Dinozorlar Çağı – Mezozoik (250-65 milyon yıl önce)
Paleozoik zamanda kıtaların çarpışmasıyla oluşan Pangaea adlı kıtasal kütle, yaklaşık 100 milyon yıl el değmemiş olarak kaldı. Bu durum, yeni bir dizi tektonik, iklimsel ve biyolojik koşula yol açtı. Ardından Mezozoik zamanda süreç kendi karşıtına dönüştü. Süper kıta parçalanmaya başladı. Afrika-Amerika-Avustralya ve Antarktika’nın güney kesimlerini muazzam genişlikte buzullar kapladı. Triyas boyunca (250-205 milyon yıl önce) yavaş yavaş karada dinozorlar, denizlerde ise plezyozorlar ve ichthyozorlar geliştiler, kanatlı sürüngenler olan pterozorlar ise daha sonraları ortaya çıktılar. Memeliler, thraspid sürüngenlerden geliştiler fakat gelişimleri çok yavaştı. Diğer omurgalı karasal yaşam formları üzerinde hakim olan dinozorların patlayıcı büyümesi, memelilerin daha fazla gelişmesine olanak vermedi. Milyonlarca yıl küçük boyutlarda ve küçük sayılarda varlıklarını sürdürdüler, geceleri yiyecek arayarak, devasa çağdaşlarının gölgesinde kaldılar.
Büyük bir iklim değişikliğine tanık olan Jura döneminde (205-145 milyon yıl önce) buzulların geri çekilişi, dönemin sonlarına doğru küresel sıcaklığın yükselmesine yol açtı. Mezozoik boyunca deniz seviyesi bugünkü ortalama seviyenin neredeyse iki katına ulaşarak, en azından 270 metre yükseldi.
Süper kıta Pangaea’nın Jura dönemiyle başlayan parçalanışı (180 milyon yıl önce) öyle uzun sürdü ki, erken Senozoik zamana gelindiğinde (40 milyon yıl öncesi) son kıta henüz ayrılmamıştı. İlk ayrılma doğu-batı ekseni üzerinde gerçekleşmişti, Tethys okyanusunun oluşumu Pangaea süper kıtasını, Kuzeyde Laurasia ve Güneyde de Gondwanaland olarak bölmüştü. Ardından Gondwanaland, doğuda Hindistan, Avustralya ve Antarktika olmak üzere üç parçaya bölündü. Geç Mezozoik sırasında, bir Kuzey-Güney bölünmesi yaşandı, Kuzey Amerika’yı Laurasia’dan, Güney Amerika’yı da Afrika’dan ayıran Atlantik Okyanusu oluştu. Hindistan kuzeye doğru hareket ederek Asya’yla çarpışırken, Afrika da kuzeye doğru hareket ederek Tethys Okyanusunun yok olmasından sonra kısmen Avrupa’yla çarpıştı. Bu büyük okyanustan geriye yalnızca küçük bir parça olarak Akdeniz kaldı. Pasifik, Atlantik ve Hint Okyanuslarında, deniz zemininin hızla genişleme dönemleri kıtasal parçaların hareketine yardımcı olmuştu.
Mezozoik boyunca dinozorlar omurgalıların başat grubuydu. Kıtaların ayrılmasına rağmen, tüm dünyaya sağlam bir şekilde demir atmışlardı. Ancak bu dönemin sonunda –65 milyon yıl önce– yeni bir kitlesel tükeniş gerçekleşti ve dinozorlar dünya yüzeyinden silindiler. Karada yaşayan, denizde yaşayan ve uçan sürüngenlerin (dinozorlar, ichthyozorlar ve pterozorlar) çoğu silinip gitti. Sürüngenlerden geriye yalnızca timsahlar, yılanlar, kaplumbağalar ve kertenkeleler kaldı. Ne var ki türlerin bu muazzam ölçekli yok oluşu sadece dinozorlarla sınırlı değildi. Aslında ammonitler, bellemnitler, bazı bitkiler, yosunlar, kabuklu yumuşakçalar, derisi dikenliler ve başkaları da dahil, tüm canlı türlerinin üçte biri yok olmuştu.
Dinozorların dikkat çekici başarısı, mevcut koşullara kusursuz uyum sağlayışlarının bir sonucuydu. Toplam sayıları en azından bugünkü memelilerinki kadar büyüktü. Günümüzde dünyanın her yerinde, mevcut her ekolojik alanı işgal edenler, büyük ya da küçük memelilerdir. 70 milyon yıl önce bu alanların muazzam bir dinozor çeşitliliğiyle işgal edildiğinden emin olabiliriz. Çok iri, hantal yaratıklar olduklarına dair yaygın kanının aksine, her boyutta dinozor mevcuttu aslında. Çoğu göreli olarak küçüktü, birçoğu arka ayakları üzerinde dik yürüyordu ve çok hızlı koşabiliyordu. Birçok bilimci şimdi, en azından bazı dinozorların gruplar halinde yaşadığına, gençlere göz kulak olduklarına ve hatta muhtemelen sürüler halinde avlandıklarına inanıyor. Mezozoik-Senozoik sınırı (65 milyon yıl öncesi) yine de yaşamın evrimindeki diğer bir devrimci dönüm noktasına işaret eder. Kitlesel bir tükeniş dönemi, memelilerin ortaya çıkışının önünü açarak ileri doğru devasa bir evrimsel sıçramanın yolunu hazırladı. Fakat bu süreçle ilgilenmeden önce, dinozorların neden ortadan kaybolduğu sorusu ele alınmaya değerdir.
Dinozorlar Neden Ortadan Kayboldu?
Bu soru son yıllarda çok ateşli bir biçimde tartışılmaktadır ve bilhassa göktaşı felâketi teorisinin kendinden emin iddialarına rağmen, halen kesin olarak çözüme bağlanmamıştır. Aslında hem gözalıcı, şaşırtıcı görünümünden ötürü, hem de bizzat kendi türümüzün ortaya çıkışının da işin içine girmesinden ötürü popüler düşgücüne eşsiz bir şekilde hakim olan bu olguyu açıklamaya girişen birçok teori vardır. Bununla birlikte bu olayın evrim zincirinde tek ve eşsiz bir olay olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu olay ne tek ya da en büyük, ne de zorunlu olarak çok kapsamlı evrimsel sonuçları olan bir kitlesel tükenişti.
Şu anda en çok destek alan ve kuşkusuz en sansasyonel tanıtımlarla sunulan teori, devasa bir göktaşının çarpması iddiasına dayandırılıyor. Dünya üzerinde bir yere düşen bu göktaşının, büyük bir nükleer savaşın ardından oluşabilecek olan “nükleer kış”a oldukça benzer bir etkiye yol açtığı kabul ediliyor. Eğer bu çarpışma yeterince büyük idiyse, muazzam miktarda toz ve enkazı atmosfere yükseltecekti. Böylelikle oluşan yoğun bulutlar güneş ışığının dünyaya ulaşmasını engelleyecek, bu da uzun bir karanlık dönemine ve sıcaklığın düşmesine yol açacaktı.
Bir göktaşının neden olabileceği türde bir patlamanın gerçekleştiğini akla getiren ampirik kanıtlar vardır. Teori son yıllarda, fosil kalıntıları üzerinde böylesine büyük bir çarpışmanın yaratacağı toz etkisine yorulabilecek ince bir balçık katmanının keşfedilmesiyle belli bir dayanağa kavuştu. Bu fikir, örneğin Stephen J. Gould tarafından kabul edilmiş görünüyor. Yine de, halen yanıtlanması gereken sorular mevcuttur. Her şeyden önce, dinozorlar bir gecede ya da birkaç yıl içerisinde yok olmadılar. Aslında nesillerinin tükenişi birkaç milyon yıl sürdü –jeolojik açıdan çok kısa ama bir göktaşı felâketinden şüphe duymak için yeterince uzun bir süre.
Göktaşı hipotezinin bir çırpıda üstü çizilemezse de, büyük bir handikapı vardır. Değindiğimiz gibi evrim güzergâhında birçok neslin kitlesel tükenişi söz konusudur. Bu nasıl açıklanmalı? Bunu açıklamak için gerçekten de, ani bir göktaşı çarpması gibi dışsal olgulara başvurmak zorunda mıyız? Yoksa türlerin ortaya çıkışları ve yok oluşları, bizzat evrim sürecine içsel olan birtakım eğilimlerle mi alâkalıdır? Bugün bile, hayvan popülasyonlarının yükselişi ve çöküşü olgularına tanık oluyoruz. Ancak son zamanlarda bu karmaşık sürece hükmeden yasaları anlamaya yakın bir noktaya geldik. Verili olgunun dışında yatan açıklamalar arayarak, gerçek bir anlama çabasını yok etme tehlikesini göze alıyoruz. Dahası, bir vuruşta tüm zorlukları ortadan kaldırdığı için çekici görünen çözümler, sözümona hallettiği iddia edilen zorluklardan çok daha büyüklerini yaratabilirler.
Birçok farklı fikir de ileri sürülmüştür. Ele aldığımız dönem yaygın bir volkanik faaliyetle karakterize olmaktaydı. Bir göktaşı çarpması değil de böylesi bir volkanik faaliyet, dinozorların üstesinden gelemeyeceği bir iklim değişikliğine pekâlâ yol açmış olabilirdi. Dinozorların ortadan kayboluşunun memelilerin rekabetiyle bağlantılı olduğu da ileri sürülmüştür. Güney Amerika’daki ilk keseli hayvan popülasyonunun çoğunun, Kuzeyden gelen memelilerin baskısı sonucu ortadan kayboluşuyla kurulan bir paralelliktir söz konusu olan. Gerçekten de bu yaratıkların neslinin tükenmesinin, bu koşulların –volkanik faaliyet, mevcut çevrenin tahrip olması, aşırı uzmanlaşmave değişen koşullarla baş etmek için daha iyi donanıma sahip türlerle azalan besin konusunda girişilen rekabet– bir bileşiminin sonucu olması muhtemeldir. Bu özel tartışma yakın gelecekte çözüme bağlanacak gibi görünmüyor. Tartışma götürmeyen şey, Mezozoik zamanın sonunda bazı temel değişikliklerin, dinozorların egemenliğine son verdiğidir. Esas konu, bu olguyu açıklamak için işin içine dışsal etkenleri katmanın hiç de gerekmediğidir. Şöyle diyor Lovejoy:
Dinozorların ortadan kayboluşlarını izah etmek için, güneş lekelerini, büyük ve ani iklim değişimlerini ya da diğer esrarengiz açıklamaları incelemek zorunda değilsiniz. Dünya onlara kaldığı sürece, ve üremek için etrafta daha iyi bir strateji olmadığı sürece geçinip gidiyorlardı. Yüz milyon yılı aşkın bir süre hayatta kaldılar; insanlar da kalacaktır. Ancak dinozorlar, devrim niteliğinde bir uyum sağlanır sağlanmaz, kendilerinden üç dört kat daha hızlı üreyip çoğalan hayvanlarla karşılaşır karşılaşmaz yitip gittiler.[1]
Kozmik Terörist–ya da Bir Hipotez Nasıl Kurulmamalı
Mesele, soruyu şu şekilde ortaya koyduğumuzda çok netleşir: Dinozorların nesillerinin tükenmesine ani bir göktaşı kazasının yol açtığını kabul ettik diyelim. Nesli tükenen tüm diğer türleri nasıl açıklayacağız? Tüm bunlara göktaşları mı sebep oldu? Soru göründüğü kadar anlamsız değildir. Tüm büyük ölçekli nesil tükenişlerinin, asteroid kuşağından gelen periyodik göktaşı fırtınalarının sonucu olduğunu göstermeye dönük çabalara girişilmiştir. California Üniversitesinden Richard Muller’in ileri sürdüğü “Nemesis teorisi”nin asıl anlamı budur.*
Bazı paleontologlar (Raup ve Sepkoski), kitlesel tükenişlerin, yaklaşık olarak 26 milyon yıllık düzenli aralıklarla gerçekleştiğini iddia etmişlerdi. Ne var ki aynı kanıtlara dayanan başka paleontologlar, bu olguda bahsedildiği gibi bir düzenlilik bulamamışlardır. Benzer bir fikir uyuşmazlığı jeologlar arasında da mevcuttur, bazıları büyük kraterlerin meydana gelişinde düzenli bir periyodikliğin kanıtlarını buldukları iddia ederken, diğerleri bunu reddetmektedirler. Kısacası, kitlesel tükenişler arasında düzenli aralıklar olduğu ya da dünya yüzeyinin kuyruklu yıldızlar ya da göktaşları tarafından düzenli bir şekilde bombardıman edildiği düşüncesi için kesin bir kanıt mevcut değildir.
