Dünya kapitalizminin lokomotifi durumundaki Amerikan ekonomisinde yaklaşık bir buçuk yıldır gittikçe güçlü sinyaller veren kriz nihayet artık inkâr edilemez bir düzeye ulaştı. Bir buçuk yıldır, sanki ekonomi borsadan ibaretmişçesine, borsanın her yükselişinde “tamam artık durgunluk geride kaldı” diye sevinç çığlıkları atan, böylelikle hem kendilerini hem de emekçileri kandıran kapitalizm şakşakçılarını bugün büyük bir endişenin sardığını görüyoruz. Ekonominin krize girmesiyle, gerek burjuva iş âleminin önde gelenlerini, gerek onların servetlerine servet katarken kendi ceplerini de dolduran finans uzmanlarını, gerekse hepsinin birden çıkarlarının sözcüsü durumundaki yazar-yorumcu takımını da derin bir depresif ruh hali sarıp sarmalıyor.
Daha düne kadar, kapitalizmin nimetlerinden, serbest piyasanın ve liberal ekonominin üstünlüğünden, piyasanın her şeyi düzenleyen görünmez elinden bahsederek, ekonomiye devletin müdahalesine şiddetle karşı çıkanlar, bugün devletin elindeki tüm olanaklarla ekonomiye müdahale etmesi ve hatta batan şirketleri devletleştirerek kurtarması yönünde canhıraş feryatlar atıyorlar. Kapitalist sistemde burjuvazinin en büyük kesiminden gelen bu imdat çığlıklarına ABD’sinden TC’ye kadar burjuva devletlerin sessiz kalması beklenemezdi. Emekçilerin yaşam standartlarının iyileştirilmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, sosyal hak gasplarına son verilerek sosyal harcamaların arttırılması gibi talepler karşısında “kaynak yok” diyerek sessiz kalan burjuva devletlerin her biri, sıra büyük tekellere, dev finans kuruluşlarına geldiğinde akıl sınırlarını hayli aşan kaynaklar akıtmakta pek aceleci davranıyorlar. Ne var ki, burjuva devletlerin “piyasalara” akıttığı muazzam paralara rağmen, kapitalist ekonomiler dibe doğru yol alan hızlı seyirlerinden geri döndürülemiyor. Dahası, aklı başına gelmeye başlayan tüm burjuva iktisatçıların da itiraf ettikleri gibi, bugün yaşanmakta olanlar, henüz daha sürecin en kötü aşaması olmaktan uzaktır. Bir başka deyişle dibe daha çok yol var!
Bir krizden diğerine
Tüm burjuva ideologlar, krizleri, akılsız politikalara ve politikacılara, kötü ekonomi bürokratlarına, yetersiz ya da amaca uygun olmayan yasalara, spekülatörlere vb. bağlayıp dururlar. Türkiye’de bu günah keçileri kümesine bir de “tukaka” yabancı sermayeyi, IMF’yi vb. eklemek gerekiyor. Eski Merkez Bankası yöneticisi “saygın” ekonomi bürokratı Yaman Törüner bakın ne diyor: “AKP, ekonomik krizle geldi; ekonomik krizle gidecek gibi görünüyor. İşin garibi, ikisinin nedeni de, sevgili Merkez Bankamızın yanlış politikaları olacak.” (Milliyet, 29/9/2008). Oysa kuşkusuz ki sorun yanlış politikalara, beceriksizliğe indirgenemez! Sorun kapitalist üretimin doğasında yatmaktadır: “İktisatçıların krizlerin kapitalizmin doğasına içkin olduğu gerçeğini gizleyebilmek amacıyla ileri sürdükleri boş gerekçeler ve sözde tahliller yıllar boyunca birbirini tekrar edip duruyor. Onların işi, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz sonuçları hükümetlerin yanlış mali uygulamalarına, hatalı para politikalarına bağlayarak bilinç bulandırmak ve böylece sistemi ayakta tutmaya çalışmaktır. Her seferinde krizin nedeni ya da krize çözüm olarak ele aldıkları unsurlar, faiz oranları gibi aslında ekonomik duruma bağımlı olan parametrelerdir. İktisatçıların faiz oranlarıyla oynanmasını bunalımın çözümü gibi göstermek istemelerine karşın, gerçeklik hiç de böyle değildir. … Kapitalist krizler dolaşım alanında ortaya çıkan arızi problemlerden değil, bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanmaktadır.” (Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.35)
Sorunu kapitalist üretim alanında değil, dolaşım alanındaki tıkanıklarda, bu alanda izlenen politikalarda vb. arayan burjuva iktisatçıları, aynı yanlışı gerek mevcut krize çözüm ararken gerekse de geçmiş krizleri değerlendirirken yapmaktan geri durmuyorlar. Son haftalara kadar bıraktık en darkafalı cahil yankileri, anlı şanlı burjuva iktisat profesörleri bile, 1929 krizinin bir istisna olduğunu, bir daha asla yaşanmayacağını ileri sürüyorlar ve bu hayli iddialı düşünceyi de esas olarak burjuva devletlerin dersler çıkartmış olmasına ve finansal denetim kurumlarının oluşturulmasına bağlıyorlardı. Son yaşananlarla bir kez daha kanıtlanmış oldu ki, kapitalist rekabetin doğası gereği, pazardan daha fazla pay kapma ve daha fazla kâr olanağının önüne, çıkartılmış hiçbir ders, hiçbir akıl, hiçbir vicdan geçemez. Kapitalizm rasyonaliteye değil, özel mülkiyete, rekabete ve bunların bir sonucu olan kâr hırsına dayanır. Bu gerçeği kabullenmek istemeseler de, burjuva iktisatçılar bile bugün artık 1929 benzeri bir bunalımın hiç de uzak olmadığını itiraf etmek zorunda kalıyorlar. ABD Merkez Bankasının eski başkanı Alan Greenspan, yaşananları “muhtemelen yüzyılda bir olan olaylardan” biri olarak adlandırırken aslında tam da adını bile anmaktan çekindiği 1929 krizine işaret ediyor.
Bugün merkezinde ABD ekonomisinin bulunduğu ama kaçınılmaz olarak tüm kapitalist dünyayı etkileyen ve önümüzdeki dönemde çok daha derinden etkilemesi beklenen kriz, gerçekten de şimdiye kadarki krizlerin en derini olmaya adaydır. İşin aslı şu ki, kapitalist çerçevede atlatılan her bir kriz, bir sonrakinin daha da derinleşmesine yol açmaktadır. 2000’lerin başında yine ABD merkezli olarak başlayan ve yine tüm dünyada senkronize olarak yaşanan krizin, bugün yürüyen emperyalist savaşın temel nedeni olduğunu daha önceki yazılarımızda defalarca belirttik. Emperyalist savaşın katkılarıyla krizden belli ölçülerde sıyrılmayı beceren Amerikan ekonomisinin sergilediği canlanmanın son derece kısmi ve geçici olduğunu ve daha da büyük bir krizin yolunu döşediğini de defalarca ifade etmiştik. Gerçekten de kapitalizm otuz yıldan uzun bir süredir genel bir yavaşlama eğilimi göstermektedir. Bu genel eğilim içerisinde kapitalizmin periyodik bunalımları çok daha ağır ve uzatmalı bir şekilde seyrederken canlanma dönemleri çok daha sönük ve kısa ömürlü olmakta, kapitalist ekonomi adeta bir krizden diğerine sürüklenerek hızlanma (yükseliş, boom) evresini neredeyse devre dışı bırakmış gibi görünmektedir.
