Tekelci burjuva medyanın ana kolu olan Doğan medya grubu ile AKP hükümeti arasındaki kapışma, düzenin lağımlarında birikmiş nice pisliğin ortaya dökülmesini sağladı. Ortaya çıkanlar gerçeğin son derece küçük bir parçası olmasına rağmen, bu kadarıyla bile kapitalist düzenin ne büyük bir pislik denizi üzerinde yükseldiğini gösteriyor. Medyasıyla, siyasetçisiyle, sermayesiyle, sözde hayır kurumlarıyla dört dörtlük bir çürümüşlük manzarası duruyor ortada. Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşamakta olduğu derin bunalımı da beraber düşündüğümüzde, bu sefil çürümüşlük manzarası kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olduğunu ve yıkılmayı sonuna kadar hak ettiğini açıkça göstermektedir.
Sözümona “özgür ve kurallı yarışma”nın hüküm sürdüğü bu “dünyaların en iyisi” kapitalist dünyada, bakıyoruz ki her düzeyde yolsuzluk, kanunsuzluk, kollama, kayırma, perde arkası ilişkiler, avantalar gırla gidiyor. Medya patronu başbakanla özel görüşmeler yapıyor, kendisi için imar düzenlemeleri istiyor, petrol rafinerisi istiyor vs. Başbakan da “maalesef rafineriyi falancaya söz verdik” diyor. Ardından aynı medya patronunun başbakana özel mektuplar yazarak “doğal haklarını” takip ettiğini öğreniyoruz. Derken bakıyoruz din ve merhamet sömürüsüyle insanlardan yardım ve hayır kisvesi altında toplanan paralar bavullarla taşınıp cebellezi edilerek yeni yeni sermaye oluşumlarının harcı yapılıyor…
Trilyonların döndüğü bu sefahat âleminin işçi ve emekçilerin emeğiyle yaratılan değerlerin arsızca talanına dayandığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Ama ne yazık ki normalde büyük bir infial yaratması beklenebilecek bu dört başı mamur skandallar ciddi bir tepki doğurmuyor. Buna bakınca, bugün egemenlerin bu denli pervasızca ve alenen birbirlerinin pisliğini ortalığa dökebilmelerinin son tahlilde belirleyici olan nedeninin işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünde onyıllardır yaşanmakta olan büyük gerileme olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Neden şimdi?
Yolsuzluklar ve medya patronları ile hükümetlerin kirli çamaşırları bilinmeyen şeyler değil kuşkusuz. Doğrusu yaşadığımız topraklarda bu alanda engin bir birikim var. Hal böyle olunca dört bir tarafı sarmış bu pisliğin neden şimdi bir ucundan ortaya döküldüğüne bakmak gerekiyor.
Meselenin kaynağı başbakanın iddia ettiği gibi AKP’nin hükümete gelmesiyle basitçe Doğan ve hempalarının “hortumlarının kesilmesi” değildir. Gerçekte hem Doğan grubu hem de diğer büyük tekelci sermaye grupları AKP hükümeti döneminde de yağlı ballı ihaleler ve kayırmalarla keselerini doldurmuşlardır. Sadece devasa Petrol Ofisi’nin Doğan’a verilmiş olduğunu ve bu alandaki trilyonluk vergi kaçakçılığının görmezden gelindiğini hatırlamak bile yeterli. Şüphesiz Doğan grubuyla AKP’nin ilişkileri dalgalı bir seyir izlemiştir ve son dönemde Doğan’ın AKP karşıtı bir tutum aldığı bir gerçektir. Bunun muhakkak ihalelerde ve diğer türden devlet dolayımlı işlerde Doğan aleyhine bazı sonuçları da olmuştur. Ancak yine de son haftalarda yaşanan kapışma basit bir ihale-vurgun anlaşmazlığıyla sınırlı değildir.
