Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla başlayan sürecin basitçe Rusya-Gürcistan savaşına indirgenemeyeceğine, bunun yürüyen emperyalist savaşın ve hegemonya yarışının bir parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmiştik. Nitekim son dönemde yaşanan gelişmeler de bunu doğrular niteliktedir. Mesele oldukça hızlı bir biçimde aslına rücu etmiş ve “asıl tarafların” yani ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın karşılıklı hamleleri ve müdahaleleriyle şekillenmeye devam etmiştir.
Örneğin daha baştan, Rusya’nın Gürcistan’ı toptan işgale girişmeyeceği ama bölgedeki askeri varlığını daha da pekiştireceği belliydi. Ateşkes anlaşmasının ardından, Rusya’nın Gürcü topraklarından çekilmekte ağır davranması ve önemli bazı kontrol noktaları ile Poti limanını halen elinde tutuyor olması bunun göstergesidir. ABD emperyalizminin ve AB devletlerinin tüm bağrışmalarına rağmen geri adım atmayacağı da açıktır. Çünkü Rusya’nın konumlanışı, attığı adımlar ve siyasi tutumları Gürcistan’a değil ABD’ye karşıdır. Rusya hem bölgesel düzeyde sıcak çatışmalara hazırlanmakta, hem de uluslararası düzeyde “soğuk savaş” koşullarını hesaba katarak davranmaktadır.
Rusya’nın Amerikan karşıtı Chavez’le yürüttüğü görüşmeler ve Chavez’in Rusya’yı haklı bulduğunu açıklaması, iki ülke arasında yapılan 4 milyar dolarlık silah anlaşması, ayrıca Rus donanmasına ait bir filonun önümüzdeki günlerde Venezuela’yı ziyaret edecek olması boşuna değildir. ABD emperyalizminin “arka bahçesi” sayılan Latin Amerika’ya el atması anlamına gelen böyle bir hamleyle Rusya, bundan sonra ABD’ye daha açıktan kafa tutacağını da göstermiş olmaktadır. Benzer ama daha önemli bir biçimde, İran’da yapmakta olduğu nükleer santral inşaatını hızlandırmasının ve hem bu ülkeye hem de Suriye’ye S-300 füzelerinin verilmesini gündemine almasının, Suriye’ye deniz üssü kurma anlaşması yapılmasının, Belarus’a füze kalkanı kurma girişiminin anlamı da aynıdır. ABD emperyalizminin yıllardır uygulamakta olduğu kuşatma politikasına karşılık Rusya da kendi nüfuz alanlarını ve kuşağını oluşturmaya çalışıyor. Bu “kuşak”lar, emperyalist savaşın da mevcut ve olası cepheleridir aynı zamanda.
Ancak daha da önemlisi, hegemonya yarışında ve emperyalist savaşta yeni bir dönüm noktasına gelinmiş olduğunun fark edilmesidir. İlkin, emperyalist bir güç olarak Rusya’nın aldığı yeni tutum ve pozisyon, “soğuk savaş” benzetmelerinin aksine, emperyalist savaşta çok daha “sıcak” ve ciddi bir evreye girildiğinin işareti sayılmalıdır. Hegemon güç olarak ABD emperyalizmine karşı yeni bir rakibin ya da “kutup başı”nın ortaya çıkması, emperyalist güçlerin giderek daha doğrudan karşı karşıya geleceği bir yöne ilerlendiğinin göstergesidir. Tüm güçlerin hazırlıkları da bu doğrultudadır.
Rusya, ABD’ye açıktan meydan okuyarak, hegemonya yarışında yeni bir kamp kurmaya ve başı çekmeye aday olduğunu ilan etmiştir. Şimdi de bunun altını döşemeye çalışmaktadır. ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) zirvesinde Çin’i, İran’ı, Hindistan’ı ve Pakistan’ı kendinden yana taraf olmaya zorlamıştır. Her ne kadar bu zirveden istediği düzeyde sonuçlar elde edememiş olsa da –Çin ve diğer ülkeler Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanımadıkları gibi Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne vurgu yaptılar– bu bir süreçtir ve ABD’nin de zorlamasıyla kamplaşma giderek netleşecektir. Rusya, AB ülkeleriyle konuşurken de oldukça dikkatli davranmakta ve AB’nin ABD emperyalizmiyle arasını açmaya çalışan bir politika gütmektedir. Zaten ABD’nin politikasının da AB’nin Rusya ile arasını açmak olduğu hatırlanırsa, bu son derece normaldir. Her iki tarafın da AB ülkelerini kendi yanına çekmeye çalışması, kaçınılmaz olarak, AB içindeki çatlağı derinleştirmekte ve AB ülkelerinin de ikircikli ve uzlaşmacı tavırlar sergilemesine sebep olmaktadır.
Ancak henüz kamplaşmaların tam olarak ne yönde ilerleyeceğini, tek tek kimin hangi tarafta yer alacağını söylemek için erkendir. Hatta genel bir kural olarak diyebiliriz ki emperyalizmin tarihi; son ana kadar bu kampların tam olarak netleşmeyeceğini, sık sık taraf değiştirenlerin olacağını, belirleyici olanınsa verilen ve söylenen sözler değil çıkarlar ve tarihsel arka plan olduğunu göstermiştir. Ama doğal olarak “kutup başları” çok daha erken ortaya çıkacak ve kamplaşmalar da bunların etrafında şekillenecektir.
Yükselen bir emperyalist güç olarak Rusya’nın bu atılımı, kuşkusuz uluslararası güç dengelerini de etkilemiştir ve daha da etkileyecektir. Yine de, sürecin ilerleyişinde, belirleyici ve yönlendirici olanın ABD emperyalizmi olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Gelişmelerin hızının ve karmaşasının yaratacağı algı bozukluklarına ve burjuva medyadaki manipülatif haberlere, dezenformasyonlara karşı uyanık olunmalıdır. ABD emperyalizminin “kaybettiği” şeklindeki yorumlar abartılıdır. Süreci başlatan, daha doğrusu provoke eden ve hazırlayan ABD emperyalizmidir. Temel gayesi AB ülkelerini, en fazla da Almanya’yı, kendi yedeğine alabilmek ve böylelikle de bir yandan hegemonya yarışındaki lider konumunu sağlamlaştırmak, diğer yandan da kaçınılmaz olarak sürekli kızışan emperyalist savaşta kendi cephesini güçlendirmektir. Bunun en kestirme yolunun, yeterince korkutucu bir öcü yaratmak olduğunu ABD çok iyi bilmektedir. Ancak ne “uluslararası terörizm” heyulası ve ne de İran, bu anlamda yeterince korkutucu olmamışlardır. Rusya ise sahip olduğu askeri güç ve hırs bakımından, çok daha etkili ve “korkutucu” bir “düşman”dır. Dolayısıyla Rusya’nın öne çıkmasını sağlayacak ve hızlandıracak koşulları ABD bizzat kendisi hazırlamıştır.
ABD emperyalizminin kışkırtmaları ve sıkıştırmasıyla, hegemonya yarışındaki ve emperyalist savaştaki taraflar daha bir netleşmeye başlamış, orta yolcu ve uzlaştırmacı politikaları savunan güçlerin manevra alanı daha bir daralmıştır. Bu, ABD emperyalizminin istediği ve planladığı bir şeydir. Bu açıdan bakıldığında, kısmi ve sınırlı da olsa başarı kazandığı söylenebilir. Örneğin, AB içinde ABD politikalarına en fazla karşı çıkan ve direnen Almanya, Gürcistan’ın NATO üyesi olacağını ve Rusya’nın Güney Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanımasının “kabul edilemez” olduğunu, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün bozulmaması gerektiğini açıklamıştır. Yine Almanya başbakanı Merkel, Rusya’yı dışında tutarak, Gürcistan’a komşu ülkelerin katılacağı bir zirve toplantısı için AB dönem başkanı Fransa’ya bir çağrı yapmıştır. Fakat AB ülkeleri, İngiltere bir tarafa bırakılırsa, henüz Rusya’ya karşı ABD’nin istediği ölçüde karşıt bir tutum almaya da hazır değillerdir.
ABD’nin isteğiyle NATO konseyi toplanmış, fakat “Rusya’yla ilişkilerin askıya alınabileceği” dışında bir karar çıkmamıştır. Benzer şekilde AB zirvesinden de Rusya aleyhine bir yaptırım kararı çıkmamıştır, üstelik de Rusya’nın bütün meydan okuyan söylemine ve kafa tutmalarına rağmen… Almanya, Fransa ve İtalya ilişkilerin koparılması önerilerine karşı durmuşlar ve sadece ortaklık görüşmelerinin askıya alınmasıyla yetinilmesini savunmuşlardır. Kısacası AB ülkeleri, Rusya’ya karşı bir cephede açıktan yer almak yerine şimdilik Rusya’nın tamamen “düşman” olmasını önleyecek adımlar atılmasını savunmaktadırlar.