Bu zemin, en keyfi ve en anlamsız spekülasyonlara kolayca kapı açar. Üstelik tam da böyle sansasyonel “teoriler”, bilimsel değerlerine bakılmaksızın büyük şöhret kazanmaktadır. “Nemesis” teorisi de bunun bir örneğidir. Eğer Muller’in yaptığı gibi, kitlesel tükenişlerin her 26 milyon yılda bir düzenli olarak gerçekleştiğini kabul edersek ve yine tıpkı onun gibi, kitlesel tükenişlerin göktaşı fırtınalarının sonucu olduğunu kabul edersek, dünyanın her 26 milyon yılda, sekmez bir dakiklikle göktaşları tarafından ziyaret edildiği düşüncesi de bunu izlemek zorundadır.
Böylesi bir fikrin barındırdığı güçlükler çok açıktır, hatta şunları yazan Muller bile bunun farkındadır:
Bir göktaşının tam da her 26 milyon yılda bir çarpmasını inanılmaz buldum. Uzayın uçsuz bucaklığında, Dünya bile çok küçük bir hedeftir. Güneşe yakın bir mesafeden geçen bir göktaşının gezegenimize çarpma ihtimali milyonda birden biraz daha fazladır. Gerçekleşen çarpışmalar gelişigüzel bir dağılım göstermelidir, zaman ipine dizilmiş boncuklar gibi bir dağılım değil. Onları düzenli bir takvimle çarpmaya iten şey ne olabilirdi? Belki de bir kozmik terörist bir göktaşı tabancasıyla hedef alıyordu. Gülünç sonuçlar gülünç teorileri gerektirir.
Ve Muller, tüm kitlesel tükenişlerin gerçekten de göktaşı çarpmalarından kaynaklandığı ve bunun da düzenli olarak her 26 milyon yılda bir tekrarlandığı şeklindeki önyargılı düşünceyi haklı çıkarmak amacıyla tam da böylesi gülünç bir teoriyi inşa etmeyi sürdürdü. Muller dinozorların dünyaya çarpan bir göktaşı tarafından yok edildiği teorisini icat eden ve kendisinin düşüncelerinden kuşku duyan Luis Alvarez’le giriştiği ateşli bir tartışmayı anlatıyor. Bu diyalogdan aktaracağımız aşağıdaki pasaj, belli hipotezler üretilirken kullanılan yöntem hakkında fikir edinmemizi sağlıyor:
Günün birinde bir göktaşını her 26 milyon yılda bir dünyaya çarptırmanın bir göktaşı yapmanın bir yolunu bulduğumuzu varsay. O zaman, hatalı olduğunu ve tüm verilerin kullanılmış olması gerektiğini kabul etmek zorunda olmaz mıydın?
“Senin modelin nedir?” diye sordu. Sorumdan kaçtığını düşündüm.
“Bunun önemi yok! Senin mantığını yanlış kılan, belirli herhangi bir modelin varlığı değil, böylesi bir modelin mümkün olmasıdır.”
Alvarez’in sesi titriyordu. Üstelik sinirlenmeye başlıyor gibi de görünüyordu. “Bak şimdi Rich” diye karşılık verdi, “uzun zamandır veri analizi işinin içindeyim ve birçok insan beni bir uzman olarak kabul eder. Bildiğin bir şeyi gözardı edip düşüncesiz bir yaklaşımı benimseyemezsin.”
Otorite olduğu iddiasındaydı! Bilimcilerin böyle bir şey yapmaya hakları yoktur. Sinirlerine hakim ol Rich, dedim kendi kendime. Sinirlendiğini ona gösterme.
“Kanıtın sorumluluğu senin sırtında” diye devam ettim, yapay bir sakinlikle. “Bir model sunmak zorunda değilim. Böylesi bir modelin mümkün olmadığını gösteremediğin sürece, senin mantığın yanlıştır.”
“Göktaşları dünyaya periyodik olarak nasıl çarpmış olabilirler? Modelin nedir?” diye tekrar sordu. Duyduğum hüsran beni patlama noktasına yaklaştırmıştı. Alvarez söylediğimi neden anlayamıyordu? O benim bilim kahramanımdı. Nasıl bu kadar aptal olabilirdi?
Kahretsin! diye düşündüm. Eğer mecbursam, bu tartışmayı onun kurallarıyla kazanacağım. Bir model icat edeceğim. Artık adrenalinim akıyordu. Biraz düşündükten sonra, dedim ki: “Varsayalım, güneşin yörüngesinde bir refakatçi yıldız olsun. Her 26 milyon yılda dünyaya yaklaşıyor ve bir şeyler yapıyor, ne yaptığına emin değilim, fakat göktaşlarını dünyaya çarptırıyor. Belki de göktaşlarını kendisiyle birlikte getiriyordur.”
En küçük bir temel bile olmaksızın bir hipoteze ulaşmak için kullanılan bu yöntemin tümüyle keyfi doğası, gözleri alacak kadar aşikârdır aslında. Böyle bir yaklaşımla, gerçekten de bilim alanını terk eder, bilim-kurgu alanına gireriz, eski bir şarkının sözleriyle, “her şey mubah”. Aslında Muller şunu itiraf edecek kadar dürüsttür: “Eğer modelim gelecek saldırılara en azından birkaç dakika dayanabilirse anlatmak istediğim şeyi başarmış olurum diye hissetmiş olsam da, modelimin bu kadar ciddiye alınacağını düşünmemiştim.”[2] Ama her şeye inanma çağında yaşıyoruz. Hiçbir şekilde bilimsel bir model olmayıp, keyfi bir tahminden ibaret olan “Nemesis” teorisi, şimdi, bu görünmez “ölü yıldız”ın, bu kozmik teröristin varlığının ipuçlarını bulmak için hararetle gökyüzünü tarayan birçok astronom tarafından çok büyük ciddiyetle ele alınıyor. Dinozorların işini bir çırpıda bitiren bu terörist, bir gün suç sahnesine tekrar çıkacak ve hepimizin kökünü kurutacak!
Buradaki sorun yöntem sorunudur. Napoleon Laplace’a, mekanik evren şemasında Tanrının nereye oturduğunu sorduğunda, Laplace şu meşhur yanıtını vermişti: “Sire, je na’ai pas besoin de cette hypothèse.” (“Majesteleri, bu hipoteze ihtiyaç duymadım.”) Diyalektik materyalizm doğadaki hareketin içsel yasalarını keşfetmeye koyulur. Rastlantıların tüm doğal süreçlerde bir rol oynamasına, ve örneğin dinozorların neslinin tükenmesine yolunu şaşırmış bir göktaşının yol açmasının esas itibariyle ihtimal dışı olmamasına rağmen, genelde kitlesel tükenişlerin nedenlerini, ele alınan süreçlerle tümüyle ilişkisiz dışsal olgularda aramak tamamen yanıltıcı ve kısır bir çabadır. Türlerin evrimine hükmeden yasalar araştırılmalıdır ve bu yasalar evrim sürecinin kendi içinde bulunmalıdır. Bu süreç hem uzun yavaş değişim dönemlerini hem de, bir yandan bazı türlerin kitlesel tükenişlerine diğer yandan da yeni türlerin ortaya çıkmalarına ve güçlenmelerine yol açan muazzam ölçüde hızlanmış değişim dönemlerini içerir.
Bir deus ex machina* gibi, bir sihirbazın şapkasından çekip çıkardığı meşhur tavşan gibi, konu dışı faktörlere başvurarak sorunları çözmeye dönük bu keyfi girişimlerin ardındaki neden, süreci bir bütün olarak kavrama, onun çelişkili, karmaşık, nonlineer karakterini anlama yeteneğinden –bir başka deyişle, diyalektik bir yaklaşımdan– yoksun oluştur. Bu yolun sonu ancak en kör çıkmaz sokağa varır. Dahası, en çılgın senaryoların –ki neredeyse hepsi, en azından dünyanın sonuna delâlet eden birtakım muhtemel kozmik felâketler düşüncesini içermektedir– kabul edilmesine dönük bu olağandışı eğilim, 20. yüzyılın son on yılında toplumun genel psikolojik yapısı hakkında bize çok şey anlatır.
İnsanın Devrimci Doğuşu
Senozoik diye bilinen jeolojik zaman 65 milyon yıl önceki kitlesel tükenişlerle başlar ve günümüze kadar sürer. Bu zaman boyunca da kıtalar kaymaya, birbirlerinden ayrılmaya ve çarpışmaya devam ettiler. Bu da yeni çevre koşulları yarattı. İlk 20 milyon yılda sıcaklık yükselmeye devam etti ve bir tropik kuşak oluştu, bu kuşakta örneğin Britanya’nın koşulları, Malezya ormanlarının koşullarına benziyordu. Bu jeolojik zamanda evrimdeki en önemli gelişme, sürüngenlerden boşalan alanları ele geçiren memelilerin olağanüstü hızlı yükselişiydi. Hem primatlar, filler, domuzlar, kemirgenler, atlar, denizayıları, yunus balıkları, balinalar ve yarasalar, hem de modern kuşların en büyük takımları ve birçok bitki familyası 40 milyon yıl önce ortaya çıkmıştı.
Memelilerin yükselişi, evrimin kesintisiz bir çizgi boyunca hep daha yukarılara ilerleyerek nihai doruğuna insanlığın doğuşuyla, yaratılışın taçlandırıcı zaferiyle ulaştığı bir zafer alayı olarak görülebilir. Ama durum böyle olmaktan hayli uzaktır. Gördüğümüz gibi, evrim asla düz bir doğru boyunca ilerlemedi. Şiddetli büyüme dönemlerini, aynı bu dönemde olduğu gibi, dramatik geriye gidişler, ölüm ve tükeniş takip etti. Bu iki ana tükeniş dönemi keskin çevresel değişimlerle ilişkiliydi. 40-30 milyon yıl önce, soğuma sürecinin başlangıcına tanık oluyoruz. Bunu takip eden 25 milyon yıl boyunca sıcaklık sürekli olarak düştü ve ancak 5 milyon yıl önce bugünkü düzeyinde istikrar kazandı. Memelileri etkileyen ilk yakın dönem nesil tükenişleri bu evrede gerçekleşti.
İnsansı maymunların ve insanların atası olan Primatlar tüm dünyaya yayılmıştı. Dinozorların nesillerinin tükenmesi dönemi bu familyaların birçoğu üzerinde etkili olmuştu. Yeni çevresel koşullar, değişen koşullara daha iyi uyum sağlamış yeni bir türün –ilk insansı maymunlar– gelişmesine yol açtı. Yeni koşulların Amerika’yı değil de en başta Afrika ve Avrasya’yı etkilediğini belirtmek önemlidir. Bu dönemde Antarktika Güney Kutbuna ulaşmış ve buzlarla kaplanmaya başlamıştı. Takip eden 10-20 milyon yıl, memelilerin patlamalı bir büyüme dönemiydi, memelilerin hiç olmadıkları kadar büyük boyutlara ulaştıkları bu dönemde birçok insansı maymun türü ortaya çıktı. Ne var ki, insansı maymunların temel tasarımları bu dönem boyunca değişmeksizin kaldı, ta ki yeni bir keskin iklim değişikliği bir dönüşümü beraberinde getirinceye kadar. Hominidlerin insansı maymunlardan ne zaman ve nasıl ayrıldığı hususunda paleontologlar arasında dikkate değer bir uyuşmazlık söz konusudur. Kemiklerden sağlanan bilgiler, 14 milyon yıl öncesinde, modern insansı maymunlara benzeyen bir türün ortaya çıkmış olduğunu göstermektedir. Bilimciler bu kemiklerin, 14-7 milyon yıl önce Afrika ve Avrasya’da yaşayan bir türe ait olduğuna inanıyorlar. Öyle görünüyor ki, insanların, insansı maymunların ve gorillerin ortak atasını temsil eden oldukça başarılı bir türdü bu. Ardından, 10-7 milyon yıl önce, yeni ve dramatik bir çevresel değişim daha oldu.
Antarktika çoktan buzullarla kaplanmıştı. Artık buzullar, yalnızca güneye değil, kuzeye de yayılıyor, Alaska’yı, Kuzey Amerika’yı ve Kuzey Avrupa’yı kaplıyordu. Gittikçe daha fazla su donduğundan deniz seviyesi alçalmaya başladı. Deniz seviyesindeki alçalmanın o sıralar 150 metreden daha fazla olduğu hesaplanmıştır. Bunun sonucunda kıtaları birbirine bağlayan yeni kara parçaları ortaya çıktı; Avrupa’yı Afrika’ya, Asya’yı Amerika’ya, Britanya’yı Avrupa’ya bağlayan kara köprüleri oluşmuş, böylelikle türlerin daha fazla yayılması mümkün olmuştu. Akdeniz tümüyle uçup gitmişti. Ekvator çevresindeki iklim çok kuraklaşmış, bu da ormanların kütlesel bir biçimde azalmasıyla birlikte geniş çölleşmelere ve muazzam genişlikteki bozkırların ve açık alanların ortaya çıkmasına sebep olmuştu. O sıralarda Asya Afrika’dan çöllerle ayrılmıştı, bu da Afrika insansı maymunlarını Asyalı kuzenlerinden koparmıştı. Kaçınılmaz olarak bu dönem bir başka kitlesel tükenişler ve ölümler dönemi oldu. Fakat bu aynı ölçüde yeni türlerin doğuş dönemiydi de. Belli bir noktada, muhtemelen 7 milyon yıl önce, memelilerin gelişimi ilk hominoidlerin (insansı primatlar) ortaya çıkışıyla sonuçlandı.
Bugün, insanlığın kökeninin Afrika olduğu genel kabul görmektedir. 5,3 milyon yıl önce Akdeniz bugünkü biçimini aldı ve Afrika’da yeni bir insansı maymun türü gelişti, bu tür bir milyon yıl içerisinde üç farklı doğrultuda gelişerek sonuçta şempanzeleri, hominidleri ve gorilleri ortaya çıkardı. Bu üç dalın ayrılışı yaklaşık 4-5 milyon yıl önce Doğu Afrika’daki çevresel etkenlerin basıncının bir sonucu olarak gerçekleşti. Buzulların Güney Afrika’ya yayılması Doğu Afrika’da dramatik bir değişime yol açmıştı: düşen yağmur miktarının azalması ve genel bir iklimsel kurumanın sonucunda ormanların ciddi bir biçimde tükenmesi. İlk insansı maymunların üç türünün ayrılışına yol açan itici güç muhtemelen buydu. O ana dek ağaçlarda yaşamışlardı. Artık üç seçenekleri vardı:
1) Bir kısmı ormanlarda kaldı. Bunlar, en becerikli, en güçlü ve sınırlı kaynaklardan yiyecek elde etmekte en başarılı olanlar olsa gerek. Ne var ki, orman habitatının gerileyişi bunların sayısını ciddi biçimde azaltmış olmalı. Bu türün kalıntılarını modern goriller temsil etmektedir.
2) Ormanların daha az ağaçlı ve daha az besin kaynaklarına sahip kenar bölgelerine göç etmek zorunda kalan diğer bir grup, korunmak için ağaçlara yakın yerlerde kalırken, en sonunda yerde hareket ederek kendi besin toplama sahasını genişletmek zorunda kalmıştı. Bu grup modern şempanzeler tarafından temsil edilir.
3) Belki de türün daha zayıf ve daha beceriksiz kesiminden oluşan üçüncü bir grup, kıt besin kaynakları için yürütülen şiddetli rekabet yüzünden ormanlardan tamamen göç etmek zorunda kalmıştı. Böylece yalnızca yerde hareket etmek değil, hayatta kalmaları için gerekli besinleri bulmak için uzun mesafeler katetmek zorunda da kalmışlardı. Bunlar diğer primatlardan kökten farklı, tümüyle yeni bir yaşam tarzı geliştirmek zorundaydılar.
İklimsel değişimlerin yol açtığı Asya’daki çevresel baskılar da bazı maymun gruplarını ormanların kenarına itmişti. Bunlar modern babunlara dönüştüler, babunlar besin aramak için yerde hareket ederler ancak kendilerini korumak için ağaçlara geri dönerler. Primatlar bir hareket tarzı çeşitliliği sergilerler. Tarsier, atlayıp sıçrar ve ağaçlara tutunur; gibon ağaçların dalları arasında bir sarkaç gibi sallanarak hareket eder; orangutan “dört ellidir”; goril “dört ayaklı bir yürüyüşçüdür; maymun gerçek bir dört ayaklıdır; yalnızca hominidler tamamen iki ayaklı olmayı göze almışlardı.
Diğer uzmanlaşmalar ellerle ilgilidir. Eğer biri sıçrayıp yakalayacaksa, mesafeyi daha kesin bir şekilde kestirmekte yetkin olmalıdır. Eğer değilse en iyi durumda eli boş dönecektir; en kötü durumda ise dalı hiç yakalayamayacak ve düşecektir. Daha hassas bir mesafe tahmininin yolu iki gözle bakmaktan geçer: iki gözü bir nesnenin üzerine odaklamak derinliği algılamayı sağlar. Bu da gözlerin, sincaplardaki gibi başın yan tarafında değil de, kafatasının önyüzünde bulunmasını ve ileriye bakmasını gerektirir. Primat atalarımız böyle bir bakışı geliştirdiler. Kafatasları gözlerin yeni konumuna uymak için yuvarlaklaştı, ve biçimdeki bu değişiklikle birlikte kafatası hacminin büyümesi ve daha büyük bir beyine sahip olma fırsatı doğdu. Aynı zamanda, çene küçüldü. Elleri olan bir hayvan, toplama ve avlanma işlerini artık dişleriyle yapmak zorunda değildir. Bu işleri daha küçük bir çeneyle daha az dişle de yapabilir. Modern insansı maymunlar ve diğer maymunlar –ve insanlar– her çenede on altı dişe sahipler. Atalarının ise yirmi iki dişi vardı.[3]
Psikolog Jerome Bruner çocukların zihinsel gelişimi üzerine kaleme aldığı yazılarda, hüner gerektiren davranışların, bir yanda dil üretmeyle ve diğer yanda da problem çözmeyle birçok ortak noktası olduğunda ısrar etmişti. En basit hünerlerin neredeyse hepsi elin ya da ellerin kullanılmasını ve gözün kılavuzluğunu gerektirir içerir. İnsan elinin gelişimi üzerine Bruner şunları yazıyor:
İnsanın elleri yavaş gelişen bir sistemdir, ve insanlar türümüzü diğerlerinden ayırt eden el zekâsı çeşidini –alet yapma ve kullanma– sergilemeden önce yıllar geçti. Aslında tarihsel olarak eller, primatların evrimini inceleyen öğrencilerin bile çok fazla dikkatini çekmemiştir. Wood Jones maymun eliyle insan eli arasında küçük morfolojik farklılıklar bulunduğuna, esas farklılığın merkezi sinir sistemi tarafından koşuldukları işlevlerde olduğuna bizi ikna etmek zorunda kalmıştı. Yine de, Clark ve Napier’in işaret ettiği gibi, eldeki morfolojik değişimin evrimsel doğrultusu, ağaç farelerinden, Yeni Dünya maymunlarından, Eski Dünya maymunlarından geçerek insana ilerler; bu da elin işlevinin ve onunla birlikte insan zekâsının hayata geçirilişinin nasıl değiştiğini gözler önüne serer.
Bu değişim düzenli olarak, uzmanlaşmadan uzaklaşmanın çok özel bir biçimi doğrultusunda olmuştur. el, kendi loko-motor işlevinden, kolları savurarak daldan dala geçme işlevinden ve pençeler ve egzotik biçimli patilerce karşılanan uzmanlaşmış gereksinmelerden muaftır. İşlevde uzmanlaşmadan uzaklaşma, yerine getirilebilecek işlevlerde çeşitlenme anlamına gelir. El, ağırlık kaldırmak için gereken parmak kemiklerindeki açılma yeteneğini, yiyecek avuçlama için kapanma yeteneğini, tutma ve tırmanma için dolama yeteneğini ya da başparmakla diğerlerinin karşılıklı durması yetisini –erken primat mirasının parçaları– yitirmeksizin, geç primat evriminde bazı yeni işlevsel yetenekler kazanır, beri yandan uygun bir morfolojik evrim de geçirerek. Birleşik bir kuvvetli ve hassas kavrama yeteneği de buna eklenir.
El ayasının ve başparmağın esnekliği artar. Uç parmak kemikleri genişler ve güçlenir, özellikle başparmak. Napier şunu söylerken abartıyor olabilir: “Mevcut deliller ilk insanın taş aletlerinin, onları yapan el kadar iyi (ya da kötü) olduğunu akla getiriyor.” Elbette başlangıçtaki aptal eller kültürle donanan zeki bir programa koşulduğunda zeki oldular.[4]
İlk hominid fosilleri Doğu Afrika’da bulundu, bu fosiller yaklaşık olarak 3,5-3,3 milyon yıl önce yaşamış Australopithecus Afarensis olarak bilinen türe aittir. Maymun benzeri bu yaratıklar dik yürüyebiliyorlardı, başparmakları parmaklarının tam karşısındaydı ve bu nedenle alet kullanabiliyorlardı. Kafatası hacimleri diğer maymunlardan daha büyüktü (450 santimetreküp). Ama yine de, bu erken hominidlerle ilgili herhangi bir alet bulunamamıştır; bu tür aletler, açıkça tanımlanan ilk insan türüne, yani uygun bir şekilde Homo habilis (“becerikli adam”) diye adlandırılan insan türüne geldiğimizde görülürler. Homo habilis dik yürüyordu, 1,20 metre boyundaydı ve 800 santimetreküplük bir beyin kapasitesine sahipti.
İnsanların hominid insansı maymunlardan gerçek ayrılışı hangi noktada gerçekleşti? Paleontologlar bu sorun üzerinde uzun zaman tartıştılar. Yanıt Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü adlı ustaca kaleme alınmış denemesinde Engels’ten geldi. Ama bu sorunun yanıtı Marx ve Engels’in 1845 tarihli çığır açıcı çalışması Alman İdeolojisi’nde çok daha önceden ortaya konmuştu:
İnsanlar hayvanlardan bilinçle, dinle ya da istediğiniz herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar, kendi geçinme araçlarını üretmeye başlar başlamaz –ki fiziksel örgütlenişleriyle koşullanan bir adımdır bu– kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlarlar. İnsanlar kendi geçimlerini üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler.[5]
Alet Yapmanın Rolü
İnsan türünün kökenine ilişkin materyalist görüşü gözden düşürmek için son derece yüzeysel çabayla içerisinde, insanların “alet kullanan” yegâne hayvanlar olmadığı sıklıkla dile getirilir. Bu argüman tümüyle boştur. Birçok hayvanın (yalnızca maymunlar ve şempanzelerin değil, bazı kuşların ve böceklerin bile) belli faaliyetler için “alet” kullandığı söylenebilirse de, bu aletler söz konusu hayvanların bulabildikleri doğal nesnelerle –ağaç dalları, taşlar vb.– sınırlıdır. Dahası böylesi bir kullanım ister tesadüfi bir faaliyetten (meselâ bir maymunun bir meyveyi yerinden oynatmak için bir ağaca herhangi bir dal parçasını fırlatmasında olduğu gibi), isterse de son derece karmaşık olabilen sınırlı bir eylemden oluşsun, tamamen genetik şartlanma ve içgüdünün sonucudur. Eylemler her zaman aynıdır. Daha üst memeli türlerinde çok sınırlı bir düzeyde varolmasına rağmen, genel olarak zekice bir planlamadan, öngörüden ya da yaratıcılık diye bir şeyden bahsedilemez; en ileri insansı maymunların dahi, en ilkel hominidlerin üretici faaliyetini andıran bir davranışları yoktur.