Burada egemen sınıf içi süregelen kavganın yeni bir cephesiyle karşı karşıyayız esas olarak. AKP’ye yönelik saldırılarından istediği ölçüde sonuç alamayan statükocu cenah en son Anayasa Mahkemesi marifetiyle de partinin kapatılamayacağını gördükten sonra, AKP’yi dizginlemek ve önümüzdeki yerel seçimlerde geriletebilmek için farklı bir cepheden yüklenme çabasına girişti. Laiklik ve “vatan elden gidiyor” temalı saldırıların yeterli sonuç vermemesi üzerine, yeni istikamet olarak yolsuzluk meselesinin kararlaştırıldığı görülüyor. Nitekim tam da Anayasa Mahkemesinin AKP ile ilgili kararının açıklandığı günlerde, CHP Şaban Dişli dosyasını patlatarak AKP üzerine yüklenmeye başladı. Buradan nispeten başarılı bir sonuç alınıp da AKP’ye bir darbe vurulunca hemen arkası da getirilerek Almanya’daki Deniz Feneri davası konu edildi. Şaban Dişli vakasında olsun Deniz Feneri vakasında olsun, iddia ve suçlamaların esasının doğru olmadığını düşünmek için bir neden bulunmuyor. Aksine bunların buzdağının sadece yüzeydeki küçücük bir kısmını oluşturduğuna şüphe yok. Bu topraklardaki halk bilgeliğini yansıtan “çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” sözü boşuna söylenmemiştir.
İşte Erdoğan’ın çıkışı bu gelişmelerin ardından gelmiştir. Kapıya dayanan ekonomik kriz koşullarında yolsuzlukların AKP’nin zayıf karnı olarak iş görebileceğini pekâlâ bilen Erdoğan “en iyi savunma saldırıdır” taktiğini izleyerek kale duvarında açılan gediği kapamaya çalışmıştır esas olarak. Aynı zamanda seçime doğru giden yolda, bir karşı saldırıyla hem gelen ekonomik krizle ilgili olarak halkın gündemine girecek yakıcı sorunları gargaraya getirmek hem de halk nezdinde puan getireceğini pekâlâ bildiği bir noktaya –medyaya– vurarak puan toplamak istemiştir. Ancak bunun tümüyle yeterli olamayabileceğini de hesap eden AKP, Ergenekon’da da yeni bir tutuklama dalgasını ateşleyerek yolsuzluk saldırısına cevabını kuvvetlendirmiştir.
Erdoğan, Doğan medya grubunu hedefe oturtarak, yolsuzluk iddialarının bu en güçlü medya grubu tarafından ön plana çıkartılmasını önlemek istiyor. Yani bu aynı zamanda Doğan grubunu tarafsızlaştırmaya, onun statükocularla işbirliğini bozmaya dönük bir hamle niteliği taşımaktadır. Doğan’a yöneltilen tehdit ve şantajları bu çerçeveden görmek gerektiği gibi, bunları aynı zamanda ona yönelen bir pazarlık teklifi olarak da görmek gerekir. Erdoğan bu karşı atağıyla amaçlarına tümüyle ulaşamasa bile, hiç olmazsa Doğan medyasının inandırıcılığına darbe vurarak olası yolsuzluk haberlerinin etkisini baştan sınırlamak gibi bir sonucun da ortaya çıkacağını hesap ediyor.
Sonuç olarak bu yolsuzluk muharebeleri egemen sınıf içi çatışmanın yeni cephesi olarak öne çıkmıştır ve bir süre daha bu cephede yürüyecek yeni muharebeler olacağını tahmin edebiliriz. Daha önce Anayasa Mahkemesinin AKP’yi kapatmamasıyla egemen sınıf içi çatışmada belli düzeylerde bir mutabakatın tescillenmiş olduğunu, ama bunun çatışmanın bittiği anlamına gelmediğini vurguladığımızı hatırlatalım.
Derindeki birlik
Doğan ile Erdoğan arasındaki atışmanın açığa vurduğu birçok gerçeklik var. Ama bunlar arasında sınıf bilinçli işçilerin özellikle öne çıkarması gereken noktalardan biri şudur ki, Doğan ve Erdoğan’ı birbirinden ayıran hususlardan daha derinlerde onları birbirine bağlayan, birleştiren hususlar bulunmaktadır. Tüm itişme tepişmeye rağmen Doğan ve Erdoğan aynı sınıfın, yani modern toplumun sömürücü egemen sınıfı olan burjuvazinin mensuplarıdırlar ve Erdoğan’ın başında olduğu devlet de tüm toplumun değil bu burjuvazinin devletidir.
