Giriş
Arjantin’de Devrimci Taktikler Üzerine: Diyalog İhtiyacı
Arjantin İşçi Partisinin Prensa Obrera (PO) adlı gazetesindeki bir makalede (27.12.2001), PO’nun liderlerinden biri olan yoldaş Jorge Altamira, Aralık ayaklanmasının “kendiliğinden” olduğu görüşünü eleştiriyordu. Makalesi boyunca şunları da yazmaktaydı: “Yabancı sol ve Troçkist yayınlarda, bizim kendi “kendiliğindencilerimize” benzer bir kafa karışıklığı (her ne kadar anlaşılabilir de olsa) söz konusudur. Bunlar, Arjantin devriminde “öznel faktör”ün eksikliğinden yakınmaktalar (bu role kendileri aday olan yabancı solcular arasında bu bir gelenektir).”
Söz konusu yazıdan birkaç gün önce yazılan “Arjantin Devrimi Başladı” adlı makalemde, Arjantin’de öznel faktör –yani devrimci parti ve önderlik– mevcut olsaydı işçilerin iktidarı ele geçirmenin arifesinde olacaklarına, ama bunun eksikliği durumunda, devrimin zamana yayılacağına işaret etmiştim. Şu ya da bu anlamda bir nihai çözüm oluncaya dek, bu aylar hatta yıllar alabilir.
Söylemeye gerek yok ki, ben Arjantin’de öznel faktörün eksik olduğunu yazarken, kitleler içinde, her şeyden önce de proletarya içinde yeterince kök salmış ve harekete gerçekten önderlik edebilecek bir partiden söz ediyordum. Bu düşüncenin o zaman da şu anda da doğru olduğuna inanıyorum. Ama yoldaş Altamira’nın yorumları ışığında, herhangi bir yanlış anlamadan kaçınmak için, sözlerime açıklık kazandırmak isterim.
Bizler, Troçkistlerin Arjantin’deki harekette oynadıkları rolün gayet iyi farkındayız ve söylemeye gerek yok ki, onların başarılarını kendi başarımız olarak görürüz. Gerici ve emperyalist güçlere karşı mücadelede, tam bir dayanışma içindeyiz. Birilerine kendi görüşlerimizi dayatmak gibi bir niyetimiz asla olamaz. Bununla birlikte, Troçkist hareket ya enternasyonaldir ya da hiçbir şey. Arjantin’deki olaylar sadece yerel hatta bölgesel bir öneme sahip değildir. Bu olayların bütün dünya işçi hareketi için temel bir önemi vardır.
Bu yüzden, çıkarılan dersleri diğer ülkelerdeki devrimci süreçlere uygulamak için, Arjantin’deki devrimci süreci anlama ve öğrenme çabasını görev biliyoruz. Arjantinli yoldaşların görüşleri ve deneyimleri, bizler için büyük önem taşıyor ve bizim görüşlerimizin de Arjantin devriminin yüz yüze bulunduğu sorunları ve güçlükleri açıklamaya bir parça katkıda bulunabileceğini umuyoruz.
PO’nun süreçteki rolü, belli ki denklemin önemli bir öğesidir ve onu büyük bir ilgiyle takip ediyoruz. PO tarafından savunulan programın pek çok noktasına katılıyoruz. Bununla birlikte, bazı sorunların –özellikle kurucu meclis sloganı– daha da açılması gerektiğine inanıyoruz.
Kuşkusuz, farklılıkları abartmamamız ve yanlış anlamaları gidermemiz önemlidir. Belki de bununla ifade edilen şey, geçmişte sürekli ifade edilenden farklı bir şeydir. Eğer öyleyse, o zaman gerçek içerik açıklığa kavuşur ve havada kalmaz. Her şeyden önce, bir devrimde açıklık mutlak zorunluluktur.
Kurucu Meclis Sloganı Üzerine
Bu Slogan Arjantin’e Uygulanabilir mi?
Geçtiğimiz Aralıkta yaşanan halk ayaklanması Arjantin tarihinde yeni bir aşama başlatmıştır. Bu, kitle hareketinin, emperyalizmin arka çıktığı iflâs etmiş ve gerici oligarşiye karşı kendi gücünü test ettiği çalkantılı bir aşamadır. Söz konusu oligarşinin tarafında, yenilmesi zor güçler saf tutmaktadır: onyıllarca Arjantin halkından çalınan tüm zenginlikler, egemen sınıfın kendi iktidarını ve ayrıcalıklarını devam ettirmek için gerekli tüm mekanizmaları –hile ve yolsuzluklardan kaba kuvvete uzanan– mükemmelleştirme doğrultusunda biriktirdiği tüm bilgi; satılmış basın, kiralık politikacılar, sarı sendika liderleri, yalnızca silahsız sivillere yönelik cinayet ve işkencelerde “yiğitlik” gösteren ordu ve polis gücü.
Bunlar zorlu güçlerdir. Ama bütün tarih, işçi sınıfının gücü bir kez örgütlendiğinde ve toplumu değiştirmek üzere harekete geçirildiğinde, en güçlü devlet aygıtının bile bu güç karşısında asla direnemeyeceğini gösterir. İşçi sınıfının elindeki güç nedir? Muazzam bir güç. Çalışanlar izin vermedikçe, tek bir ampul parlamaz, tek bir çark dönmez, tek bir telefon çalmaz. Toplumun bütün zorunlu işlevleri, çalışanların ellerine ve beyinlerine bağlıdır. İşçiler bir kez hayır dedi mi, yeryüzünde onlara direnebilecek hiçbir güç mevcut değildir.
Arjantin proletaryasının devrimci geleneğinin hiç kimseden aşağı kalır yanı yoktur. 1940’ların çalkantılı sınıf mücadelelerinden “Cordobazo”ya, oradan son Aralık olaylarına kadar, mücadeleye istekliliklerini, kahramanlıklarını ve coşkularını yeterince kanıtlamışlardır. Onlar, 1931-37’de İspanyol işçilerinin gösterdiği aynı görkemli mücadeleci ruhu gösteriyorlar. Bu, çalışanlara her yerde ilham vermektedir.
Bununla birlikte, sınıf mücadelesinin sonucu sadece kitlelerin cesaretiyle ve azmiyle belirlenmez. Savaş tarihinde pek çok kez, büyük ve cesur bir ordu, iyi eğitilmiş ve becerikli komutanlara sahip olma üstünlüğü bulunan çok daha küçük bir güce yenilmiştir. Sınıflar arasında da aynı şey geçerlidir. Önderliğin hataları –küçük hatalar bile– başarı umutlarına çok ciddi zarar verebilir. Ukalaca bir kılı kırk yarma amacıyla değil, ama bu nedenle, ileri sürülen taktikler ve sloganlar sıkı bir eleştiriye tâbi tutulmalıdır ki zayıflıklar giderilsin ve hatalar kalıcı zarar vermeden önce düzeltilsin.
Arjantin, Rusya ve İspanya
Geçtiğimiz Aralıkta, Arjantin devriminin başlamış olduğunu yazdım. Belki de bazıları bunun bir abartı olduğunu düşündüler. Ama aslında, burada bir abartı yoktur. Devrim, pek çok insanın düşündüğü gibi, tek bir olay değildir. 1917 Rusya’sında devrim, Şubatta çarlığın yıkılmasıyla başladı ve Ekimde Bolşevik Partinin iktidara gelmesiyle son buldu. 1917 Rus devrimi, böylece dokuz ay sürdü. İspanyol devrimi 1931’de cumhuriyetin ilânıyla başladı ve 1937’de Barselona’daki Mayıs Günleriyle son buldu.
Dahası, her iki durumda da süreç düz bir çizgi izlemedi. Kitle hareketi, bir dizi gelgitler, ilerlemeler ve geri çekilmeler yaşadı. 1917 Şubatında ya da cumhuriyetin ilân edildiği 1931 İspanya’sında olduğu gibi, hızlı ilerleme süreçleri söz konusuydu. Kitleler önlerindeki her şeyi süpürüp geçtiklerini hissederler. Ama bu ruh hali devam edemez.
Düşmanın bozguna uğratıldığı yanılsamasından kaynaklanan aşırı canlılık, çok geçmeden yerini daha aklı başında bir değerlendirmeye bırakır. En ileri ve aktif katmanlardan başlayarak, işçiler, gerçek düşmanın henüz nihai olarak yenilmediğini, devrimin temel görevlerinin hâlâ önlerinde durduğunu anlamaya başlarlar.
Devrimin bu ikinci evresi, devrimci öncü içinde tehlikeli bir sabırsızlık durumuna yol açar. Kendilerini aldatılmış hissederler, öfkelenirler ve henüz dersleri özümsememiş ya da gerekli sonuçları çıkarmamış olan sınıfın çoğunluğundan çok daha hızlı bir şekilde hareket etmeye güçlü bir istek duyarlar.
1934-35’teki iki kara yıl (“el bienio negro”) süren gericilik döneminden hemen önce, 1932-33’te İspanya’da ve Mayıs-Haziran-Temmuz aylarında Rusya’da durum buydu. Sınıfın daha ileri katmanları, Petrograd proletaryası ve Baltık filosu denizcileri, içgüdüsel olarak Bolşevikleri destekliyorlardı. Bununla birlikte, Bolşevik Parti sovyetler içinde hâlâ küçük bir azınlıktı. Başlıca görev, iktidarı almak değil, halen SR’ler ve Menşeviklerin eski reformist liderlerini destekleyen işçilerin ve askerlerin çoğunluğunu kazanmaktı.
O sırada sovyetler tümüyle burjuvaziyi destekleyen ve devrimi sona erdirmeye çabalayan Menşeviklerin ve SR’lerin egemenliğinde olmasına rağmen, Lenin’in “tüm iktidar sovyetlere” sloganını ileri sürmesindeki bütün gaye buydu. Lenin, ultra-sol Bolşevikler tarafından ileri sürülen “Kahrolsun Geçici Hükümet” sloganına kararlılıkla karşı çıktı. Oysa Geçici Hükümet emperyalist savaşa devam ediyordu, toprak reformunu gerçekleştirmeyi reddediyordu ve gerici güçleri uzlaştırıyordu.
Geçiş talepleri
Sebebi gayet açıktır. Lenin ve Troçki, iktidarı ele geçirmeden önce, ilkin kitleleri fethetmek gerektiğinin farkındaydılar: öncü, kitlelere giden yolu bulmak, onları devrime ihanet eden liderlerinden koparıp kazanmak zorundaydı. Bu amaçla Lenin ve Troçki, en önemlileri barış, ekmek ve toprak olan bir dizi geçişsel talep öne sürdüler ve bu talepleri ana hedefe bağladılar: sovyetler (işçi konseyleri) aracılığıyla iktidarın işçi sınıfına geçmesi.
Çarlık Rusya’sındaki somut koşulları yansıtan başka talepler de yükselttiler, örneğin ulusal sorun (kendi kaderini tayin hakkı) ve kurucu meclis. Bu, o sırada ülkenin somut koşullarını (yani otokratik bir hükümet, gerçek seçimlerin ve parlamentonun olmaması) yansıtan burjuva demokratik bir talepti. Açıktır ki Marksistler, devrimci mücadelede en geniş halk katmanlarını –yalnızca işçileri değil, köylüleri ve küçük-burjuvaziyi de– harekete geçirmek için, mevcut duruma uygun oldukları ve bir ilerici içerik taşıdıkları ölçüde, demokratik talepleri kullanmalıdırlar.
Çarlık Rusya’sının somut koşulları altında kurucu meclis talebi tümüyle doğruydu. Diğer taleplerin (belirtmeliyiz ki bunlar çok önemli taleplerdi) yanı sıra, bu talep, en geniş halk katmanlarını ayağa kaldırmaya ve çarlık otokrasisine karşı olanca gücüyle mücadele etmek üzere harekete geçirmeye yardımcı oldu. Rus devriminin, tıpkı 17. yüzyıl İngiliz devriminde ve Fransız devriminin ilk yıllarında olduğu gibi, az çok uzun bir devrimci parlamentarizm dönemi geçirebileceği teorik olarak dışlanamaz. Bununla birlikte, pratikte, böyle bir şey olmadı. Rus kurucu meclisi bir düşüktü; gerici bir rol oynadı ve çok geçmeden, o sırada sovyetlerde belirleyici bir çoğunluk kazanan Bolşevikler tarafından dağıtıldı.
Burjuva demokratik bir slogan
Kurucu meclis nedir? Demokratik bir burjuva parlamentosudur. Kurucu meclis sloganı bu yüzden sosyalist değil burjuva-demokratik bir slogandır. Ama bizler çok iyi biliriz ki, –belirli koşullar altında– burjuva-demokratik sloganlar için mücadele etmek, proletarya için yalnız doğru değil mutlak zorunluluktur da.
Bu tip sloganlar hangi koşullar altında ileri sürülmelidir? İki olasılık vardır: 1) yarı-feodal ya da yarı-sömürge bir ülkede ve 2) parlamentonun, seçimlerin ve diğer demokratik hakların bulunmadığı bir ülkede. Fakat bu koşulların hiçbiri Arjantin’e uymamaktadır. Arjantin kesinlikle geri ve yarı-feodal bir ülke değildir. Ve yaklaşık iki yüz yıldır bağımsız olduğu gibi, Güney Amerika’daki en büyük ikinci ekonomidir. Bu nedenle yarı-sömürge bir ülke kategorisine sokulamaz (oligarşinin dünyadaki onuncu sanayi ulusunu bir yıkıntı ve yoksulluk durumuna düşürmesi, özelleştirilen sanayilerin çoğunun yabancıların eline geçmesi, başka bir konudur).
Rus devriminde, kurucu meclis sloganı –burjuva-demokratik bir slogan– kitleleri çarlığa karşı harekete geçirmekte ilerici bir rol oynadı. Bu slogan Arjantin’deki mevcut duruma nasıl uyar? Hiçbir şekilde uymaz. Son yirmi yıldır Arjantin, Avrupa’da ya da ABD’deki burjuva demokratik rejimlerden özü bakımından hiçbir farkı olmayan burjuva demokratik bir rejime sahiptir.
Arjantin’de varolan burjuva demokrasisinin, sadece bankerlerin ve kapitalistlerin diktatörlüğünü gizlemeye hizmet eden düzenbaz ve çürümüş bir rejim olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Bu kesinlikle doğrudur, ama bir nokta kaçırılmaktadır. Kapitalizm altında, demokrasinin her zaman son derece kısmi, çarpık ve eksik bir karakter taşıdığı noktası. Yalnızca Arjantin’de değil, diğer bütün ülkelerde, hatta en “demokratik” olanlarda dahi durum budur.
Evet, Arjantinli politikacılar çürümüştür ve onlara oy veren halkın çıkarlarını temsil etmemektedir. Ama aynı şey Birleşik Devletler’deki politikacılar için de doğrudur (Enron skandalının bir kez daha gösterdiği gibi). Bush’un Beyaz Saray’a sahtekârlıkla seçildiği yakın zamanda kanıtlanmıştır. Ve bizim İngiliz ve Avrupalı politikacılarımız da daha iyi değildirler; bir parça daha kibar olsalar da, bu sadece halkı aldatmakta daha usta oldukları anlamına gelir.
Arjantin’in gerçek egemenlerinin halk ya da “seçilmiş” politikacılar değil, karanlıklardan yöneten ve politikacıları kukla olarak tutan çürümüş ve bozulmuş oligarşi olduğu doğrudur. Fakat aynı şey, dünyadaki bütün burjuva demokrasileri için geçerlidir. “İşçi Partili” başbakan Tony Blair, ona oy veren işçilerin çıkarlarını mı temsil ediyor? Cevabı vermek için soruyu sormak bile yeterlidir.
Arjantin halkının “sahip olduğu” tüm sözde “demokratik özgürlükler”in sadece biçimsel bir niteliklerinin olduğu doğrudur. “Özgür” basın, bir avuç multimilyonere aittir ve onlar tarafından yönetilmektedir. Ve ne olacağına oligarşi karar verdiği sürece, herkes istediğini (aşağı yukarı) söyleyebilir. Bu “demokrasi” sahtekârlığın dik âlâsıdır ve Sermayenin Diktatörlüğü gerçeğini gizlemeye yarayan bir incir yaprağıdır. Evet, bunların hepsi doğrudur. Ama tüm bunlar, Arjantin’in mükemmel derecede normal bir burjuva demokrasisi olduğunu kanıtlar. Ne eksik ne fazla.
Kapitalizm altında hiçbir çözüm yoktur
Politikada, “A” derseniz, “B”, “C” ve “D”yi de demek zorundasınız. Aksi halde çok ciddi hatalar yapabilirsiniz. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki Stalinistlerin en büyük suçu, sahte “aşamalar” teorisiyle hareketi yanlış bir yola sevk etmektir. Bu teoriye göre (ki gerçekte, Lenin’in daima savaştığı gözden düşmüş eski Menşevik teorinin yeni bir kılıf altında tekrar ortaya sürülmesidir), az gelişmiş ve sömürge ülkelerdeki devrim, burjuva-demokratik devrimdir ve bu yüzden de proletarya iktidarı almaya girişmemeli, “ulusal burjuvazi”nin önderliğine tâbi olmalıdır.
