Son yıllarda sayıları gittikçe artan göçmen işçilere ve mültecilere uygulanan baskıcı ve dışlayıcı politikalar, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik neo-liberal saldırılarının ve 11 Eylül süreciyle birlikte yükselen siyasal gericiliğin bir parçasıdır. Burjuvazi, göçmen işçileri ve mültecileri, özellikle gelişmiş ülkelerdeki örgütlü sınıf hareketini kırmakta bir araç olarak kullanmak istiyor. Bu yüzden de, başta göç alan ülkelerin işçi sınıfları olmak üzere, tüm dünya işçi sınıfının, bu saldırılara ve göçmen işçilere uygulanan ırkçı, faşizan ve ikiyüzlü politikalara karşı mücadele etmesi gerekiyor. Böyle bir mücadele ulusal, kültürel, dinsel ve diğer burjuva önyargıları kırarak işçi sınıfının enternasyonal ölçekte birleşmesinin önünü açabilecektir.
Bu alanda verilecek mücadele, emeğin ya da daha doğru bir deyişle işgücünün serbest dolaşımının önündeki ulusal engellerin kaldırılması bakımından da önemli bir rol oynayacaktır. Nasıl ki sermaye, kendi dolaşımının önündeki her türlü ulusal, siyasal, bürokratik, teknik vb. engelleri kaldırıyor ve dünyanın her köşesine istediği gibi girip çıkabiliyorsa, işgücü de aynı biçimde serbestçe dolaşabilmelidir. Sınıfın devrimci mücadelesi ve enternasyonalist hedefleri bakımından bu, son derece ilerletici bir etki yaratacaktır.
Emek göçünü yaratan sermayenin ihtiyaçlarıdır
Bugün dünya çapında 300 milyonu aşkın insan, emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı koşulların bir sonucu olarak, doğduğu ve büyüdüğü topraklardan uzakta, varolma savaşı veriyor. Bu rakam, dünya nüfusunun yaklaşık %5’ine tekabül etmektedir, yani her 20 kişiden biri göçmendir. Bunların 12,5 milyonu yarı-köle, 2,5 milyonu insan ticareti mağduru, 30 milyonu “kaçak” ve 50 milyonu da mülteci konumundadır. Rakamların yüksekliği şaşırtıcı olabilir. Ancak kapitalizmin yol açtığı sosyo-ekonomik koşullara (açlık, yoksulluk, işsizlik gibi), savaşları, bölgesel veya yerel çatışmaları, katliamları, siyasi baskıları ve yine onun tahripkâr üretim tarzı yüzünden oluşan doğal afetleri de eklediğimizde, göç gerçeğinin ulaştığı boyut daha iyi anlaşılacaktır.
Kapitalizmin yaygınlaşmasıyla modern anlamda emek göçü de artan oranda yaygınlaşmış ve büyümüştür. Sermayenin ihtiyacı, yaratıcısı olan emeği istediği anda, istediği yerde ve istediği miktarda kullanabilmektir. Diğer zamanlarda da onu, bir yedek işgücü ordusunun bağrında saklı tutarak “emre amade” bekletir. Bu anlamda emek göçü ya da daha doğru bir ifadeyle işgücünün yer değiştirmesi olgusu, kapitalizmin her döneminde adeta bir zorunluluk olarak varolmuştur. İşgücünün yani işçi-emekçilerin yer değiştirmeleri, göç etmeleri de, bu yüzden sermayenin veya onun sahibi olan burjuva sınıfın talepleri doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Başlangıçta, ihtiyacı olan işgücünü temin etmek için topraklarını gasp ettiği yoksul köylüleri kitleler halinde şehirlere süren burjuvazi, bu anlamda, göçmen işçiliğin de ilk dalgasını yaratmıştır. Sonradan kapitalistleşme yolundaki her ülkenin neredeyse bir kural olarak yaşadığı bu iç göç sürecini, o dönem yeni kıtaların keşfedilmesi ve sömürgeleştirilmesiyle birlikte Avrupa’dan bu sömürge topraklarına doğru ikinci bir göç dalgası izlemiştir. Özellikle Kuzey Amerika’ya yaşanan göç, bu çerçevede önemli bir örnektir. Aynı derecede önem arz eden ve eşzamanlı olarak yaşanan diğer bir süreç de köle ticaretidir. Köle ticareti, emek göçünün en insanlık dışı biçimidir ve kapitalizmin ilk sermaye birikimine hatırı sayılır katkısı olmuştur. 17. yüzyıldan başlayarak milyonlarca Afrikalı, 300 yıldan fazla bir süre boyunca, zorla kaçırılarak yahut bir hayvan gibi satın alınarak –kimi zaman bir hayvandan da değersiz görülerek– Avrupa’ya getirilmiş ve burada satılarak dünyanın çeşitli ülkelerine çalışmaya gönderilmişlerdir. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan bu faaliyet, 19. yüzyılın başlarından itibaren “uygar” Avrupalılar tarafından yasaklansa da, kölelik çeşitli kılıklar altında 1940’lı yıllara kadar devam etmiştir. Bu kılıklardan birisi olan, köleyi veya işçiyi senet karşılığı (borçlandırma yoluyla) çalıştırma, yani yarı-kölelik, günümüze kadar gelmiştir ve halen de devam etmektedir.