Erdoğan’ın ifşaatlarından Doğan’la gizli saklı görüşmeler yapmış oldukları ve bu görüşmelerde Doğan’ın birtakım taleplerde (ve elbette vaatlerde) bulunduğu anlaşılıyor. Sıradan bir işçinin başbakanla böyle özel görüşmeler yapabildiğini, ondan taleplerde bulunabildiğini (sözün gelişi sınırsız grev ve örgütlenme özgürlüğü talep edebildiğini) duyan var mıdır? Aydın Doğan başbakandan Hilton arazisinin[1] imar planının değiştirilmesi ve İskenderun’da rafineri için beleş arazi tahsisi gibi taleplerinin “doğal vatandaşlık hakkı” olduğunu söylüyor. Yani hırslı bir burjuvanın patavatsızlığıyla şu mesajı vermiş oluyor: “Bu düzen biz para babalarının düzenidir, ben de bu düzenin en tepesindeki para babalarından biriyim; o nedenle bizim işlerimizi görmek zorunda olan başbakandan bu tür taleplerimin olmasından daha doğal ne olabilir?” Doğru söze ne denir? Bu sözler, tüm çatışmalara rağmen burjuva sınıfın içindeki derin birlik ve beraberlik konusunda fikir verdiği gibi, bir işçi için devletin sınıf karakteri hakkında da fikir vermelidir. Sanki sınıflardan bağımsız ya da onların üstündeymiş gibi sunulan devlet imajı aldatıcıdır. Fabrikada işçinin ümüğüne basan, onun suyunu sıkan patronla, kafasına cop indiren devlet aynı sınıfsal baskının değişik yönlerini sergilemektedirler yalnızca.
Medya baronuyla başbakanın görüşmesine geri dönelim. Peki, Aydın Doğan başbakana “doğal haklarını” hatırlatarak taleplerde bulunuyor da, bu münasebetsiz ve “haksız” istekleri kabul etmediğini ilan ederek ak kaşık pozları kesen başbakan ne yapıyor? Doğan’ı ve daha sonra da elçilerini huzura kabulde hiç beis görmemesini geçelim. Meselâ “aslan yürekli” başbakan “ne cüretle böyle bir ayrıcalık talebinde bulunabilirsin” diyerek Doğan’a kapıyı mı gösteriyor? Ya da bu açık suçüstü durumu karşısında Doğan’ı yargıya mı havale ediyor? Ne gezer! “Özgür yarışmanın”, “şeffaflığın” hâkim olduğu, “hak edenin” kazandığı bu kapitalist harikalar diyarında, “rafineri işini Çalık istedi, ona söz verdim” diyor. Böylece, özellikle büyük çaplı ganimetin söz konusu olduğu hallerde, işlerin perde arkasında gerçekleştirilen gizli kapaklı görüşmeler ve pazarlıklarla halledildiğini, yağma ve talanda raconun bu şekilde işlediğini bir kez daha görmüş oluyoruz. Doğan’ıyla, Erdoğan’ıyla, Çalık’ıyla burjuvaların dünyasında herkesin oyunu bu racona göre oynadığı ve nadir haller dışında kol kırıldığında yen içinde kaldığı açıkça ortadadır.
Doğan’ın, “Eğer başbakanın elinde benimle ilgili belge varsa bir hafta beklemesin. Eğer benimle ilgili bir suç biliyor da açıklamıyorsa bu suçtur. Eğer suçluysam savcılığa şikâyet et, beni hapsettir” diyebilmesinin de, Erdoğan’ın “haftaya her şeyi açıklayacağım” diye esip gürleyip hiçbir şey açıklamamasının da izahı buradadır.
Başbakan, bakanlar, yüksek bürokratlar, belediye başkanları, para babaları, kendilerine ait dünyada beraber düşüp kalkıyorlar, zaman zaman da anlaşmazlıklara düşebiliyorlar. Ama bu anlaşmazlıklar işçilerin emekçilerin dünyasından çok uzak bir dünyada, kendi ortak burjuva dünyaları içinde cereyan ediyor. Onların sefahat içinde yüzdükleri bu dünya, işçilerin emeğinin vahşice sömürüsüyle inşa edilmiş bir dünyadır. Viski kadehleri tokuşturan asri burjuvalarımız da, şerbet kanaatkarlığı pozlarındaki badem bıyıklı burjuvalarımız da temelde aynı aleme aittirler ve işçi sömürüsünde ve düşmanlığında birdirler.
Bu kirli kardeşler birliği gerçeği aslında o denli açıktır ki, burjuva medyada kalem namusunu az çok korumayı başaran yazarlar bile görmezden gelememektedir: “Güç ile güç bazen kapışır, sıkça birbirine yapışır. Bu gelgitlerin özünde ne basın özgürlüğü, ne demokrasi, ne ahlâk, ne cumhuriyet, ne sapına kadar ve her ahval ve şeraitte haysiyet, ne bağımsızlık, ne de ilke, tutarlılık bulunur. Biri, bir gün hortumcu dediği filin kucağına koşar... Bir başkası, yola düzdüğü, yolda düzdüğü kervandaki devenin hörgücüne kızar bir gün. Kervan ve devran budur. Düzen budur. Tıynet budur! Cumhuriyet, demokrasi, hukuk, hele basın özgürlüğü diye yandan çarklı, içten pazarlıklı çığıranların öz ruhudur.” (Umur Talu, Sabah)
Burjuva Medya
Başbakanın salvolarına hedef olan Doğan medyasının “özgür basın” bayraktarı kesilmesi sınıf bilinçli her işçinin ancak tiksinmeyle karşılayacağı bir şeydir. Bugün Doğan medyasının ana kolunu oluşturduğu bütün burjuva medya, olsa olsa kokuşmuşluğun bayraktarı olabilir. Gerçek şu ki, bugünkü haliyle burjuva medya George Orwell’in 1984 adlı kara romanındaki ürkütücü duruma aşağı yukarı yaklaşmıştır. Düzen medyasının temel işi halkı ülkede ve dünyada yaşananlardan doğru, tam ve çok yönlü haberdar etmek değil, halkta belirli bilinç biçimlerini oluşturmaktır. Bunun anlamı, halkı burjuva düzene her gün yeniden ikna etmek, bu düzene rıza oluşturmaktır. Dolayısıyla burjuva medyanın esas işlevi gerçeğin doğru anlaşılmasına hizmet etmek değil, onu egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda çarpıtmaktır.
Temel işlev çarpıtma, yalan, manipülasyon, kışkırtma olunca zaman zaman dillendirilen “gazetecilik ahlâkı”, “etik meslek ilkeleri” gibi sözler ve bildiriler hoş birer laf-ı güzaf olmaktan öteye gitmez. Kapitalist düzen ihtiyarlayıp bunadıkça bu gerçeklik daha da belirgin bir hal alır. Elbette bu pislik denizinin içinde namusunu korumayı başarabilen tek tük gazeteci vardır, ama bunların varlığı istisna olmaya mahkûmdur ve genel gerçeklik değişmez.
Bugün “özgür basın”dan dem vuranların devrimcilere, işçi sınıfına ve Kürt halkına karşı işlediği suçların listesi son derece kabarıktır. Onlar, sermayenin ve ordusuyla polisiyle onun devletinin işçi sınıfı ve Kürt halkına karşı saldırılarının yılmaz savunucusu, borazanı ve çoğu zaman önde bayrak sallayarak giden öncü müfrezesi olmuşlardır. Hatırlayalım, 1994 yılında Özgür Ülke gazetesi bizzat Çiller’in talimatıyla bombalandığında bu “ahlâklı” ve “özgür” basının bir alkış tutmadığı kalmıştı. Devrimci basına ve Kürt basınına yönelik baskı ve devlet terörü karşısında burjuva basının tutumu temelde aynıdır. Onlar bu saldırılara alkış tutmakla kalmayıp, tekellerinde bulundurdukları dağıtım ve kâğıt sektörü aracılığıyla sosyalist ve muhalif basının yaşamasını ve halka ulaşmasını da engellemeye gayret etmektedirler.
