1960’lar burjuvazinin kentlerde işgücüne yoğun ihtiyaç duyduğu ve bu nedenle de göçlerin tetiklendiği yıllardı. Ancak geçmişten farklı olarak tüm dünyada burjuvazi her işe koşturabileceği vasıfsız işçilerin yanı sıra artık kalifiye işçilere ihtiyaç duyuyordu. Dünya burjuvazisiyle rekabette, iç piyasada hegemonya kavgası Türk burjuvazisini yeni alanlara, sektörlere yatırım yapmaya yöneltti. Her yerde mantar gibi çoğalan fabrikalarına işçi alırken artık daha seçici davranıyor ve vasıf istiyordu. Aletleri kullanacak, üretimi örgütleyecek, her taşa, her demire, her hammaddeye şekil verecek bir vasıf... Hızlı nüfus artışı, burjuvazinin metropollerde duyduğu kalifiye eleman ihtiyacı, fabrika sayılarının artması sonucu üniversiteliye duyulan ihtiyacı da beraberinde getirdi. Kâr etmek istiyordu, az riskle çok verim elde etmek istiyordu, bu nedenle de henüz sayıları az olan kalifiye işçilere yatırım yapmaya hazırdı. Yeni üniversiteler, sektörel çeşitlilikle birlikte yeni yeni fakülteler açılmaya başlandı. Buralardan mezun olanların istihdam edildiği görüldükçe patronların kâr, öğrencilerin de meslek, iş kaygısı güdülenmeye başlandı. Bu sektörden nasıl para kazanabilirimle, üniversiteyi nasıl kazanabilirim çelişkisi eşzamanlı bir gelişim gösterdi.
Üniversiteyi kazanmak gençler için meslek edinmenin, iş bulmanın aracı olarak görüldü. Ancak bu araca ulaşmak için sayısız engel vardı. Binaların yetersizliği, dersliklerin kalabalık olması, okulların çoğunda ikili eğitim yapılması ve en önemlisi öğretmen yetersizliği üniversiteye girebilmeyi zorlaştırırken farklı çözümlerin de zemini döşedi. Eşitsiz koşullardan gelenleri aynı sınavla eleyen bu sistem kendi sektörünü yaratmakta gecikmedi ve dershaneler üniversitelerle liseler arasındaki ara kurumlar olarak ortaya çıkmaya başladı. Dershanelere gitmenin bedeli ise hiç de az değildi. Her yıl üniversiteyi kazananların oranı %20 civarında olunca ve kazanamayanların da her yıl yeniden yeniden hazırlandıkları hesaba katılınca, dershane öğrencilerinin sayısı giderek kabarmaya başladı. Sistem koca bir kambur yarattı ve bu kamburdan, bu eğitim ayıbından bile kâr etmeyi başardı.
Bugün Türkiye’de dershanelere giden öğrenci sayısı yaklaşık yarım milyon. Toplam üniversiteye başvuru rakamları 1 milyon 900 bin civarında. Yaklaşık 900 trilyona hükmeden ve sayıları gittikçe artan özel dershanelerin 2002-2003 dönemindeki fiyatları 2 ilâ 5 milyar arasında değişiyor. Buna bir de lise (Anadolu, Fen, devlet yatılı ve özel liseler) hazırlık dershaneleri eklendiğinde karşımıza koca bir sektör çıkıyor. Dershane ve öğrenci sayıları artarken gözden kaçmaması gereken bir olgu daha var: sektörde çalışan öğretmen ve diğer personel sayısındaki artış.
70’li ve 80’li yıllarda dershane öğretmenleri henüz piyasada azdılar ve soru yazabilecek öğretmen sayısı yetersizdi. Bu nedenle de sektörde çalışan öğretmenler devlet okullarında çalışan arkadaşlarından daha yüksek ücretler alıyorlardı. Bu ayrıcalıklarının ve yaşam standartlarının hep böyle gideceği yanılsaması içine sürüklenmişlerdi. Patronların henüz bu sektörde deneyimsiz olmalarından kaynaklı, cironun üçte birinin hep kendilerine akacağı hayaline kapılmışlardı. Kendilerinin daha bilgili, daha iyi olduklarını ve bu ayrıcalıkları hak ettiklerini düşünerek, işçi olduklarını kabullenmedikleri gibi diğer işçi öğretmenlere de tepeden bakıyorlardı. Onlar ya ilerde dershane açacaklardı ya da özel ders vereceklerdi! Sınıfın bir parçası olduklarını sadece işten atılmalarla ya da zavallı patronluk hayallerindeki iflaslarla hatırladılar.
İlerleyen yıllarda sektör büyüdü, patronlar kurumsallaşarak deneyim kazandı, yayın işine de girişildi ve dershane zincirleri oluşturuldu. Kuşkusuz değişim sadece bunlarla sınırlı değil. Üniversite mezunlarının sayısında büyük bir artış yaşanmasına paralel olarak işsizlik arttı. Şu anda her dört öğretmenden sadece biri iş bulabilmektedir. Değişen sınav sistemi deneyimli öğretmene duyulan gereksinimi de azaltınca, öğretmenlerin sektördeki pazarlık payları çok düşmüş, yazın ücret alamayan, aynı zamanda gittikçe yabancılaşan bir kesim haline gelmişlerdir. Ne kendi burjuvazisinin güçlerinin farkındadırlar ne de dünya burjuvazisinin. Kendi zavallı geçici “kurtuluşlarının” bir gün sona ereceğini göremiyorlar. Ülkedeki ve dünyadaki tüm gelişmelere duyarsız, savaşlara tepkisiz, sınıf kardeşlerinin daha iyi ücret, insanca yaşam, grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı mücadelelerine bütünüyle ilgisizler. Aynı zamanda öğrencilerine de bu miskinliği ve duyarsızlığı taşıyorlar. Sınava hazırlık aşamasında bulunan öğrenciye, merak ettiği, sorguladığı her konuda, “bunları düşünme sen şimdi sınavı düşün” yanıtını veriyorlar.
Dershane öğretmenleri toplumsal tepkilerini dile getirmezler. Çalışma günleri Cumartesi ve Pazarı da kapsadığından hiçbir eylemde göremezsiniz onları. Bireysel sözleşmeler ve ders saat ücretleri onları çoktan sindirmiş, tepkisizleştirmiş ve sınıf kardeşiyle rekabete sokmuştur. Patron karşısında beraber hareket etmelerini sağlayacak toplusözleşme gibi en doğal sınıf kazanımlarından habersiz oldukları gibi kendilerinin de işçi olduklarının bilincinde değillerdir. Bu bilinçsizlik düzeyi, aldıkları ücretleri birbirlerinden saklayacak kadar geridir.
Her Haziran ayı bu sektörde bir yaprak dökümü yaşanır. Sözleşmelerin yenilendiği bu ayda, aslında yüzlerce kişi işsiz kalır ve yeni iş bulanlar düşük ücretlerle işe başlarlar. Anlaşmalar aylık ücrete göre ya da ders saati ücretine göre yapılır. Öğrenciye şirin gözükmek ve böylece daha çok kayıt alabilmek için yapılan, saatleri her yıl giderek artan, bu nedenle de öğretmeni sabahtan akşama kadar, haftanın altı günü işyerine bağlayan etüt uygulamaları, öğretmen için kelimenin tam anlamıyla angaryadır. Öğretmenlerin çok büyük bir kısmına, etüt adı altında zorunlu olarak sokuldukları dersler için hiçbir ücret ödenmez. Beğenmeyene sezonun ortasında kapı gösterilir.
Dershane sektöründeki başka bir uygulama da stajyer öğretmenlerin komik rakamlara çalıştırılmaları ve onların sırtından kazanılan kârlardır. Öğrenciden 4 milyar alan bir kurumun, genç öğretmenlere emeklerinin karşılığı olarak reva gördüğü şey, bir kap yemek, yol parası ve sigorta olmaksızın 200 milyon ücrettir. Üstelik stajyer öğretmenler haftanın altı günü, sabahtan akşama kadar her türlü angarya işi yapmak zorunda bırakılmaktadır. Dershanelerdeki örgütsüzlük çok geçmeden aynı yanılsamaları, işten atılma ve iş bulamam korkusunu, rekabetçi ortamı ve elbette ki tepkisizliği bu genç öğretmenlere de taşır.
Dershane öğretmenleri bilinçsiz, örgütsüz ve iş güvencesinden yosunken; dershane patronları son derece örgütlüdürler ve kendi birliklerini oluşturmakta gecikmemişlerdir. 30 yıllık bir geçmişi olan dershanelerin ve dershane patronlarının kurdukları birlikler kendi aralarındaki rekabetten dolayı isim değiştirse bile (ÖZDEBİR, TODER vb.), bunların uygulamaları, saptadıkları yıllık artışlar ve öğrenci fiyatları konusunda bir farklılık yaşanmaz. Dershane patronlarının kurdukları bu birlikler dershane işçileri için tek bir anlama gelmektedir: “Bu sektörde ücret artışlarına, çalışma koşullarına ses çıkarttığın müddetçe başka bir kurumda da iş bulamayacaksın.” Kendi aralarında rekabete giren bu kurumlar, sözkonusu olan öğretmenler olduğunda birbirlerinden icazet alırlar. “Uyumlu mu, sende çalışmayacakmış, ben alayım mı”, “sende ne kadara çalışıyordu”, “ben attım sen de alma” gibi kendi aralarındaki anlaşmalarla, öğretmeni istedikleri kölelik koşullarına mahkum hale getirirler.
Bu kölelikten kurtulmanın tek yolu var: Sınıf mücadelesinin bir parçası olmak ve işçi olduğunun bilincinde olmak. Çünkü sadece kendilerinin bu tip sorunlar yaşadıklarını zanneden dershane öğretmenleri, bu tip sorunların tüm sektörlerde yaşandığından bihaberler. Sorunlarının üstesinden gelebilmenin koşuluysa, işçi sınıfının mücadele araçlarını kullanmaktan, sendikalılaşmaktan ve örgütlü bir mücadeleden geçiyor. Kapitalizm yıkılmadıkça ve kapitalizmi yıkmak için işçi sınıfı örgütlenmedikçe, yozlaşma, insanlıktan çıkma, rekabet ve işsizlik devam edecek.
Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!
link: MT okuru bir dershane işçisi, Sezonluk İşçiler: “Dershane öğretmenleri”, 27 Mart 2004, https://en.marksist.net/node/173
Özgürlük
İşçi Hareketinden: Şubat-Mart 2004