Krizlerin giderek ağırlaşmasında, kapitalist sermaye birikim sürecinin ve tekelleşmenin ulaştığı devasa boyutlarla bağlantılı olarak, kapitalist devletlerin, kriz dönemlerinde ekonomiye muazzam ölçeklerde müdahale ederek krizi yapay yöntemlerle atlatmaya ve hafifletmeye çalışmasının da payı vardır. Sistemin bütününde yaratacağı sarsıcı etkileri göze alamadıklarından ötürü, dev boyutlara ulaşan tekellerin, muazzam büyüklükteki finans kuruluşlarının çökmesini yapay mekanizmalarla engelleyen burjuva devletler, aslında böylelikle geçici de olsa tek tedavi yönteminin de etkisini azaltmış oluyorlar. Çünkü, “kapitalizmin devresel krizleri hem sistemin kaçıp kurtulamayacağı bir hastalıktır hem de sistemin içerdiği tüm çelişkilere ve orantısızlıklara rağmen işleyişini mümkün kılan tedavidir. Bunalım, üretim sürecinin birbirinden bağımsız duruma gelen evrelerinin birliğinin zorla kurulmasından başka bir şey değildir. Krizler temelinde ve krizler sayesinde yol alabilen bu sistem, sağlanan ekonomik büyümeye karşın aslında bir anlamda yap-boz tahtası benzeri düzensiz bir karaktere sahiptir.” (Elif Çağlı, age, s.12-13)
ABD’de krizin şu anki boyutları
Bugün gelişmekte olan kriz, ne finansal bir krizden ibarettir, ne salt bir mortgage krizidir, ne de öncekilerden bağımsız olarak gelişen yepyeni bir krizdir. Çin bir tarafa bırakılacak olursa, tüm dünya ekonomisi, yukarıda da değindiğimiz üzere, daha 2000 krizinin etkisini bile üzerinden atamamış, yüzde 1 ilâ 2 arasında salınan büyüme oranlarıyla can çekişir durumdadır. ABD ekonomisinde son dönemlerde büyüme oranlarının beklentilerin epey altında kalması, buna karşılık işsizlik oranlarında ve enflasyon rakamlarındaki beklenmedik artışlar gibi olgular, gerçekler dünyasında neler olup bittiğini aslında yeterince açıklıkla ortaya koyuyordu. Benzer olguların Türkiye de dahil olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde geçerli olduğunu biliyoruz. Nitekim İngiltere’de de son bir yılda imalat sanayiinde “istihdam kayıpları” 1,5 milyon kişiye ulaşmış, gerçek ücretler ise yüzde 2’ye yakın oranda gerilemiştir. Tüm kapitalist ülkelerde emekçilerin borçluluk oranı katlanarak büyümüş, tüketim harcamaları ucuz kredi mekanizmalarıyla canlı tutulmaya çalışılmış ve emekçilerin gerçek gelir düzeyleri ile tüketim düzeyleri arasında ciddi bir açı oluşmuştur. Örneğin İngiltere’de işçi ailelerinin borçluluk oranı, ortalama olarak kişisel harcanabilir gelirlerinin yüzde 160’ına ulaşmış durumda! Yalnızca bu veriler bile ortada bir aşırı-üretim bunalımının olduğunu ve kredi zincirinin kopmaya çok yakın olduğunu yeterince göstermekteydi.
Ne var ki, reel ekonomideki kan kaybı her geçen gün artarken, bu durum, finans sektöründeki spekülatif kazançlara olan ilgiyi körüklemiş ve bu sektör gerçek ekonomiyle olan bağlarını giderek silikleştiren bir görüntü vererek aşırı şişmiştir. Bugün yaşanan krizin en aşırı ifadeleriyle öncelikle finans sektöründe patlak vermesi, aslında bu sektörün ekonominin gerçeklerinden oluşan katı duvara nihayet toslaması anlamına gelmektedir. İşin ilginç tarafı, bugün likidite sıkıntısından kaynaklandığı iddia edilen bu krizin çökerttiği dev kredi kuruluşları, gerçekte ellerinde muazzam ölçeklerde “likit” sermaye bulunduran ve bu “aşırı-üretilmiş” sermayeyi canlı tutabilmek için “önüne gelene” kredi olarak dağıtan kuruluşlardan başkası değildir. Birbirleriyle giriştikleri ölümüne kapitalist rekabetin doğurduğu kaçınılmaz akıldışılıkla, hiçbir geliri olmayan ve sokaklarda yaşayan insanlara bile konut edinme kredisi (mortgage) veren bu kuruluşlar sonunda kapılarına kilit vurmak zorunda kaldılar.
Bu kez çöküş muazzam boyutlardadır. Amerika’nın en büyük iki konut kredisi şirketine (Fennie Mae ve Freddie Mac) devlet adına el konulmuştur. Bu iki şirket, sağladığı 5,3 trilyon dolarlık kredi hacmiyle küresel finans sisteminin de ana direklerindendiler. Yalnızca bu rakam bile inanılmaz bir boyutu temsil etmektedir. Bir fikir vermesi için, bu rakamın, Türkiye’de bir yılda üretilen tüm zenginlikler toplamının tam dokuz katı olduğunu belirtelim. ABD’nin en büyük yatırım bankalarının borsa değerleri bir yıl içinde yüzde 60 ilâ 80 arasında değer kaybederken, bunlardan iki dünya savaşı ve nice krizi atlatmayı başarmış olan 158 yıllık Lehman Brothers sonunda iflas etti; bankanın zarar olarak açıkladığı rakam Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasına yakın: 613 milyar dolar. Merrill Lynch ve mortgage kredileriyle ilişkisi olmayan bir başka asırlık banka devi Washington Mutual da ABD hükümetinin aracılığıyla başka devler tarafından yutuluverdi. Bir başka çarpıcı olay ise, tüm bu kredi bankalarının güvencesi durumundaki ABD’nin dev sigorta şirketi American International Group’un (AIG) batmasıdır; diğer bir deyişle, sistemin sigortaları da atmaktadır! AIG’in kendi kaderiyle baş başa bırakılmasının krizi daha da derinleştireceğini bilen ABD hükümeti, bu şirkete 85 milyar dolar para aktararak hisselerinin yüzde 80’ini devlet mülkiyetine geçirmiş oldu. Bu rakamlar Türkiye’deki tüm bankacılık sektörünün 61,7 milyar dolar seviyesindeki özkaynaklarıyla karşılaştırıldığında daha somut bir anlam kazanıyor. Özetle, 2007 Ağustos ayından bu yana ABD’de batan banka sayısı 13 ve bu sayı, geride şimdilik 1,3 trilyon dolarlık bir batık borç bırakarak, hızla artıyor.
Burjuva ahmaklık: “Bize dokunmaz”
Yalnızca Türk ekonomisi değil, daha şimdiden gerek AB ekonomisi gerekse de dünyanın geri kalanı sarsılmaya başlamıştır. Milli gelirinin önemli bir kısmını finans sektöründen sağlayan İngiltere’de dev bankalar batmaya başlamış, bankalar arası kredi işlemleri durdurulmuş ve hisse senetleri son dönemde üçte bir oranında değer kaybetmiştir. Avrupa’nın en büyük bankalarından Fortis ise iflastan ancak Belçika, Hollanda ve Lüksemburg hükümetlerinin bankanın yarısını satın almasıyla kurtulmuştur. Benzer şekilde Belçika, Fransa ve Lüksemburg, Dexia’yı kurtarmaya girişirken, Alman hükümeti de Hypo Real Estate Bankası’nı iflastan döndürmüştür. Öte yandan, tüm dünya borsaları bu kriz dalgasıyla birlikte inanılmaz düşüşler yaşamakta, her gün yeni bir düşüş rekoru kırmaktalar. Amerikan Dow Jones sanayi indeksi tarihinin en büyük düşüşünü yaşadı ve süreç devam ediyor. İşler o noktaya gelmiş durumda ki, Rus borsası yaşanan ani hareketliliklerden ötürü kapatılmış, iki gün sonra açılmış ve açılışı takiben tekrar kapatılmak durumunda kalmıştır. Türk ekonomistlerin ise bayram nedeniyle borsa kapalı olduğundan zil takıp oynamadığı kalmıştır. Batan ABD’li ve Avrupalı bankaların çıkardığı trilyonlarca dolarlık borç tahvillerini satın almış olan Çinli finans kuruluşları da mevcut krizin Çin ekonomisine zarar verdiğini ve daha da vereceğini açıklıyorlar.
Kapitalizm bunamıştır ve bunadıkça saçmalamakta sınır tanımaz hale gelmiştir. Geride trilyon dolarlık borçlar bırakarak batan bankalar, sadece New York borsasının bir günde 1,2 trilyon dolarlık bir değer kaybına uğraması, bir günde yüz binlerce insanın işsiz kalması… Tüm bu olgulara rağmen, Avrupa Ülkeleri Ekonomik Grup Başkanı ve Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Avrupa’nın mali sisteminin “çok daha dengeli” olduğunu, Avrupa bölgesinde “resesyon olmayacağını” ve kendilerinin bu krizden o kadar etkilenmeyeceğini söylüyor. AKP hükümeti ise başbakanından bakanlarına dek halkın gözünün içine baka baka yalan söylemeye devam ediyor. Onlar da tıpkı Avrupalı sınıfdaşları gibi, krizden etkilenmeyiz, mali yapımız güçlü vb. gibi masallarla halkı uyutmaya çalışıyorlar. Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle entegrasyonundan gururla bahsedenler bugün bu gerçeği unutmuş görünüyorlar. Güçlü dedikleri mali yapının boyutları hakkında yukarıda aktardığımız rakamlar yeterince açıklayıcı olsa gerek. Batan tek bir ABD bankasının varlıkları Türkiye’nin GSYİH’sini aşarken ve Türk borsasının yüzde 70’i tam da bu tür büyük emperyalist banka ve fonların denetimindeyken, Türk sermayesinin yabancı sermayeyle gerçekleştirdiği evlilikler, dış yatırımları ve ihracata dayalı üretim yapısı giderek artmışken, Türk ekonomisinin bu dev dünya krizi dalgası karşısında paçayı sıyırmasının mümkün olmadığı açıktır.
