Terörle mücadele argümanı ve bu mücadelenin gereği olduğu öne sürülen düzenlemeler, emperyalizmin yeni bir dünya düzeni oluşturma stratejisinin temellerinden birisi haline geldi. Kapitalistler daha fazla “savaşçıl” yöntemler kullanmak durumunda kaldıkça, bunun sonuçlarına maruz kalan işçi sınıfının mücadele gücünü tırpanlamak için onu “terörle mücadele” terörü ile yıldırmaya uğraşıyorlar. Çünkü derinleşen krizle birlikte işçileri kapitalizmin yeni politikalarına razı edebilmenin daha “yumuşak” araçlarını yitirmeye başlayan burjuvazinin, işçi sınıfını kontrol altında tutabilmek için terörize etmeye ihtiyacı var.
Terör terimi artık 20. yüzyılın başlarında kullanıldığı anlamından çok daha başka şeyleri ifade ediyor. Yasalarıyla, polisiyle ve ordusuyla burjuva devlet işçi sınıfı için kapitalist bir terör aygıtından başka bir şey değilken, patronlar sınıfı “uluslararası terör” yaygarasını koparmaktan bir gün bile vazgeçmiyor. Oysa tüm bu yaygara içerisinde ne olduğu belirsiz bir terörizm heyulası ile sindirilip korkutulan, terörize edilen aslında işçi sınıfıdır. Türkiye’de baskıcı devlet güçleri, işçi sınıfının çıkarlarını savunmak adına yükselttiği her türden mücadeleyi içeriği muğlak bir biçimde terörizm olarak tanımlıyorlar. Böylelikle gerçekte somut bir eyleme göre tanımlanmamış suçların failleri, her tarafa çekiştirilebilir ve keyfi değerlendirmelerle suçlanabilir hale geliyorlar ve en ağır şekilde cezalandırılıyorlar. Pankart asmak, duvara yazı yazmak, protesto yürüyüşü düzenlemek, türkü söylemek, halay çekmek gibi eylemler kimler tarafından yapıldıklarına bakılarak terör suçu kapsamına alınıp ağır suçlar olarak cezalandırılabiliyorlar.
Aslında söz konusu olan terör, işçileri yıldırıp hak arama mücadelesinin önünü kesmeye çalışan burjuvaların terörüdür. Yapmak istedikleri şey, işçi sınıfının kendi siyasetini hayata geçirmesinin önüne geçmektir. Çoğu kez bu hayata geçiriş terör diye adlandırılmakta ve bu bakış açısı burjuvazi tarafından uzun zamandan beri topluma egemen kılınmaya çalışılmaktadır.
Terörizm Burjuvazinin Silahıdır!
Terörizm, askeri anlamda aralarında bariz bir güç farkı olan taraflardan sadece zayıf olanının güçlüye karşı kullandığı bir mücadele aracı değildir. Aynı zamanda güçlü emperyalist ülkeler de kendi istemlerine uygun gelişmeleri sağlayabilmek için bu yönteme sıklıkla baş vurmaktadır. Özellikle ABD'nin geleneksel savaş alanlarındaki üstünlüğü El Kaide gibi karşıtlarını bu türden alternatiflere yöneltirken; ABD de dünya genelinde uzun zamandan beri yaygınlaştırdığı gizli kontrgerilla örgütleri ve onların taşeronları ile meydanı boş bırakmamaktadır. Yani “uluslararası terörü” bizzat kapitalistler de bir çatışma yöntemi olarak doğrudan savaşlarla iç içe geçirmeye başlamışlardır. Dolayısıyla emperyalistlerin “terör saldırıları” olarak nitelendirdikleri saldırıların gerçek anlamı, emperyalist savaşın görünümlerinden veya yarattığı sonuçlardan başka bir şey değildir.
Üstelik egemen sınıfların, bu tür saldırıları gerçekleştiren örgütleri tüm ideolojik yönlendirme aygıtlarını harekete geçirerek kendi kontrolleri altına almaları da kaçınılmazdır. Pek çok örneğin gösterdiği gibi, burjuvazi kendisine yönelik olarak ortaya çıkan bu tepkileri karşıtına çevirip kendi silahı olarak kullanmakta pek mahirdir.
Gerek sisteme karşı tepkisel şiddet dışavurumları, gerekse de emperyalistlerin kendi çıkarlarını bir diğerine dayatmak saiki ile yerine göre kullandıkları “terör” eylemleri, yarattıkları dehşet duygusu sayesinde işçilerin pasifize edilmesini kolaylaştırmaktadır. Çünkü başına nerede, ne zaman, neyin geleceğini bilemez bir psikolojinin içine düşen insanların, bu dehşet durumundan kendilerini koruyacağını düşündükleri tedbirleri kolaylıkla kabul etmesi, hatta bunları talep etmesi kaçınılmazdır.
Emperyalizmin Yeni Döneminde Gündeme Gelen Terörle Mücadele Yasaları
Burjuvazi kapitalist sistemin çelişkili yapısının kendisini sürüklediği bataklıklardan, işçi sınıfına daha büyük baskılar uygulayarak kurtulmaya çalışıyor. Ve bunun gereği olarak edebiyat tarihindeki en karanlık anti-ütopyaları bile gölgede bırakacak toplumsal düzenlemeleri hayatımızın bir parçası haline getiriyor, getirmeye hazırlanıyor. Örneğin 11 Eylül eylemlerinin ardından ABD’de “Patriot Act” gibi kanunlarla varolan özgürlükler adım adım ortadan kaldırılıyor. İngiltere’de ve kıta Avrupa’sında da durum pek farklı değil. “Teröre karşı savaş” kapsamında, “mecburi kimlik kartı”, bütün kişisel iletişimlerin denetlenebilmesi, yüz tanıma sistemleri, köşe başlarında video kameralar gibi önlemlerin çoğu ya yasalaştırılıyor ya da yasal zeminleri hazırlanıyor. Kapitalistlerin yaratmaya çalıştıkları dünyanın, George Orwell'in 1984 adlı anti-ütopyasında anlatılan karabasandan fazlası var eksiği yok. Elbette Orwell, dev veritabanları ile tuvalet alışkanlıklarımıza kadar bizi takip eden tekelleri, retinadan kimlik kontrolü yapabilen elektronik sistemleri ya da okul çağındaki gençler dahil kitlelere “uyumlu olmaları için” prozac gibi anti-depresan ilaçların verileceğini öngörmemişti. Gerçek hayal gücünü her zaman aşıyor. Çürüyen kapitalizmin ortaya çıkardığı pis kokular insanlığın nefes almasını bile zorlaştırıyor.
Terörle mücadele gerekçesi ile işçi sınıfının sesinin kısılmasını sağlayan yasaların dayanağını ise, çoğunlukla işçi ve emekçilerin öldüğü, kaynağı işçi sınıfı için bir muamma olan ve sonuçları itibariyle hep burjuvazinin işine yarayan dehşet verici saldırılar oluşturuyor. Örneğin New York eyaleti, Haziran 2001’de önerilmiş olan ve “meşru siyasal gruplara karşı da kullanılabilecek kadar ciddi oldukları” gerekçesiyle Liberal Demokratlar tarafından reddedilen terörle mücadele yasa tekliflerini 17 Eylül 2001 tarihinde bir çırpıda meclisinden geçirdi. Bir başka deyişle New York meclisi, Haziranda alamadığı demokratik hakların sınırlanması kararını 11 Eylül saldırıları sayesinde hayata geçirme olanağı bulmuş oldu. Bu dönemde yapılan kamuoyu araştırmalarında Amerikan halkının çoğunluğu, bazı hak ve özgürlüklerden vazgeçmeye razı olduğunu belli ediyordu.
