Son zamanlarda özellikle ücretler düştükçe, işsizlik arttıkça, öğretmenliğe ilgi oldukça arttı. Bir öğretmenle karşılaştıklarında işçilerin çoğunun ilk cümleleri genelde ya "öğretmen olup kurtulmak vardı" ya da "siz de çalışıyor musunuz, habire yatıyorsunuz, tatil yapıyorsunuz" olur. Oysa işin içyüzü başkadır. Öğretmenlik farklı alanlarda çalışan işçiler için ideal bir iş olarak görülür her zaman. Kendine ayırabileceği fazladan zamanı vardır, ücreti iyidir, yaz tatilleri, kış tatili, kar tatilleri vardır! Öğretmenlere okumuş yazmış adam olarak bakılır, bilgilidirler, genel ve güncel konularda fikir sahibidirler vs.! Aslında davulun sesi uzaktan hoş gelir! Evet tatilleri vardır ve bu yoğun bir iş temposunun olduğu sektörlerde çalışan işçilere cazip gelebilir, fakat öğretmenlerin ne kendilerine ayırabilecekleri bol zamanları vardır, ne ücretleri iyidir, ne de kelimenin gerçek anlamında aydın insanlardır.
Bugün, öğretmenler, çalıştığı bölgeye göre sınıf içinde 40, 50, 60 ve bazen 100 öğrenciye göz kulak olmaya çalışmaktadır. Bu sınıflarda eğitim-öğretim olanaksızlaşmıştır. Öğretmen neredeyse yalnızca bakıcılık yapmaktadır. Ders saati bittiğinde onlar da biterler ve eve gittiklerinde sızlayan ayaklarıyla kanepede sızıp kalırlar. Kalan zamanda, yorgun zihinleriyle günlük gazete bile okuyamazlar.
Öğretmenler sürekli ayakta kalmaktan dolayı varis, tebeşirden ve yüksek sesle konuşma zorunluluğundan dolayı da faranjit olmaktadırlar. Sınıfların kalabalıklığı, özel eğitim alması gereken problemli öğrencilerin de normal okullarda olması, düşük ücretler, sağlık sorunları gibi daha sayılabilecek bir yığın problem nedeniyle öğretmenler yoğun stres yaşamakta, çoğu psikolojik tedaviye başvurmaktadır. Ama bu sorunları yalnızca kendilerinin yaşadıklarını sanmaktadırlar.
Yaşadıkları sorunları çözme çabaları genellikle bireysel kurtuluş mücadelesi yönünde olmaktadır. Çoğu ya ek işte çalışmakta, ek iş aramakta ya da etütlü okullara kapak atmak istemektedir. Bu okullarda da etüt sınıflarını kapmak için birbirlerini yemektedirler. Öğretmenler bilinç düzeylerinin geriliğinden dolayı, sorunlarını örgütlenerek çözmek yerine, örgütlü mücadeleden uzak kalmaktadırlar. 750 bin öğretmenin ancak yarıya yakını sendikalıdır ve bu örgütlü kesimin de sendikaya ilgileri çok güçlü değildir. Mücadeleci sendikacılık yerine faaliyetlerini imza ve dilekçelerle yürüten bir sendika anlayışı da, sendikanın bürokratik işlemlerin yapıldığı, işçilerin yerine mücadele edilen bir kurum olduğu yanılsaması yaratmaktadır.
Ekilen kötü tohumun ürünleriyse, planlanan eylemlere kitlenin taşınamamasında görülmektedir. KESK'in iş bırakma ve miting kararına üyelerin çok azı katılmaktadır. En son Kamu Reformu Yasa Tasarısına karşı 10-11 Aralıkta yapılan iş bırakma eylemlerinde öğretmenler eylemlere katılmamak için olmadık bahaneler uydurdular. "Yasalar değişmez, bunlar bizim kazanılmış haklarımızdır" diyenler, duymamış gibi yapanlar, tepkisiz davrananlar bir yana, yasanın değişebileceğine inanan öğretmenlerden yaşlı olanlar, emekliliklerinin geldiğini bahane ettiler. Yasanın genç öğretmenleri ilgilendirdiğini, eylemi yapması gerekenlerin genç öğretmenler olduğunu ileri sürdüler. Eyleme katılmayan genç öğretmenlerse, yaşlılara, onların eyleme katılmakla kaybedecek bir şeyleri olmadığını, kendilerinin bu genç yaşta eyleme katılırlarsa işlerini kaybetmek gibi bir risk taşıdıklarını söylediler.
Evet, toplumumuzun "bilgili ve bilinçli" kesimi olduğu varsayılan öğretmenlerin büyük bölümü, haklarını topluca örgütlü bir mücadeleyle arama çabasından ne yazık ki uzak duruyorlar. Oysa örgütlü ve kararlı şekilde mücadele etmeden ne öğrencilere yeterli bir eğitim-öğretim verebilirler, ne kendilerine ne de çocuklarına iyi bir gelecek sağlayabilirler!
Hangi sektörlerde çalışıyor olursa olsun pek çok işçi kendi yaptığı işin en kötü iş olduğunu düşünür ve daha iyi bir işin hayalini kurarak kurtulabileceğine inanır. Peki gerçekten yaptığı işi çok seven, işyerinde hiçbir problem yaşamayan, başka bir işin hayalini kurmayan bir işçi var mıdır? Gerçekte biz işçiler hangi işi yaparsak yapalım, yaşamımızı devam ettirmek için çalışırız. Yaptığımız iş, başka bir işçi için çok güzel de olsa, o iş bizim ücretli köle olmamızı sağlayan bir boyunduruktan başka bir şey değildir! Ancak kapitalizm ortadan kaldırıldığında, kapitalistler için değil tüm toplum yararına üretim yapıldığında, çalışma bir zorunluluk değil bir zevk haline geldiğinde, ancak o zaman üretim faaliyetlerimiz bizim yaratıcılığımızı geliştiren, bizi ürettiğimize yabancılaştırmayan, mutlu kılan bir faaliyet olacaktır. Ve insanlar bir ömür boyu aynı işi yapmak sıkıntısından kurtulacak, başka bir işin hayalini kurmakla avunmayacak, arzuladığı çeşitli faaliyetleri yürütebilecektir. Ama bu hedefe ulaşabilmek için, bugün tüm sektörlerde çalışan işçiler, kapitalist sömürü düzeni içinde boş hayallerle gün tüketmek yerine başka bir dünyanın, sosyalist bir dünyanın hayalini kurmalı ve buna omuz vermek için mücadele etmelidir.
link: MT okuru bir eğitim emekçisi, Eğitim emekçilerinin durumu, 8 Mart 2004, https://en.marksist.net/node/1229
8 Mart ve Feminizm