Yalnızca Türkiye’de değil, tüm kapitalist ülkelerde, burjuvazi, özellikle kriz dönemlerinde, ekonominin ulusal yönlerine vurgu yapmayı bir alışkanlık haline getirmiştir. Bu, bir taraftan işçi ve emekçilere acı reçeteleri dayatmanın ve böylelikle ulusal ekonominin kurtulacağı vaazları çekmenin bir gereğiyken, diğer taraftan da her krizle birlikte şiddetlenen emperyalist yeniden paylaşım kavgasında işçi ve emekçileri birbirlerine kırdırabilmek üzere milliyetçiliğin azdırılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle böylesi dönemlerde, “milli ekonomi”, “ulusal korumacılık” vb. gibi söylemlere karşı her zamankinden daha fazla uyanık olunmalıdır. Bu noktada enternasyonalist komünistlere düşen görev, krizlerin iyice açığa vurduğu kapitalizmin uluslararası doğasını ve bu krizden işçi sınıfının zarar görmeden çıkmasının yegâne yolunun da uluslararası proleter devrim mücadelesini yükseltmekten geçtiğini işçilere çok daha somut örneklerle kavratmaktır.
Biri batar, diğeri çıkar!
Kapitalist krizler, yalnızca ulusal rekabeti değil uluslararası rekabeti de kızıştırıyorlar. Zayıfların elenerek güçlü tekellerin dünya arenasında daha da sivrilmesine vesile olan kriz dönemleri kapitalistler açısından gerek yurt içinde gerekse de yurtdışında hem sermaye evlilikleri hem de sermayenin daha da merkezileşerek yeniden yapılanması için bir fırsat oluşturuyor: “Bunalım döneminde sermaye daha da merkezileşir ve yeniden yapılanır. Sermaye kazançları giderek düştüğü için bir kısım sermaye tasfiye edilecek ya da değer yitirerek büyük tekeller tarafından ucuza kapatılacaktır.” (Elif Çağlı, age, s.21-22) Marksizmin sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması olarak adlandırdığı bu süreç bugün çırılçıplak biçimde yaşanmaktadır. Birkaç örnek verelim.
Bugün İngiltere’nin en büyük bankalarından olan Halifax iflasın eşiğine gelmiş durumda ve burjuva gazeteler iki rakip banka olan Lloyd’s ve HSBC’nin yanı sıra kimi İspanyol bankalarının da onu ucuza kapatmak için hükümetin kurtarma operasyonunu dört gözle beklediğini yazıyorlar. Bu multimilyar dolarlık bankacılık devlerinin sessizce bir köşede beklemeyip hükümet üzerinde türlü oyunlara başvurarak bir basınç yarattıklarını anlamak için kâhin olmak gerekmiyor. Amerikan kapitalizmindeki örnekler ise her zamanki gibi en çarpıcı olanlar. Geçtiğimiz yıl 72 milyar dolarlık bir borsa değerine sahip olan Merrill Lynch bankası hükümetin aracılık etmesiyle 50 milyar dolara Bank of America’ya satıldı. Daha da büyük bir talan Washington Mutual’ın iflasında yaşandı. Washington Mutual, 307 milyar dolarlık bir varlığa ve 188 milyar dolarlık bir mevduat toplamına sahipti –ki bu rakamlar Türkiye’nin milli gelirinin yarısından fazlasını ifade etmektedir– ve bu devasa zenginlik, bir başka Amerikan bankası olan JP Morgan tarafından hepi topu 1,9 milyar karşılığında yutuluverdi! Böylelikle JP Morgan 2 trilyon dolar varlıkla ülkenin ikinci büyük bankası oluverdi! Lenin emperyalizmin işleyişini gangsterlik yöntemlerine benzetirken ne kadar da haklıydı!
