin ve ezen ulus işçilerinin örneğin Filistin’de olduğu gibi Kürtlerin de kendi kaderi tayin hakkını desteklemeleri bir zorunluluktur. Öte yandan ulusal sorunun çözümü, Kürt işçilerin sınıf sorununu görmesini engelleyen ulusal gözbağlarının da çözülmesine hizmet edecek ve sınıf bilincinin gelişimi için daha elverişli bir temel yaratacaktır.
Kapitalistlerin birbiriyle dalaşmasından faydalanmaya çalışan Kürt önderleri bugün ufak tefek haklar elde etmiş görünseler de, bu haklar Kürt halkının ulusal sorununu çözen haklar değildir. Kuşkusuz bunlar küçümsenmemelidir, bu haklar için büyük bedeller ödenmiştir. Fakat biz Marksistler olarak biliyoruz ki, ulusal sorunun gerçek çözümü ezilen ulusa kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıdır. Bunun ötesinde ise ulusların kaynaşmasına giden yol uzanmaktadır ki, bu da ancak dünya işçi sınıfının örgütlü ve devrimci mücadelesiyle, sosyalizmle mümkün olacaktır.
link: Topkapı’dan MT okuru bir işçi, Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı Tanınmalıdır, 20 Aralık 2004, https://en.marksist.net/node/201
Popülizme ve burjuva reformizmine kapılmadan: Herkes kendi yoluna
Devrimci Öğrenciler Yine Durmuyor, Durmayacak!