Erdoğan, Doğan medyasına ait gazetelerin okunmaması çağrısında bulunduğunda, bu medya grubunun en “demokrat” gazetesi Radikal, ertesi gün, “Faşizmin Ayak Sesleri” manşetiyle çıktı. Oysa şimdiye kadar başta Kürt sorunu olmak üzere düzeni tehdit eden her türlü sorun karşısında tüm burjuva gazetelerin genel yayın çizgisinin Genelkurmay talimatlarıyla belirlenmesi, muhalif gazete ve dergilerin bizzat polis ve jandarma zoruyla bayilere sokulmaması, bu “demokrat” ve “radikal” gazeteye faşizmin ayak sesleri gibi gelmemişti.
Çok açıktır ki darbelere alkış tutan, kuyruk sallayıp darbecilerin emir erliğine giren, onlarla bir olup hükümetler deviren ve kuran bu medyadır. Savaş kışkırtıcılığı yapan, şovenizmi körükleyen, Ermeni düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, Rum-Yunan düşmanlığı yapan bu medyadır. Devrimcilere ve işçi sınıfına kin kusan bu medyadır. Bu konularda genel bir mutabakat ve tutum birliği içinde olan burjuva düzen ve medyasının zaman zaman kendi işine gelmeyen burjuva muhalif yayınları bile yok etmeye yöneldiği de bilinen bir gerçek. Geçtiğimiz yıl darbe günlüklerini yayınladığı için kapatılan Nokta dergisinin başına gelenler henüz tazeliğini koruyor.
Nokta dergisinin kapatılmasına yol açan yayınlar ve Ergenekon davası sürecinde açığa dökülenler bir başka önemli gerçeğin de bir kez daha görünür olmasını sağladı. Büyük medyada önde gelen isimlerin hemen hepsinin 2003 ve 2004 yıllarındaki darbe girişimlerinden haberdar oldukları halde bunu tümüyle gizli tuttukları açığa çıkmıştır. İşte burjuva medyanın işine geldiği zaman riyâkarca diline doladığı “halkın haber alma özgürlüğü” böyle bir şeydir. Yürümekte olan darbe hazırlıklarının halktan sinsice gizlenmesinin darbecilerle açık bir işbirliği anlamına geldiğini eklemeye gerek yoktur. Ama aynı riyâkar tutumun darbe girişimine maruz kalmış AKP hükümetinde de olduğunu hatırlatmaya gerek vardır. Yine aynı süreçte hükümetin de bu darbe girişimlerinden haberdar olduğu, ama iş perde arkasında halledilince hiç ses çıkarmadığı ve darbecileri yargılamak için hiçbir şey yapmadığı teşhir olmuştur. Burjuva siyaset ve medya kuburunun tablosu budur.
Yoksulluk sorunu, din ve merhamet istismarı
Doğan grubu ile AKP arasındaki tepişme vesilesiyle açığa çıkan lağım pisliğinin en tiksindirici unsurlarından birisi de Deniz Feneri hadisesiydi. Din ve merhamet istismarıyla insanlardan toplanan muazzam miktarda paranın iç edilerek yeni tekellerin sermaye harcı yapıldığı açığa çıktı. “Yüzyılın iyilik hareketi” gibi şaşalı etiketlerle son yıllarda peyda olan bu gibi örgütlenmelerin böylece aynı zamanda sermayenin görece yeni palazlanan bir kesiminin şekillenmesine hizmet ettiği daha görünür oldu.
Bunun sadece paraların belli bir bölümünün cebe indirilmesi hadisesi olmadığı açıktır. Yardım faaliyeti çerçevesinde yürütülen tüm ticari işlerin yine İslamcı sermayeye ait şirketler üzerinden yürütülerek buraların palazlandırılmasını da bir kenara bırakalım. Burada daha önemli sorun, yoksulluğun kendisi ile alâkalıdır. Hızla yaygınlaştırılan bu “hayır” ekonomisiyle, yoksul emekçilerin, kendi gerçek çıkarlarına uygun bir düzen ve sosyal güvenlik sistemi için mücadele etmesi değil, ağzını zenginlerin inayetine açıp dilenmesi, yoksulluğa isyan etmeyip onu sineye çekmesi istenmektedir.