Devletleştirme çözüm mü?
Lenin’in olmasa bile Marx’ın adının, kriz dönemlerinde burjuva gazetelerinde fazlasıyla anılır olması hiç de tesadüf değildir. Tüm kriz dönemlerinde, piyasanın dizginlenmesi ve devlet tarafından kontrol edilmesi, devletin üretimden dolaşıma kadar ekonominin her alanına müdahale etmesi, zarar eden işletmeleri satın alarak devletleştirmesi gereğinden bahsedilir. Bu kez de farklı olmadı. Tek fark bu kez Marx’ın ve sosyalizm kavramının şaşırtıcı bir sıklıkla kullanılıyor oluşudur ki, bu da krizin ne denli derin olduğunun bir başka kanıtıdır. Kapitalist toplumsal-ekonomik yozlaşmanın ulaştığı boyutlardan yakınan bir Anglikan papazının bile Marx’ın haklılığından dem vurması, içlerine düştükleri aczi yeterince göstermektedir.
Burjuva devletlerin krizi yatıştırmak adına, zor durumdaki bankaları satın alması, batık borçları üstlenmesi, şirket evliliklerine aracılık etmesi ve trilyon dolarları daha şimdiden aşan miktarlarla kurtarma operasyonlarına girişmesi, birçok Keynesçi burjuva ekonomist tarafından hararetle destekleniyor ve bu durumun neo-liberal politikaların bir tarafa bırakılması için bir fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiği üzerine yorumlar yapılıyor. Alışılageldiği üzere kapitalist kriz, bir kez daha liberallerle Keynesçi ekonomistler arasındaki “ideolojik” savaşımın kızışmasına sahne oluyor. Çeşitli burjuva çevrelerin, piyasanın aşırılıklarının dizginlenmesi ve piyasa düzenleme ve denetleme kuruluşlarının sayılarının ve etkinliklerinin arttırılması doğrultusunda çözümler ileri sürdüklerini görüyoruz. Neo-liberal ideolojinin öldüğünün kabulü anlamına gelen bu sözde çözümler gerçekte hiçbir sorunu halletmeyeceklerdir. Özel mülkiyet ve ticari sırlar birer kapitalist tabu olarak kaldığı sürece, hiçbir denetleme kurumu sermaye hareketlerini tam olarak denetleyemez. Finans uzmanlarının, muhasebecilerin, iktisatçıların temel görevi, tam da bu tür denetim kurumlarından ve yasalardaki açıklardan yararlanarak vergi kaçırmak, şirketlerin gerçek durumunu ve sermaye hareketlerini türlü oyun ve hilelerle saklamak değil midir? Tek cümleyle ifade edecek olursak, kapitalist çerçevede kalındığı sürece, hiçbir denetleme kurumu kapitalist anarşiyi ortadan kaldıramaz.
Yıllar boyunca hem emperyalist burjuvazi hem de Sovyet bürokrasisi, dünya işçi sınıfını devlet mülkiyetinin sosyalizm demek olduğu noktasında uyutup durmuşlardı. Hatırlanacağı gibi, eski başbakanlardan Tansu Çiller de, SSCB’nin çöküşünden sonra tek sosyalist ülke olarak Türkiye’nin kaldığını söylerken aynı devlet mülkiyeti olgusuna işaret ediyordu. Bu yaklaşımlar kötü bir espri olmanın çok daha ötesinde, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından büyük bir tehlikeye işaret etmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde, işçi kitlelerin artan tepkilerini yatıştırabilmek üzere “ulusal solculuk” bizzat burjuvazinin eliyle parlatılır; devlet mülkiyetinin nimetlerinden, kamu harcamalarının arttırılması gereğinden, gümrük duvarlarının yükseltilerek “yerli sanayinin” korunması zorunluluğundan vb. dem vurulur. Burjuva sol partilerin, reformist örgütlerin ve sendika bürokrasisinin bu tür söylemleriyle işçi kitlelerini peşine takmayı becerebilen burjuvazinin, krizin daha da derinleşmesiyle birlikte, emperyalist saldırganlık ve yayılmacılık eğilimlerini hayata geçirmesi de son derece kolaylaşmış olur. Tarih, böylesi milliyetçi-devletçi-reformist yaklaşımların işçi sınıfını ne tür felâketlere sürüklediğinin örnekleriyle doludur. Bu nedenle, kapitalizm altında devletleştirmelerin ya da devletçi önlem ve girişimlerin, sol, sosyalist ya da ilerici olarak gösterilmesine asla prim verilmemelidir.