Üçüncü göç dalgası ise I. Dünya Savaşının ardından, en başta yeni emperyalist güç ABD’ye doğru yaşanmış ve buna kaynaklık eden ülkeler sadece Avrupa ile sınırlı kalmamıştır. Çin, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çözülmekte olan eskinin büyük imparatorluklarının toplumları da önemli ölçüde göç vermişlerdir. II. Dünya Savaşından sonra yaşanan dördüncü göç dalgası ise, esas olarak geri ülkelerden gelişmiş ülkelere, emperyalist metropollere doğru olmuştur. Savaş döneminde ekonomileri harap olmuş ve yetişkin işgücünün büyük bir kısmını savaşta kaybetmiş Avrupa devletleri, özellikle de Almanya, daha sonra hızla büyüyen ekonomilerini doyurabilmek için büyük çaplı göçmen işgücüne ihtiyaç duymuşlardır. Bu dalga 70’lerdeki krize kadar sürmüştür. SSCB’nin dağılmasıyla şekillenen son 20 yıllık süreçte ise yeni bir göç dalgası daha, üstelik sermayenin muazzam boyutlara ulaşan uluslararasılaşmasına paralel biçimde artarak, yaşanmaktadır. Bir örnek, ne demek istediğimizin anlaşılmasına yetecektir. Dünya çapında göçmen sayısı 1965 yılında 7 milyon iken, 1985 yılında 105 milyon olmuş, 2000’li yıllarla birlikteyse 300 milyona ulaşmıştır, ki bu rakamlar BM’nin resmi istatistiklerine dayanan rakamlardır, yani gerçek miktar bunun üstündedir.
Son 20 yıllık süreç, emperyalist-kapitalist sistemin neo-liberal ekonomi politikalarıyla ve emperyalist hegemonya yarışıyla şekillenen savaşlarla ilerlemiştir. Sermaye dolaşımının önündeki ulusal, bürokratik ve siyasi engellerin uluslararası sermaye lehine kaldırılmasına eşlik eden neo-liberal politikalarla birlikte sermayenin “küreselleşmesi”, bir yandan dünya nüfusunu büyük ölçüde proleterleştirerek sermayenin hizmetine koşulmaya hazır hale getirmiş, diğer yandan da özellikle gelişmiş ülkelerde göçmen işçilere duyulan ihtiyacı arttırmıştır.
Bu ihtiyacın gelişmesi ve sürecin işleyişi çok yönlüdür. İlkin, neo-liberal ekonomi politikalarının ve gittikçe kızışan uluslararası rekabet koşullarının bir gereği olarak, ucuz işgücüne duyulan gereksinimin sürekli olarak artması, emperyalist devletleri göçmen işçi akışını düzenli ve kontrol edilebilir hale getirmeye zorlamıştır. Aynı ülkelerde, nüfus artış hızının giderek düşmesi ve hatta kimilerinde eksi değerlere ulaşması, buna paralel olarak da nüfusun giderek yaşlanması, göçmen işçilere duyulan ihtiyacı arttıran faktörlerdendir. Yine neo-liberal politikaların bir gereği olarak, gelişmiş ülkelerdeki “sosyal devlet” uygulamaları hızla kaldırılmaya başlanmış ve işçi sınıfının elindeki kazanımlara yönelik ciddi bir saldırı dalgası yürütülmüştür. Bununla birlikte göçmen işçiler, bu saldırılara karşı gelişen tepkiyi bastırmada bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Göçmen işçileri bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanan burjuvazi, bu sayede yerli işçi sınıfını da daha ucuza ve daha kötü şartlarda çalışmaya ikna edebilmiştir. Sınıfın örgütsüzlüğünden yararlanan burjuvazi, göçmen işçilerin farklı ülkelerden gelmelerini ve farklı kültürlere, dillere, dinlere sahip olmalarını, işçi sınıfının birliğinin önüne bir engel olarak dikmiştir. Göçmen işçileri yerli işçilere karşı kullanarak, bunların bir araya gelmelerinin ve birlikte hareket etmelerinin önüne geçmiştir. Buna sendika bürokrasisinin göçmen işçileri dışlayıcı yaklaşımları da eklenmiş ve sonuçta göçmen işçilerin örgütlü mücadeleye katılmaları ya hiç sağlanamamış ya da çok sınırlı ölçüde sağlanmıştır.
Burjuvazi, ihtiyaç duyduğu bu ucuz ve örgütsüz işgücünü de hazır olarak önünde bulmuştur. Çünkü bahsi geçen neo-liberal politikalar, bilhassa 90’lı yıllardan itibaren hızla tüm küreye yayılmış ve geri ülkelerde kırın çözülme sürecini hızlandırarak, proleterleşen kitlelerin dalgalar halinde şehirlere göç etmesine yol açmıştır. Fakat bu ülkelerde proleterleşen kitleleri emecek bir sanayileşme yaratılamamış olduğundan işsizlik ve yoksulluk inanılmaz boyutlara ulaşmış, ortaya çıkan bu işgücü fazlası, sermayenin ihtiyaç duyduğu yedek işgücü ordusunun kaynağını oluşturmuş ve hızlı bir işgücü göçü dalgası yaşanmıştır.
Bu ekonomik ve sosyal tabloya eşlik ederek hatırı sayılır bir insan nüfusunu göçmen işçi veya mülteci olarak sermayenin hizmetine sunan diğer faktörler de savaşlar, iç savaşlar, bölgesel çatışmalar, katliamlar ve siyasi baskılardır. Bu nedenle her yıl milyonlarca insan yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda kalmakta yahut sürülmekte, ülke dışına çıkarak mülteci konumuna gelmekte ya da ülke içinde kalarak kayıtlara dahi geçmeden çok zor koşullarda yaşamaya mahkûm olmaktadır. Kapitalizmin ivmelendirdiği doğal felâketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan iklim göçlerini de unutmamak lazım. Değişen iklim koşulları ve doğal felâketler yüzünden yine milyonlarla ifade edilen sayıda insan göç etmek zorunda kalıyor ve Nazi toplama kamplarını anımsatan mülteci kamplarında, açlıkla, salgın hastalıklarla boğuşarak hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Kuşkusuz bu sebeplerle göçmen işçi veya mülteci konumuna düşen insanların ancak küçük bir kısmı gelişmiş (ya da yaşadıkları ülkeye göre daha gelişmiş) ülkelere gidebiliyor ve sermayenin hizmetine girme şerefine (!) nail olabiliyor. Çoğunluğu ise, sermayenin ihtiyacı olmadığından, “artık nüfus” adı altında yok sayılarak mülteci kamplarında ölüme mahkûm ediliyor.
Göçmen işçilerin ve mültecilerin yaşadıkları sorunlar
Özellikle 11 Eylül’den bu yana, gelişmiş kapitalist ülkelerin göçmen politikalarında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Ekonomik krizle birleşen siyasi gericilik koşullarında, göçmen politikaları da son derece ırkçı ve faşizan bir hal almaya başlamıştır. Burjuvazi, her zaman yaptığı gibi, göçmen işçileri kendi “yerli” işçilerine karşı kullanırken, bir yandan da tüm kötülüklerin, işsizliğin, ekonomik krizin, yoksulluğun, düşük ücretlerin vb. kaynağı olarak göçmen işçileri gösteriyor. Bu da özelde göçmen işçileri ve genelde tüm yabancıları hedef tahtasına koyan ırkçı, faşist söylemlerin, politikaların önünü açıyor. Göçmen işçiler yüzünden işsizliğin daha da arttığını, ücretlerdeki düşüşün sebebinin göçmen işçilerin daha ucuza çalışmaları olduğunu, onlara harcanan paralar yüzünden sosyal güvenlik sistemlerinin sekteye uğradığını, yabancıların karışması yüzünden kültürel ve toplumsal anlamda yozlaşma yaşandığını vs. söyleyerek işçilerin sistemin yapısal çelişkilerinden kaynaklı sorunlara karşı duydukları öfkeyi bu göçmen işçilere, yabancılara yönlendirmeye çalışıyor.