Nitekim, 26 Ekim 2001’de Başkan Bush tarafından imzalanan “The USA Patriot Act” (yurtseverlik yasası) hükümete, şüphelilerin evlerine onların bilgisi dışında girilip arama yapılması ve e-maillerinin okunup telefonlarının dinlenmesi gibi pek çok yetki verdi. Yapılan yeni düzenlemelere göre, sanıklara çok daha kısıtlı haklar tanıyan ve gizli oturum yapabilen askeri mahkemeler, yabancı terör şüphelilerine ölüm cezası da dahil pek çok cezayı oybirliği gerekmeksizin verebilecek. Bu mahkemelerin kararları temyiz edilemeyecek ve alınan kararı yalnızca Başkan ve Savunma Bakanı bozabilecek.
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki burjuva düzenin göreli “demokratik” yapısının nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu, görmek istemeyen sol liberal gözlerin önüne seren bu gelişmelerin sadece bir başlangıç olduğu, ardının geleceği belliydi. Nitekim ABD Adalet Bakanı John Ashcroft’un önerisiyle hazırlanan ve “Patriot Act II” adını taşıyan yeni bir yasa teklifi gündeme gelmekte gecikmedi. Ashcroft, “yurtseverlik yasası” adı altında, tüm şüphelilerin tutuklanabilmesine, hapse atılmasına, postaların takip edilmesine, internet iletişimlerinin izlenmesine, telefon konuşmalarının dinlenmesine, mahkeme kararı olmaksızın evlerin aranmasına izin veren bir terörle mücadele yasasını yürürlüğe koydu. Yasaların yürürlüğe konulmasıyla birlikte, tutuklulara ve yakınlarına herhangi bir kanıt sunulmadan 1200 kadar yabancı uyruklu kişi tutuklanmış ve 600 kadarı hakim karşısına çıkarılmadan ve kendilerine savunma imkânı tanınmadan hapse atılmıştır. Sıradan Amerikan mahkemeleri tam yetkili oldukları halde, George W. Bush 13 Kasım 2001’de, terörizmle suçlanan yabancıları yargılamak için özel yetkilerle donatılmış askeri mahkemeler kurma kararı almıştır. Bu mahkemeler savaş gemilerinde ya da askeri üslerde kurulabilecek, mahkeme kararları subaylardan oluşan bir komisyon tarafından ilan edilecek, sanığı ölüme mahkûm edebilmek için oybirliği gerekmeyecek, karar kesin olacak, sanığın avukatıyla yaptığı görüşmeler izinsiz dinlenebilecek, mahkemelerin işleyişi gizli tutulacak ve davanın ayrıntıları onlarca yıl sonra kamuoyuna açılabilecek. “Terörist” ya da “savaş suçlusu” ilan edilenler gizli kanıtlar ve tanıklarla tutuklanıp yargılanabilecek, cezaları infaz edilebilecek. Sanıklar ölüm cezasına çarptırılsalar bile bir üst mahkemeye başvuramayacaklar.
Ceza ve yetkilerin arttırılmasını, gözaltı sürecinde yargı haklarının azaltılmasını hatta ortadan kaldırılmasını, gizli tutuklama yapılabilmesini, sadece şüpheli olsa dahi herhangi bir kişinin DNA bilgilerini de içerecek şekilde fişlenebilmesini, yeni ölüm cezalarını ve politik bir grubun yandaşı olduğu için kişinin vatandaşlıktan atılabilmesini öngören bu anti-terör yasası, ilkini mumla aratacak özellikler taşıyordu. “Özgürlükler ülkesi” Amerika’nın gerçek yüzünü ortaya seren yasanın içerdiği bazı maddeler şöyle:
Devlet isterse, bir Amerikalıyı vatandaşlıktan atabilecek! Bugüne kadar bir Amerikan vatandaşı ancak kendi özgür iradesiyle vatandaşlıktan çıkmak istediğini söylerse vatandaşlıktan çıkabiliyordu. Artık şüpheli kişi, eğer hükümet tarafından terörist olduğu kabul edilen bir grubun üyesiyse ya da bu grubu desteklediğini gösteren bir belge varsa kolayca vatandaşlıktan atılabilecek. Yani Patriot Act II’ye göre, kişi suç işlemese dahi, sadece Adalet Bakanlığı böyle bir sonuca vardı diye, politik tercihi ya da yandaşı olduğu gruba bağışta bulunduğu gerekçesiyle ABD vatandaşlığından çıkarılabilecek.
Yasayla, terörist olduğu şüphesiyle gözaltında tutulanlarla ilgili dışarı bilgi vermek yasaklandı. Yasa maddesine göre, hükümet terörizm suçu işleyenlerin kimliğini hüküm verilene kadar açıklamak zorunda değil. Aslında 11 Eylül’den sonra terörist olduğu şüphesiyle gözaltına alınan pek çok kişi uzun süre ailelerine haber verememiş, bir avukat tutamamıştı. Ta ki, uzun süren baskılar sonucu bilgi verilmesine ilişkin örnek bir karar alınana dek. Ancak Ashcroft’un anti-terör yasası bu mahkeme kararını da geçersiz kılıp, terörle ilgili olarak gözaltında olan kişiler hakkında bilgi vermeyi yasaklıyor. Bu yasayla birlikte artık Amerika da “gözaltında kayıplar”la tanışacak görünüyor!
Terör şüphelileri için bir DNA bilgi bankası oluşturulacak. Terörist olarak kabul edilen ya da şüpheli görülen gruplarla ilişki içinde oldukları düşünülenlerin ve ABD vatandaşı olmayanların DNA’ları, salt şüphelenildikleri için DNA bilgi bankasına kaydedilebilecek.
FBI yetkilileri işi öyle bir boyuta getirmiş durumdalar ki, bazı sanıklar, yerel polis tarafından “kesin ve etkili” yöntemler kullanılarak sorgulanabilmeleri için diktatörlükle yönetilen bazı “ABD dostu” ülkelere gönderilebilecekler. Burjuvazinin sözcüleri medyada her fırsatta şunu işliyorlar: “İşkence iyi bir şey değildir. Ama terör daha da kötüdür. Bazı durumlarda işkence, terörden daha az kötüdür.”
Türkiye’de Terörle Mücadele Uygulamaları
Aslında ABD’de gündeme gelen yasa maddelerinin çoğu Türkiye’de mücadele eden devrimciler için hiç de yabancı değildir. Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin yükselmesi ile birlikte 1991 yılında gündeme gelen Terörle Mücadele Yasası ve uygulamaları toplumu yıldırma ve sindirmede oldukça etkili kullanılmıştı. Pek çok devrimcinin gözaltında kaybedilmesine ve infazına zemin hazırlayan yasa, basının da denetim altına alınmasını sağlamıştı. Terörle Mücadele Yasası'nın “terör” ve “terörist” tanımlarının içeriğinin genişliği nedeniyle bir kişi, fiilen hiçbir şiddet eylemine katılmamış olsa bile, eşyaları arasında bir örgütün propaganda malzemesinin bulunması, bir gösteriye katılması ya da duvara yazı yazması onun “terörist” sayılmasına yetmekte ve sanık bilfiil şiddet eylemine katılmış gibi 12 sene 6 ay ağır hapse mahkûm edilmekteydi.
Halen hapishanelerde bulunan “terör” suçlularından önemli bir kısmı, özellikle gazeteci kimliği taşıyanların bazıları sırf bu nedenle halen ceza çekmektedir. Avrupa Birliğine Uyum Yasalarıyla kaldırılan yasanın yerine, duruma göre Türk Ceza Kanununda kullanılabilecek pek çok maddenin bulunduğu devrimcilerin malumu. En sıradan insani hakların bile baskı altında kullandırılmadığı Türkiye’de hala öğrenciler “ideolojik halay” çektikleri gerekçesiyle okullarından atılabiliyor, Kürt halkının kendi dilinde türkü söylemeleri bile türlü dalaverelerle baskılanıyor.
Terörle Mücadele İşçi Sınıfına Saldırı Çağrısının Örtüsüdür!
Bush’un “terörle savaş” söylemi, emperyalistlerin pazarlar ve nüfuz alanları için her düzeyde kıran kırana mücadele ettikleri yeni dünya düzeni koşullarında, iç siyasette işçi sınıfının daha fazla kontrol altına alınması, dış siyasette ise ABD’nin yıpranan hegemonyasının sağlamlaştırılması doğrultusunda bir savaş çağrısı olmaktan başka bir şey değildir.
Emperyalist burjuvazi “terörle mücadele” adı altında burjuva demokrasisinin sınırlarını giderek daraltmaktadır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından dünyaya barış, refah ve huzur dolu günler geleceği palavrasını dilinden düşürmeyen burjuvazi, özgürlüklerin genişleyeceğini, demokrasi ve insan haklarının daha da gelişeceğini iddia ediyordu. Oysa, işçi sınıfının ve toplumun diğer ezilen kesimlerinin hiçbir derdine derman olamayan kapitalizm, işçi sınıfının uzun ve kanlı mücadeleleri ile elde ettiği hak ve özgürlüklerini sessizce ve birer birer budamaya, polis devleti uygulamalarını despotça hayata geçirmeye başladı. Yazının önceki bölümlerinde sözünü ettiğimiz tüm diğer kısıtlamaların yanı sıra grev ve sendikal haklara yönelik yasal ve fiili kısıtlamalar, bu gerici savaş çağrısının işçi sınıfına yönelen silahlarının diğer göstergeleridir.
Örneğin ABD başkanı George W.Bush, geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir konuşmasında, ülkenin iki büyük öğretmenler sendikasından biri olan Ulusal Eğitim Birliğini açıkça “terörist örgüt” olarak niteledi. Bu basit bir dil sürçmesi değil, emperyalistlerin işçi sınıfı örgütlerine bakış açısının dolaysız bir ifadesidir. Kendi çıkarları doğrultusundaki her şeyi ve her yolu mubah sayan emperyalistler, sıra işçi sınıfına gelince en temel demokratik hakların aranması mücadelesini bile “terörizm” yaftasıyla damgalamaktan kaçınmıyorlar.
Oysa 11 Eylül olayı ve sonrasında dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan saldırılar basit birer terör eylemi olmayıp, emperyalistler arasında yürüyen hegemonya yarışının dışavurumundur. Terörle mücadele yasalarının hedefi de ne idüğü belirsiz terör örgütleri değil, işçi sınıfının mücadele örgütleridir.
Bugün dünyanın pek çok bölgesinde gündelik hayatın bir parçası haline gelen ve sonuçları en çok işçi ve emekçi sınıfları etkileyen şiddet eylemleri, işçi sınıfının örgütlerinin değil kapitalistlerin kanlı örgütlerinin marifetidir. Bu durumdan çıkarları olanların ve bu durumun gerçek sorumlularının işçi sınıfını “terör”den koruyabileceklerini ummak kurda kuzu emanet etmek kadar safça bir iştir. Sınıfların olduğu bütün toplumlarda her kavram sınıf çıkarlarına uygun olarak farklı anlamlarda kullanılır. Kapitalistler için “terörle mücadele” işçi sınıfını yıldırıp baskı altına almak demekken, toplumun çok büyük bir çoğunluğu için terörle mücadele gerçek bir terörist sistem olan kapitalizme karşı mücadele anlamına gelmelidir. Bu yüzden işçi sınıfı gerçekten terörizmden kurtulmak istiyorsa, dünyanın her yerinde kapitalizm denilen barbarlık düzenine karşı mücadelesini yükseltmelidir.
KAPİTALİST DEVLET TERÖRÜNE HAYIR!
YA SOSYALİZM YA BARBARLIK!
link: Nazım Yıldırım, Terörizm Heyulası ve Burjuvazinin “Terörle Mücadele” Terörü, 24 Mart 2004, https://en.marksist.net/node/1339
İşçi Hareketinden: Şubat-Mart 2004
İşten atılmalar sonrasında yaşadıklarımız