Bu siyasetin çeşitli sebepleri arasında, bizzat kendilerinin de hegemonya yarışında öne geçmeye çalışıyor olmaları ve bu anlamda ABD’nin hegemonyasından memnun olmamaları, Rusya ile sahip oldukları ekonomik ve siyasal ilişkilerin yarattığı bağlayıcılıklar, olası bir Rus-Amerikan çatışmasında arada kalmaktan yani Avrupa’nın emperyalist savaş alanına dönmesinden duydukları korku sayılabilir. Ama en önemlisi, AB ülkelerinin, henüz kendilerini emperyalist bir dünya savaşına hazır hissetmemeleri –ki ne ekonomik ne de askeri açıdan değillerdir– ve bu yüzden yeterli hazırlığı yapacak zamanı kazanmaya çalışmalarıdır. İkircikli ve uzlaşmacı politikalar izlemeleri bu yüzdendir. Tabii hiç kimsenin, özellikle de ABD ve Rusya’nın, onları ve diğerlerini (Çin, Japonya vb.) beklemeye niyeti yoktur. Bunun anlamı da, AB ülkelerinin, kendileri ayrı bir kamp oluşturamadıkları sürece, eninde sonunda mevcut kamplardan birine dâhil olmalarının kaçınılmaz oluşudur. Bu noktada, tarihsel açıdan, Batılı ülkelerin ABD emperyalizminden yana taraf oldukları ve olacakları söylenebilirse de, özellikle Almanya’nın pozisyonunun ne olacağını kestirmek güçtür.
Burada, yeri gelmişken, Türkiye’nin durumuna değinmekte de yarar var. Türkiye burjuvazisi genel çizgileri itibariyle ABD emperyalizminin tarafındadır. Ancak şimdilik ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına tümüyle ve açıktan angaje olmaktan ve Rusya’ya açıktan cephe almaktan kaçınan bir çizgi izlemek zorunda hissediyor kendini. Ne var ki “denge siyaseti” de denen böylesi bir siyaseti yürütmesi giderek zorlaşmaktadır. Bu, emperyalist-kapitalist sistemin içinde barındırdığı ve giderek keskinleşen çelişkilerinin doğal bir sonucudur. Bu çelişkiler öyle ya da böyle (ya emperyalist savaşla ya da dünya devrimiyle) çözülmek zorundadır.
Ancak Türkiye’nin bu konumu, onun bölgesel bir emperyalist güç olmak hayallerini ve çabalarını ortadan kaldırmıyor. Türkiye’nin hem Ortadoğu’da hem Kafkasya’da soyunduğu “arabuluculuk” veya “barış elçiliği” rollerini bu çerçevede yorumlamak gerekir. Türkiye burjuvazisinin “Kafkasya İttifakı” yahut platformu olarak adlandırdığı girişimlerinin özü de bölgesel güç olma niyetine dayanmaktadır. Fakat yukarıda açıkladığımız sebeplerden ötürü, hem AB ülkelerinin hem de Türkiye’nin bu tür diplomatik manevraları yahut girişimleri sonuçsuz kalmaya ya da en iyi ihtimalle geçici olmaya mahkûmdur.
Benzer biçimde, Türkiye’nin II. Dünya Savaşında olduğu gibi savaşa doğrudan bulaşmama çabaları da beyhudedir. Emperyalist savaşın gelişim çizgisi bunun imkânsızlığının açık kanıtıdır. Daha şimdiden, ABD ve NATO’ya bağlı savaş gemilerinin “insani yardım götürme” bahanesiyle Boğazlardan geçerek Karadeniz’e girmeleri örneğinde de olduğu gibi, zorlamalar başlamıştır. Boğazlardan geçişi düzenleyen Montrö Anlaşması tartışılmaya başlanmıştır. Burjuva köşe yazarlarının, Osmanlının I. Dünya Savaşına girmesine ithafen “Goeben ve Breslau” zırhlılarının (sonradan “Yavuz ve Midilli” adlarını almışlardı) Boğazlardan geçişini hatırlatmaları manidardır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, tehlike giderek büyümekte ve yakınlaşmaktadır. Kafkas cephesinin alevlenmesi ve Rusya’nın yeni pozisyonu, bu süreci önemli ölçüde hızlandıracaktır. Örneğin ABD’nin “füze kalkanı” girişimlerine Rusya’nın da karşılık vermesiyle silahlanma yarışı önemli ölçüde ivmelenmiştir. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık giderek derinleşmekte ve kalıcı bir hal almaktadır. Açıktır ki, emperyalistler arası kapışma, bir dünya devrimi dalgasıyla durdurulmadığı takdirde kaçınılmaz bir biçimde daha nice ulusu savaşın alevleri içine çekecektir. Bu gerçekler karşısında durup beklemek veya olup bitenleri seyretmek lüksümüz yoktur. Unutmayalım “taraf olmayan bertaraf olur”. İşçi sınıfı da “kendi tarafını” oluşturmalı ve “karşı tarafı” yani burjuvaziyi “bertaraf” etmelidir.
link: Kerem Dağlı, Emperyalist Kutuplar Belirginleşiyor, 18 Ekim 2008, https://en.marksist.net/node/1902
Tezkereye Karşı Basın Açıklaması
“İşkenceye Sıfır Tolerans” ve Gerçekler