Deniz Feneri ile ilgili yolsuzluğun teşhir olmasından fena halde rahatsız olan İslamcılar utanmadan bu “hayır” faaliyetlerini “vahşi kapitalizme” karşı bir erdem olarak pazarlama pişkinliğini gösteriyorlar. Dindar burjuvaların diğer burjuvalardan farklı olduğunu göstermek için boşuna yırtınıyorlar. Laikiyle İslamcısıyla burjuvalar işçilerin sırtından elde ettikleri zenginliklerle kendi dünyevi sefahatlerini sürerken, yoksulluk içinde kıvranan işçi ve emekçilere, isyan etmeyin, bizim yüce gönlümüzden kopan kırıntılara el açın ve asıl olarak da öteki dünyayı bekleyin denmektedir. Bu noktada sınıf bilinçli işçilere düşen görev, yoksulluk sorununun ahlâksızlıktan, aç gözlülükten, dinsizlikten vb. kaynaklanmayıp, kapitalizminden kaynaklandığını açıklamak, çözümünün de, aşağılayıcı sadaka sistemiyle ya da öteki dünyayla değil, bolluk dolu adil bir dünya için kapitalizmle mücadeleye atılmakla gelebileceğini propaganda etmektir.
Bu pisliği ancak devrim temizler
Tüm bu anlatılan kirli ilişkiler ve yolsuzluklar kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur, onun kendisidir. Kapitalistin kazancı daha kaynağında işçinin artı-emeğinin gasp edilmesine dayanır. İşçi kan ter içinde çalışarak zenginliği üretir, asalak kapitalist buna el koyar. Yani daha işin başlangıç noktasında tabir caizse bir “suç” ya da bir “günah” vardır. Toplumun azınlığını oluşturan kapitalistler büyük çoğunluğu oluşturan işçi sınıfına karşı bu “suçu” işlemek suretiyle kendilerini var ederler. Dolayısıyla kapitalistler sınıfı ve onların türlü hizmetkârları işçi sınıfı karşısında koca bir suçlular kulübü oluştururlar.
Diğer taraftan, bu temel üzerinde, kâr hırsına, sonu gelmez bir tamaha ve bu temelde gırtlak gırtlağa acımasız bir rekabete dayanan kapitalizmde, rakiplerin kazanmak için “kuralları” bir biçimde çiğnemeye yönelmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde bu acımasız cangılda yok olup gitmek vardır. Kimse bunu kolay kolay sineye çekmek istemez ve bu cangılda hayatta kalmak için elinden geleni ardına koymaz. Bu düzende esas olan her ne pahasına olursa olsun kazanmaktır.
Yolsuzluğun kapitalizmin doğasında olduğunu söylediğimizde, onun sadece Türkiye’ye özgü bir şey olmadığını da söylemiş oluyoruz. Kapitalizmin ideologları genellikle yolsuzluğun kapitalizmin azgelişmiş olduğu, dolayısıyla “piyasa ekonomisinin” kurallarının yeteri kadar oturmadığı koşullarda hayat bulduğunu söylerler. Yani suç haşa kapitalizmde değil onun eksikliğindedir! İşçinin artı-emeğinin gaspı üzerinde yükselen bir düzen için bu savın hiçbir mantıki temeli yoktur. O nedenle kapitalizmin en sofistike filozofları bile onu ahlâklı bir düzen olarak gerekçelendirmekte büyük zorluklar çekmişlerdir.
Ama kapitalizmin yolsuzluğu doğal olarak beraberinde getirdiğini görmek için uzun izahata hiç de gerek yoktur. Dünyanın en gelişmiş, en “kurallı” kapitalist ülkelerinde bile nice yolsuzluklar olduğu defalarca kanıtlanmıştır. Şimdilerde yaşanan büyük kriz vesilesiyle devasa şirketlerin, bankaların zararlarını türlü hilelerle gizledikleri ortaya çıkmaktadır. Petrol tekellerinin, silah tekellerinin hükümetle ilişkilerini, elde ettikleri “usulsüz” ganimetleri bilmeyen var mı? Amerika’daki Enron skandalı ve onun gibi nicelerinin sergilediği örnekler henüz tarih olmamıştır.