Esas mesele insanların “alet kullanması” değildir. Mesele, insanların alet yapan yegâne hayvan olmasıdır, üstelik de yalıtık ya da tesadüfi bir faaliyet olarak değil, tersine kendi varoluşunun –ki diğer her şey buna dayanır– esas koşulu olarak alet yapan yegâne hayvan insandır. Böylelikle, genetik açıdan insanlar ve şempanzeler neredeyse özdeş olmasına rağmen ve bu hayvanların davranışları bazı bakımlardan göze çarpıcı ölçüde “insani” gibi görünse bile, en zeki şempanze bile, Homo erectus (insanlığın evrim eşiğinde duran bir yaratık) tarafından üretilen en ilkel taş aletleri yapmaktan bütünüyle acizdir.
Son zamanlarda çıkan İnsanlığın Kökeni kitabında Richard Leakey bu noktayı ele alır:
Şempanzeler usta alet kullanıcılardır ve akkarıncaları yakalamak için dal parçaları kullanırlar, yaprakları sünger olarak ve taşları da fındık fıstık gibi şeyleri kırmak için kullanırlar. Fakat –en azından şimdiye kadar– yabani hayattaki hiçbir şempanzenin hiçbir zaman bir taş alet imal ettiği görülmemiştir. İnsanlar keskin kenarlı aletleri 2,5 milyon yıl önce iki taşı birbirine çarparak üretmeye, böylelikle de insanın tarih öncesini aydınlatan teknolojik bir faaliyetin izlerini bırakmaya başladılar.[6]
Bu satırları, Engels’in 1876’da yazdığı satırlarla karşılaştırın:
Birçok maymun ağaçlara kurdukları yuvalarını elleriyle yaparlar, hatta şempanzeler, kötü hava koşullarından korunmak için dallar arasında çatı inşa ederler. Düşmanlarına karşı kendilerini korumak için elleriyle sopa tutarlar ya da düşmanlarına meyve ve taş fırlatırlar. Yakalandıklarında, insanoğlundan kopya ettikleri bir dizi basit işlemi de elleriyle gerçekleştirirler. Ama insana en çok benzeyen insansı maymunların gelişmemiş eli ile yüz binlerce yıllık emek sayesinde son derece kusursuzlaşmış insan eli arasındaki uçurumun ne denli büyük olduğu tam da burada anlaşılır. Her ikisinde de kemik ve kas sayısı ve bunların genel düzeni aynıdır; ama en ilkel vahşinin eli bile hiçbir maymunun taklit edemediği yüzlerce işlemi gerçekleştirebilir. Hiçbir maymun eli en kaba taş bıçağı bile asla şekillendirememiştir.[7]
Nicholas Toth yıllarca ilk insanların alet üretme yöntemlerini anlamaya çalıştı ve şu sonuca vardı; taşları inceltmenin en temel süreçleri bile yalnızca hatırı sayılır bir dikkat ve el becerisini değil aynı zamanda belli bir derecede öngörü ve planlamayı gerektirmektedir.
Verimli çalışmak için, taşı kırarak şekillendirecek olan kişi uygun şekle sahip bir kaya parçası seçmeli, uygun bir vurma açısıyla taşı elinde tutmalıdır; ve vurma hareketinin kendisi, doğru yere uygun bir kuvvetle darbe indirmek, büyük bir pratiği gerektirir. Toth, 1985 tarihli bir makalede “alet yapan ilk insanların, taşları işlemenin temel ilkelerine ilişkin sağlam bir sezgisel zekâya sahip oldukları açıktır” diye yazmıştı. “İlk alet yapıcıların insansı maymunların ötesinde bir zihinsel kapasiteye sahip olduklarından şüphe duyulamaz” demişti bana. “Alet yapımı önemli motor ve bilişsel* becerilerin koordinasyonunu gerektirir.”[8]
El, beyin ve diğer vücut organları arasında sıkı bir ilişki vardır. Beynin ellerle ilişkili kısmı, vücudun diğer kesimleriyle ilişkili kısımlarından çok daha büyüktür. Darwin zaten, organizmanın belli parçalarının gelişiminin görünüşte bu parçalarla hiçbir ilişkisi olmayan diğer kısımların gelişimine bağlı olduğunu kavramıştı. Bu olguya, karşılıklı gelişme yasası adını vermişti. El becerisinin emek sayesinde gelişimi beynin hızlı bir gelişimi için gerekli uyarıcıyı sağlamıştı.
İnsanlığın gelişimi bir tesadüf değil, zorunluluğun sonucuydu. İlk hominidlerin dik durmaları, besin arayışı içinde bozkırlarda özgürce dolaşabilmeleri için gerekliydi. Kafa, yırtıcıların varlığını saptamak için vücudun en üstünde konumlanmış olmalıydı, tıpkı bozkırlarda yaşayan diğer bazı hayvanlar gibi. Sınırlı besin kaynakları, toplama ve taşıma zorunluluğunu doğurdu, ki bu da elin gelişiminin itici gücüydü.
İnsansı maymunlar iki ayakları üzerinde yürümek üzere inşa edilmemişlerdir, bu nedenle de iki ayakları üzerindeyken hantaldırlar. En erken hominidlerin anatomileri bile açıkça dik yürümeye uyum sağlamış bir kemik yapısını gözler önüne serer. Dik durma birçok bakımdan ciddi dezavantajlara sahiptir. İki ayakla, dört ayakla koşulabildiği kadar hızlı koşmak mümkün değildir. Birçok bakımdan iki ayaklılık doğal olmayan bir duruştur, ki bu da mağaralardan günümüze kadar insanı uğraştıran sırt ağrılarının yaygınlığını açıklar. İki ayaklılığın büyük avantajı, bu duruş şeklinin elleri çalışmak üzere serbest bırakmasıdır. İnsanlığın ileri doğru büyük sıçrayışıdır bu. Emek, doğayla birlikte, tüm zenginliğin kaynağıdır. Ancak Engels’in de işaret ettiği gibi, bundan çok daha fazlası da söz konusudur:
“O [emek], insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanı bizzat yaratmıştır demeliyiz.”
Emek sayesinde elin gelişimi bir bütün olarak vücudun gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır.
Demek ki el yalnızca emeğin organı olmakla kalmaz aynı zamanda emeğin ürünüdür. Her seferinde yeni işlere uyum sağlayarak, böylelikle edinilmiş özel kasların, kas bağlarının ve uzun zaman dönemlerinde de kemiklerin kalıtımıyla, ve kalıtımla elde edilen bu iyileşmiş özelliklerin gittikçe daha karmaşık ve yeni işlere hep yeni bir biçimde uygulanmasıyla, insan eli, Raphael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini ve Paganini’nin müziğini yaratabilmesini mümkün kılan üst düzey bir mükemmellik kazanmıştır.
Ama el tek başına değildi. O, bütünün, son derece karmaşık bir organizmanın yalnızca bir üyesiydi. Ve elin yararlandığı şey elin hizmet ettiği tüm bedene de yarar sağladı.[9]
Aynı şey dil için de geçerlidir. Maymunlar birtakım sesler çıkarabilseler ve embriyonik bir “dil” olarak görülebilecek el kol hareketleri yapabilseler dahi, onlara konuşmayı öğretmeye dönük tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Dil, Engels’in açıkladığı gibi, kolektif üretimin bir ürünüdür ve ancak yaşamsal faaliyeti aletler üretmek amacıyla işbirliği yapmaya dayalı bir tür içinde ortaya çıkabilir, bu aletleri üretme süreci bilinçli olarak öğrenilmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılması gereken karmaşık bir süreçtir. Bu hususta Noam Chomsky şunları söylüyor:
İnsan doğasını ve insan yeteneklerini incelemekle ilgilenen herkes bir şekilde şu olguyla da ciddi bir biçimde yüzleşmek zorunda kalır; tüm normal insanlar dil edinirlerken, dilin en açık ilkelerinin edinilmesi bile, diğer açılardan zeki olan bir maymunun yeteneklerinin çok ötesindedir.
Son zamanlarda, dilin insanlara özgü bir şey olmadığını göstermeye çalışmak adet haline geldi. Hayvanlar arasında iletişim sistemlerinin mevcut oluşu su götürmez bir olguyken, bunu bir dil olarak tanımlamak tamamen yanlıştır. İnsanın konuşması insan toplumundan ve insanların işbirliği içerisinde üretken faaliyetinden kaynaklanır ve hayvanlar dünyasındaki herhangi bir diğer iletişim sisteminden, hatta en karmaşık olanından bile nitel olarak farklıdır.
İnsan dili, hayvanlar dünyasında kayda değer bir benzeri olmayan, eşsiz bir olgu olarak görünür. Eğer durum buysa, insan dilinin evrimini, daha düşük bir zekâ kapasitesinde görünen daha ilkel iletişim sistemlerinden hareketle izah etme sorununu ortaya atmak tümüyle anlamsızdır.
Ve yine:
Bildiğimiz kadarıyla, insanın bir dile sahip olması, yalnızca daha üst bir zekâ düzeyiyle değil, özgül bir zihinsel örgütleniş türüyle ilişkilidir. İnsan dilini, hayvanlar dünyası içinde bulunabilecek bir şeyin yalnızca daha karmaşık bir durumu olarak görmenin hiçbir anlamı yoktur. Bu görüş biyologların önüne bir sorun çıkarır, çünkü eğer doğruysa, bu, gerçek “yeni gelişme”nin –örgütlenmenin karmaşıklığının özel bir aşamasında nitel olarak farklı bir olgunun ortaya çıkışının– bir örneğidir.[10]
Beyin boyutlarındaki hızlı genişleme ek sorunlar da doğurdu; özellikle çocukların doğumu sırasında. Yeni doğmuş bir insansı maymun 200 santimetreküp boyutlarında –yetişkin bir insansı maymununkinin yaklaşık yarısı– bir beyne sahipken, insan yavrusununki (385 santimetreküp) yetişkin bir insanın beyninin (1350 santimetreküp) yaklaşık dörtte biri ebatlarındadır. Dik yürümeye uyum sağlamış insan pelvisinin biçimi pelvisin açılma miktarını sınırlar. Böylece tüm insan bebekleri, büyük beyin boyutları ve iki ayaklılığının biyolojik mühendisliği tarafından dayatılan sınırlamaların bir sonucu olarak “prematüre” doğarlar.
Yeni doğan insan bebeğinin tümüyle yardıma muhtaç oluşu, üst memelilerin tüm diğer türleriyle karşılaştırıldığında apaçıktır. Michigan Üniversitesinden biyolog Barry Bogin’in ileri sürdüğüne göre, küçük çocuklardaki çok yavaş vücutsal büyüme hızı, insansı maymunlarla karşılaştırıldığında, insan toplumunun karmaşık kurallarını ve tekniklerini özümsemek için uzun bir zamana ihtiyaç duyulmasıyla bağlantılıdır. Çocuklarla yetişkinler arasındaki vücut ebatlarının farklılığı bile gencin ihtiyardan öğrendiği bir öğretmen-öğrenci ilişkisini kurmaya yardım eder, oysa insansı maymunlarda hızlı büyüme çok kısa sürede fiziksel rekabete yol açar. Uzun öğrenme süreci tamamlandığında, ergenlik döneminde vücut ani bir sıçramayla farkı kapatır.
İnsanlar, yalnızca hayatta kalma hünerlerini değil, aynı zamanda gelenekleri ve toplumsal töreleri, akrabalığı ve toplumsal yasaları da –yani kültürü– yoğun bir şekilde öğrenmeleri sayesinde insan olurlar. Savunmasız küçük çocuklara bakıldığı ve daha büyük çocukların eğitildiği toplumsal çevre, insansı maymunlardan çok insanlara özgüdür.[11]
Toplumsal Örgütlenme
Birçok yırtıcının olduğu açık bozkırlarda yaşamak tehlikeli bir işti. İnsanlar güçlü hayvanlar değildirler ve ilk hominidler bugünkü modern insanlardan daha küçük boyutlardaydılar. Ne güçlü pençeleri ve güçlü dişleri vardı, ne de aslanlardan ya da diğer yırtıcı hayvanlardan daha hızlı koşabilirlerdi. Hayatta kalmanın yegâne yolu, zaten kıt olan besin kaynaklarından kolektif bir tarzda yararlanmak için, oldukça üst düzeyde örgütlenmiş ve işbirliği yapan bir topluluk oluşturmaktı. Hiç şüphesiz bu hususta belirleyici adım, çeşitli amaçlar için kullanılan taştan yapılmış aletlerden başlayarak insan eliyle yapılmış çeşitli araçların üretilmesiydi. Aldatıcı basit görünümlerine rağmen, bu aletler son derece sofistike ve çok yönlü aletlerdi, bu aletlerin üretimi anlamlı bir örgütlenme düzeyine, planlamaya ve en azından işbölümü unsurlarına delâlet eder. Burada karşımızda duran insan toplumunun gerçek başlangıcıdır. Engels’in sözleriyle:
Daha önce söylediğimiz gibi, maymunsu atalarımız sürü halinde yaşarlardı; tüm hayvanların en toplumsalı olan insanı sürücül yaşamayan yakın atalardan türetmeye kalkmak açıkça imkânsızdır. Elin gelişimiyle, emekle başlayan doğa üzerindeki egemenlik, her yeni ilerlemede insanın ufkunu genişletti. Sürekli olarak doğal nesnelerin yeni, daha önce bilinmeyen özelliklerini keşfediyordu. Diğer yandan, emeğin gelişimi, birbirine karşılıklı destek olma ve ortaklaşa etkinlik durumlarının sayısını arttırmakla ve bu ortaklaşa etkinliğin yararlılığını tek tek her birey için apaçık bir şey haline getirmekle, topluluğun üyelerinin birbirlerine daha da yaklaşmasına kaçınılmaz olarak yardım etti. Kısacası, oluşum halindeki insan, birbirine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu bir noktaya ulaştı. İhtiyaç kendi organının oluşumuna yol açtı; insansı maymunun gelişmemiş gırtlağı, modülasyonlar aracılığıyla daha da gelişmiş bir modülasyona doğru yavaş ama kararlı adımlarla dönüştü ve ağız organları yavaş yavaş birbiri peşi sıra net telaffuz edilen harfleri seslendirmeyi öğrendi.[12]
Alet üretimi, ilkin kadın ve erkek arasında işbölümünün başlaması, dilin gelişimi ve işbirliğine dayalı bir toplum; bunlar insanlığın gerçek ortaya çıkışını belirleyen unsurlardır. Bu yavaş, tedrici bir süreç değildi, tersine bir başka devrimci sıçramayı, evrimdeki en belirleyici dönüm noktalarından birini temsil etmektedir. Paleontolog Lewis Binford’un sözleriyle, “Bizim türümüz, tedrici, ilerleyen süreçlerin sonucu olarak değil, tersine göreli kısa bir zaman aralığında patlamalı bir şekilde ortaya çıktı.”[13]
Emekle tüm diğer etkenler arasındaki ilişki Engels tarafından açıklanmıştır:
Önce emek, ardından onunla birlikte net konuşma; bunlar, insansı maymunun beyninin, tüm benzerliğine rağmen kendisinden çok daha büyük ve daha kusursuz olan insan beynine tedricen dönüşmesine neden olan en temel iki dürtüdür. Beynin gelişimi, onun en doğrudan araçlarının –duyu organlarının– gelişimiyle el ele yürüdü. Tıpkı konuşmanın adım adım gelişimine zorunlu olarak işitme organının buna tekabül eden gelişiminin eşlik etmesi gibi, bir bütün olarak beynin gelişimine de tüm duyuların daha da hassaslaşarak gelişimi eşlik eder. Kartal insandan çok daha uzağı görür, ancak insan gözü eşyada kartalınkinden çok daha fazlasını görür. Köpek insandan çok daha keskin bir koku duyusuna sahiptir, ama insan için farklı şeylerin belirli özellikleri olan kokuların yüzde birini bile ayırt edemez. Ve insansı maymunun ancak en kaba ilkel biçimiyle sahip olduğu dokunma duyusu, bizzat insan elinin emek aracılığıyla gelişimiyle yan yana gelişmiştir.
En ilkel aletlerin kullanılması bile kendilerine diğer maymunların ulaşamadıkları besinlerden yararlanma hakkı tanımış da olsa, en erken hominidler ağırlıklı olarak vejetaryen bir diyete sahiplerdi. Bu diyet, esasen leş yiyicilikle elde edilen küçük miktarlarda etle takviye ediliyordu. Gerçek atılım, alet ve silah üretiminin insanların birincil besin kaynağı olarak avcılığa geçmelerini mümkün kıldığı anda oldu. Hiç kuşkusuz et tüketimi beyin boyutlarında hızla daha da büyük bir artışa yol açtı:
Et yemek, organizmanın kendi metabolizması için ihtiyaç duyduğu en temel maddeleri neredeyse hazır bulmasını sağlamaktadır. Bu, yalnızca sindirim için gerekli olan zamanı değil, aynı zamanda bitki yaşamına denk düşen diğer bitkisel vücut süreçlerini de kısalttı ve böylece kelimenin doğru anlamıyla hayvan yaşamının aktif belirtileri için zaman, malzeme ve istek kazandırdı. Ve oluşum halindeki insan bitki aleminden daha da uzaklaştıkça, kendisini hayvanların üzerinde de o kadar yükseğe çıkardı. Tıpkı etin yanı sıra bitki yemeye de alışkanlık kazanmanın vahşi kedi ve köpekleri insanların kölesi haline çevirmesi gibi, bitkinin yanı sıra et yemeye de uyum sağlaması, oluşum halindeki insanın bedensel bir güç ve bağımsızlık kazanmasına büyük katkıda bulunmuştur. Yine de etin en temel etkisi beyin üzerinde idi; beyin artık kendi beslenmesi ve gelişimi için gerekli malzemelerin çok daha zengin bir kaynağına kavuştu ve bu nedenle kuşaktan kuşağa çok daha hızlı ve çok daha iyi bir şekilde gelişebildi.[14]
Tam olarak aynı nokta Richard Leakey tarafından da işlenmiştir, Leakey bunu toplumsal örgütlenişte temel bir değişimle ilişkilendirir. Diğer primatların çoğunda, dişilerle çiftleşebilmek için erkekler arasında vahşi bir rekabet vardır. Bu durum, örneğin bozkır babunlarının erkek ve dişileri arasında çok ciddi vücutsal büyüklük farklarında ifadesini bulur. Böylesi bir farklılık, Australopithecus Afarensis gibi en erken hominidlerde görülebilir. Bu da insanlardan ziyade maymunlara daha yakın bir toplumsal yapıyı akla getirir. Diğer bir deyişle, insan evrimi açısından hiç kuşkusuz hayati bir önkoşul olan iki ayaklılık gibi fiziksel uyarlanmalar, Richard Leakey’in önerdiği düşüncenin tersine, bu erken hominidleri insan olarak betimlememizi yine de haklı çıkarmaz.
Bozkır babunları arasında, erkekler (dişilerin iki katı boyuttadırlar) olgunluğa ulaşır ulaşmaz sürüyü terk ederler ve başka bir sürüye katılırlar, orada da derhal gözlerine kestirdikleri erkeklerle, dişiler için rekabete girişirler. Bu yüzden, Darvinci kavramlarla, bu erkeklerin birbirleriyle işbirliği yapmaları için hiçbir (genetik) nedenleri yoktur. Diğer taraftan şempanzeler arasında, henüz anlaşılamayan nedenlerle, erkekler doğdukları grup içinde kalırlar ve dişiler göç ederler. Genetik bağları olan erkek şempanzeler bu bağlardan ötürü işbirliği yapmak için Darvinci bir nedene sahiptirler, ve gerçekten de işbirliği yaparlar, hem grubu yabancılara karşı savunmak için hem de ara sıra besinlerine takviye olması için bir başka maymunu birleşerek avlamak için. Erkek ve dişi şempanzelerin vücut boyutları arasındaki fark yalnızca %15-20’dir ki, bu da bu topluluğun baskın işbirliği tabiatını yansıtır.
Australopithecus Afarensis’in erkek ve dişileri arasındaki boy farkı, bunlar ilk bakışta tamamen farklı iki türe aitmiş gibi görülebilecek denli büyükken, insan türünün ilk üyelerine geldiğimizde, en yakın genetik akrabalarımız şempanzelerde olduğu gibi onlarda da erkeklerin dişilerden ancak %20 daha büyük olduğu, temelden farklı bir durumla karşılaşırız. Bu hususta Leakey şunları söyler:
Cambridge’den antropolog Robert Foley ve Phyllis Lee’nin ileri sürdüğü gibi, Homo cinsinin başlangıcında vücut ölçülerindeki farklılığın türden türe değişmesi, toplumsal örgütlenişte de kesin bir değişikliği temsil eder. Pek muhtemelen, erken Homo erkekleri doğdukları gruplarda erkek kardeşleri ve üvey kardeşleriyle birlikte kalıyor, dişiler ise diğer gruplara geçiyorlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, akrabalık erkekler arasında işbirliğini geliştirir.
Toplumsal örgütlenişteki bu değişime neyin yol açtığını kesin olarak bilemiyoruz: Erkekler arasında artan işbirliği belli nedenlerden ötürü oldukça yararlı olmalı. Bazı antropologlar, komşu Homo topluluklarına karşı kendini savunmanın son derece önem kazandığını ileri sürmüşlerdir. Belki de bundan da büyük bir olasılık, ekonomik ihtiyaçlara dayalı bir değişimdir. Birçok kanıt, Homonun beslenmesindeki bir değişikliğe, bu beslenmede etin önemli bir enerji ve protein kaynağı haline geldiğine işaret etmektedir. Erken Homolardaki diş yapısının değişimi et yenildiğini gösteriyor, taş alet teknolojisinin inceliği de aynı şeyi gösterir. Dahası Homo paketinin bir kısmı olan beyin boyutlarındaki artış bile, türün kendi besinini zengin bir enerji kaynağıyla desteklemesini zorunlu kılmış olabilir.[15]
Beynin metabolik olarak masraflı bir organ olduğu çok iyi bilinir; modern insanlarda beyin, toplam vücut ağırlığının ancak %2’sini teşkil etmesine rağmen, toplam enerji tüketiminin %20’sini gerçekleştirir. Avustralyalı antropolog Robert Martin, erken Homolardaki beyin boyutu artışının ancak artan bir enerji kaynağı temelinde gerçekleşmiş olabileceğini açıklamıştı, ki bu da ancak, kalori, protein ve yağca yoğun olan etten kaynaklanabilirdi. Başlangıçta bu et, leş yiyicilikten ya da birtakım av faaliyetlerinden gelmiş olabilirdi (bildiğimiz gibi şempanzelerdeki durum budur). Ama sonraları, daha çeşitli ve daha besleyici yiyecekler sağlamakta avcılığın artan rolünden –çok daha uzun vadeli evrimsel sonuçlarıyla birlikte– en küçük bir kuşku duyulamaz.
İnsan Gelişimi Üzerine Hipotezler
Son yıllarda, erken insan topluluklarındaki avcılık hususunda şiddetli bir tartışma olmuştur. Besin toplayıcılığın ve leş yiyiciliğin rolü üzerinde daha çok durarak, avcılığın rolünü küçümseme eğilimi vardır. Bu sorun halen kesin bir çözüme bağlanmamışken, Leakey’in, erken insan topluluklarının avcı-toplayıcı modeline karşı iddiaların çok ileri gittiği şeklindeki görüşünü paylaşmamak zordur. Bu tartışmaların belli önyargıları ya da toplumsal basınçları ve tartışılan meseleyle hiçbir ilgisi olmayan geçici hevesleri yansıtma eğiliminde olduğunu görmek de ilginçtir.
20. yüzyılın başlarında, idealist bakış açısının hükmü sürüyordu. İnsanlık, bütün gelişimi ilerleten üstün düşünceli beyni sayesinde insan olmuştu. Sonraları, “Alet Yapan İnsan” görüşü yeniden ortaya çıktı, ama bu kez daha idealize edilmiş bir versiyonuyla; silahların değil de, aletlerin, evrimin temel itici gücü olduğu söylendi. Ardından İkinci Dünya Savaşının korkunç olayları bu yaklaşıma karşı bir tepki doğurdu; “Katil Maymun İnsan” teorisi biçiminde ortaya çıkan bu tepki, Leakey’in zekice işaret ettiği gibi, “muhtemelen savaşın dehşet verici olaylarını açıklar (ya da mazur gösterir) gözüktüğü için” ileri sürülmüştü.
1960’larda, Kung San’a –Kalahari çölünde “Çalılık Adamı” olarak yanlış bir şekilde adlandırılan bir grup insan, kendi doğal çevreleriyle göze çarpan bir uyum içinde yaşıyorlar ve bu çevreden karmaşık yollarla yararlanıyorlardı– büyük bir ilgi vardı. Batı toplumunda çevre sorunlarına artan ilgiyle çok iyi örtüşüyordu bu. Ne var ki 1966’da “Avcı İnsan” düşüncesi, Chicago’daki büyük bir antropoloji konferansında güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıktı. Ama bu da 1970’lerdeki “Kadınların Kurtuluşu” taraftarlarıyla ters düşmüştü. Avcılık esasen bir erkek faaliyeti olarak görüldüğünden, bu görüşü kabul etmenin erken insan topluluklarında kadının rolünü bir şekilde alçalttığı –tümüyle haksız bir şekilde– varsayıldı. Güçlü feminist lobi “Toplayıcı Kadın” hipotezini ileri sürdü, başta paylaşılabilecek bitkiler olmak üzere besin toplayıcılığının karmaşık bir insan topluluğunun üzerinde evrimleşebileceği temel olduğu iddia edildi.
Erken insan topluluklarında kadının merkezi rolü yadsınamaz ve bu rol Engels’in klasik çalışması Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde açıkça izah edilmiştir. Ne var ki, bugünün toplumundan türetilmiş kavramları –ya da, daha da kötüsü, önyargıları– geçmişin kayıtlarında okumaya çalışmak ciddi bir hatadır. Kadının kurtuluşu davası, tarihsel gerçekliği, bugün belli modaları cezbeden ama gerçek bir içerikten yoksun olan kalıplara uydurmaya çalışmakla bir adım bile ileri götürülmüş olmaz. Geçmişi pembeye boyamakla insanlığın geleceğini daha umutlu kılmış olmayız. Et yemenin, avlanmanın ve hatta yamyamlığın insan beyninin gelişiminde oynadığı rolü reddederek, insanları vejetaryen olmaya teşvik de etmeyeceğiz.
Vejetaryenlere gelince, kabul edilmelidir ki, insan et yemeksizin varolamazdı. Ve et yiyiciliği de, bildiğimiz tüm halklar arasında şu ya da bu dönemde yamyamlığa yol açtıysa bile (Berlinlilerin ataları olan Weletabiyanlar ya da Wilziyanlar, onuncu yüzyıl gibi geç bir tarihe kadar ebeveynlerinin etini yerlerdi) bunun günümüzle bir ilişkisi yoktur.[16]
Benzer şekilde, erken insan topluluklarında kadın ve erkek arasında bir işbölümü varolmuş olmalıdır. Ne var ki, ne özel mülkiyetin ne de bugün mevcut olduğu şekliyle ailenin bulunmadığı ilk topluluklardaki işbölümünü, modern sınıflı toplumdaki eşitsizlik ve kadının baskı altına alınmasıyla karıştırmak yanlıştır. Antropologlarca bilinen mevcut avcı-toplayıcı toplulukların çoğunda işbölümü unsurları mevcuttur, erkek avlanır ve kadın bitkisel besinler toplar.
“Kamp, yoğun bir toplumsal etkileşim alanı ve besinin paylaşıldığı yerdir” yorumunda bulunuyor Leakey, “et elde edildiğinde, bu paylaşım genellikle, katı toplumsal kuralların hüküm sürdüğü karmaşık bir ayini gerektirir.”
Benzer bir durumun ilk insan topluluklarında da mevcut olduğunu varsaymak için geçerli nedenlerimiz var. Kapitalist orman kanunlarını tüm insanlık tarihine ve tarih öncesine yaymaya çalışan Toplumsal Darvincilik karikatürünün tersine, elde edilmiş tüm kanıtlar, ilk insan topluluklarının tüm temelinin işbirliği, kolektif faaliyet ve paylaşım olduğunu gösterir. Harvard Üniversitesinden Glynn Isaac, 1978’de Scientific American’da basılan geniş bir makalesinde antropolojik düşüncede önemli bir ilerleme kaydetti. Isaac’in besin paylaşımı hipotezi, kolektif besin toplama ve paylaşmanın toplumsal etkisini vurgular. 1982’de Darwin’in yüzüncü ölüm yıldönümünde yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: “Besin paylaşımının benimsenmesi, dilin, toplumsal karşılıklılığın ve aklın gelişimine yardımcı olmuş olabilir.” Son kitabı olan İnsanlığın Oluşumu’nda Richard Leakey şunları yazmıştı; “besin paylaşımı hipotezi, ilk insanları modern insana götüren yola sokan şeyin ne olduğu sorusuna yanıt getirmeye güçlü bir adaydır.”
Son 2 milyon yıla, eşsiz bir iklim döngüsü damgasını vurmuştur. Şiddetli soğuk ve buzullarla geçen uzun dönemler, yükselen sıcaklıklarla ve buzulların geriye çekilişiyle geçen kısa dönemlerle kesintiye uğramıştır. Buzul çağları ortalama 100.000 yıllık bir süreklilik gösterirken, buzul dönemleri arası yaklaşık 10.000 yıl sürer. Bu son derece uç koşullar altında, memeliler çok daha ileri biçimler geliştirmek ya da yok olmakla karşı karşıya kaldılar. 2 milyon yıl önce Asya ve Avrupa’da yaşayan toplam 119 memeli türden bugün ancak dokuz tanesi hayattadır. Geri kalanların büyük çoğunluğu ya daha ileri türler olarak geliştiler ya da yok oldular. Bir kez daha görüyoruz ki, doğum ve ölüm, evrimin çelişkili, tatlı-sert, diyalektik süreci içerisinde birbirlerine ayrılmazcasına bağlıdır.
Son buzul çağı yeni bir buzullar arası döneme kapı araladı, bu dönem bugüne kadar sürdü, ama eninde sonunda bitecek. Homo erectus yaklaşık beş yüz bin yıl önce yolu daha ileri bir hominide –Homo sapiens– açtı. İnsan soyu (Homo sapiens sapiens) Homo sapiensten yüz bin yıl önce dallanarak gelen bir evrim çizgisini temsil eder. Diğer çizgi –Homo sapiens neanderthalensis– yaklaşık 40.000 yıl önce ya yok oldu ya da yutuldu. Demek ki, insan soyu şiddetli soğukların damgasını vurduğu bir dönemde gelişti. Bu koşullar sert bir hayatta kalma mücadelesini göstermektedir. Ne var ki, koşulların iyileştiği, vücudun kütle olarak artışını ve insan göçü dalgalarını teşvik eden başka dönemler de vardı. İnsanlık çağının şafağı sökmeye başlamaktadır.
Engels ve İnsanın Kökenleri
Engels’in düşünceleri, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, en son evrim teorilerinin ışığında hangi noktada durmaktadır?
Stephen J. Gould önde gelen çağdaş paleontologlardan biridir. Darwin ve Sonrası adlı kitabında, Engels’in denemesini şöyle değerlendirir:
Aslında, on dokuzuncu yüzyıl, hiç şüphesiz birçok okuyucuyu şaşırtacak bir kaynaktan –Friedrich Engels– parlak bir açıklama üretmişti. (Bir parça düşünmek bu sürprizi yok edecektir. Engels doğal bilimlere yoğun bir ilgi duyuyordu ve diyalektik materyalizm genel felsefesini “olumlu” bir temele yerleştirmek istiyordu. “Doğanın diyalektiğini” tamamlayacak kadar yaşamadı ama Anti-Dühring gibi bilimsel incelemelerinde bilim üzerine uzun yorumlarda bulundu.) 1876’da, Engels, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü başlığını taşıyan bir deneme yazdı. Bu deneme ancak ölümünden sonra 1896’da yayınlandı ve ne yazık ki Batı bilim dünyasında görünür bir etki uyandırmadı.
Engels insan evriminin üç temel özelliğini ele alır: konuşma, büyük bir beyin ve dik duruş. Ona göre ilk adım, ağaçlardan inerek yerde yaşamaya başlayan atalarımızda dik duruşun evrimleşmesi olmalıdır. “Bu maymunlar yer seviyesinde hareket ederken ellerini kullanma alışkanlığını terk etmeye başladılar ve gittikçe daha dik bir yürüyüş biçimini benimsediler. Maymundan insana geçişte belirleyici adımdı bu.” Dik duruş, alet kullanımı (Engels’in terminolojisinde emek) için elleri serbest bıraktı; aklı geliştirdi ve ardından da konuşma geldi.[17]
Her şeye rağmen, insan evrimine dair idealist teoriler, materyalizme karşı hâlâ inatçı artçı eylemlere girişiyorlar, 1995’te basılmış bir kitaptan aktardığımız aşağıdaki satırlarda da görüldüğü gibi:
Bizim evrimimizin itici gücü muhtemelen ... kültürel evrim sürecidir. Kültürümüz karmaşıklığa doğru evrimleştikçe, beyinlerimiz de evrimleşti, ardından vücutlarımızı daha büyük bir duyarlılığa ve bir geri besleme döngüsü içerisinde kültürümüzü de daha büyük bir karmaşıklığa doğru itti. Büyük ve akıllı beyinler daha karmaşık kültürlere ve bunun avantajlarından yararlanmaya daha uygun vücutlara yol açtı, ki bu da ardından daha da büyük ve daha akıllı beyinleri getirdi.[18]
İdealistler sürekli olarak, insanın “daha alt” hayvanlardan, üstün zekâsıyla ayırt edildiğini iddia etmeye çalışmışlardır. Belli ki ilk insan, bazı açıklanamayan nedenlerden ötürü, önce “zeki hale gelmiştir”, ardından konuşmaya, alet kullanmaya, resim yapmaya vs. başlamıştır. Eğer bu doğru olsaydı, daha en başta, bunun beyin boyutlarındaki önemli bir artışta yansıması beklenirdi. Ancak fosil kayıtları durumun böyle olmadığını gösteriyor.
Son otuz yıl içerisinde paleontoloji biliminde muazzam ilerlemeler gerçekleşti, yeni ve şaşırtıcı fosil keşifleri ve bunlara ilişkin yeni bir yorumlama biçimi gündeme geldi. Son teorilerden birine göre, ilk iki ayaklı insansı maymunların evrimi 7 milyon yıl kadar eskilere uzanıyor. Bunu takiben, biyologların “uyumsal açılım”* olarak adlandırdıkları bir süreçte, farklı çevre koşullarına uyum sağlamış birçok farklı iki ayaklı insansı maymun türünün evrimiyle iki ayaklı türler (yani iki ayakları üzerinde yürüyen türler) hızla çoğalmışlardı. Yaklaşık 2-3 milyon yıl önce, bu türlerden biri önemli büyüklükte bir beyin geliştirdi: Homo erectus. Bunlar ateşi ve önemli bir besin kaynağı olarak avlanmayı kullanmaya, modern insanlarla aynı şekilde yürümeye ve önceden tasarlanmış belli bir zihinsel plana göre alet yapmaya başlayan ilk hominidlerdi. Böylece, yaklaşık 2,5 milyon yıl önceki beyin büyüklüğünde artışı, alet yapma faaliyetinin ilk belirtileriyle örtüşür. Demek ki, 5 milyon yıl boyunca, beyin büyüklüğünde önemli bir genişleme söz konusu değildi ve ardından belli ki alet üretimiyle tanımlanan ani bir sıçrama geldi.
Moleküler biyoloji, ilk hominid türlerinin, beş milyon yıl önce, uzun kollara ve boğumlu parmaklara sahip iki ayaklı insansı maymun biçiminde ortaya çıktığını gösterir. Ön-insan Australopithecus’un küçük bir beyni vardı: yalnızca 400 santimetreküp. 600 santimetreküpten daha büyük bir beyne sahip olan Homo habilisle birlikte –yani %50’lik şaşırtıcı bir artış– nitel bir sıçrama gerçekleşti. Bir sonraki büyük ilerleme, 850 ile 1100 santimetreküp arasında bir beyin hacmine sahip olan Homo erectusla yaşandı.
İki yüz ilâ elli bin önce Homo sapiensin ortaya çıkışına kadar beyin hacmi bugünkü düzeyi olan 1350 santimetreküpe ulaşmamıştı. Demek ki, ilk hominidlerin büyük beyinleri yoktu. İnsan evriminin yakıtı beyin değildi. Tersine, büyümüş beyin insan evriminin ve özellikle de alet yapımının bir ürünüydü. Beyin büyüklüğündeki nitel sıçrama Homo habilisle (becerikli insan) birlikte gerçekleşti ve çok net biçimde taş alet yapımıyla tanımlandı. Aslında Homo erectustan Homo sapiense geçişle birlikte yeni bir nitel sıçrama gerçekleşmişti. “İnsan aklı yeryüzünde şaşırtıcı biçimde ansızın ortaya çıktı” diyor John McCrone ve devam ediyor:
Atalarımızın zeki insansı maymundan bilinçli Homo sapiense geçiş dönemi yalnızca 70.000 yılı –jeolojik açıdan göz açıp kapatıncaya kadar geçen bir süre– kapsar. Evrimsel bölümlenmenin öbür yanında, neredeyse modern insanlarınki kadar büyük bir beyne, basit bir alet kültürüne sahip ve ateşi denetimi altına almış zeki bir hayvan olan Homo erectus durur, ama yine de zihinsel olarak hâlâ bir şekilde eksiktir. Bizim tarafımızda ise, kendi aklının bilincine varışı gösteren ritüellerle ve sembolik sanatlarla –mağara resimleri, boncuklar ve bilezikler, süs eşyaları ve ölülerini gömme adeti– Homo sapiens durur. Ani ve dramatik bir şey olmuş olmalıdır, ve insan bilincinin başlangıç noktasını teşkil edebilecek olan şey de bu olaydır.[19]
İnsansı Maymunlar Alet Yapabilir mi?
İnsanlar ile hayvanlar âleminin geri kalanı arasındaki farkı, bu farkın fiilen yok olduğu bir noktaya dek bulanıklaştırmak son zamanlarda moda oldu. Bir bakıma, bu yaklaşım geçmişin idealist saçmalıklarına tercih edilebilir. İnsanlar hayvandır ve diğer hayvanlarla özellikle de en yakın akrabalarımız olan insansı maymunlarla belli özellikleri paylaşırlar. İnsanlar ile şempanzeler arasındaki genetik farklılık yalnızca yüzde iki civarındadır. Yine burada da, nicelik niteliğe dönüşmüştür. Bu yüzde iki, insanları tüm diğer türlerden kesin olarak ayıran nitel bir sıçramayı temsil eder.
İnsanlara diğer şempanzelerden daha da yakın olan bonobo şempanzelerinin az bulunur türlerinin keşfedilmesi büyük bir ilgi uyandırmıştır. Sue Savage-Rumbaugh ve Roger Lewin, Kanzi, İnsan Aklının Kıyısındaki Maymun adlı kitaplarında, yakalanmış bir bonobo olan Kanzi’nin zihinsel kapasitesini inceleyerek elde ettikleri sonuçların ayrıntılı bir bilânçosunu sunarlar. Hiç kuşkusuz Kanzi’nin sergilediği zekâ düzeyi, insan olmayan hayvanlarda bugüne dek görülenlerden kayda değer ölçüde yüksektir ve belli bakımlardan bir insan yavrusunun düzeyini andırır. Her şeyden önce, örneğin alet yapma potansiyelinin varlığını gösterir. Bu örnek evrim teorisinin lehine güçlü bir delildir.
Bununla birlikte, bonoboya bir taş alet yaptırmaya çalışan bu deneylerin önemli tarafı, başarısız olmalarıdır. Yabani hayatta şempanzeler, akkarıncaları yuvalarından çıkarmak için “olta çubukları” gibi, hatta kabuklu yemişleri kırmak için “örs” gibi “aletler” kullanırlar. Bu işlemler yüksek bir zekâ seviyesini göstermektedir ve kuşkusuz insanlığın en yakın akrabalarının daha ileri faaliyetler için gereken bazı zihinsel önkoşullara sahip olduğunu da kanıtlar. Ancak bir keresinde Hegel’in de işaret etmiş olduğu gibi, biz bir meşe ağacı görmek isterken bize bir meşe palamudu gösterilirse bununla tatmin olamayız. Alet yapma potansiyeli, onu gerçekten yapmakla aynı şey değildir, tıpkı bir piyangodan 10 milyon pound kazanma olasılığının, bu parayı gerçekten kazanmaktan çok farklı oluşu gibi. Üstelik bu potansiyelin daha yakından bakıldığında son derece göreli olduğu da anlaşılır.
Modern şempanzeler bazen küçük maymunları avlarlar. Ama bunun için silah ya da alet kullanmazlar, kendi dişlerini kullanırlar. İlk insanlar büyük cesetleri parçalayabiliyorlardı, bu iş için de keskin taştan aletlere ihtiyaçları vardı. Kuşkusuz en erken hominidler yalnızca hazır araçlar kullandılar, bitki köklerini kazmak için kullanılan sopalar gibi. Modern şempanzelerde gördüğümüz şeyin aynıdır bu. Eğer insanlar esasen vejetaryen bir beslenme şekline saplanıp kalsalardı, taş aletler yapma gibi bir gereksinimleri olmayacaktı. Ama taş aletler yapma yeteneği onlara tümüyle yeni bir besin kaynağına ulaşma fırsatı sundu. İlk insanların avlanmayıp yalnızca leş yiyicilik yaptıklarını kabul etsek bile bu fikir doğruluğunu korur. Büyük hayvanların sert derilerini kesmek için taştan aletlere yine de ihtiyaçları olacaktı.
Doğu Afrika’daki Oldowan kültürünün ilk insanları, tabakalar halinde soyma olarak bilinen bir işlem vasıtasıyla taştan aletler yapmakta hayli ileri bir tekniğe zaten sahiplerdi. Doğru tipte taşları seçiyorlar ve diğerlerini bir tarafa bırakıyorlardı; taşları birbirlerine doğru açılarda vuruyorlardı, vesaire. Tüm bunlar yüksek düzeyde bir tecrübe ve beceriyi gösterir; insanların bonoboyu bir alet yapmaya teşvik etmek için o kadar müdahale etmesine rağmen, Kanzi’nin “çalışması”nda eksik olan şey de budur. Defalarca yinelenen çabaların ardından, deneyi yapanlar şunu itiraf etmek zorunda kaldılar:
Şu ana kadar Kanzi, Erken Taş Devri kayıtlarında görülenlerle karşılaştırıldığında dört kriterden her birinde, göreli düşük düzeyde bir teknolojik ustalık sergilemiştir.
Ve şu sonuca varıyorlar:
Bu nedenle, Kanzi’nin taş kırma ve şekillendirme becerileriyle Oldowan alet yapıcıları arasında bariz bir fark vardır. Bu da, bu ilk insanların gerçekten de insansı maymunlar olmaktan çıktıklarını gösterir.[20]
En ilkel hominidleri bile en yüksek insansı maymunlardan ayıran diğer farklılıklar arasında, dik duruşa bağlı olarak vücut yapılarındaki önemli değişimleri saymalıyız. Meselâ bonobonun kollarının ve el bileklerinin yapısı insanlarınkinden farklıdır. Uzun kollar, boğumlu parmaklar ve kısa bir başparmak, onun, bir taşı güçlü bir darbe vurmaya yetecek kadar etkili bir şekilde ve sıkıca tutmasını engeller. Bu olgu diğerleri için çok daha geçerliydi.
Şempanzenin eli, diğer parmakların karşısına konabilen oldukça gelişmiş bir başparmağa sahiptir, “fakat kısadır ve işaret parmağının ancak yanına değebilir, ucuna değil. Hominidin elinde, başparmak daha büyüktür ve işaret parmağının karşısında duracak şekilde bükülür. Bu özellik iki ayaklılığa eşlik eden ve onun mantıksal sonucu olan bir özelliktir ve el becerisinde büyük bir artış sağlar. Tüm hominidler bu tarz bir ele sahip görünüyorlar, bugün bildiğimiz en eski hominid olan afarensis bile. Onun eli modern bir insanınkinden güçlükle ayırt edilebilir.”[21]
Ayrım çizgilerini bulanıklaştırmaya dönük tüm çabalara rağmen, en ileri insansı maymunlarla en ilkel hominidler arasındaki fark bile her türlü kuşkunun ötesindedir. İnsanların alet yapan hayvanlar olduğu düşüncesini çürütmek üzere girişilen bu deneyler ironik bir biçimde tam tersini kanıtlamışlardır.
İnsanlar ve Dil
Alet yapıcılığın insanlığın temel bir özelliği olmadığını göstermek için ortaya konan çabalara paralel olarak, bazı kimseler aynı şeyin dil için de geçerli olduğunu göstermeye çalıştılar. Beynin Broca bölgesi olarak bilinen kısmı dil ile ilişkilidir, bu bölgenin insanlara has olduğu düşünülürdü. Ancak artık biliniyor ki, bu bölge diğer hayvanlarda da mevcuttur. Bu olgu, dil ediniminin insanlara özgü olduğu düşüncesinin doğruluğundan kuşku duyulmasına yol açtı. Ama bu argüman son derece zayıf görünüyor. İnsanlardan başka hiçbir türün, bir tür olarak varlığının dile bağlı olmadığı gerçeği olduğu yerde duruyor. Dil, insan toplumunun temeli olan toplumsal üretim tarzının temel bir koşuludur.
Diğer hayvanların bir dereceye kadar iletişim kurabildiğini kanıtlamak için bonoboların davranışlarını incelemek gerekmez. Daha alt türlerin çoğu oldukça karmaşık iletişim sistemlerine sahiptirler, yalnızca memeliler değil, kuşlar ve böcekler de. Karıncalar ve arılar sosyal hayvanlardır ve son derece gelişmiş iletişim biçimlerine sahiptirler. Ne var ki bu iletişim biçimleri zeki bir düşünüşe ya da şu veya bu biçimde bir düşünüşe delâlet ediyor olarak ele alınamazlar. Bunlar doğuştan ve içgüdüsel davranışlardır. Kapsam olarak da oldukça sınırlıdırlar. Benzer eylemler sonu gelmez bir şekilde ve mekanik olarak tekrar edilir ama bundan dolayı daha etkisiz değildirler. Fakat çok az insan buna bizim anladığımız şekliyle bir dil olarak bakar.
Bir papağana tüm bir cümleyi tekrar etmesi öğretilebilir. Bu onun konuşabildiği anlamına mı gelir? Çok açıktır ki, sesleri çok iyi bir şekilde taklit edebilmesine rağmen, bu seslerin gerçekte ne anlama geldiğini anlamaz. Daha üst memelilerde durum değişir. İyi bir avcı olan Engels, atların ve köpeklerin, insanların konuşmalarını kısmen anlayıp anlamadıklarından emin değildi ve onlarla konuşamamaktan üzüntü duyardı. Kuşkusuz, bonobo Kanzi’nin insanların eline tutsak düştüğünde sergilediği anlama düzeyi oldukça dikkate değerdir. Tüm bunlara rağmen, insanlardan başka hiçbir hayvanın bir dile sahip olmamasının özel birtakım nedenleri vardır. Yalnızca insanlar ünsüz sesleri çıkarmayı mümkün kılan bir ses organına sahiplerdir. Başka hiçbir hayvan ünsüz sesleri telaffuz edemez. Bazıları tıkırtı ve ıslık sesleri çıkartabilir. Aslında, ünsüz sesler ancak ünlü seslerle birlikte söylenebilir, aksi takdirde tıkırtılara ve ıslıklara dönüşürler. Ünsüz sesleri telaffuz edebilme yeteneği, Kanzi üzerinde yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, iki ayak üzerinde yürümenin bir ürünüdür:
Ünsüz sesleri çıkartmayı mümkün kılan bir ses organına yalnızca insan sahiptir. Bizim ses organımız ile insansı maymunlarınki arasındaki fark göreli olarak küçük de olsa önemlidir. Bu fark, iki ayak üzerinde duruşun geliştirilmesine ve buna bağlı olarak da omurga merkezi üzerinde dik ve dengeli bir şekilde duran bir başı taşıma gereksinimine bağlı olabilir. Büyük ve ağır bir çeneye sahip bir baş, bu başı taşıyan canlının ileriye doğru eğilerek yürümesine yol açabilir ve onu hızlı koşmaktan alıkoyabilirdi. Dengeli bir dik duruşu sağlamak için çene yapısının geri çekilmesi esastı ve böylelikle de insansı maymunların ses organlarının eğimli özelliği dik açılı bir şekle büründü. Çenenin küçülmesi ve yüzün düzleşmesinin yanı sıra, dil de, tümüyle ağız içersine yerleşmek yerine, oropharynx’in arka tarafını oluşturmak üzere kısmen boğazın aşağısına doğru kaydı. Dilin devingenliği oropharyngeal boşluğunun yumuşamasını mümkün kıldı, bu özellik dilleri tümüyle ağızlarının içinde duran maymunlar açısından mümkün değildir. Benzer şekilde, supralaryngeal hava kanalındaki keskin bükülme, yumuşak damak ile boğazın arka tarafı arasındaki mesafenin çok küçük olması anlamına gelir. Yumuşak damağı yükselterek geniz boşluğumuzu kapatabiliriz, bu da bizim ünsüz sesleri çıkarabilmemiz için gerekli türbülansı oluşturmamızı sağlar.