Troçki’nin sürekli devrim teorisini ele almanın yeri burası değildir (bunu başka bir yerde yapmıştık). Modern koşullarda burjuvazinin hiçbir yerde ilerici bir rol oynama yeteneğinde olmadığını söylemek yeterlidir. 1945’ten bu yana biçimsel bağımsızlığını kazanmış bütün ülkelerdeki durum incelenirse, bunların hiçbirinde burjuva-demokratik devrimin görevlerinin birinin bile çözülmediği derhal açık hale gelir.
Bir örnek olarak Hindistan’ı alalım. Arjantin gibi Hindistan da geniş bir ekonomik potansiyele sahip devasa bir ülkedir. Biçimsel bağımsızlığını kazanmasının üzerinden yarım yüzyıldan uzun bir süre geçmesine rağmen, Hindistan burjuvazisi ne yapmıştır? Tarım sorunu çözülmemiştir. Ulusal sorun çözülmemiştir. Korkunç kast sistemini bile lağvetmemiştir. Ülkeyi modernleştirmemiştir. En önemlisi, doğrudan emperyalist egemenliğin sona ermesinden 55 yıl sonra, Hindistan emperyalizme tarihte hiç olmadığı kadar daha bağımlıdır. Aynı şey diğer eski sömürge ülkeler için de geçerlidir.
Sonuç açıktır: toplumun sorunlarını ancak, burjuvazinin ve emperyalizmin egemenliğini yıkarak iktidarı kendi ellerine alan, toprağı, bankaları ve bütün büyük işletmeleri ulusallaştırarak sosyalist bir üretim planı başlatan işçi sınıfı çözebilir. Yerine getirilmeyen burjuva-demokratik görevleri, işçi sınıfı “geçerken” çözecektir. Fakat asıl görev –1917’deki gibi– işçilerin iktidarını kurmaktır.
İyi bir politika
Bizler çok iyi biliyoruz ki, yığınları sosyalist devrimin yanına çekmek için, soyut bir sosyalizm propagandası yapmak yeterli değildir. Bu tümüyle yığınlardan bizi koparacak sekter bir düşünce olurdu. Marx, Komünist Manifesto’da her zaman, komünistlerin en kararlı ve azimli savaşçılar olmaları gerektiğini ve işçi sınıfının çıkarlarına hizmet eden talepler için yürütülen her mücadelenin ön saflarında yer almaları gerektiğini ifade ediyordu. Sosyalist devrim, kapitalizm altında ilerleme için yürütülen gündelik mücadele olmaksızın düşünülemez.
Arjantin’de işçi sınıfının zaferini temin etmek için, öncü tarafından ileri sürülen sloganların, hareketi işçilerin iktidarı hedefine doğru adım adım ilerletmeye hizmet edecek türden sloganlar olması zorunludur. İş, ücret ve çalışma koşullarını savunma amacını taşıyan her kısmi talebin gayretle peşinden gidilmesi gerekir. Ama halkın sorunlarının hakiki ve nihai çözümünün tek gerçek garantisinin, iktidarın bizzat işçilerin eline geçmesi olduğunu da açıklamak gerekir.
Duhalde hükümetinin saldırıları kaçınılmaz olarak işçilerden gelen tepkiyi arttıracaktır ve zaten öyle de oluyor. Öncünün görevi, harekete örgütlü bir ifade vermeye, onu genelleştirmeye ve her sanayi koluna, her kente ve kasabaya yaymaya çalışmaktır. Bunu yapmanın tek yolu, eylem komiteleri (sovyetler) sloganını halkın anlayabileceği hale getirmektir. Bu talep etrafında ajitasyon yaparak, öncü, mücadeleyi daha üst bir düzeye taşımaya zemin hazırlarken, günün ihtiyaçlarına gerçekten yanıt veren bir talep yükselterek sınıfın genel ruh haliyle bağ kurabilecektir.
Prensa Obrera’da çıkan makalelerden açıktır ki, PO da aynı fikre sahiptir ve Arjantin’de işçi iktidarı için mücadele etmektedir. Nitekim, Christian Rath imzasını taşıyan Kahrolsun IMF’nin Kukla Hükümeti başlıklı bir makalede (PO, 6 Şubat 2002), aşağıdaki programı görüyoruz:
· Kahrolsun IMF’nin, “kapitalist anavatan”ın Peronist müttefikleri ve Yankee’lerin parası. Kahrolsun Yüksek Mahkeme.
· Bankaların kamulaştırılması, döviz kurunun kontrolü.
· Bankerlerin mülklerine el konulması.
· Dış borçların reddi.
· Enflasyona endeksli 600 peso’luk asgari ücret, 500 peso’luk işsizlik yardımı.
· 100 bin dolardan daha az olan tüm tasarruflara erişebilme.
· İşçileri işten çıkaran ve iflâs ilân eden bütün şirketlerin kamulaştırılması. İş saatlerinin kısaltılması.
Bu çok iyi bir programdır ve şu ana sloganla özetlenmektedir: “Halk Meclislerini, sömürülen halkın iktidarı haline geldikleri noktaya dek büyütelim.” Bu kesinlikle doğrudur ve günün ihtiyaçlarıyla ve iktidarın toplumun en yoksul kesimleriyle ittifak halindeki işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi perspektifiyle tamamen uyuşmaktadır. Hareket zaten yerel Halk Meclislerinin kurulmasına yol açtığı için, bu aynı zamanda nesnel bir olgudur. En önemlisi, Halk Meclislerini fabrikalardaki işçi komiteleriyle birleştirme eğilimi söz konusudur. Başarının anahtarı burada yatmaktadır!
Bu olguyu tanımlamak için kullanılan sözcüklerin gerçekte hiçbir önemi yoktur. Rusya’da bunlara sovyet (konsey) deniyordu, Britanya’da 1926 genel grevinde sovyetlerin rolünü yerel sendika komiteleri –sendika konseyleri– oynadı. 1931-37 İspanyol devrimi sırasında, Troçki devrimci cuntalar için çağrı yaptı. Daha sonra, Fransa’da, “eylem komiteleri” önerisinde bulundu. Terim gerçekten önemsizdir. Önemli olan içeriktir. Arjantin’de, sömürülen geniş katmanları kucaklayan devrimci mücadele organlarına Halk Meclisi denmektedir. Ve bu en azından sovyetlerin embriyonudur, yani yeni iktidarın embriyonu. Prensa Obrera’da yer alan söz konusu makalede, bu fikir doğru bir biçimde ifade edilmektedir.
Bununla birlikte, açıktır ki, komitelerin ivedi görevi, mücadeleyi örgütlemek ve merkezileştirmektir. Mümkün olduğu ölçüde işyerlerinden ve kamusal alanlardan seçilmesi gereken komitelerin amacı, eylemler örgütlemek olmalıdır: grevler, gösteriler, boykotlar, yiyecek dağıtımı vs. Ve bu, ulusal bir genel grevde var gücüyle son noktasına eriştirilmelidir. Amacımız, hem mücadeleye önderlik etmek ve koordine etmek hem de iktidarı almayı hazırlamak için, eylem komitelerinin ulusal bir kongresinin yolunu döşeyerek, komiteleri, yerel, bölgesel ve ulusal bir temelde birleştirmek olmalıdır.
... Ve kötü bir slogan
Bu noktaya kadar, PO’lu yoldaşlarla ciddi bir ayrılığımız yok. Ama çok güzel bir makale, temeli olmayan bir sonla berbat ediliyor. Yazar yazıyı aşağıdaki sloganla bitiriyor: “Harekete geçen halk tarafından toplanan, özgür ve egemen bir Kurucu Meclis, ülkenin sosyal ve politik yeniden örgütlenmesini üstlensin.”
Bu noktaya kadar makalenin tüm vurgusu, anti-kapitalist bir program temelinde, Halk Meclislerinin mücadele organları olarak genelleştirilmesi, bunların “sömürülen halkın iktidarı haline geldikleri noktaya dek” birbirleriyle bağlantılandırılması ihtiyacı üzerineydi. İhtiyaç duyulan şey tam da budur! Sözünü ettiğimiz şey Arjantin’de işçi iktidarıdır. Peki bu bağlamda, kurucu meclis sloganı nasıl bir rol oynayabilir? İşaret ettiğimiz gibi, bu, hiçbir demokratik kurumun –parlamento, seçimler vs.– var olmadığı bir duruma uygun olabilecek burjuva-demokratik bir slogandır. Ancak Arjantin’deki mevcut durum bu değildir.
Kurucu meclis sloganı tam olarak neyi ifade eder? Yalnızca şunu: “Biz mevcut burjuva parlamenter rejimi istemiyoruz. Daha güzel, daha demokratik bir burjuva parlamenter rejim istiyoruz.” Fakat böyle bir rejim Arjantin’deki mevcut koşullar altında mümkün değildir. Ve dünya ölçeğinde derinleşen kapitalist kriz, Arjantin kapitalizmi için işlerin iyiye değil daha da kötüye gideceği anlamına gelmektedir. Çözüm, burjuva demokrasisinin yeni bir biçimi değil, kapitalizmin radikal lağvı ve işçi sınıfının egemenliğinin başlatılmasıdır. Ancak bu, kurucu meclisten çok farklı bir şeydir.
Bu slogan, Duhalde rejimine karşı mücadele eden işçilere nasıl haklı gösterilebilir? Yeni bir kurucu meclis için seçim yapılmasını istiyorsunuz. Ama kurucu meclis sihirli bir çözüm değildir, sadece demokratik bir parlamentodur. Size şöyle diyeceklerdir: “Ama bizim zaten bir parlamentomuz var ve Radikallere, Peronistlere, De la Rua’ya pek çok kez «özgürce» oy verdik. Belki gelecek seçimlerde de oy veririz (belki de vermeyiz!). Fakat seçtiğimiz insanların hepsi hırsız ve alçak olduğu takdirde, bunun neresi iyi?”
Bu çok güzel bir sağ duyudur. Sorun bir parlamentonun olmaması değildir. Parlamento vardır. İnsanların oy verememeleri de değildir. Oy vermişlerdir. Sorun, parlamentoda temsil edilen partilerin hiçbirinin halkın çıkarları için mücadele etmeye hazır olmaması ve hepsinin statükoyu, yani ülkeyi iflâsa sürükleyen ve halkı açlığa ve sefalete mahkûm eden çürümüş kapitalist rejimi korumasıdır. Kurucu meclis sloganı, bu temel soruna hitap etmemektedir. Bu slogan, hiçbir şekilde çözüm olmayan bir çözüm ortaya atarak, onu gözardı etmeye çalışmaktadır.
Meclisi kim toplayacak?
Bu slogana ilişkin pek çok pratik sorun söz konusudur ve bu sorunlar devrimci bir bakış açısından onu tamamen yararsız –belki de yararsızdan daha kötü– kılmaktadır. En açık olanla başlayalım: Kurucu meclisi kim toplayacak?
Bu soru –görünüşte basit olan– meselenin can alıcı noktasıdır. Oligarşi, askeriye, Peronistler, Radikaller ve bunların Washington’daki patronları için, böyle bir şeyin yapılmasının hiçbir anlamı yoktur (en azından şu aşamada). Onlar şu anki durumdan gayet memnundurlar ve Amerikalıların söylediği gibi: “Bozulmamışsa tamir niye?”
Bu noktada, Washington, Latin Amerika’da asker-polis diktatörlüklerinden yana değildir. Bunun nedeni, demokrasi ilkesine duygusal bağlılık değil, sadece pratiktir. Bu aşamada açık baskıya gitmenin kitleleri provoke edeceğinden ve devrime yol açacağından korkuyorlar. Öte yandan, askeri diktatörlüklerin ne yapacağı belli olmaz ve her zaman kontrol edilemezler (örneğin Noriega). Onlar kolayca manipüle edilebilen zayıf “demokratik” rejimleri tercih etmektedirler. Bununla birlikte, Washington’un demokrasi vaadi gelecekte değişebilir ve değişecektir. Bir adamın trenin sigara içilen kompartımanından içilmeyen kompartımanına geçmesi kadar kolay bir biçimde “demokrasi”den diktatörlüğe geçebilirler.
Şu sırada kurucu meclis sloganı, burjuva bir cumhuriyetin zaten var olduğu Arjantin’deki gerçek duruma denk düşmemektedir. Seçilmiş bir parlamentodan son derece memnun olan, bankaların ve tekellerin egemenliğinin korunması için pek çok avantaj taşıyan bu slogan, sermeyenin ya da emperyalizmin egemenliğine meydan okumaz.
Kurucu meclis mevcut yapıdan hangi bakımdan farklı olacaktır? Yukarıda alıntıladığımız pasaja göre, “özgür ve egemen” olmakla. Marx’ın da uzun süre önce açıkladığı gibi, “özgürlük” sözcüğünün mutlak değil göreli bir anlamı vardır. Kimin için, ne yapmak için özgürlük? Toprak, bankalar ve tekeller burjuvazinin elinde kaldığı ölçüde, kurucu meclis –ya da başka herhangi bir demokratik parlamento biçimi– kesinlikle hiçbir şeyi çözmeyecektir.
Belirleyici olan, anayasal-yasal egemenlik biçimi değil parlamentonun bileşimi, hangi sınıfların egemen olduğudur. Ve parlamenter mücadelenin mevcut parlamentoda yürütülmesiyle (tüm eksiklikleriyle ve sınırlamalarıyla birlikte), varsayımsal bir kurucu mecliste yürütülmesi arasında pek bir fark yoktur. Belirleyici olan biçim değil içeriktir. Hatırlayalım ki, Rusya’daki Kurucu Meclis karşı-devrimci bir anlam kazandı, çünkü SR’lerin ve Menşeviklerin egemenliğindeydi.
Eğer kurucu meclisle kastettiğimiz şey, oligarşinin iktidarına ve ayrıcalıklarına meydan okuyan bir devrimci meclisse, o takdirde açıktır ki, bu çağrıyı yapabilecek tek güç, kendi iradesini egemen sınıfa dayatabilecek bir tarzda örgütlenen işçi sınıfıdır. Unutmayalım, Rusya’da İKTİDARIN ELE GEÇİRİLMESİNDEN SONRA kurucu meclis seçimlerini gerçekleştiren sovyetlerdi.
Prensa Obrera’daki makale, bu konuda gayet kesindir. Kurucu meclisin “harekete geçen halk tarafından toplanacağını” söylemektedir. Fakat burada hemen çelişkiye düşüyoruz. Eğer Arjantin işçi sınıfı kendi iradesini egemen sınıfa dayatacak ve bir kurucu meclis toplayacak kadar güçlüyse, o halde iktidarı alacak kadar da güçlüdür. İşçi sınıfı iktidarı kendi mücadele örgütleri –Halk Meclisleri (sovyetler)– sayesinde alır. Bu düşünce makalede şu sözlerle doğru bir biçimde ifade edilmektedir: “Halk Meclislerini, sömürülen halkın iktidarı haline geldikleri noktaya dek büyütelim.” Ama o zaman kurucu meclis sorunu neden işin içine sokuluyor?
Rusya’da Bolşevikler, Ekim ayaklanmasını önceleyen aylardaki devrimci ajitasyon döneminde, kurucu meclis sloganını ustaca kullandılar. Asıl amaç, devrimci demokratik talepleri kullanarak, geri halk katmanlarını –özellikle de köylülüğü– işçi sınıfının yanında harekete geçirmekti.
Bununla birlikte, köylüler soyut anayasal formüllerden işçilerden daha az etkilendikleri için, kurucu meclis sloganı köylüler için pratikte kilit bir rol oynamadı. Köylü yığınlar TOPRAK sloganı konusunda Bolşeviklerin yanına geçtiler. Kurucu mecliste çoğunluğa sahip partilerin Ekim devrimine (ve bu yüzden Bolşeviklerin tarım programına) karşı çıkan eski liderler oldukları köylüler için açıklık kazandığında, derhal ve kesin olarak bu meclise sırtlarını döndüler.
Rusya’daki kurucu meclis konusunda bu kadarı yeterlidir. Ancak 2002 Arjantin’i açıktır ki 1917 Rusya’sı değildir. O zamanlar Rusya’da 150 milyonluk toplam nüfusun en fazla on milyonu işçiydi (ulaşım, madencilik vs. dahil). Sınıfsal güç dengeleri tümüyle farklıydı ve bu Lenin ve Troçki’nin 1917’de demokratik sloganları neden vurgulamak zorunda olduklarını açıklamaktadır. Günümüz Arjantin’i ile 1930’ların –Troçki’nin de (doğru olarak) kurucu meclis burjuva demokratik sloganını ileri sürdüğü– geri, yarı-feodal ve yarı-sömürge Çin’i arasındaki benzerliğe gelince, bu daha da yanlıştır.
Tamamen farklı bir durum
Arjantin’deki durumun 1917 Rusya’sıyla ya da 1930’lar Çin’iyle kesinlikle hiçbir ortak yanı yoktur. İşçi sınıfı nüfusun belirleyici bir çoğunluğudur ve köylülük hemen hemen yoktur. Nüfusun büyük kısmı kasabalarda ve kentlerde yaşar ve kapitalist büyük ölçekli tarımın baskınlığı, köylülüğün uzun zaman önce büyük ölçüde kır proletaryasına dönüştüğü anlamına gelir. Genel manzarayı değiştirmeyen birkaç istisnayla birlikte, Arjantin’de tarım devrimi, “toprağı işleyene toprak” sorunu değil, büyük kapitalist çiftliklerin devlet mülkiyetindeki kolektif çiftliklere dönüşmesi sorunu olacaktır. Bu çiftliklerde, et ve buğday üretimini arttırmak için en modern teknoloji ve bilim kullanılacaktır. Küçük ve orta çiftçiler ise kooperatifler oluşturmak için teşvik edilecektir. Kooperatifler, kamulaştırılmış banka sisteminden ucuz krediler ve kamulaştırılmış kimya şirketlerinden ucuz gübreler alabilecek, ürünleri için garantili bir pazar ve uygun bir fiyat bulabilecektir.