Yine de, sorunun özüne ilişkin olmasa da, gelişmiş kapitalist ülkelerle Türkiye gibi ülkeler arasında farklar da bulunmaktadır. Kapitalizme, özel mülkiyetin var olduğu feodalizmden değil de Asyatik bir tarihsel güzergâhtan gelerek ve esasen dış etmenle, geç giriş yapan Türkiye gibi ülkelerde, bir yandan bağımlılık-biat-cemaat ilişkileri toplum hayatında gücünü korurken, diğer yandan da devlet aygıtının çıkar dağıtımında özgün ve ağırlıklı bir rolü vardır. Keyfiliğe daha açık bir zemin sunan bu şartlarda, devlet dümenine geçenlerin başına “devlet kuşu” konmuş olur.[2] Devletin kontrolündeki engin kaynakların dağıtımı sermaye birikiminde önemli bir rol oynar. Bu kaynaklar tükenmediği ve sınıf atlama özlemleri de toplumda diri olduğu ölçüde, yeni ve hırslı burjuva adaylarının da kulübe dahil olma ve devlet talanından siyaset yoluyla nemalanmaları için henüz pay vardır.
Diğer taraftan, örgütlü ve politik bir işçi hareketi var olmadığı ölçüde, uzun yüzyıllardır süren bir devlet talanı geleneği toplumda belli ölçülerde bir kanıksanmışlık da yaratır. Bu nedenle yolsuzluk skandalları patlak verdiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen ve burjuva düzenin “papazlarının” talep ettiği istifalar, yargılamalar vb. de pek olmaz böylesi toplumlarda. Ancak bu farklılıklar işin özünü değiştirmemektedir. Unutmamak gerekiyor ki, Japonya gibi ülkelerde gözlemlenen intihar vakaları türünden uç biçimler aldığında bile, bu jestler son tahlilde işçi sınıfını yatıştırmaya dönüktür. Ne kadar trajik olursa olsun bu jestlerle işçi sınıfına mevcut sınıflı toplum düzeninin temel kurallarına riayet etmesi gerektiği telkin edilir. “Bu düzen özünde iyidir, bakın hata yapan da cezasız kalmaz” mesajı verilir. Bu tür jestlerle, hata ya da yanlış olarak sunulan davranışların düzenin özünden türediği gerçekliği örtbas edilmeye çalışılır.
Örgütlü ve politik bir işçi hareketinin olmaması ve bu sebeple kırılamamış olan genel kanıksama hali nedeniyle, yolsuzluk skandalları ciddi bir buhran yaratmamaktadır. Şüphesiz bunlar hükümetlerin yıpranmasının unsurlarından birini oluştursa da, AKP örneğinde çok net olduğu gibi kendi başına bunun etkisi sanıldığı kadar fazla değildir. Burjuva düzenin pisliklerinin ortaya saçılması, düzeni teşhir bakımından bol ve aleni olanaklar sunsa da, bu asla yeterli olmuyor. Sorun bir kez daha, örgütlü ve diri bir işçi hareketinin var olup olmadığına gelip dayanıyor. Dolayısıyla, işçi hareketinin devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltme sorunu olanca yakıcılığıyla önümüzde durmaya devam ediyor.
[1] Hilton Otelinin eski sahibi, kamu çalışanlarının ücretlerinden yapılan kesintilerle oluşturulan Emekli Sandığı idi. Bilindiği gibi daha sonra otel Emekli Sandığı’nın elinden alınarak AKP hükümeti tarafından haraç mezat Doğan grubuna satıldı.
[2] Mehmet Sinan’ın dergimizde yer alan yazı dizileri bu geleneklerin tarihsel köklerini kapsamlı biçimde ortaya koymaktadır.
link: Levent Toprak, Yolsuzluk Kapitalizmin Hamurundadır, 1 Ekim 2008, https://en.marksist.net/node/1891
Yoksulluğun Bitmeyen Çilesi
Kapitalizm Yine Bunalımda