Haziran ayından bu yana Almanya, Fransa ve İngiltere’de göçmen sorunu yoğun olarak tartışılmaktadır. Amaç AB çapında merkezi politikaların oluşturulmasıdır. Tartışmaların özünde ise sanıldığı –ya da yansıtıldığı– gibi “artık göçmen işçi alınmasın” türünden yaklaşımlar yoktur, çünkü sermayenin ucuz ve kalifiye işgücüne olan ihtiyacı devam etmektedir. ABD, AB, Kanada, Japonya, Avustralya gibi gelişmiş ülke ekonomilerinin her yıl belli sayıda göçmen işçiye ihtiyaç duydukları bir sır değildir. Burjuva iktisatçıların söylediğine göre sadece AB ülkeleri, 2050 yılına kadar 60 milyona yakın göçmen işçi almak zorundadırlar. Söz konusu olan, geçmişe oranla daha nitelikli işgücüne gereksinim duyulmasıdır. ABD, İngiltere ve Fransa’da kısa bir süre önce çıkan yasaların hepsi de işgücü göçünü sınırlamaya ve baskı altına almaya yöneliktir. Böylelikle işgücü göçü kontrol altına alınarak, sadece gereksinim duyulan düzeyde, ucuz ve yüksek vasıflı işgücü getirilip, uzun süredir işsiz olan veya ihtiyaç duyulmayan göçmenlerin ise sınırdışı edilmesi hedeflenmektedir. Çünkü uluslararası sermaye, artık vasıflı işçi gerektirmeyecek malların üretimini, bizzat işgücünün ucuz olduğu ülkelerde yapmaktadır.
Almanya’da son haftalarda uygulamaya konmaya çalışılan ve göçmenleri ilgilendiren “vatandaşlık yasası”, bu açıdan iyi bir örnektir. Bu yasaya göre aile birleşimi zorlaştırılmakta, yeni gelenlere Almanca bilme zorunluluğu getirilmekte, mevcut göçmenlerin çocuklarının bir kısmının yeterli gelire sahip olmamaları sebebiyle Alman vatandaşı olamamaları öngörülmekte, uyum sağlamaya karşı olanların veya uyum sağlayamayanların cezalandırılmaları gündeme getirilmektedir. Oysa ABD, Kanada, Fransa gibi ülkelerden gelenlere böylesi zorunluluklar yoktur. Ayrıca sermaye getirip yatırım yapmak isteyenlere de, milliyeti ne olursa olsun serbestlik tanınması, hatta bazı mükellefiyetlerin azaltılması söz konusudur. Açıkça görülüyor ki, Almanya’da gündeme getirilen yeni “vatandaşlık yasası” gibi uygulamalar tam anlamıyla sınıfsal ve ırkçı bir ayrımcılıktır.
Burjuvazi bu tür gerici, ırkçı-faşist ve yabancı düşmanı politikalarla, istediğini almaya, istemediğini de almamaya ve hatta geri göndermeye çalışıyor. Ancak burjuvazinin isteklerinden bağımsız olarak, tüm dünyada daha önce saydığımız sebeplerden dolayı, göçmenlerin ve mültecilerin sayısında ciddi artışlar söz konusudur. Tıpkı geçmişte, 16. yüzyıl İngiltere’sinde olduğu gibi, bugün de bir göçmenler ve mülteciler ordusu, burjuvaların gelişkin şehirlerinin kapısına dayanmıştır. Burjuvazi geri, cahil, kültürsüz, hastalıklı vs. gördüğü bu göçmenleri içeriye almak istemiyor, ama onlar yine de gelmeye devam ediyorlar. Çünkü burjuvazi her ne kadar başını kuma gömüp gözlerini kapatmaya çalışsa da kapitalist sistem bu göçmenleri üretmekte ve çoğaltmaktadır.
