Levent ve Beyoğlu'nda patlayan bombalardan sonra Türkiye egemenleri timsah göz yaşları döküyorlar. Masum insanların kanı ve ölüsü üzerinden bir "milli bütünlük" dalgası yükseltiliyor, milliyetçilik azgınlaştırılmaya çalışılıyor. Burjuva medya "bizleri yıkamazlar" diyor ve dayanışma çağrısı yapıyor. Aynı cephede buluşulması gerektiğinden dem vuruluyor; sanatçılar, yazarlar, sendikacılar "demokrasiyi" korumaya çağrılıyor. Patlama sırasında ölen banka işçisi, konfeksiyon işçisi ile kapitalistler aynı safta birleşmeye çağrılıyor. Kim kiminle, kimin çıkarları için birleşmeye çağrılıyor?
Bu soruların cevabını vermeye, olayları sorgulamaya zaman bırakmadan, burjuva basın ve burjuva hükümet, ölen emekçilerin kanı üzerinden kendi çıkarları için uluslararası politikalar geliştiriyor. Son iki patlama insanları dehşete ve korkuya sevk edecek bir şekilde verildi. Kimse düşünmeye zaman bulamadan, burjuva medyanın dezenformasyonu ve elbette manipülasyonu insanların kafasına bir tokmak gibi indi: Evet, Türkiye saldırı altındaydı! Türkiye terörün açık cephesi haline gelmişti! Uluslararası "terör" işte yalnızca ABD'yi vurmuyordu ve bakın Türkiye de kurbandı! Gazetelerin haberi veriş biçimi adeta "bakın artık bizim de bir 11 Eylül'ümüz var" tarzındaydı. ABD'nin ikiz kulelerini hatırlatacak bir şekilde, semboller öne çıkmış ve Levent'teki kulelerinin yanında sarı bir duman içinde hedefe yerleştirilmiş yanan HSBC bankası. Levent'teki bu kule ve yanan banka sembolü, ABD'nin ikiz kulelerini hatırlatacak şekilde, insanların bilinçlerine düşürülmüş bir imgeden başka nedir ki?
Böylelikle, yarım yüzyıldır "Küçük Amerika" olma hayalleri besleyen TC, nihayetinde ekonomik ve siyasi olarak olamasa da, "uluslararası terör" karşısında bir benzerlik kurarak "Küçük Amerika" olmuş bulunuyor. Ancak burada benzerliği "saldırıya" uğramak olarak algılamamak gerekiyor. Benzerlik, ABD emperyalizminin de TC kapitalizminin de saldırılardan kendilerine pay çıkartıp, "uluslararası terör"ü bahane edip, sıkıştıkları alanlarda kendilerine yol açmak istemeleridir. Birisinin emperyalist politikasını, diğerinin yayılmacı politikasını bu saldırıların arkasına gizleyerek yürütmüş ve yürütecek olmasıdır.
Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir. Ayın 15'inde, yani son saldırılardan beş gün önce, Sinagoglara yapılan saldırılardan hemen sonra, Başbakan Erdoğan'ın ilk açıklaması "uluslararası bir terör"le karşı karşıya olunduğuydu. Dolayısıyla terörizme karşı ABD ve Türkiye birlikte bir savaş vermeliydi. Bu saldırılardan herkes kendine olan payı çıkartmaya çalışıyordu. ABD ve İngiltere Irak'ta bir çıkışsızlığa sürüklenirken, İsrail Filistin sorununda sıkışmışken, Türkiye Irak'a asker gönderemeyip Güney Kürdistan'da bir Kürt Devletinin kurulmasını kıvranarak izlerken, Sinagoglarda bombalar patladı. Bush'un ilk açıklaması "terörizme karşı savaş sonuna kadar sürecek" şeklindeydi. İsrail elbette olanların üzerine atladı ve AB'yi anti-Semitizme karşı savaşmamakla suçladı. İsrail'e göre herkes Yahudi düşmanıydı ve kendisi Filistin'deki "teröre" karşı savaşmakta haklıydı.
Türkiye zaten üst perdeden konuşuyordu. Mazlum rolü oynayarak, Kürt halkının haklı mücadelesini "biz yıllardır teröre karşı savaşıyoruz" diyerek saptırmaya, olayları kendi çıkarları doğrultusunda manipüle ederek haklı çıkmaya çalışıyordu. Cemil Çiçek "Avrupa timsah göz yaşları döküyor" diyordu.
Sinagog olayları ABD'nin ve diğerlerinin uluslararası arenada önlerine çıkan engelleri aşmalarına yönelik mükemmel bir bahane olmuştur. Son olaylar bunu iyice pekiştirmiştir. Levent'teki olayları İngiliz basınının "İngiltere saldırı altında" diye vermesi aslında birçok şeyi açıklamaktadır. Adeta ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye için yeni bir 11 Eylül vakası yaşanmıştır. Canlara minnet! ABD emperyalizmi Irak'taki katliamlarını meşrulaştırmaya çalışacaktır. Terörizme karşı savaşlarının ne kadar haklı olduğunu anlatacaklardır. Türkiye Ortadoğu'ya ilişkin yayılmacı politikalarını sürdürmek için yeniden zemin bulmuştur. Kürt halkına karşı Türk halkını kışkırtmak için de zemin bulunmuştur ve milliyetçiliği kışkırtmaktan geri durmayacaklardır.
Saldırıları kimin yaptığı, niye Türkiye'nin seçildiği sorularının bir anlamı yoktur. Olayların bu boyutuna girildiğinde içinden çıkılmaz bir yumağa dönüşüyor ve asıl hedef gözden kaçıyor. Buzdağının tamamını görmek için, yapılanı değil, kime hizmet ettiğini ve dünya politikasında nasıl değişiklikler getireceğini, emekçilerin bu olaylar karşısında nasıl aldatılacağını görmek gereklidir.
Yakını ölen insanlar acıları içinde kıvranırken, emekçiler tedirginlik içinde beklerken, burjuvazi alttan alta bir milliyetçilik dalgası yükseltiyor. Burjuvazi insanların acılarını kendi sınıf çıkarları doğrultusunda sömürmekten geri durmuyor. Olaylardan sonra Türk bayraklarının pencerelerde gözükmesi bunun açık ifadesidir.
Emperyalist-kapitalist düzen var oldukça savaşlar, yıkımlar, katliamlar da hep var olacaktır. Emperyalizmin manevra kabiliyeti, terör eylemlerini kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etme yeteneğindedir. Saldırılar gerçekten ABD'ye, İngiltere'ye veya Türkiye'ye karşı yapılmış olsa bile, bu saldırılar bu devletleri geriletmez, olsa olsa onları daha da saldırganlaştırır. Biz işçiler ve emekçiler bize gösterileni değil, asıl gösterilmeyeni görelim. Burjuvazinin manipülasyona baş vurup bizleri kendi politikasına alet etmesine izin vermeyelim.
Burjuvazinin uluslararası örgütlenmesine karşı uluslararası ölçekte örgütlenelim.
link: İstanbul'dan bir MT okuru, Nihayet "küçük Amerika" olduk!, 22 Kasım 2003, https://en.marksist.net/node/1238
Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme
Bu kez direnişin adresi Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi