11 Eylül saldırısından sonra dünyanın en büyük emperyalist gücü durumundaki ABD’nin çeşitli İslami hareketleri hedef tahtasına oturttuğu ve yürüttüğü emperyalist savaşı haklı gösterebilmek için kapitalist Batı dünyasında bir İslam öcüsü yaratmaya çalıştığı biliniyor. Batı’da işçi sınıfına benimsetilmeye çalışılan ve belli ölçülerde etkili olan İslamofobi, yalnızca Avrupa’daki göçmen Müslüman işçilerin sorunlarına karşı duyarsızlığı, ayrımcılığı ve hatta inkârı getirerek sınıf hareketinin zayıflayıp güçten düşmesi sonucunu doğurmakla kalmıyor; aynı zamanda her türlü anti-demokratik uygulamanın meşrulaştırılmasını da kolaylaştırıyor. İslamofobi Batı’da sendikal bürokrasiyi ve sosyalist sıfatlı burjuva “işçi” partilerini de etkisine almış durumda. Bu durum dini özgürlüklere ilişkin nasıl bir tutum takınılması gerektiği sorununun Batı işçi sınıfı açısından ne kadar yakıcı olduğunu göstermektedir.
Müslüman ülkelerde ise sorun daha da yakıcıdır. Kapitalizmden kaynaklanan kaçınılmaz yoksulluk, tüm dünyada süren neo-liberal saldırının katkısıyla hepten katlanılmaz hale geldikçe, sömürülen kitlelerin tepkileri geniş emekçi kesimler arasında giderek etkin bir örgütlülüğe sahip olan İslami hareketlere akıyor. Bu hareketler yoksulluğun gerçek sebebini oluşturan kapitalist sistemi gözlerden gizleyerek, kötülüğün kaynağını soyut bir biçimde Batı olarak gösteriyorlar. İslami hareketler aynı zamanda gerek geleneksel toplumsal dayanışma mekanizmalarını harekete geçirerek gerekse de son derece planlı ve örgütlü yardımlaşma ağları oluşturarak, en yoksul kesimler için bir acil yardım ve umut kapısı haline geliyorlar. İslami hareketler bu iktisadi temelden beslendikleri gibi, siyasi konjonktür de onların anti-emperyalizm soslu demagojilerine zemin hazırlıyor. ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin Ortadoğu halklarına kan kusturması kaçınılmaz olarak bölgenin emekçi halklarında yoğun bir tepkiyi doğuruyor. Ve bu tepki, örgütlü ve güçlü bir devrimci işçi hareketinin olmadığı koşullarda, radikal ve düzen dışı bir görüntü sergileyen kimi İslamcı hareketlerin kitle tabanını genişletiyor. İslami hareketler, yaygınlaşan yabancı düşmanlığından beslendikleri gibi onu daha da körüklüyor ve bu düşmanlığa dinî bir kılıf bulmak konusunda da hiçbir güçlük çekmiyorlar. Bir şeyler yapmak isteyen dürüst ve fedakâr unsurların devrimci enerjisini de çıkmaz sokaklarda heba ediyorlar.
Türkiye’de bu sorun kendine has bir boyut da taşıyor. Burjuvazinin iki kesimi arasındaki güç ve iktidar kavgasının en popüler başlıklarından birini “laiklik” sorunu oluşturuyor. Burjuvazinin statükocu kanadı, geleneksel hegemon pozisyonunu korumak uğruna, tüm toplumu hastalıklı bir ruh haline sürüklemekten geri durmuyor. Tüm toplum şeriat geldi gelecek paranoyasına sevk edilmeye, laikçilik-şeriatçılık ekseninde bölünmeye çalışılıyor. İslami hareketlerin 90’lı yıllardan bu yana Türkiye’de de güç kazandığı bir gerçek olsa da, şeriatın güncel ya da acil bir tehdit olduğu düşüncesi tümüyle uydurmacadır. Ama dinî inançlarına göre yaşamak isteyenlere, farklı mezheplerden olanlara, gayrimüslimlere, misyonerlere ve kuşkusuz ateistlere uygulanan baskılar, sınırlamalar ve yasaklar hiç de uydurmaca değildir. Bu ucube laik düzen Kemalizmi din haline getirdiği gibi Sünni İslamı da resmileştirerek, bu resmi anlayışa sahip olmayan herkesi bir tehdit olarak algılamakta ve sürekli bir baskıya maruz bırakmaktadır.
Gerek ulusal gerek bölgesel gerekse de uluslararası gelişmeler, komünist hareketin dine, laiklik ve inanç özgürlüğü sorununa bağımsız sınıf çıkarları penceresinden yaklaşmasını ve gerçekten devrimci Marksist bir perspektif sunmasını gerekli ve acil kılıyor. Bu noktada atılması gereken ilk adım, sosyalist hareketin kendisini burjuva laisizminin dar bakış açısından ve tepeden inmeci geleneklerden tümüyle kurtarmasıdır.
Din olgusunun farklı boyutları
Marksistlerin din olgusuna felsefi düzeyde yaklaşımı gayet açıktır. Aralarındaki bütün farklılıklara rağmen, tüm dinler, gerçekliği tepetaklak eden idealist felsefenin bir yansımasıdır. Doğaüstü bir yaratıcı fikrini içsel olarak barındıran idealist felsefe, her geçen gün daha da genişleyen bilimsel bilgi dünyamızın bütünüyle ve onun en temel ilkeleriyle çelişir. Kendilerine bilimi ve nesnel doğayı temel alan Marksistlerin idealist felsefeye verecekleri en küçük bir tavizleri bile yoktur. Sosyalist hareketin tarihi içerisinde ortaya çıktığı gibi, Marksizmi kitlelere yeni bir din olarak sunma çabalarının Marksizmin önderleri tarafından her seferinde en acımasızca mahkûm edilmesinin nedeni budur. Marksizm bir din değil, işçi sınıfının bilimidir.
Marksizm din konusunda felsefi-bilimsel bir eleştiriyle yetinmez. Çünkü dünyayı çeşitli şekillerde yorumlamakla yetinilemeyeceği, önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğu Marksizmin temel bir ilkesidir. Marksistler dinin yasaklamalarla ya da salt ateizm propagandasıyla ortadan kaldırılamayacağının bilincindedir. Milyonlarca emekçinin dinî boş inançlardan ve dinî duygulardan kurtulması asla kitabî bir eğitim sorunu değildir. Modern kapitalist toplum da dahil dinin kökleri esas olarak toplumsaldır. Lenin’in de dediği gibi, emekçiler, onlara doğa olaylarından çok daha korkunç acılar yaşatan kapitalizmin kör güçleri karşısında çaresizliğe kapılmakta ve dini bir sığınak olarak görmektedirler.
Marksistlerin din konusundaki tutumu, onu yaratan ve her gün yeniden üreten toplumsal koşullara karşı girişilecek devrimci sınıf mücadelesinin çıkarlarına ve gereklerine tâbidir. Bu nedenle de tutumumuzu belirleyen ve güdüleyen şey entelektüel-bilimsel kaygı ve saplantılar değil, sınıf mücadelesini zayıflatan toplumsal engellerin (ulusal, dinsel, ırksal, cinsel ayrımcılık ve önyargıların) ortadan kaldırılması gereğidir. Tam da bu nedenle, Marx’tan önceki materyalistler dine karşı savaşa saplanıp kalırlarken, “aslolan dünyayı değiştirmektir” diyen Marx, dini besleyen koşullara, yani kapitalizme karşı mücadeleyi öne çıkarmış ve bu savaşta işçi sınıfını bilinçlendirmeye ve örgütlemeye girişmişti.
Din, bir kez egemen sınıfların devletinin resmi dini haline getirildiği ve kurumsallaştırıldığı andan itibaren, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, mülk sahibi sınıfların egemenlik ve düzeni koruma aracı olarak iş görmeye başlamıştır. Kapitalist düzenin ideolojik aygıtlarından yayılan din propagandasının anlamı da gayet açıktır: düzene karşı çıkma, boyun eğ! Son tahlilde egemen sınıfın denetiminde olan, şu ya da bu ölçüde onun tarafından finanse edilen dinî kurumlar, emekçilerin eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya kölece boyun eğmelerini sağlamak için kullanılır. Egemen sınıflar, dini kullanarak, emekçileri, verili durumu kabullenmeye, onun değişmez ve ebedi olduğuna inanmaya ve daha güzel bir dünya umutlarını bir kenara bırakarak hayali cennetlerle avunmaya zorlarlar.
Din, yalnızca egemen sınıfın, onun siyasetçilerinin ve din adamlarının vaazlarıyla sınırlı bir şey değildir. Din aynı zamanda, birey olarak insanın doğa karşısında olduğu kadar sömürücü toplum düzeni karşısındaki çaresizliğinin, doğa güçleri hakkındaki bilgisizliğinin ve korkusunun da dışavurumudur. Yani din, dehşete kapılan insanın günlük yaşantısı içerisinde kendiliğinden yeniden ürettiği bir çaresiz yakarış, beyhude bir umut arayışı ve başkaldırıdır aynı zamanda. Marx bunu şöyle anlatıyor: “Dinî sıkıntı, hem gerçek sıkıntının dile getirilişi, hem de gerçek sıkıntıya karşı bir başkaldırıdır. Ezilen kulun iç geçirmesidir din, taş kalpli bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir toplumsal durumun ruhudur.”
Gerek Marx ve Engels gerekse de Lenin baskıcı, yasakçı ve dayatmacı politikalara her zaman karşı çıkmışlardı. Lenin dönemi Bolşevik tarzda, kitlelerin dini duygularına ve inançlarına karşı, duyarlı, hassas ve özenli bir yaklaşımı görürüz. Bolşeviklerin 1918’de kabul ettikleri parti programında, emekçilerin dinsel önyargılardan kurtarılması için mücadele ederken, “müminlerin duygularını incitmekten özenle kaçınmalıyız, çünkü böyle bir yöntem ancak dinsel fanatizmin güçlenmesine yol açabilir” deniliyordu. Aynı yıllarda kaleme alınan ve parti okullarında temel eğitim kitabı olarak kullanılan Komünizmin ABC’si adlı kitapta ise, bu mücadele “enerji ve kararlılığın yanı sıra, sabır ve anlayışla yürütülmelidir” denilmekteydi. “Saf kalabalıklar duygularını incitecek şeylere çok hassas” olduklarından, “kitlelere ateizmi zorla kabul ettirmeye çalışmak, dinsel uygulamalara zor kullanarak müdahale etmek, halkın saygı duyduğu şeyler ile alay etmek” bu mücadeleye “yardımcı olmayacak, aksine onu engelleyecek”ti. Ama Sovyet devleti içinde gitgide ilerleyerek Lenin’in ölümünden sonra hız kazanan bürokratik karşı-devrim, tüm diğer alanlarda olduğu gibi din alanında da Marksist politikaları terk etti. 1927’den itibaren özellikle kırsal kesimde camiler ve kiliseler kapatıldı, birçok geleneksel ve dinsel ibadetlerle birlikte dinsel basın yayın ve eğitim faaliyetleri de yasaklandı. Güya kadınların kurtuluşunu sağlamak adına, özellikle Müslüman halkların yaşadığı bölgelerde yoğunlaşacak şekilde, tesettür başta olmak üzere geleneksel ve dinsel değerlere karşı dayatmalarla, zorlamalarla, sürgünlerle Hücum adlı bürokratik ve despotik bir kampanya yürütüldü. Gerek Sovyet bürokrasisinin gerekse de emperyalist ideologların çabalarıyla bu politikalar Marksizme ve genel olarak sosyalist dünya görüşüne mal edildi. Sonuç, İslam dünyasında Marksizme ve komünizme karşı bir antipatinin gelişmesi oldu. Bu durum, komünist hareketlerin Müslüman ülkelerde zayıf kalmasının tarihsel nedenlerinden biri olarak rol oynamıştır.
Laiklikten ne anlaşılmalıdır?
Marksistler, devletin, dini insanların kişisel bir sorunu olarak görmesini talep ederler. Bunun anlamı, herkesin istediği dine inanmakta ya da hiçbir dine inanmamakta serbest olmasıdır. Dinsel inancı ya da inançsızlığı nedeniyle hiç kimse ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya vb. tâbi tutulmamalıdır. Marksizm devletin din üzerindeki her türlü yasaklamasına karşıdır: Başkasının haklarını gasp etmek anlamına gelmediği sürece hiç kimse dinî inançlarının ya da inançsızlığının gereğini yerine getirmekten alıkonamaz. Herkes inançları gereği şu ya da bu şekilde giyinme hakkına sahip olmalı ve bu tercihinden ötürü kamusal haklarından hiçbir şekilde yoksun bırakılmamalıdır (Türban yasağı gibi yasaklamaların egemen sınıfın hem laik geçinen hem de dindar kesimlerince, gündem saptırmak ve emekçilerin dikkatini kendi acil sınıfsal çıkarlarından uzaklaştırmak için nasıl ikiyüzlüce kullanıldığı apaçık ortadadır). Aynı şekilde hiç kimse bir dine ya da onun bir mezhebine vs. inanmaya ve o inançların gereklerini yerine getirmeye de zorlanamaz.
Bizler tutarlı ve gerçek laikliği savunuruz. Bunun anlamı devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.) devletin işlerinde yeri olmaması demektir. Devlet tüm dinlere ve onların tüm mezheplerine eşit mesafede durmalıdır. Hiç kimse dinî inanışını açıklamak zorunda değildir, bu nedenle resmi belgelerden kişinin dinî inancını belirten tüm ibareler çıkarılmalıdır. TC gibi lafta laik bir devletten değil gerçekten laik bir devletten ve toplum düzeninden bahsediyorsak, en temel ilke, devletin hiçbir resmi ya da yarı-resmi dinsel kurumunun olamayacağıdır. Oysa bugün Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, il müftülükleri vb. gibi devlet kurumları aracılığıyla resmi bir din yaratılmakta ve din devletin denetimi altına sokulmaktadır.
Devlet dinden ve dinsel hayattan tümüyle elini çekmeli, resmi, yarı-resmi ya da gayri resmi dinsel kurumlara bütçeden pay ayırma ve vergi indirimi uygulamalarına son verilmeli, dinsel kurumlara aktarılan bütün ödenekler kesilmeli ve din işlerinin örgütlenmesi ve finansmanı bütünüyle cemaate terk edilmelidir. Belli bir dine inananlar ibadethanelerini yapmakta da, dinsel işlerini yürütecek din adamlarını seçip görevlendirmekte de bütünüyle serbest olmalı ve bu tür işlerin giderlerini kendi gelirlerinden yapacakları bağışlarla sağlamalıdırlar. Devletin, herkese kendi anadilinde, bilimsel, demokratik ve laik içerikli parasız eğitim sağlama görevi vardır. Laik bir eğitim sisteminde devlet okullarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersine yer verilemez; devlet imam-hatip liseleri gibi dini eğitim veren okullar açamaz. Çocuklarına dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynler bunu kendi gelirlerinden yaptıkları bağışlarla organize ve finanse edecekleri özel eğitim kurumlarında diledikleri gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdırlar.
Din sorununda özenli tutum
Komünistlerin devletin dini kişisel bir sorun olarak görmesini talep etmeleri, kuşkusuz bizlerin dinî boş inançlara, dinî önyargılara ve dinî ayrımcılığa karşı mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmez. Ancak bu mücadele yasaklamalarla yürütülemez, çünkü dinî inanışlar yasaklarla yok edilemedikleri gibi onları güçlendirmenin en kolay yolu dini devlet baskısı altına almaktır. Bu gerçek Engels tarafından çok açık bir şekilde dile getirilmişti. Paris Komünü sırasında kimi anarşistler dini resmi olarak yasaklayan kararnameler önermeye kalkışmışlardı. Engels, küçük-burjuva devrimciliğine has bu “en radikal olduğunu gösterme” hastalığıyla alay ederek bu önergelerden biri hakkında şunları söylüyordu: “İnsanların bir fetvayla tanrısız olmalarını isteyen bu kâğıdı imzalayan iki Komün üyesi, ilkin, bir sürü şeyin kâğıt üzerinde emredilmesine rağmen hayata geçirilemediğini, ikinci olarak da, istenmeyen inançları sağlamlaştıracak en iyi aracın kovuşturma olduğunu öğrenebilmek için yeterince fırsat bulmuşlardır. Kesinlikle söylenebilir ki, bugün Tanrıya yapılacak en büyük yardım, tanrısızlığı bir inanç maddesi haline sokmak ve dini genel olarak yasaklamak”tır.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından dine ilişkin iki temel somut sorun vardır: 1) resmi dinin emekçilere vaaz ettiği itaat, şükür ve mücadeleden uzak durma yaklaşımı, 2) emekçi kitlelerin dinsel ve mezhepsel temelde bölünmesi. Marksizmin pratik mücadele içinde din sorununa yaklaşımı, bu engellerin doğru taktikler, yöntemler ve uygun bir üslupla bertaraf edilmesine dönüktür. Bu alanda, çok hassas, dikkatli ve özenli olmak zorundayız. Dinin, kendisini var eden ve her gün yeniden üreten toplumsal nesnel koşullar ortadan kalkmadıkça varlığını ve etkisini sürdüreceği bilinciyle hareket etmeliyiz. Emekçi kitlelerin dinin etkisinden tamamen kurtuluşları ancak onu var eden toplumsal koşulların tümüyle ortadan kaldırılacağı, böylece sığınacak bir liman arayışlarının da gereksizleşeceği ve nesnel koşullarının oluşmasına bağlı olarak nihayet hayatın her alanında gerçek bir aydınlanmanın sağlanabileceği bir toplumda mümkündür. Bir analoji yapacak olursak, böyle bir toplumda, din ve dinî duygular “ilga edilmez, sönümlenip gider”.
Bu yüzden komünistlerin asli görevi dine karşı savaş ilan etmek ya da abartılı ve ölçüsüz bir ateizm propagandasına girişmek değil, Lenin’in ifadesiyle, emekçi yığınların, “birleşmiş, örgütlü, planlı ve bilinçli bir yoldan dinin bu [toplumsal] köküne karşı savaşmayı, her türlü biçimleri içerisinde sermaye düzenine karşı savaşmayı öğrenmesi”ni sağlamaktır. Kitle çalışmasında dinî inançları küçümseme, alay ya da espri konusu yapma, hor görme, dayatma ve dışlama gibi tutumlar asla Bolşevik bir yaklaşımla bağdaşmaz. Lenin bu konuya özellikle vurgu yapıyor ve dinî inançlara sahip işçileri devrimci programın esaslarına göre eğitmek üzere mücadele saflarına kazanmanın öneminden söz ediyordu.
Bolşevikler bu anlayışla hareket ederek, ilk muzaffer proleter devrime önderlik ettiler. Kurulan işçi devletinde de bu anlayışla hareket ederek bakış açılarına sadık kaldılar. Böylelikle Avrupa’dan Çin’e kadar tüm emekçilerin olduğu gibi Anadolu köylüsünden Orta Asyalı göçebelere kadar yoksul Müslümanların büyük bir kesiminin de sempatisini kazandılar.
1918’de Sovyet anayasası, kilise ile devleti birbirinden, okulu da kiliseden kesin olarak ayırmıştı. Sovyet hükümetinin 1918’de yayınladığı bir kararname ile, Rus Ortodoks kilisesine Çarlık devleti tarafından ödenen 35 milyon rublelik bütçeye ve kilisenin mal varlıklarına el konuldu. Kilise binaları devletleştirildi ve dinî toplanma mekânları olmanın yanı sıra halkın ücretsiz toplantı yerleri olarak da kullanıma açıldı. Çarlık döneminde din adamlarına tanınan zorunlu askerlik hizmetinden muafiyet hakkı kaldırıldı.
Kilise ile devleti birbirinden kesin olarak ayıran Bolşevik hükümet, bu kararnameyle dinsel özgürlüklerin de güvence altına alındığını açıklıyordu: “Her yurttaş istediği dine bağlı olabilir ya da dinsiz olabilir. Şu ya da bu dinî inanca bağlı olmak ya da hiçbirine bağlı olmamakla ilişkili olan tüm kanuni sınırlamalar kaldırılmıştır. … Toplumsal barışı bozmadığı ve Sovyet Cumhuriyeti yurttaşlarının haklarına tecavüz etmediği sürece dinsel geleneklerin yerine getirilmesi özgürlüğü güvence altına alınmıştır.”
Lenin, devrim öncesinde savunduğu dine ilişkin tutumunu, proleter devrimden sonra da aynı şekilde sürdürdü. Sovyet devleti din karşıtı ya da ateist olarak ilan edilmedi; devlet dine karışmayacaktı ve laik idi. Dinî önyargılara karşı mücadele etmek partinin göreviydi. Ama Lenin, ateist propagandanın da hassas olması gerektiğine dikkat çekiyordu. Kasım 1918’de şunları söylüyordu: “Dinî önyargılarla mücadele ederken aşırı derecede dikkatli olmalıyız; bazıları dinî hislere saldırarak bu mücadeleye büyük zarar veriyor. Propaganda ve eğitime başvurmalıyız. Bu mücadeleye çok keskin bir biçim vermekle yalnızca halkın huzursuzluğunu arttırırız.”
Söz konusu olan ezilen Müslüman halklar olduğunda ise Bolşevikler din konusunda çok daha dikkatli davrandılar. Müslüman halklar, ki çoğunluğu Türk dilli halklardı, Sovyet hükümeti tarafından, Çarlık döneminde hem dinsel olarak hem de etnik olarak ezilen bir kategori olarak ele alındı. Bu sorun hem dinî boyutu hem de ulusal boyutu olan bir sorundu. Daha Şubat devriminin ardından Bolşevikler ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını öne çıkarmışlardı. Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet hükümetinin ilk kararnamesinde de tüm uluslara özgürlükleri verildi, bağımsızlık hakkı tanındı. Bu durum Müslüman halklar arasında Bolşeviklere yönelik bir sempatinin oluşmasına da yol açmıştı. Müslüman halklar içerisinde öne çıkan reformcu hareketler (Cedidçiler) bu doğrultuda ayrışmaya başlamıştı ve bu hareketlerin en ileri unsurları Bolşeviklerin saflarına kaymaktaydı. Bunun sonucunda Müslüman halkların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde Komünist Partiler kurulmaya ve var olan komünist örgütler büyümeye başlamıştı.
Ekim Devriminden bir ay sonra 7 Aralık 1917’de “Rusya’nın ve Doğu’nun Bütün Müslüman Emekçilerine” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Bu bildiride, Rusya Müslümanlarına, inanç ve örflerinin, ulusal ve kültürel kurumlarının artık özgür kılınacağının ve Sovyet devletinin koruması altında olacağının teminatı veriliyordu: “Çarlar tarafından, Rusya’nın müstebitleri tarafından camileri, ibadethaneleri yerle bir edilmiş, inançları, töreleri ayaklar altına alınmış olan herkes! İnanç, örf ve adetleriniz, milli ve kültürel kurumlarınız şu andan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi milli hayatınızı tam bir özgürlük içinde düzenleyin. Bu sizin hakkınızdır. Biliniz ki sizin haklarınız, tıpkı tüm Rusya halklarınınki gibi, devrimin ve onun organları olan İşçi, Köylü ve Asker Sovyetlerinin güçlü koruması altındadır. Bu devrimi ve onun hükümetini destekleyin.” (ak: E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, c.1, Metis Yay., s.292)
Müslüman halklar yıllar boyunca hem Rus olmamalarından kaynaklı olarak hem de dinlerinden ötürü baskı altında tutulmuşlardı ve çoğunluğu son derece geri bir iktisadi gelişme düzeyinde bulunuyordu. Bu halklar gerek kökenleri, dinleri, dilleri ve kültürleriyle gerekse de içinde bulundukları gelişmişlik düzeyiyle Rusya’nın kapitalistleşmiş diğer halklarıyla köklü bir farklılık gösteriyorlardı. 140 milyonluk Çarlık Rusya’sının 30 milyonunu oluşturan bu halklar içerisinde yaklaşık 10 milyon insan, bıraktık kapitalist uygarlığın bir parçasını oluşturmayı, halen göçebe durumunda ve aşiretler temelinde örgütlenmiş bir toplumsal yapıdaydılar. Bu bölgelerde yerleşmiş olan Rus nüfus ise, Çarlığın memurlarından, tüccarlardan ve demiryolu işçilerinden oluşuyordu. Bu Rus nüfus, yerli halkın gözünde olduğu kadar kendilerine biçtikleri rol açısından da ezen ulusu temsil ediyordu. Netice olarak, Lenin döneminde Bolşevikler ezen ulus milliyetçiliğine karşı amansızca mücadele ederken nasıl ezilen ulus milliyetçiliğine toleransla yaklaşmışlarsa, ezilen ulusların dinî inançlarına da diğerlerine gösterdiklerinden çok daha fazla tolerans göstermişler, onlara geniş bir dinî özgürlükler alanı yaratmışlardır.
Gerek ezilen uluslara gerekse de ezilen Müslüman halkların dinî inançlarına, geleneklerine ve yaşam tarzlarına gösterilen bu tolerans ve aksi yöndeki şovenist tutumlara karşı Bolşeviklerin gösterdikleri acımasızlık bugün de izlenmesi gereken yönteme ışık tutuyor. Dünya devriminin gerilemesiyle tek başına kalan Rus devrimi, Lenin’in ölümünün ardından hızlanan bir süreçte yükselen Stalinist bürokrasinin ellerinde boğuldu. 1928’e gelindiğinde artık karşı-devrim süreci sonuca ulaşmış ve Stalinist bürokrasi iktidarı tümüyle ele geçirmişti. O andan itibaren diğer tüm alanlarda olduğu gibi din konusunda da Marksist çizgi bir tarafa bırakılmış, şovenist, baskıcı, yasakçı bir despotik bürokratik diktatörlük işçi sınıfının ve emekçi halkların tepesine çöreklenmiştir. Lenin, iç savaşın sonlarına doğru 1921’de şu uyarıda bulunuyordu: “Herhangi bir milliyetin bizim halka dinî inançlarından dolayı baskı yaptığımızı düşünmesine ve düşmanlarımızın böyle söylemesine zemin hazırlayacak her türlü davranıştan kesinlikle kaçının.” Stalin döneminde tam tersi yapıldı. Ve bugün dünya burjuvazisi hâlâ kafamıza Sovyetler Birliği döneminde dine uygulanan baskıları kakıyorsa, bunun tek sorumlusu Stalinist bürokrasidir, asla ve asla Leninist-Bolşevikler değil!
link: Oktay Baran, Din Sorunu, Laiklik ve Marksizm, Şubat 2008, https://en.marksist.net/node/1704
Sosyalist Basın Susturulamaz!
Alevi Derneklerinin Kadıköy Mitingi