Çarpıcı bir yanılgı olması bakımından yine ABD’den tarihsel bir örnek verelim. 1929 krizini izleyen dönemde, krizden tek çıkış yolu olarak Keynesçi politikalara sarılan Amerikan burjuvazisinin New Deal politikası, sol hareket tarafından alkışlanmakla kalmamış, Amerikan Komünist Partisi bu politikaları ilerici bir adım şeklinde değerlendirerek kendisini feshetmesinin gerekçelerinden biri olarak ileri sürmüştü. Ne var ki, bu tür yanılgıların yalnızca Stalinist hareketlerde olduğunu söylemek de hiç mümkün görünmüyor. Nitekim devrimci Marksizm adına politika yaptığı iddiasında olan kimi Troçkist çevreler, kapitalist devlet mülkiyetini daha ileri bir adım olarak ve hatta bir kazanım olarak değerlendirme yanlışından halen kurtulabilmiş değillerdir. Oysa Engels burjuva devlet için “üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür” diyordu. Bu temel gerçeği kendi yaşam deneyimleriyle defalarca test etmiş olacaklar ki, geçtiğimiz günlerde New York’ta Bush hükümetinin finans devlerini kurtarma operasyonlarını protesto eden binden fazla işçi, kendi ödedikleri vergilerin batan ya da batma tehlikesiyle karşılaşan şirketlerin devletleştirilmesi için değil, daha fazla sağlık, eğitim ve emeklilik hakları için kullanılmasını haykırıyorlardı.
Krizin daha da derinleşmesini engellemek üzere kapitalist devletlerin kimi işletmeleri devletleştirmesinin, gerçek bir işçi iktidarı altındaki devletleştirmeyle hiçbir ilişkisi yoktur. Komünistlerin görevi bu tür kapitalist devletleştirmelerin gerçek niteliğini işçilere açıklamaktır. Gerçekte kapitalist çerçevedeki bu tür devletleştirmeler, krizin yükünün işçi-emekçi kesimlere bindirilmesinden, işçi sınıfının daha çok sömürülmesinden başka bir anlama gelmez. Üstelik, kriz atlatılır atlatılmaz bu işletmelerin gerisin geriye eski kapitalist sahiplerine ya da başka kapitalistlere teslim edileceği çok açıktır.
Önümüzdeki dönemde krizin daha da derinleşeceği, üretim alanında çok daha sarsıcı etkilerinin olacağı apaçıktır. Daha şimdiden devasa ürün stokları birikmiş, kârlar düşmüş, fabrikalar üretimi durdurmaya başlamış ve yeni yatırımlar ertelenmiş durumdadır. Kredi olanaklarının ortadan kalkmasıyla, bu süreç daha da derinleşecektir. Büyük bankaların ardından devasa fabrikaların iflası da hiç uzak değildir. Tüm bunlar işçi sınıfı açısından tek bir anlama geliyor: İşsizliğin çığ gibi büyümesi, ücretlerin tepe taklak aşağı düşmesi, tüm sosyal hakların fiilen ortadan kaldırılması, sefaletin diz boyu artması. Hiç kuşkusuz tüm bunlara, anti-demokratik uygulamaların, yabancı düşmanlığının, faşizmin ve emperyalist saldırganlığın burjuvazi eliyle yükseltilmesini de eklemeliyiz. Bir önceki kriz halen devam eden bir emperyalist savaş sürecini tetiklemişti, bu kriz, onu daha da keskinleştirecek, daha da yaygınlaştıracak ve insanlığı felâkete bir adım daha yaklaştıracaktır. Tüm bunların önüne geçmek için, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü ve iktidar mücadelesini ilerletmekten başka hiçbir yol yoktur. Komünistlerin görevi de budur.
link: Oktay Baran, Kapitalizm Yine Bunalımda, 29 Eylül 2008, https://en.marksist.net/node/1892
Yolsuzluk Kapitalizmin Hamurundadır
Faşist Darbenin Hesabı Hâlâ Sorulmuş Değil