Ünsüz sesler olmaksızın bir sözcüğü diğerinden kolaylıkla ayırt edemeyiz. Bu durumda ancak inliyor, uluyor ya da tiz çığlıklar atıyor olurduk. Bunlar da belli bir miktar bilgiyi iletebilir, ancak iletilen bu bilgi mutlaka sınırlı bir bilgidir:
“Konuşmak sonsuz çeşitliliktedir ve genellikle yalnızca insan kulağı bu sonsuz çeşitlilikteki örneklerde anlamlı birimleri kolayca bulabilir. Ünsüz sesler bu büyük ustalık isteyen işi başarmamızı mümkün kılar.” İnsan yavrusu, “bebek dili”ni dinlemiş olan herkesin bildiği gibi, daha erken yaşlardan itibaren yetişkinlere benzer bir tarzda ünsüz sesleri kategorileştirme yeteneğindedir. Bu konuşma tam da ünsüz ve ünlü seslerin bileşimiyle yapılan ardı arkası kesilmez denemelerden oluşur; “ba-ba, pa-pa, de-de, ma-ma” ve saire. Daha bu erken aşamada bile, insan yavrusu hiçbir hayvanın beceremediği bir işi yapmaktadır.
O halde, diğer hayvanların konuşma yeteneğinden yoksun oluşunun yegâne nedeninin fizyolojik olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız? Böyle bir sonuç büyük bir yanlış olurdu. Ses organının biçimi ve ünlü ve ünsüz sesleri birleştirme fiziksel yeteneği insanın konuşmasının fiziksel önkoşullarıdırlar, daha fazlası değil. Büyümüş bir beyni ve dili mümkün kılan şey, yalnız ve yalnızca elin gelişmesidir, ki bu da emeğe ve yüksek derecede işbirliğine dayanan bir toplum geliştirme zorunluluğuna kopmazcasına bağlıdır. Öyle görülüyor ki, alet kullanma ve dille ilişkili olan beyin bölgeleri bir çocuğun sinir sisteminin ilk gelişiminde ortak bir kökene sahiptirler ve ancak iki yaşından sonra, Broca bölgesi beynin ön tarafındaki önyüz korteksiyle farklılaşmış devreler oluşturduktan sonra birbirinden ayrılır. Bu olgunun ta kendisi, alet yapmayla dil arasında sıkı bir bağlantının çarpıcı kanıtıdır. Dil ve el becerileri birlikte gelişti ve bu evrim insan yavrularının gelişiminde her gün yeniden üretilmektedir.
Oldowan kültürünün en erken hominidleri bile insansı maymunların çok ilerisinde el becerilerine sahiptiler. Yalnızca “dik duran şempanzeler” değillerdi. En basit taş aletin bile imal edilmesi göründüğünden çok daha karmaşıktır. Planlamayı ve öngörüyü gerektirir. Homo habilis ilerisini planlamak zorundaydı. Uygun malzemeyi keşfettiğinde o gün bir alete ihtiyacı olmasa bile, gelecekte bir gün öyle bir alete ihtiyacı olabileceğini bilmek zorundaydı. Doğru bir taş çeşidinin dikkatlice seçilmesi ve diğerlerinin bir tarafa bırakılması; indirilecek darbe için doğru açının seçilmesi; bu, insansı maymunlarınkinden nitel olarak farklı bir düşünme yeteneği düzeyini gösterir. Dilin hiç olmazsa en temel kurallarının bu aşamada mevcut olmaması mümkün değilmiş gibi görünüyor. Dahası buna işaret eden birçok kanıt daha vardır. %90’ının sağ elini kullanır olması insanları müstesna canlılar yapar. Bir elin kullanılmasına dönük böylesi bir tercih diğer primatlarda bulunmamıştır. Tek tek maymunlar sağlak ya da solak olabilir ama bir bütün olarak popülasyon iki eşit yarıya bölünür. Belli bir eli kullanmayı tercih etme olgusu, el becerileri ve dille sıkı sıkıya bağlantılıdır:
Belli bir eli kullanma tercihi, işlevin zıt beyin yarıkürelerine yerleşmesiyle ilişkilidir. Sağ elini kullananların (çoğunun) sol yarı küresindeki el becerilerinin yeri, dil becerilerinin de oradaki yerine eşlik eder. Sağ yarı küre uzamsal becerilerde uzmanlaşmıştır.
Bu olgu Australopithecus’da yoktur, fakat ilk alet yapıcısı olan Homo habilisin bilinen en eski kafataslarında bulunmuştur. Bunun bir tesadüf olması son derece güçtür. Homo erectusa geldiğimizde, kanıt ezici bir biçim alır:
Bu üç anatomik kanıt –beyin, ses aygıtı ve alet kullanma yeteneği–, dile giden yolda uzun, kademeli değişimler fikrine temel bir destek sağlar. Beyindeki ve ses aygıtlarındaki bu değişimlerin yanı sıra elde de, bu organı alet yapma ve alet kullanma için gittikçe daha uygun bir araç haline getiren eş zamanlı kademeli değişimler gerçekleşti.[22]
İnsanlığın ortaya çıkışı evrimde nitel bir sıçramayı temsil eder. Böylece ilk kez madde kendisinin bilincine varır. Bilinçsiz bir evrimin yerine, tarihin başlangıcı durur karşımızda. Friedrich Engels’in sözleriyle:
İnsanla birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi vardır, kendi soylarının ve bugünkü durumlarına tedrici bir evrimle gelişlerinin tarihi. Ne var ki bu tarih onlar için başkaları tarafından yapılır ve onlar bizzat bu sürece katıldıkları ölçüde bu katılım onların bilgisi ve iradesi dışında gerçekleşir. Diğer taraftan insanoğlu sözcüğün dar anlamıyla hayvanlardan ne ölçüde uzaklaşırsa, kendi tarihini o ölçüde kendisi ve o ölçüde bilinçle yapar, bu tarih içindeki öngörülmeyen olayların ve denetimsiz güçlerin etkisi o ölçüde azalır, ve tarihsel sonuç önceden saptanmış amaca o ölçüde tam denk düşer.
Ne var ki bu ölçüyü insanlık tarihine ve hatta günümüzün en ileri halklarının tarihine bile uygularsak, burada hâlâ hedeflenen amaçlar ile ulaşılan sonuçlar arasında muazzam bir orantısızlık olduğunu, öngörülmeyen olayların baskın çıktığını ve denetimsiz güçlerin bir plana göre harekete geçirilen güçlerden çok daha güçlü olduğunu görürüz. Ve insanların en temel tarihsel faaliyeti, onları hayvandan bugünkü insan durumuna yükselten ve tüm diğer faaliyetlerinin maddi temelini oluşturan faaliyet, yani yaşamsal gereksinimlerinin üretimi, yani günümüzdeki toplumsal üretim faaliyeti, her şeyden önce, denetimsiz güçlerden kaynaklanan tasarlanmamış sonuçların karşılıklı etkilerine tâbi olduğu ve arzuladığı sonuçları ancak istisnai olarak elde ettiği, ama çok daha sık bir biçimde tam tersi sonuçlara ulaştığı sürece de başka türlüsü olamaz…
Tıpkı genel olarak üretimin insanları kesin ve açık bir biçimde biyolojik bakımdan hayvanlardan ayırt etmiş olması gibi, insanlığı toplumsal bakımdan da hayvanlar âleminin üstüne ancak üretim ve dağıtımın planlı bir şekilde gerçekleştirildiği bilinçli bir toplumsal üretim örgütlenmesi çıkarabilir. Tarihsel evrim böylesi bir örgütlenmeyi gün geçtikçe daha zorunlu ve gün be gün bir o kadar da mümkün kılıyor. O andan itibaren, bizzat insanlığın ve onun tüm faaliyet dallarının ve özellikle de doğa bilimlerinin, daha önceki her şeyi tümüyle gölgede bırakacak bir gelişim yaşayacağı yeni bir tarih çağı başlayacak.[23]
[1] aktaran: D. C. Johanson ve M. A. Edey, Lucy, The Beginning of Humankind (Lucy, İnsanlığın Başlangıcı), s.327.
* Nemesis: ceza ya da intikam tanrıçası. (ç.n.)
[2] aktaran: T. Ferris, age, s.262-3, 265 ve 266.
* deux ex machina, sorunu çözmek için makineyle indirilen tanrı. (ç.n.)
[3] D. C. Johanson ve M. A. Edey, age, s.320.
[4] J. S. Bruner, Beyond the information Given, s.246-7.
[5] MECW, cilt 5, s.31. [bkz. Seçme Yapıtlar, cilt 1, Sol Y., Aralık 1976, s.20]
[6] Richard Leakey, The Origin of Humankind, s.36. [İnsanın Kökeni, Varlık Y., 1998, s.49-50]
[7] Engels, The Dialectics of Nature, s.229-30. [Doğanın Diyalektiği, s.187-188]
* Biliş: İnsan düşüncesinin gerçek dünyayı bu sayede yansıttığı ve gözlediği süreç.
[8] R. Leakey, The Origin of Humankind, s.38. [İnsanın Kökeni, s.51]
[9] Engels, The Dialectics of Nature, s.228 ve 230-1. [Doğanın Diyalektiği, s.186]
[10] N. Chomsky, Language and Mind, s.66-7 ve 70.
[11] R. Leakey, The Origin of Humankind, s.45. [İnsanın Kökeni, s.57]
[12] Engels, The Dialectics of Nature, s.231-2. [Doğanın Diyalektiği, s.189]
[13] aktaran: R. Leakey, The Origin of Humankind, s.67. [İnsanın Kökeni, s.78]
[14] Engels, The Dialectics of Nature, s.233-4 ve 237. [Doğanın Diyalektiği, s.190-191 ve 192-193]
[15] R. Leakey, The Origin of Humankind, s.54. [İnsanın Kökeni, s.66]
[16] Engels, The Dialectics of Nature, s.237. [Doğanın Diyalektiği, s.193]
[17] S. J. Gould, Ever Since Darwin, s.210-1.[Darwin ve Sonrası, s.223]
[18] Christopher Wills, The Runaway Brain, The Evolution of Human Uniqueness (Kaçak Beyin, İnsan Eşsizliğinin Evrimi), s.xxii.
* Uyumsal Açılım: Farklı yaşam tarzlarına uyum sağlamış birçok farklı yaşam formunun ilkel bir organizma tipinden evrimi.
[19] New Scientist, 29 Ocak 1994, s.28.
[20] S. Savage-Rumbaugh ve R. Lewin, Kanzi, The Ape at the Brink of the Human Mind (Kanzi, İnsan Aklının Kıyısındaki Maymun), s.218.
[21] D. C. Johanson ve M. A. Edey, Lucy, The Beginnings of Humankind, s.325.
[22] S. Savage-Rumbaugh ve R. Lewin, age, s.226-7, 228 ve 237-8.
[23] Engels, The Dialectics of Nature, s.48-9. [Doğanın Diyalektiği, s.46-47]
link: Alan Woods - Ted Grant, 12. İNSANIN DEVRİMCİ DOĞUŞU, Mayıs 1995, https://en.marksist.net/node/1326