Bu bağlamda, Rusya’da böyle hayati bir rol oynamış olan demokratik taleplerin nasıl olup da marjinal bir rolden öteye geçebileceğini anlamak zordur. Yine de Arjantin’deki Sol Partilerin çoğu –eğer hepsi değilse– sadece kurucu meclis sloganını benimsemekle kalmamış, programlarında ve propagandalarında buna merkezi bir yer vermişlerdir. Kurucu meclis sloganı –savunucularının öznel niyetleri ne olursa olsun– Arjantin’deki krizin kapitalizm temelinde bir çözümünün olduğu anlamına gelir. Sovyet iktidarı fikriyle karıştırılmış görünmesine rağmen, bu slogan kapitalizmin devrimci lağvını savunmaz.
Sorunun özünde net olduğumuz sürece, terminolojik farklılıklar genellikle çok önemli değildir. Bununla birlikte Marksizm bir bilimdir ve tüm bilimler, terminoloji de dahil her konuda kesin bir tutuma sahip olmalıdır. Kullandığımız sözcükler, tanımladığımız olguya mümkün olduğunca yakın bir şekilde karşılık gelmelidir. Dilin belirsiz ya da dikkatsiz kullanılması, belirsizliklere ve hatta zararlı yanlışlara yol açabilir. Eğer kurucu meclis fikri sadece Halk Meclislerinin ulusal kongresi anlamına gelseydi, tamamen hemfikir olurduk. Ama durum buysa, bunu net hale getirmek daha iyi olmaz mıydı?
Netlik için, “özgür ve egemen” bir kurucu meclis formülüne de itiraz etmek gerekir. Arjantin’deki bir kurucu meclis hangi anlamda bir “egemenlik”ten yana olabilir? “Egemenlik” fikri Arjantin halkının yurtsever duygularına seslenebilir, fakat gerçek şu ki, kapitalist dünya ekonomisinin parçası olduğu ölçüde Arjantin “egemen” değildir ve asla egemen olmayacaktır. Aslında, dünyadaki hiçbir devlet “egemen” değildir, tıpkı Rusya ve Çin’in son günlerde farkına vardığı gibi. Arjantin’deki mevcut krizin kökleri Arjantin’de değil dünya pazarında yatmaktadır. Ve krizin çözümü de Arjantin’de bulunamaz.
Arjantin işçi sınıfı –hararetle ümit ettiğimiz gibi– iktidarı ele geçirmeyi ve toplumun sosyalist dönüşümünü başlatmayı başarsa bile, en azından Brezilya, Şili ve diğer Latin Amerika ülkelerinin işçilerinin yardımı olmaksızın sorunlarını çözemez. Bu nedenle pratikte ortada duran sorun, “egemenlik” değil, devrimin bütün Latin Amerika’ya yayılması ve Latin Amerika Sosyalist Birleşik Devletlerinin kurulmasıdır.
200 yıl önce, Simon Bolivar Latin Amerika’nın birliği sorununu ortaya attı. Ama Latin Amerika burjuvazisi, tamamen iktidarsız, çürümüş ve gerici olduğunu bizzat kanıtlamıştır. Gerçek egemenlik yerine, emperyalizmin yerel uşağı rolüne razı olmuştur. “Yurtsever” söylemlerine ve büyüklük düşlerine rağmen, Arjantin burjuvazisi istisna değildir. Ellerinde şapka Washington’dan para dilenmeye giderler ve kendilerine kapı gösterilir. Emperyalizmin çıkarları Latin Amerika ülkelerini zayıf ve bölünmüş halde tutmaktan yanadır ve ulusal burjuvazi de onları buna zorlamaktadır. Burjuvazinin başaramadığını ancak proletarya başarabilir. Ama bunu yapmak için, uzun süre işçilerin kafalarını karıştıran ve şaşırtan eski “yurtsever” aşırılıklar, yerini sınıfsal bir anlayışa ve devrimci enternasyonalist bir perspektife bırakmalıdır.
Bu ne anlama gelir? Arjantinli işçi ülkesiyle övünmekte ve şu anki aşağılatıcı yoksulluk durumuna düşmekten utanç duymaktadır. Ülkeyi asalaklar ve sürüngenler çetesi yönetmediği takdirde, Arjantin’in muazzam üretici potansiyeline yeniden kavuşabileceğini içgüdüsel olarak hissetmektedir. Arjantinli çalışan halkın bu “yurtseverliği”, temel olarak kullanabileceğimiz ilerici, devrimci bir sınıfsal içeriğe sahiptir. Fakat çalışanlara gerçeği söylemek gerekir. Sorunlarını çözmenin tek yolu, Arjantinli bankerlerin ve kapitalistlerin mülklerini kamulaştırmak ve ardından Latin Amerika işçileriyle ve köylüleriyle sosyalist bir federasyon içinde birleşmektir.
Kıtanın muazzam kaynaklarını birleştirerek, yalnızca işsizlik ve yoksulluk kırbacını ortadan kaldırmak değil, sosyalizm ve yaygın bir toplumsal ve kültürel devrim doğrultusunda çok hızlı olarak ilerlemek de mümkün olacaktır. Bu koşullar altında, ABD emperyalizmi felç olacaktır ve müdahale edemeyecektir. Aksine, ABD emperyalistleri de Birleşik Devletler’de devrimle yüz yüze gelecektir.
Proletarya diktatörlüğü
Eğer kurucu meclisin en üstün güç olması gerektiği, diğer bir deyişle bankerlerin ve kapitalistlerin direncini kırmak için tüm iktidarı elinde toplaması gerektiği ifade ediliyorsa, o halde bahsettiğimiz şey burjuva demokratik bir parlamento değil, toprak sahipliğinin ve kapitalizmin mülksüzleştirilmesini gerçekleştirmek için ulusun başına geçen işçi sınıfının devrimci diktatörlüğüdür. PO’lu yoldaşların ifade etmek istedikleri şey çok muhtemelen budur. Ama o zaman, söylenmek istenen şey kesinlikle açık hale getirilmelidir.
Eğer bu yorum doğruysa, o halde kurucu meclisten değil proletarya diktatörlüğünden söz ediyoruz demektir. “Diktatörlük” sözcüğünün Hitler, Stalin ve Arjantin cuntalarından sonra, Marx ve Lenin’in orijinal kavramıyla hiçbir ilgisi olmayan bazı çağrışımlar yaptığını göz önüne alarak, Arjantinli yoldaşların propagandalarında bu ifadeyi kullanmalarını bekleyemeyiz. Bu sadece, bizim argümanlarımızın çürütülmesi ve gözden düşürülmesi için karşı-devrimcilere bahane sunardı.
Bununla birlikte, kurucu meclis teriminin, işçi iktidarı sloganının yerine kullanılması kabul edilemez. Bu iki fikir hiçbir şekilde aynı şey değildir. Ve yoldaşların bizimle aynı şeyi istediklerini kabul edebildiğimiz halde, bunun ciddi karışıklıklara neden olabilecek, kitlelerin dikkatini temel görevden başka bir yöne kaydırabilecek ve hatta gelecekteki devrimi mahvedebilecek yanlış bir formül olduğuna inanıyoruz.
Kurucu meclis sloganına ilişkin bir yanlış, ille de ölümcül sonuçlara yol açacak demek değildir ve bu aşamada, özellikle de ileri sürülen programın genel içeriği doğru olduğunda –buradaki durumda olduğu gibi–, önemsiz olabilir. Fakat Lenin’in de sık sık söylediği gibi, bir kaşık katran bir fıçı balı berbat eder. Ses hızını aşan bir uçağın kanadındaki kılcal bir çatlak, ilk bakışta önemsiz görünür ve uçak yerde kaldıkça zarar veremez. Ancak uçak havalandığında, muazzam dış basınca bağlı olarak, böyle küçük bir çatlak uçağın tüm varlığını ve uçakta bulunanların yaşamını tehdit edebilir.
Belirsizlik
Meseleyi daha somut olarak ele alalım. Aralık olayları, yeni ve fırtınalı bir dönemi başlatmıştır. Bu dönem, öznel faktörün zayıflığı yüzünden, şu ya da bu şekilde nihai sonuca ulaşmadan önce, aylar ve hatta yıllar süren gelgitli bir sürece yayılabilir. Aralıktaki ilk saldırı burjuvaziyi şaşkınlığa ve kafa karışıklığına sürükledi, ama bütün iktidar manivelalarını hâlâ kendi ellerinde tutuyordu. Öte yandan, erken başarılarından cesaret alan yığınlar hızla ilerliyorlar. Duhalde ve Peronistlerin duruma istikrar kazandırma doğrultusundaki tüm çabalarına rağmen, istikrar sağlanamamıştır. Hükümet yalnızca mali olarak değil siyasal olarak da iflâs etmiştir.
Düşmanı yenmek için, Arjantinli çalışanların net ve kararlı bir önderliğe ihtiyacı var. İleri sürülen sloganlar durumun ihtiyaçlarına denk düşmelidir. Belirsizlikler harekete çok pahalıya patlayabilir.
Jorge Atamira, başlangıçta atıfta bulunduğum makalesinde, Arjantin’de öznel faktörün (parti ve önderlik) var olduğunu ima ediyor. Açıktır ki bununla, harekette şüphesiz çok aktif bir rol oynayan ve itibarı hak eden PO’yu kastediyor. Yine de öznel faktörden bahsettiğimiz zaman, hareket içinde önder bir rol oynama imkanı verecek bir ağırlığı ve varlığı olan bir partiyi düşünüyoruz. PO’lu yoldaşlar böyle bir önder pozisyonu oluşturmak için mücadele veriyorlar. Ama elbette kabul ederler ki, amaçladıkları şeye henüz ulaşmış değillerdir.
Yapılacak daha çok şey var. Devrim gelgiti güçlü bir biçimde kabarıyor, fakat hâlâ onu rotasından saptırabilecek pek çok karşı akıntı mevcut. Böyle bir durumda, PO’nun tutumu, taktikleri, politikaları, sloganları, muazzam ve belki de belirleyici bir önem kazanabilir. Açıkladığımı umduğum gibi, PO’nun genel programı coşkulu bir şekilde katılabileceğimiz bir programdır. Ama bir devrimde olaylar çok hızlı değişebilir ve program, politikalar ve sloganlar acımasız bir teste tâbi tutulur. Bu nedenle, bunları sıkı bir eleştiriden geçirmek ve gerekiyorsa değiştirmek ya da hatta ömrünü doldurmuş sloganları ciddi bir zarara yol açmadan önce terk etmek gerekir.
Burjuva manevralar
Arjantin burjuvazisinin gözü morarmıştır, ama hâlâ ayaktadır ve eski formuna kavuşabilir. Kendini korumak için yana çekilirken ve darbelerden kaçarken, halen birkaç zekice yumruk atabilecek durumdadır. Şu anda Peronizmin sağ ayağına yaslanıyor. Fakat De la Rua tarafından –Washington’un emirleriyle– uygulanan önlemler yalnızca işleri daha da kötüleştirecektir.
Kitleler hiçbir iyileşme görmüyorlar ve hoşnutsuzlar. Yeni protesto patlamaları var. Hareket kaçınılmaz olarak büyüyecek ve yeni ve hatta daha tehlikeli bir istikrarsızlık durumu yaratacak. Peki burjuvazi nasıl bir tepki verecektir? Yeni bir askeri diktatörlük kurmak için orduyu acilen kullanamazlar. Generaller, insanların akıllarında çok taze olan geçmişin korkuları yüzünden gözden düşmüş durumdalar. Şu anda bu yola gitme yönündeki herhangi bir girişim, bir iç savaşla sonlanır ki, egemen sınıf bunu kazanabileceğinden emin değildir.
Bu nedenle şöyle bir durumla yüz yüzeyiz: bir yandan burjuvazi krizde, yönünü şaşırmış ve eskisi gibi yönetmeye devam edemiyor; öte yandan işçi sınıfı iktidarı kendi eline almaya henüz hazır değil. Böylesi durumlarda, egemen sınıfın iktidara asılmak için her türlü manevra ve kombinasyona başvurması kaçınılmazdır. Kendisini ciddi olarak tehdit altında hissettiği zaman, oyalamaca olarak bir “kurucu meclisi” toplamaya razı olabileceği bile teorik olarak olasıdır.
Zaten Duhalde demagojik olarak “yeni bir cumhuriyet”ten söz ediyor. Kuşkusuz bu sadece kozmetik bir egzersizdir, ama burjuvazinin kitlelerin gözünü boyamak için nasıl ANAYASALARLA OYNAMAYA meyyal olduğunu göstermektedir (Marx’ın ta 1848’de açıkladığı gibi). Benzer şekilde, sözde “Eşitler Cumhuriyeti İçin Arjantinliler” (ARI) de kurucu meclis sloganını kendine oyuncak etmiştir. Yarın başka burjuva ve küçük-burjuva oluşumlar da bu slogana sahip çıkacaklardır.
Burjuvazi açısından bu küçük anayasal tamirat neyi değiştirir? Şüphesiz ciddi anlamda hiçbir şeyi. Çünkü kurucu meclis sadece anayasal bir biçimdir. Ve işaret ettiğimiz gibi, belirleyici olan şey biçim değil özdür. Bir kez daha, sorun somut bir sorundur. Kurucu mecliste hangi partiler yer alacaktır? Esas olarak daha önce zaten var olanlar. Farklı isimlere sahip olabilirler, farklı koalisyonlara gidebilirler, ama esasen aynı şey olacaklardır: Radikaller, Peronistler ve sol gruplar, tıpkı mevcut parlamentoda sandalye kazanmak için mücadele verdikleri gibi, o zaman da kurucu mecliste çoğunluğu elde etmek için mücadele veriyor olacaklardır.
Politikada örgütsel biçimlere önem vermek çok akıllıca değildir. En demokratik ve ileri biçimler bile, belirli koşullar altında karşı-devrimci bir içerikle doldurulabilirler. Sovyetler de bu genel gözlemden muaf değildir! Sovyetler kuşkusuz demokrasinin bulunmuş en ileri ve esnek biçimidir. Yine de Temmuz ve Ağustos 1917’de, Rusya’da karşı-devrimci sovyetler söz konusuydu.
SR’lerin ve Menşeviklerin önderliği altında, sovyet biçimi gerici bir içerikle doldurulmuştu. Sovyetlerdeki reformist liderler, devrimci kanada (Bolşevikler) karşı bir cadı avı düzenlemek için kitleler arasındaki prestijlerinden ve desteklerinden yararlandılar ve iktidarı burjuvaziye teslim etme girişiminde bulundular. Hatta Lenin bir süre için “Tüm iktidar sovyetlere” sloganından vazgeçti ve alternatif olarak “Tüm iktidar fabrika komitelerine” sloganını ileri sürdü. Bu örnekten Lenin’in sloganlar karşısındaki tutumunun ne kadar esnek olduğunu görüyoruz. O örgütsel biçimleri bir fetiş haline getirmekten –ne yazık ki kurucu meclis sloganı konusunda yoldaşlar bunu yapıyorlar– çok uzaktı.
Bu sloganı savunanlar, dedikleri şeyin tüm sonuçlarını düşünmemişlerdir. Eğer devrimci demokrasinin en ileri, en esnek, en temsili biçimi olan sovyetler bile 1917’de karşı-devrimin organları haline (en azından bir süre için) gelebildiyse, Rusya örneğinin daha açık bir şekilde gösterdiği gibi, aynı şey kurucu meclis için çok daha fazla geçerlidir. Bu yüzden bu talebi merkezi bir sorun haline getirmek yanlıştır.
En iyi durumda, Arjantin’de kurucu meclis sloganı bir oyalamacadır; en kötü durumda ise devrimin yenilmesine yol açabilir: eğer Bolşevikler kendilerinin kurduğu kurucu meclisi dağıtmak için enerjik bir şekilde harekete geçmemiş olsalardı, 1918’de Rusya’da bu olurdu.
Yukarıdaki senaryo, Arjantin’de, egemen sınıfın iktidarın elinden kaçtığını gördüğü bir durumda oldukça mümkündür. Egemen sınıf, devrimi daha güvenli anayasal tartışma kanallarına çekmek amacıyla, burjuva partileri kurucu meclisi içeriden ele geçirmeye ve devrimi yıkmaya teşvik ve finanse ederken, “yeni Arjantin cumhuriyeti” ya da buna benzer bir şey için bir anayasal meclis toplama “taviz”ini kolayca verebilir. Bu tarz, demokratik bir biçimdeki karşı-devrim olarak bilinir ve devrimci hareketin tarihinde pek çok kez yaşanmıştır.
Evet, devrimin gidişatı boyunca böyle manevralar ve dalavereler burjuvazi açısından kaçınılmazdır. Bunu engelleyemeyiz. Fakat bu tip manevralar için niçin kendi elimizle onlara bahane hazırlayalım? Bu, kendi sırtımız için bir kırbaç yapmaktır. Ve tümüyle gereksizdir.
Öncü ve sınıf
En iyi durumda bile –kurucu meclis sloganının sadece bir önemsiz ayrıntı olması– bu yine de zararlıdır, çünkü devrimin en ivedi görevlerinden gereksiz bir saptırmacadır.
Bu görevler nelerdir? Her şeyden önce asıl görev, en aktif katmanlardan başlayarak işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaktır. Burada belirleyici sorun sendikalardır. Bizler sendikaların belirleyici bir kesimini kazanmadıkça Arjantin’de sosyalist devrim mümkün değildir. Başlıca sendika olan CGT hâlâ Peronistler tarafından kontrol edildiği için, öncünün bu katmana karşı tutumu belirleyici bir önem kazanmaktadır. Kitle hareketini kontrol etme girişimi içindeki burjuvazi, Peronistleri hükümete itti. Oraya sermayenin kirli işlerini yapmak için getirildiler ve böyle yaparak Peronist işçilere bugünkü Peronizmin gerçek şahsında mükemmel bir ders sunuyorlar.
Bu, Juan Peron’un sanayi işçilerinin ücretlerini yüzde 47 arttırabildiği, herkes için emeklilik, sağlık ve diğer geniş kapsamlı reformları yapabildiği 1940’lar ya da 1950’ler dönemi değildir. O zamanlar Arjantin kapitalizmi, savaş sonrası Avrupa’sının muazzam et ve buğday talebinden yararlanıyordu. Şimdiki Arjantin ise yıkılmış bir ekonomisi olan iflâs etmiş bir ülkedir.
Dünya ekonomik resesyonu yakın bir iyileşme beklentisi vaat etmiyor. Birleşik Devletler’den gelecek yardım umutları gerçekleşmemiştir. İçerde ve dışarıda ekonomik krizle yüz yüze gelenler, Buenos Aires’teki dostlarına karşı müşfik olabilecek durumda değildirler. Bu dostlar, nakit para yerine bol bol sempati ile karşılanacaklar. Bu yüzden Duhalde hükümeti, krizli bir hükümet olacaktır ve muhtemelen uzun sürmeyecektir. Eğer protesto hareketi yeterli bir moment kazanırsa, burjuvazi Duhalde’yi bırakmak zorunda kalacak ve muhtemelen seçime gidecektir.
O zaman ne söyleyeceğiz? Mevcut sistemin tatminkâr olmaması nedeniyle seçimlere katılmayı red mi etmeliyiz? Bu açıkça yanlış olurdu. Genel bir kural olarak, onu değiştirmek ve yerine daha iyi bir şey koyabilmek için yeterince güçlü olana dek burjuva parlamentoyu boykot etmezsiniz. Son seçimlerde, sol partiler oy oranlarını arttırdılar. Hatta umut verici bir şekilde, sol partiler gelecek seçimlerde daha büyük bir oy alacaklar ve kendi seçilmiş adaylarını parlamentoya getireceklerdir. Eğer bunu yaparlarsa, konumlarını nasıl kullanacaklar? Devrimci düşüncelerin bir platformu olarak, bu çok yararlıdır (parlamentonun boykot edilmemesi gerektiğinin bir başka nedeni de budur). Bununla birlikte sorun, parlamento kürsüsünden ne tür bir propaganda yükseltilmesi gerektiğidir. Kurucu meclis sloganı merkezi bir yer tutmalı mıdır?
Bunun yanıtı düşünen her insan için açıktır. Bu slogana bu kadar önem vererek, Sol, kendi boynu için ilmik hazırlama tehlikesine atılmaktadır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Arjantin burjuvazisinin –yaşlı, deneyimli, kurnaz ve de acımasız bir burjuvazi– kritik bir noktada, devrimi raydan çıkarmanın ve güvenilir “anayasal” kanallara yöneltmenin bir aracı olarak kurucu meclis talebini kabul edebileceği hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Hepsinden öte, böyle bir girişim onun sınıfsal egemenliğine herhangi bir tehdit oluşturmayacaktır.
Unutmayalım ki, Arjantin anayasası pek çok kez –1853’den 1857’ye tam dört kez– değiştirilmiştir. Bir değişiklik daha yapılması, tüm legal ve anayasal hileleri bilen burjuvazi için pek bir şey ifade etmez, ama devrim için çok şey fark eder. Marx ve Lenin pek çok kez, anayasal kretenizm ve legalist fetişizm sayesinde, ağırlık merkezini fabrikalardan ve sokaklardan parlamenter tartışma salonlarının düşük yoğunluklu atmosferine taşıyan konuşma ve nutuklar sayesinde, devrimlerin nasıl sık sık batırıldıklarına işaret etmişlerdir. Kitlelerden en ivedi taleplerini bir kenara bırakmaları ve anayasanın hazırlanmasına yoğunlaşmaları istenecektir. Bu yüzden toprak isteyen Rus köylüsünden “kurucu meclis için beklemesi” isteniyordu.
Bir kez bu pozisyona düşersek, devrim arabası çok geçmeden kendini çamura saplanmış bulacaktır. İşte burada yanlış bir sloganın gerçek zararını görürüz. Tüm inceliklerinden sıyrılan kurucu meclis sloganının özü, bunun bir burjuva demokratik slogan oluşudur; yani BELİRLİ KOŞULLAR ALTINDA devrimci bir içerik taşıyabilen, fakat bu koşulların uygun olmadığı yerde hızla karşı-devrimci bir içerikle dolabilen bir slogan.
“Sabırla açıkla!”
Devrimin erken aşamalarında (ve Arjantin’de henüz böyle bir aşamadayız), en militan kesimler için, sınıfın geri kalanının bir nebze “fazla” önünde gitme doğrultusunda bir eğilim olacaktır. Temmuz günleri Rusya’sında durum budur. Petrograd’lı ileri işçiler ve denizciler, iktidarın ellerinden kayıp gittiğini hissederek, vakitsiz bir taarruza geçmeye kalkıştılar ve ancak Bolşevik Partinin kanlı bir bozgunun önüne geçen enerjik eylemiyle engellendiler.
Aslında Petrograd işçileri Temmuzda iktidarı alabilirlerdi, ama Bolşevik önderlik, onların, SR’lere ve Menşeviklere duydukları yanılsamaları henüz terk etmemiş olan daha geri eyaletler tarafından ezileceklerini biliyordu. Bu durumda Rus devrimi, Paris Komünü’yle aynı kadere uğrardı ve tarih yıllıklarına dünyadaki ilk başarılı sosyalist devrim olarak değil, bir başka ünlü yenilgi olarak girerdi.
İktidarı almadan önce, daha geri katmanları kazanmak gerekliydi. Bu da zaman ve fabrikalarda, kışlalarda, sendikalarda ve sovyetlerde sabırlı çalışma gerektiriyordu. Ama bu olmaksızın zafer imkânsız olurdu. Arjantin’de de en ileri işçilere, sınıfın daha geri ve politik olarak cahil katmanlarını kazanmak gerektiğini açıklamak zorunludur. Bu olmaksızın devrimin başarısı düşünülemez. Lenin’in “Sabırla açıkla!” sloganını ileri sürerken anlattığı şey budur. Bu Arjantin işçi hareketinin öncüsü için çok güzel bir öğüttür.
Öncü içinde Peronizme karşı güçlü bir kin var. Bu anlaşılabilirdir. Fakat Peronizmin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmak için onu kınamak ve ondan şikayet etmek yeterli değildir. Er ya da geç sınıfsal saflar arasında bölünmelerle sonuçlanmak zorunda olan Peronizm içindeki içsel çelişkileri görmek gerekir. Liderlik içindeki burjuva gangsterlerle Peronistlere oy veren ve CGT’ye katılan dürüst işçiler arasında çok dikkatli bir ayrım yapmalıyız.
Devrim için enerjik olarak mücadele eden pek çok dürüst militanın olduğundan şüphe edilemez. Aralarında PO’nun özel bir ağırlık oluşturduğu Troçkistler kilit bir rol oynamaktadır. Fakat bunlar henüz küçük bir azınlıktır. Giderek artan sayıda işçi ve genç onları dinleyecek, onlara sempati duyacak ve bazı durumlarda onlara katılacaktır. Bu çok olumludur, ama yine de kesin bir çözüm sağlamak için yeterli değildir.
İlk zorunluluk, öncüyü örgütlemek ve inşa etmek, onun doğru yöntemlere ve fikirlere sahip olmasını sağlamaktır. Fakat bu yetmez. Kitlelere giden yolu bulmak gerekir. Bu basit bir mesele değildir. En büyük hata, kitlelerin olayları bizim gördüğümüz gibi gördüklerini sanmaktır. Bu gerçeklikten çok uzaktır. Eğer durum bu olmasaydı, çoktan sosyalizm altında yaşıyor olurduk ve partiyi inşa etme görevi tümüyle lüzumsuz olurdu.
Peronizmin gerici rolünü anlamak bizim için kolaydır. Fakat örgütlü işçi kitlelerine (örgütsüzlerden söz etmiyoruz) geldiğimizde işler farklıdır. Onyıllardır Arjantin işçi sınıfı, sendikalarda boğucu bir hakimiyete sahip olan Peronizmin pençesinde felç olmuştur. Boğucu hakimiyetin, daha radikal unsurların ayrılmasıyla biraz zayıfladığı ve acı Menem deneyiminin ardından pek çok eski Peronist taraftarın hayal kırıklığına uğradığı doğrudur. Bununla birlikte Peronizmin bittiği sonucuna varmak tümüyle yanlış olur.
Aralıkta De la Rua’nın düşüşünden sonra, “sol” Peronizm kısa bir süre için Rodrigez Saa şahsında başını doğrulttu. Kuşkusuz Saa’nın programı krizi çözemezdi ve yalnızca demagojik sözlerle kitle hareketini yatıştırma doğrultusunda umutsuz bir girişimdi. Ne kitleleri ne de burjuvaziyi tatmin eden Saa, hızla görevden uzaklaştırıldı. Buna rağmen, De la Rua gözden düşer düşmez, gelecekte Saa’nın –ya da başka bir şahsın– hareketi rayından çıkarmak için ileri sürülmesi oldukça muhtemeldir. Bu olasılığı görmemek, aşırı miyopluk olur.
Marksistler için, bu burjuva politikacıların hiçbirinin Arjantin kapitalizminin derin krizine herhangi bir çözüm sunamayacakları çok açıktır. Sonuçta, Saa’sından De la Rua’sına, Menem’inden Duhalde’desine bunların hepsi aynı şeyi temsil etmektedirler. Aralarındaki faklılık tamamen ikincil, taktiksel ya da hatta kişiseldir. Evet, bizim açımızdan bunlar arasında hiçbir fark yoktur. FAKAT KİTLELER OLAYLARI İLLE DE AYNI BİÇİMDE GÖRMEYECEKLERDİR.
Ya ... ya da
Eğer –tamamen mümkün olduğu üzere– Arjantin’de egemen sınıf iktidarın elinden kayıp gittiğini hissederse ve kurucu meclisi toplayarak bir taktik geri çekilme yanıltmacasına başvurmaya karar verirse, meclise Sağcı partilerin ya da en azından kapitalizmin devrimci yıkılışına karşı çıkacak olan partilerin egemen olacakları neredeyse kesindir –en azından olasılık yüksektir–. Ama burjuvazi amacını gerçekleştirmek için, kitlelerin kafasını karıştırmak ve onları iktidar mücadelesinden saptırmak amacıyla çok radikal söylemli politikalar ileri sürerek gerekirse “sol” partileri bile kullanabilir.
Çeşitli sebepler dolayısıyla en kuvvetli olasılık budur. Öncelikle, burjuvazi kendi partilerinin ve adaylarının seçilmesini sağlamak için herhangi bir çabayı ve parayı esirgemez. İkinci olarak, sahtekârlık, oy oyunları ve rüşveti mümkün kılan eski devlet aygıtı, yargıçlar, seçim memurları vs. hâlâ yerli yerindedir. Üçüncü olarak, devrimci hareket seçim arenasında ve parlamenter arenada yeteri kadar güç kazanmış değildir ve burjuvazinin denetimli ve iyi yağlanmış seçim makineleriyle karşı karşıya kaldığında kaçınılmaz olarak dezavantajlı olacaktır. Sonuncusu –ama daha az önemli değildir– burjuva parlamenter seçimler, mücadelede önder bir rol oynayan aktif ve politik olarak daha bilinçli unsurlardan ziyade, daha geri ve hareketsiz kitlelere daha fazla ağırlık verir.
Kurucu meclisin, kitlelerin bir devrimci çaba döneminin ardından yorulmaya başladıkları anda toplandığı bir durumu tahayyül etmek tümüyle mümkündür. Böyle bir durumda, burjuvazi ve onun politik temsilcileri alenen karşı-devrimci bir program ileri sürmezler. Aksine, reform ve yaşam standartlarını iyileştirme vaatleriyle kitleleri aldatmaya çalışırlar. Bu koşullar altında Saa gibi bir adam –ya da daha radikal söylemli birisi– sivriltilir. Kitleler, daha iyi bir yaşam vaadiyle yatıştırılır, burjuvazi hareketi sona erdirmek için güneşi, ayı ve yıldızları vaat eder. Sonuçta vaatler ucuzdur.
Kuşkusuz böyle bir rejim uzun sürmeyecektir. Perde arkasında gericilik, kılıcını keskinleştirir. Genelkurmayın üst kademelerinde komplolar hazırlanır. Kurucu meclisin sağ kanadı örgütlenmeye ve sesini yükseltmeye başlar. Basın “yurtseverlik karşıtı” hükümete karşı vahşi suçlama kampanyaları başlatır. Kurucu meclise ve reformist kanadın vaatlerine güvenmiş olan kitleler, hayal kırıklığına uğrarlar ve ilgisizleşirler. Bu noktada gericilik bastırır.
Devrim dalgası geri çekilir çekilmez, egemen sınıf intikamını alır. Bir kez daha cunta kâbusuna geri dönüş korkunç ihtimali belirir. Ancak bu kez rejim çok daha vahşileşir. Burjuvazi uğramış olduğu korkunun bedelini ödetmek ister.
Bu sonuç kaçınılmaz mıdır? Katiyen. Kitle hareketi devrimci potansiyelini hâlâ korumaktadır. Kitleler henüz yenilmemişlerdir. Fakat sıkı bir yönlendirmeye ihtiyaç vardır. Öncü, önce kendi programından tüm tereddüt ve belirsizlik unsurlarını kaldırmalıdır ki, kitleleri eğitebilsin. Partinin programı ve sloganları, açıkça ve belirsizliklerden arınmış biçimde sosyalist devrim perspektifine dayanmalıdır. Bu programda kurucu meclis sloganının yeri yoktur.
Arjantin’de işçi iktidarı potansiyeli vardır. Bu, Ulusal Piqueteros (İşsizler) Meclisinde mevcuttur. Hepsinden çok da Halk Meclislerinde mevcuttur. Buenos Aires’teki Halk Meclislerinin geçenlerde gerçekleştirilen dördüncü toplantısında, “Meclisler yönetsin” sloganı onaylandı. Bu doğru bir slogandır, işçi iktidarı sloganıdır. Fakat sonra, muhtemelen sloganı benimseyen sol örgütlerin etkisi altında “Halk Kurucu Meclisi” sloganını eklediler. Bu bir “bir adım ileri iki adım geri” trajik durumudur. İşleri bu şekilde karıştırmak yerine, Arjantinli Marksistler “Halk Meclislerinden ve işyerlerinden gelen delegelerin ulusal bir kongresinin toplanması” sloganını ileri sürmeliydiler. Bu, sınıfı iktidarın alınmasına hazırlamanın somut bir biçimi olurdu.
İronik olarak, benzer türden bir toplantı, Çalışan ve İşsiz İşçiler Ulusal Meclisi adı altında toplanmıştır ve buna Halk Meclisleri de delege göndermişlerdir. PO’lu yoldaşlar bunda itibarı hak eden aktif bir rol oynamışlardır. Peki, sürekli olarak kurucu meclis sorununu ortaya atmak yerine, merkezi sorun olarak bu hareketin genelleşmesi için çalışmak, işçilerin çok daha geniş bir kesimini buna dahil etmek daha doğru olmaz mıydı?
Adını koymak gerekir. Hareketin en aktif katmanlarından başlayarak, krizden tek çıkış yolunun kapitalistleri devirmek ve mülksüzleştirmekten geçtiğini sabırla açıklamalıyız. Arjantin işçi sınıfının zaferi, tüm Latin Amerika’da –ve Kuzey Amerika’da da– bir deprem yaratacaktır. Ama yine de sorunlar Arjantin sınırları içinde çözülemeyecektir. Arjantin işçileri için tek uygun perspektif olarak, bayrağımızın üzerine Latin Amerika Sosyalist Birleşik Devletleri sloganı yazılmalıdır.
Uzun dönemde, mesele, burjuva diktatörlük ya da iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi olacaktır: başka bir olasılık yoktur.
Aralık ayında şöyle yazmıştım: Arjantin devrimi için sadece iki olasılık söz konusudur: ya zaferlerin en büyüğü ya da bozgunların en korkuncu. Şimdi bunun tek bir sözcüğünün değişmesi için hiçbir neden görmüyorum.
[Bu yazının İngilizce orijinali www.marxist.com adresinde yer almaktadır.]
link: Alan Woods, Kurucu Meclis Sloganı Üzerine, 9 Şubat 2002, https://en.marksist.net/node/1304
Bir Kitabın Anımsattıkları
Entelijensiya ve Sosyalizm