Göç alan ülkelerde durum bu minvaldeyken, göç veren ülkelerin yaklaşımı biraz daha farklıdır. Öncelikle, işgücünün fazlasının göç yoluyla başka ülkelere yollanması, yüksek işsizlik rakamlarıyla başları dertte olan bu tip ülkelere ciddi bir rahatlama sağlamaktadır. İkinci olarak, işgücü ihracı son derece kârlı bir iştir, çünkü bu işçiler gittikleri ülkelerde kazandıkları paraların oldukça önemli bir kısmını kendi ülkelerine yollamakta ve böylece hatırı sayılır miktarda döviz girdisi sağlamaktadırlar. Bugün için, göçmen işçilerin kendi ülkelerine sağladıkları döviz girdisi 250 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Bazı ülkelerde işgücü ihracı çok önemli bir gelir kaynağıdır. Örneğin Filipinler’de halkın %10’u başka ülkelerde göçmen işçi pozisyonundadır. Bu insanlar ülkelerine yılda 8,5 milyar dolar döviz girdisi sağlıyorlar. En fazla göç veren ülke olan Meksika içinse bu rakam 16 milyar dolar civarındadır. Ürdün’ün gayri safi yurtiçi hâsılasının %23’ü de yurtdışından aktarılan bu tür gelirlerden sağlanmaktadır. Üçüncü olarak da, göçmen işçiler genellikle gittikleri ülkeye yerleştiklerinden ve bir süre sonra burada sayıları arttığında ekonomik ve siyasi açıdan da güçlenmeye başladıklarından, göç veren ülkenin göç alan ülkeyle olan siyasi ilişkilerinde de önemli etkileri olmaktadır.
Öte yandan göçmen işçilerin ve mültecilerin bu arkası kesilmeyen akınları sonucu, tam anlamıyla bir sektör oluşmuş durumdadır. Göçmenleri veya mültecileri, gitmek istedikleri ülkeye yasal veya “kaçak” yollardan sokmaya çalışan sayısız şebeke mevcuttur ve oluşan pastanın büyüklüğü 10 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Mültecilerin veya göçmenlerin insanlık dramı da bu noktada başlamaktadır. Çünkü gelişmiş ülkelerin yasal yollardan kabul ettikleri göçmen veya mülteci sayısı çok sınırlı, aradıkları standartlar da çok yüksektir. Bu durumda da çoğu göçmen-mülteci “kaçak” olarak yasadışı yollardan ülkeye giriş yapmaya çalışmaktadır. Fakat bu fazlasıyla zahmetli bir yolculuktur. Koca denizleri yüzerek veya küçücük sallarla geçmeye çalışan insanlardan tutun da, yüzlerce insanın sıkış tepiş doldurulduğu ölüm gemilerinin batmasına kadar, dolduruldukları kamyon kasasının içinde havasızlıktan ölen insanlardan, Fransa diye İstanbul’a getirilip bırakılanlara pek çok acı hikâyeyle doludur bu yolculuklar.
En çok göç veren ülkeler Meksika, Çin, Pakistan, Hindistan, İran, Türkiye, Endonezya, Filipinler, Ukrayna, Kazakistan ve Sudan’dır. En çok göç alan ülkeler ise ABD, İngiltere, İspanya, Rusya, Almanya, Ukrayna, Fransa, Suudi Arabistan, Kanada, Hindistan ve Türkiye’dir. Göç veren ülkelerin bir kısmının aynı zamanda göç alan ülke olmasının sebebi ise, bu ülkelerin göçmenlerin geçiş yolları üzerinde yer almaları ve bahsetmiş olduğumuz kaçakçılık şebekelerinin buralarda yoğunlaşmış oluşlarındandır. Mevcut göçün yaklaşık beşte birini tek başına ABD almaktadır ve göçlerin %57’si Kuzey Amerika ülkelerine yapılmaktadır.
