Kapitalizm canavarı her gün binlerce insanı yutuyor. Kimilerini savaşlarda, kimilerini “doğal afetlerde”, kimilerini iş kazalarında, kimilerini psikolojik travmalarla intihara sürükleyerek… Bunların her birine tanık oluyor ya da bizzat yaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Muğla’da daha 18 yaşında gencecik bir öğrencinin intihar ettiğini öğrendik televizyonlardan, gazetelerden. “18 yaşında gencecik bir insan nasıl olur da intihar eder, hayatına son verir?” diye düşünüyoruz; daha önünde dolu dolu yaşayabileceği onca yıl varken!
Neydi peki bu intiharın sebebi? Tüm ailelerin çocuklarına “güvenli bir gelecek” hazırlama kaygısıyla hareket ettiği gibi Soner Sipahi’nin ailesi de iki çocuklarını sınava hazırlanmaları için dershaneye yazdırıyor. Ancak şoförlük yapan baba, dershane taksitlerini ödeyemeyince bankadan kredi çekiyor. Ama 1000 liralık borç, faiziyle 5000 lira oluyor. Senetlerde imzası bulunan anne borcun ödenememesi üzerine iki ay önce tutuklanıp Muğla cezaevine gönderiliyor. Baba borcu ödeyip eşinin cezaevinden çıkarılması için her yola başvuruyor, evini dahi satmaya çalışıyor. Ama ev satılmak üzereyken alıcı son anda vazgeçmiş. Bu durumu öğrenen Soner evsiz kalacaklarını sanıyor. Annesinin de hapiste oluşu intihara sürüklüyor Soner’i. Arkasında şu notu bırakıyor: “Bu duruma daha fazla dayanamayacağım.”
Olayın medyaya yansımasından sonra ise Fethiye İlçe Milli Eğitim Müdürü, dershane yönetimiyle görüşerek, borcun Kaymakamlık ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ödeneceği taahhüdünde bulunmuş. Görüşmeler üzerine anne Emine Sipahi iki ay cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Milli Eğitim Müdürü “Aile, bugüne kadar ne Kaymakamlığa ne de bize yardım talebinde bulunmuş. Daha önce gelselerdi bu duruma engel olabilirdik” diyor. Oysa benzer olaylar ülkenin dört bir tarafında her gün yaşanmıyor mu? Her yaşanan olaydan sonra “Haberimiz yoktu, olsaydı yardım ederdik” deniliyor. Sorumluluğu kendi üzerlerinden atmak için bunu yapıyorlar. Oysa ne medya, ne de devlet, sorunun kaynağında eşitsiz, paralı kapitalist eğitim sisteminin olduğunu söylüyor.
Bir taraftan devasa şekilde büyüyen bir dershane sektörü varken bunun nedeni sorgulanmıyor. Dershane sayısı 1970’li yıllarda 150 civarında iken 1993 yılında 952’ye, 2000 yılında 1864’e ve 2008 yılında 4270’e ulaşmıştır. Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye’de sadece üniversite sınavına hazırlık için dershanelere ödenen para 3,2 milyar doları buluyor. 1994 yılından bu yana dershane sayısı yüzde 285, öğrenci sayısı da yüzde 270 arttı. Üniversiteye giriş sistemi yapboz tahtası gibi sürekli değiştiriliyor. Bu sene ÖSS’nin yerini YGS (Yükseköğretim Geçiş Sınavı) ve LYS (Lisans Yerleştirme Sınavı) aldı. Bugün okullardaki müfredat ile bu sınavların müfredatı birbirinden farklı. Okullarda klasik sınavlar yapılırken, YGS ve LYS’de teste tâbi tutuluyor öğrenciler. Öğrenciler sürekli daha kısa sürede daha fazla soru çözme, daha fazla net çıkarma derdine düşüyorlar. Bunu öğrenebilecekleri yer olarak da dershanelere yönlendiriliyorlar. Yani dershaneler olmazsa olmaz hale geliyor. Bugün dershanelere başlama yaşı 10’a düşmüş durumda. Öğrencilerin okul dışında kalan tüm vakitleri, hafta sonu tatilleri dershanelerde geçiyor. Oyun yaşındaki çocuklar çocukluklarını yaşayamadan daha o yaşta rekabetin içine sürükleniyorlar. Neden? Çünkü öğrenciler ilköğretim 6. sınıftan itibaren her yıl sınava (SBS) giriyorlar. Daha iyi bir liseye girebilmeleri bu sınavların sonuçlarına bağlı kılınıyor, iyi bir lisenin ise üniversite kapılarını açacağı düşünülüyor. Bu yüzden de öğrencilerin neredeyse yüzde 70’i dershanelere gidilmeden sınavların kazanılacağına inanmıyor.
Bu yıl 1 milyon 512 bin 450 öğrenci YGS’ye girdi. Her yıl nerdeyse 2 milyon öğrencinin hazırlandığı bu sınav Türkiye’nin her yerinde aynı saatte, aynı sorularla yapılıyor diye eşit sayılamaz. Daha hazırlık kısmında bir eşitsizlik ve adaletsizlik var. Kimi işçi çocukları parasızlıktan dolayı okulu bırakmak zorunda kalırken, kimi işçi aileleri Soner Sipahi’nin ailesi gibi çocuklarını dişinden tırnağından arttırdıklarıyla zor belâ dershaneye yazdırıyor. Ama diğer tarafta, ne böyle okula gidebilecek miyim kaygısı olan, ne de sınav stresleri yaşayan, kolejlerin, özel üniversitelerin kapılarının sonuna kadar açık olduğu patron çocukları var. Şimdi eğitim sistemi daha baştan eşitsiz değil de nedir?
Peki, bu eşitsizlik kader midir? Onlar patron çocuğu olarak doğuyor, bizse işçi çocuğu olarak doğuyoruz. “Kaderimiz böyle yazılmış elden ne gelir?” mi diyeceğiz? Yoksa hakkımız olan bilimsel, parasız, gerçekten eşit bir eğitim sistemi için ellerimizi birleştirip “Bu bizim kaderimiz değildir” mi diyeceğiz? Güvenli bir geleceği, sınav cenderelerinde debelenip dururken elde edemeyiz. Bizleri kalıplara hapseden, düşünmemizi, sorgulamamızı engelleyen ezberci eğitim sistemine son verirsek ancak güvenli bir geleceği kendi ellerimizle kurabiliriz, yeteneğimize göre ve istediğimiz, sevdiğimiz işi yapabiliriz. İşte iki seçenekli bir soru: ya Soner Sipahi gibi kapitalizm cellâdına kurban edeceğiz kendimizi, ya da biz kapitalizmi yok edeceğiz.
link: Gülhan Dildar, Çarpık Eğitim Sisteminin Sonuçları, 1 Mayıs 2010, en.marksist.net/node/2453
Kapitalizm Küçük Üreticileri Ezerek Tasfiye Ediyor
Futbol, Bahis, Şike ve Kapitalizm