Göçmen işçiler, bulundukları ülkelerde genellikle en ağır koşullarda, en pis ve tehlikeli işlerde, çok düşük ücretlerle, üstelik çoğunlukla hiçbir sosyal-ekonomik güvenceleri olmadan, örgütsüz biçimde çalışmaktadırlar. Bu insanların yaşam alanları da, sağlanan eğitim, sağlık vb. hizmetler de son derece yetersiz ve kötü durumdadır. Akord uygulaması (parça başı üretim), işverenlerin sözleşmelere uymaması, işyerlerindeki ayrımcı ve aşağılayıcı davranışlar, dil ve kültürel farklılıklardan kaynaklı sorunlar da oldukça yaygındır. Bununla birlikte “kaçak” göçmenlerin durumu çok daha kötüdür. Hukuken tanımlanmadıkları için “yok” sayılmaktadırlar. Yani resmi olarak ülkede gözükmemektedirler. Bu yüzden de, bunların, yerli işçilerin veya göçmen işçilerin yararlandığı hiçbir yasal, sosyal ve siyasi haktan yararlanmaları mümkün olmamaktadır. Hiçbir sosyal güvenceleri yoktur, sağlık ve eğitim hizmetlerinden faydalanamazlar. Bunların pasaportlarına ve kimliklerine, sıklıkla patronlar veya onları ülkeye getiren çeteler tarafından el konulduğundan, haklarını arayamaz, kendilerini savunamazlar. İş kazalarına maruz kaldıklarında veya sağlık sorunları yaşadıklarında hiçbir güvenceleri olmadığı gibi, çoğu zaman ceplerine üç-beş kuruş konulup ülkelerine geri gönderilirler. Günde 15-16 saat karın tokluğuna çalışma ve 15-20 kişinin kaldığı izbe odalarda insanlık dışı koşullarda yaşama adeta rutin haline gelmiştir. Dayak, cinsel taciz, angarya iş ve sıklıkla hiçbir ücret alamamak da işin cabasıdır. Hiçbir örgütlülükleri yoktur. Sendikalara veya diğer türden işçi örgütlerine üye olamazlar. Üstelik bu şartlarda işçi çalıştırmak kapitalist açısından çok daha ucuza geldiğinden ve “kaçak” işçinin mücadele yolları tıkalı olduğundan, genelde “kaçak” işçi çalıştırmak tercih edilmektedir. Göçmenlerle ilgili gerçek rakamların, resmi rakamların çok çok üzerinde olmasının sebebi budur. Göç alan ülkelerin hemen hepsi bu duruma kasıtlı olarak göz yummakta, çıkartılmış yasalar fiilen uygulanmamakta ve belirli bir seviyeyi geçmediği sürece “kaçak” işçilerin çalıştırılması teşvik dahi edilmektedir. Bu yüzden de göçmen işçinin “kaçak” olma hali kendisinden kaynaklı bir durum değil, burjuvazinin kasıtlı göç politikalarının bir sonucudur.
Türkiye’de de durum farklı değil
Neredeyse verdiği oranda göç de alan bir ülke olan Türkiye’de de durum farklı değildir, hatta denilebilir ki daha kötüdür. Türkiye 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine imza atmış olduğu halde, sözleşme hükümlerine tam olarak uymamakta ve Avrupa dışından gelen mültecilerin en temel insani ihtiyaçlarını dahi karşılamamaktadır. Örneğin Bulgaristan’dan gelen bir mülteci, iltica talebinde bulunabilmekte ve uygun görülürse kendisine oturma ve çalışma izni verilmektedir. Oysa İranlı ya da Afgan bir mülteciye muamele farklıdır. Bu tip Doğu ülkelerinden gelenlerin iltica talepleri daha baştan reddedilmekte, bunlara sadece gitmek istedikleri ülkeye geçiş hakkı tanınmaktadır. Türkiye’de bugün için 2 milyon civarında göçmen işçi bulunduğu ve bunun en az yarısının da “kaçak” olduğu tahmin edilmektedir. Her yıl da ortalama 300 bin civarında insan “kaçak” olarak giriş yapmaktadır. Ancak bu “kaçak”ların tutuldukları kamplardaki durum içler acısıdır. Öyle ki, geçtiğimiz yıl Edirne’deki bir mülteci kampında 600 kadar göçmen yangın çıkartıp, polisle çatışarak durumlarına isyan etmişlerdir.
Türkiye’nin hâlâ bir Mülteciler Yasası yoktur. Kaçak veya normal yoldan ülkeye giren herkes, BM’nin finanse ettiği kamplara yerleştirilmektedir. Bu insanlar buralarda bir ülkenin kendilerini kabul etmesini bekliyorlar ve bu ortalama 7-8 yıl sürüyor. Çoğu durumda da kimse kabul etmediğinden ülkelerine geri gönderiliyorlar, kendileri istemese bile. Kamplarda bekleyen bu sığınmacılar hiçbir kamu hizmetinden yararlanamıyorlar. Sağlık ve eğitim de dâhil olmak üzere hiçbir hakları yok, çalışma izinleri yok. Bu yüzden de çoğunlukla kaçak olarak çalışıyorlar.
Türkiye bir kısım mülteci için “geçiş”, bir kısmı için de “varış” ülkesidir. Oranın yarı yarıya olduğu tahmin edilmektedir. Ekonomik nedenlerle, iş bulma ve/veya daha iyi bir hayat kurma amacıyla yapılan göç ağırlıktadır. 90’lı yıllardan bu yana, özellikle eski Doğu Bloku ülkelerinden ciddi oranda göç söz konusudur. Bu göçmenler Türkiye’de hasta bakıcı, çocuk bakıcısı, temizlikçi gibi işlerde çalışıyorlar. Ağırlık turizm ve hizmet sektöründedir, ancak fuhuş da önemli bir iş alanı durumundadır. Ayrıca inşaat, tekstil ve madencilik sektörlerinde de gün geçtikçe artan oranda “kaçak” ve göçmen işçi çalıştırılmaktadır. Özellikle İstanbul, bu açılardan bir uluslararası merkez konumuna gelmiştir. Bu şehirde 600 binden fazla göçmenin bulunduğu tahmin ediliyor. İstanbul bu alandaki asıl ününü ise insan ticaretinde önemli bir durak olmakla yapmıştır. Ortadoğu’daki savaş nedeniyle ve/veya etnik, dini, ideolojik ve siyasi baskılardan ötürü (İran, Irak, Afganistan, Sudan gibi ülkelerden) kaçarak bir AB ülkesine gitmek isteyenlerin ilk duraklarından biridir İstanbul. Tabii bunun yanı sıra yarı-köle olarak çeşitli işlerde –bilhassa fuhuş sektöründe– çalıştırılmak üzere insan ticaretinin konusu olanların da önemli bir geçiş noktasıdır.
BM tarafından, köle ticaretinin yasaklanmasının 200. yıl dönümünde açıklanan rapora göre, geçen 10 yılda insan ticareti neredeyse bir salgın halini almıştır. Dünya çapında 2,5 milyon kişi bu ticaretin mağdurudur. Bunların %80’ini kadınlar ve genç kızlar oluşturuyor. Geri kalanların çoğu ise 18 yaş altı erkek çocuklardır. Toplam sayıları 12,5 milyonu bulan yarı-kölelerin ise sahiplerine kazandırdıkları yıllık meblağ 35 milyar dolar. Bu yarı-kölelerin 9,5 milyonu Asya ülkelerinde çalıştırılıyor. Bunların da %55’i kadın ve %40’ı 18 yaşın altında. Böylesi bir yarı-köleyi, örneğin Hindistan’da 17 ila 63 YTL arası bir fiyata satın almak mümkün. Bu çocuklar evlerde hizmetçi, çiftliklerde işçi olarak kullanılıyorlar, çoğunlukla fuhuş sektörüne satılıyorlar. Bu durum kapitalizmin geldiği düzeyi ve yarattığı yozlaşmayı görmek bakımından oldukça çarpıcıdır.
Göçmen işçilerle birlikte örgütlenmeye ve ortak mücadeleye!
Burjuvazi bir yandan göçmen işçilerin ve mültecilerin emeğini, insanlık dışı koşullar altında alabildiğine sömürürken, diğer yandan da emeğin serbest dolaşım hakkını baskı altına alarak sınırlamaktadır. Emek göçü burjuva yasalarla kısıtlanmış ve burjuva devletler tarafından, uluslararası denetim mekanizmaları ve aygıtları da kullanılmak suretiyle kontrol altına alınmış durumdadır. Yazının girişinde de belirttiğimiz gibi, sermaye istediği her yere rahatça girip çıkarken, işgücünün dolaşım hakkı burjuvazinin keyfine bağlanmıştır.
Ne var ki, işçi sınıfının ve sendikaların bu konuya yaklaşımları büyük oranda burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenmektedir. En çok göç alan ülkeler olarak ABD ve AB ülkelerinde işçi sınıfı, burjuva politikalarının ve örgütsüzlüğün bir sonucu olarak, yaşadığı sorunların bir kısmının kaynağında göçmen işçiler olduğunu düşünüyor. Pek çok sendika, göçmen girişini kısıtlayan ve varolan göçmenlerin de sınırdışı edilmesini öngören yasaları destekliyor. Reformist solun durumu da farklı değildir. Örneğin geçtiğimiz yıl Paris’teki ayaklanmada solun önemli bir bölümü, işçi sınıfının bir parçası olan bu göçmenleri destekleyip işçi sınıfı içinde oldukça yaygın olan milliyetçi ve şoven önyargıları yıkmak için çaba sarf edeceği yerde, ya sessiz kalmayı tercih etmiş ya da göçmenleri eylemlerinin kontrolsüz oluşu gerekçesiyle eleştirmiştir. En iyi durumda, isteksiz ve yarım ağızla söylenen “göçmenler de zor durumda” ifadesinin ötesine geçilememiştir.
Birçok Avrupa ülkesinde sendikalar başlangıçta sözleşmelerine, göçmen işçilerin de eşit koşullarda çalışmalarına, örgütlenme dâhil kazanılmış tüm haklardan eşit biçimlerde yararlanmalarına maddeler eklemişlerdir. Ama aynı sendikalar “tampon işçilik” gibi uygulamaları da kabul ederek, aslında ne kadar milliyetçi bir çizgide olduklarını ve samimiyetsizliklerini de açık etmişler ve burjuvazinin göçmen işçilere, mültecilere dönük saldırılarına karşı mücadele yürütmemişlerdir. Bu durum, göçmen işçilerin zamanla yerleşik konuma geçerek sendikalara girmeleri sonucu bir nebze olsun kırılsa da, halen devam etmektedir.
Türkiye’deki sendikaların ve meslek örgütlerinin ortak görüşü de “yabancı ve kaçak işçilik yasaklansın” şeklindedir. Son dönemde, TMMOB’un ve TTB’nin, hükümetin yabancı uyruklu doktor ve mühendis çalıştırılmasına olanak tanıyan yasa tasarısına muhalefetinin altında da aynı yaklaşım yatmaktadır. Sendikalarda da göçmen işçiliğe karşı öz olarak benzer bir yaklaşımın olduğunu belirtmeye elbette gerek bile yoktur. Göçmen işçiler, genelde uluslararası işçi sınıfının özelde de bulundukları ülke işçi sınıfının bir parçasıdırlar. Onları dışlamak, işçi sınıfının birliğini bölmek anlamına gelir. Bulundukları ülkedeki işsizliğin, düşük ücretlerin, sosyal ve siyasal haklardaki kayıpların sorumlusu göçmen işçiler değil, kapitalizmin kendisidir. Tersi bir yaklaşım, burjuvazinin tuzağına düşmekten başka bir şey değildir.
Yapılması gereken, göçmen işçileri de örgütleyerek birlikte mücadele etmektir. Göçmen işçilerin, yeri geldiğinde sınıf mücadelesinde ne kadar ileri unsurlar olarak yer aldıklarının canlı kanıtı, 2006 yılının baharında ABD’nin yüze yakın kentinde 5 milyondan fazla göçmen işçinin gerçekleştirdiği protesto yürüyüşleri ve mitingleridir, Paris’teki göçmen işçilerin ayaklanmalarıdır, Avrupa’nın pek çok ülkesinde göçmenlerin sınıfın devrimci mücadelesinde en ön saflarda yer almalarıdır.
İşçi sınıfı ve tüm emek örgütleri, gerici burjuva hükümetlerin göçmen karşıtı, ırkçı-faşist politikalarına karşı çıkmalı, göçmenlerin örgütlenme dâhil her türlü hakkı eşit şekilde kullanabilmesi için mücadele etmeli ve emeğin serbest dolaşım hakkını savunmalıdır. İşçilerin ve emekçilerin istedikleri ülkeye serbestçe girip çıkabilmelerini engelleyen her türlü yasa ve uygulama gericidir, sınıfın devrimci mücadelesini geriletici bir etkiye sahiptir. İşçi sınıfı uluslararası bir sınıftır. Ulusal, ırksal, kültürel, etnik, dinsel vb. her türlü burjuva önyargı, proletaryanın enternasyonal düzeyde örgütlenmesinin önüne engel olarak dikilmek üzere kullanılmaktadır. Bu önyargıları yıkmaksızın, burjuvazinin işçi sınıfını bölüp parçalamasının ve örgütlü gücünü zayıflatmasının önüne geçilemez.
link: Kerem Dağlı, Göçmen İşçiler: “Kullanılıp Atılabilir İnsanlar”, 31 Ağustos 2007, https://en.marksist.net/node/1625
Oportünizm, Yurtseverlik ve Savaş
Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi