Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı

Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı

1.bölüm

1985_tekstil_iscileri.jpg

Dünya işçi sınıfı, çeşitli türden otoriter, totaliter rejimlere karşı gerçekleştirdiği mücadelelerle gelecek kuşaklara zengin deneyimler armağan etmiştir. Onyıllarını askeri diktatörlükler altında geçiren Güney Koreli işçiler de, baskı ve yasaklara rağmen askeri diktatörlüklere karşı yükselttikleri militan mücadelelerle bu deneyimlere büyük katkılarda bulunmuşlardır. Güney Kore, kuruluşundan[1] 1990’lı yıllara dek kesintisiz bir şekilde çeşitli türden otoriter/totaliter rejimlerle yönetilmiştir. Bununla birlikte burjuvazi, uyguladığı en koyu baskıya, zorbalığa rağmen işçilerin, emekçilerin ve öğrenci gençliğin militan mücadeleleriyle ülkenin çalkalanmasının önüne geçememiştir. Güney Koreli işçiler, 1960’lardan bu yana büyük deneyimler biriktirerek her seferinde bir kademe üste sıçratarak yükselttikleri mücadeleleriyle son olarak geçtiğimiz yıl devlet başkanı Park Guen-hye’yi iktidardan indirmişlerdir. 2016 sonbaharında yükselişe geçen ve hedef tahtasına Park Guen-hye’yi oturtan grevler ve çeşitli türden eylemler, birkaç ay içinde işçilerin, emekçilerin ve öğrenci gençliğin yüz binlerle sokağa dökülmesiyle bir üst boyuta sıçramış ve Park Guen-hye istifa edene dek hareket dipdiri kalmayı başarmıştır. İşçi sınıfının dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir bölüğünün verdiği mücadeleler, bu mücadelelerde elde edilen zaferler ya da yenilgiler, kazanımlar ya da kayıplar, sınıfımızın tamamının tarihsel hafızasına kaydedilir. Eksikliklerden dersler çıkarıldığı, yapılması gerekenler örnek alındığı ölçüde, bu deneyimler paha biçilmez öneme sahiptir. Bu deneyimlerle donanarak verilen her bir muharebe, o son kavganın zafere ulaşmasının kilometre taşlarını döşeyecektir. Yeter ki bu deneyimleri aktaracak kayışlar sağlamca örülmüş, işçi sınıfına önderlik edecek devrimci yapının harcı güçlü bir şekilde karılmış olsun! *** Güney Kore, Asyatik-despotik geçmişi, üç yıllık kanlı Kore savaşı ve ABD’nin bu ülkeyi anti-komünizmin bölgedeki en önemli üssü olarak dizayn etme çabaları yüzünden, ordunun siyasetteki ağırlığı son derece büyük olan bir devlet olarak şekillenmiştir. Bu tarihsel arka plan, ilk dönemlerde ordunun ekonomi üzerinde de orantısız bir ağırlığa sahip olmasına yol açmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle bu ağırlık hızla azalırken aynı şey siyaset alanı için bu hızda geçerli olmamış ve Güney Kore 1990’ların ortalarına dek askeri darbelerin ve olağanüstü rejimlerin kesintisiz birbirini izlediği bir ülke olmaktan kurtulamamıştır. Burjuvazi Güney Kore’yi, hızlı sanayileşme, kısa sürede gerçekleştirilen teknolojik atılım ve yüksek büyüme hızı dolayısıyla “Asya Kaplanı” ya da “Kore Mucizesi” olarak nitelendirilen bir başarı hikâyesi olarak sunar. Oysa bu başarı hikâyesinin arkasında, askeri diktatörlüklerin demir yumruğu altında işçilerin dizginsiz bir şekilde sömürülmesi yatmaktadır. Burjuvazi işçilerin, emekçilerin sırtından sopayı eksik etmeksizin bu “mucize”yi yaratmıştır yaratmasına ama, işçiler, emekçiler de en koyu karanlıkları militan mücadeleleriyle delmekten asla vazgeçmemişlerdir. 1960’lardan itibaren burjuvaziyle ve askeri diktatörlüklerle en sert biçimlerde karşı karşıya gelmişler ve her seferinde daha güçlü çıkışlarla düzeni zorlamışlardır. Üstelik tüm bunlar, Kuzey Kore’nin varlığı nedeniyle devletin anti-komünist histerisinin en azgın biçimlerde ve kesintisiz devam ettiği, sosyalizm propagandasının vatana ihanetle eş tutulup idamın ve uzun hapisliklerin vesilesi yapıldığı ve demokratik muhalefetin bile komünistlikle suçlandığı koşullarda gerçekleşmiştir. Güney Kore halkının diktatörlüğe karşı verdiği militan mücadelelerin tepe noktalarından ilkini 1960 yılındaki Nisan ayaklanması oluşturur. Güney Kore tarihine “Nisan Devrimi” olarak geçen bu ayaklanma, Güney Kore halkının bir diktatörü devirdiği ilk isyanıydı ama sonuncusu olmayacaktı!

1960 Nisan ayaklanması

1948’de ABD himayesinde kurulan ve resmi adı Kore Cumhuriyeti olan Güney Kore’de, gerçekte parlamento şallı bir totaliter rejim hüküm sürmekteydi. Başkanlık sisteminin geçerli olduğu bu devletin ilk başkanı olan Rhee Syngman, Kore savaşı, Kuzey Kore’nin varlığının ölümcül bir tehdit olarak algılatılması ve muhalefetin şiddetle bastırılması sayesinde uzunca bir süre iktidar koltuğunda kalmayı başarmıştı. Ne var ki, azılı bir anti-komünist olan ve iktidarı boyunca on binlerce sol muhalifi zindana atıp işkencelerden geçiren, binlercesinin katledilmesi emrini veren Rhee, 1950’lerin sonlarından itibaren toplumsal desteğini büyük ölçüde yitirmişti. ABD’nin maddi yardımları da belirgin bir şekilde azalmış ve bu durum ekonomi üzerinde gözle görülür bir etki yapmıştı. İşçiler bu diktatörlük altında ilk kez bağımsız bir sendika kurmuşlardı ve rejimin korporatist sendika federasyonu FKTU’ya bayrak açarak kurulan bu demokratik sendikaya bir yıl içinde 160 binden fazla işçi üye olmuştu. 1960 başkanlık seçimlerine işte bu koşullar altında gidiliyordu. Rhee, sallantıda olan iktidarını korumak için, muhalefeti zor yoluyla bastırmak ve seçimlerde bin bir dümene girişmek zorundaydı. Bunun için, seçimler öncesinde çıkardığı Ulusal Güvenlik Yasasıyla (sosyalist hareketin, demokratik muhalefetin ve işçi hareketinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan bu faşizan yasa bugün de halen yürürlüktedir) basına ve muhalefete yönelik baskıları alabildiğine tırmandırmaya koyulmuştu. Seçimler öncesinde muhalefet liderlerinden birinin hapse atılıp öldürülmesi, diğerininse tedavi görmek için gittiği ABD’de hayatını kaybetmesi sayesinde Rhee seçimlere rakipsiz girmiş, ancak bu durum büyük bir tepki dalgası oluşmasına yol açmıştı. Bu süreçte, muhalefet partilerinin demokratik bir seçim talebiyle başlattıkları protestolara binlerce insan katılmış, fakat Rhee bunları her zamanki gibi “komünist tertip” olarak niteleyip üzerlerine polisi salmıştı. Bu saldırılar sırasında kaybolan bir üniversite öğrencisinin cesedi birkaç hafta sonra bir balıkçı tarafından denizde bulunmuştu. Mart ayında Masan kentinde gerçekleşen bu olayda, gencin başının polisin gaz fişeğiyle parçalandığının anlaşılması, rejimin bunu inkâr ederek baskı ve sansürle olayın üzerini örtmeye çalışması, ancak haberin cesedin görüntüleriyle birlikte basına yansıması büyük bir isyanı tetikledi. Kore Üniversitesi öğrencilerinin polis şiddetine karşı ve demokratik seçimler talebiyle yaptıkları protesto çağrıları sonucunda, 19 Nisanda 100 bin öğrenci Seul’deki Başkanlık Köşküne doğru yürüyüşe geçmiş ve Rhee’yi istifaya çağırmıştı. İçlerinde binlerce orta ve ilköğrenim öğrencisinin de yer aldığı göstericilerin üstüne ateş açan polis 180 kişiyi katletmiş, binlercesini yaralamış, Rhee sıkıyönetim ilan etmiş, ancak göstericilere geri adım attıramamıştı. Bir hafta boyunca polisle şiddetli çatışmalar yaşanmış, buna rağmen hareket öğretim üyeleri, öğretmenler ve çeşitli sektörlerden işçilerle kitleselleşerek pek çok kente yayılmıştı. İş öyle bir noktaya varmıştı ki, kimi yerlerde askerler ve polisler halka ateş açmayı reddetmeye başlamıştı. Egemenlerin sadece rejimin değil düzenin de tehdit altına gireceğini hissetmeleri, Rhee’nin üzerindeki baskının artmasına yol açtı. Elinde on binlerce solcu ve devrimcinin kanı olan bu diktatör, nihayetinde ABD elçisinin kendisini ziyaret edip gereken “öğüdü” vermesi sonrasında 26 Nisanda istifa etti ve iki gün sonra CIA tarafından bir uçakla Hawai’ye kaçırılarak hayatını kurtarabildi. Aynı gün İçişleri Bakanı ve Güvenlik Şefi de, cesedi bulunan üniversite öğrencisinin Masan’da polis saldırısıyla katledilmesinin sorumluluğunu üstlenerek istifa etti. Üç ay sonra yapılan seçimlerde, 12 yıllık Liberal Parti hükümeti sona ererken Güney Kore başkanlık sisteminden parlamenter sisteme de geçiş yapacaktı aynı zamanda.

Park Chung-hee’nin gelişi ve gidişi

Rhee diktatörlüğü yıkılmış, ancak kitleler evlerine, işlerine, okullarına geri çekilip “bu kadarı yeter” dememişlerdi. Tüm toplum özgürlük ruhuyla sarhoş olmuş gibiydi! Emekçilerin gerçek ihtiyaçları seçimlerle sınırlı bir demokrasinin de, mevcut çalışma ve yaşam koşullarının da ötesine taşıyordu. Bu yüzden talepler ekonomik/siyasi/sosyal her alanda yükseliyordu. Rhee’nin devrilmesini izleyen bir yıl içinde toplamda 350 bin işçinin katıldığı 2 binden fazla eylem gerçekleşmişti. Yüzlerce yeni sendika kurulurken işçi ücretlerinde önemli artışlar sağlanmıştı. 1960 Haziranında 400 Samsung işçisi, işten atılan 152 arkadaşları için açlık grevine gitmişti. Öğrenci federasyonu ve sol sendikaların oluşturduğu ortak platform, Kuzey ve Güney’in yeniden birleşmesi çağrısında bulunuyordu. Güneyli öğrenciler Kuzeyli öğrencilerle ülkenin yeniden birleşmesi konulu toplantı yapmak üzere bir takvim bile belirlemişlerdi. Bu arada çok sayıda parti ve örgüt Kore-ABD ticaret anlaşmasına karşı bir koalisyon oluşturmuştu. Sokaklarda çeşitli türden protesto gösterileri hiç eksik olmuyordu. Kısacası emekçiler için bayram, egemenler içinse endişe dolu günler yaşanıyordu. Bu toplumsal canlanmanın kontrol edilemez hale gelmesinden korkan egemenler, giden diktatörün yerine yenisini getirmek üzere harekete geçmişlerdi bile. Seçimlerin üzerinden daha bir yıl geçmeden, 16 Mayıs 1961’de General Park Chung-hee liderliğinde yapılan askeri faşist darbe, Güney Kore’yi bir kez daha koyu bir diktatörlük döneminin içine fırlattı. Bu faşist darbenin ardından parlamento ve burjuva partiler kapatıldı, siyasetçiler içeri atıldı, tüm devlet aygıtında büyük bir “temizlik” harekâtı gerçekleştirildi. Kuşkusuz en ağır saldırı demokratik muhalefete yapılmıştı. On binlerce insan hapse atılıyor, her türlü muhalefet acımasızca bastırılıyordu. Askeri faşist cunta üzerine düşeni yaptıktan sonra, yoluna parlamenter soslu bir Bonapartist rejimle devam etmeye koyulacaktı. Park Chung-hee, darbeden iki yıl sonra, 1963’te gerçekleştirilen göstermelik seçimlerle diktatörlüğünü başkanlık adı altında uzatmış oldu. Darbecilerin liderliğinde kurulan göstermelik partiler de bu “demokrasi”nin vitrin süsleriydi. 1969’da yapılan anayasa değişikliğiyle Park’ın üçüncü iktidar dönemine de olanak sağlanıyordu. Bundan üç yıl sonra ise, yeni bir anayasa değişikliğiyle dönem sınırlamasını kaldırarak ömür boyu başkanlığının önünü açan Park, ayrıca sınırsız yetkilere de kavuşmuştu. Örneğin parlamentoyu dilediği zaman feshedebildiği gibi, vekillerin üçte birini de tek başına o atıyordu! Bu yetkilerini sonuna kadar kullanan Park’ın tek adam rejiminin misyonu, işçi sınıfının dizginsiz sömürüsü için gerekli baskı ve zoru sağlayarak sermaye birikimini arttıracak ekonomik ve sosyal politikalar izlemekti. Bu dönemde hızlı bir sanayileşme hamlesine girişildi. Ülkenin toplumsal yapısının da kapitalist gelişmeye paralel olarak hızla değiştiği bu dönemde kırdan kente yoğun bir göç yaşanırken, sanayi işçilerinin sayısı da sıçramalı bir şekilde artmıştı. 1960-80 arasında Seul’ün nüfusu 2,5 milyondan 8 milyona çıkmış, kent yeni gelen emekçilerin oluşturduğu gecekondu mahalleleriyle dolmuştu. Yoksul emekçilerle bu gecekonduları yıkmak üzere söz konusu mahallelere giren polis arasında sürekli çatışmalar yaşanıyordu. 12 saatlik vardiyalarla 6 gün çalışma, düşük ücretler, rutin hale gelen iş kazaları işçi sınıfının maruz kaldığı ağır sömürünün çalışma ve yaşam koşullarındaki temel yansımalarıydı. Kadın işçiler için durum daha da vahimdi. İhracat odaklı tekstil sektöründe çalışan yüz binlerce kadın işçi (çoğunluğu 12-17 yaş arasındaki çocuklardı), köyden gelip girdikleri fabrikalarda günde 16 saat, haftada 6 gün çalışıyor, bunun karşılığında erkeklerin yarısı kadar ücret alıyordu. İşyerindeki baskılar, tacizler, aşağılamalar, kadınlar için durumu hepten çekilmez kılıyordu. 70’lerin başlarında ihracatın üçte ikisi bu kadın işçiler sayesinde gerekleştiriliyordu. “Kore mucizesi”nin gerçekleştirilmesinde kanlarıyla, canlarıyla ve dizginsizce sömürülen emekleriyle olağanüstü bir rol oynayan bu kadın işçiler, hızla diğer sektörlerde de yer almaya başlayacaklardı. 1970’li yıllar boyunca binlerce kadın tekstil işçisi, sendikalaşmak, işten atılan arkadaşlarına sahip çıkmak, ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirmek ve baskılara karşı çıkmak için büyük direnişler gerçekleştireceklerdi. Sermaye devletinin tekellerle birlikte “Kore mucizesi”ni gerçekleştirmek üzere harekete geçtiği bu yıllarda, planlı bir ağır sanayi ve yüksek teknoloji hamlesine girişiliyordu. Kimya ve otomotiv sektöründe muazzam bir atılıma sahne olan bu yıllarda, gemi ve otomobil üretimine yoğunlaşan Hyundai, Daewoo gibi tekellerin, Samsung, LG gibi teknoloji devlerinin Kore ekonomisi üzerindeki ağırlıkları sıçramalı bir şekilde artmıştı. Bunların da aralarında bulunduğu, devletle yakın ilişki içindeki en büyük on tekelin toplam cirolarının milli gelire oranı 1974’te %15 iken, on yıl sonra bu oran %67’yi geçiyordu.[2] Ekonomi yıllık ortalama %8’lik bir büyüme hızıyla gelişirken, büyük burjuva ailelerin sahip olduğu “chaebol” denen büyük tekeller işçi sınıfının rejim tarafından baskılanması sayesinde elde ettikleri katlamalı kârlardan son derece memnundu. Bu durum, Park’ın tek adam rejiminin burjuva kesimler arasında bile hoşnutsuzluğa yol açmasına rağmen 70’lerin sonuna dek sürebilmesini mümkün kılacaktı. Başlatılan sanayileşme hamlesinin büyük bir sanayi proletaryasının oluşmasına da ebelik ettiği bu dönemde, sınıf çelişkileri de alabildiğine keskinleşmişti. Tam da bu yüzden, Park’ın liderliğindeki dikta rejiminin tüm baskılarına rağmen, emekçilerin sesi mutlak olarak kısılamamıştı. Eğer böylesi bir zorba rejim olmasaydı, kölelik koşullarında çalıştırılıp sırtlarından “mucize”ler yaratılan işçilerin, emekçilerin ve onların çocukları olan öğrencilerin kısa sürede toplumsal bir patlamayla ayağa kalkacağına hiç şüphe yoktu. Zira tüm baskılara rağmen, söz konusu yıllar boyunca pek çok işçi eylemi, öğrenci eylemi ve çeşitli türden protesto hareketlerinin yaşanmasının önüne geçilememişti. Bu dönemde, askeri diktatörlüğün sona ermesi hedefiyle geniş bir demokrasi cephesi de oluşturulmuştu: “Bu geniş cephenin içinde bazı Hıristiyan kiliseleri dahi yer almışlardı. Gelişen hareketin adı Minjung idi. Minjung’un kelime anlamı «halk»tı ve aslında harekete hâkim olan ulusalcı-sol siyaseti/ideolojiyi sembolize ediyordu. (…) ‘80 dönemecinde işçi sınıfı hareketi artık Minjung’un içine sığmayacak kadar büyümüştü. Sınıf hareketinin ilk dönemlerinde ağır basan dinsel öğretiler ve halk kültüründen gelen ideolojik etkiler giderek azalmaya, etkisizleşmeye başlamıştı. Bunda sosyalist öğrencilerin rolü de büyük olmuştu. İşçilerden farklı olarak daha baştan siyasi örgütlenmeler içinde yer alarak politize olan öğrenciler, sınıf hareketi ilerledikçe artan oranda onun saflarına katılmaya başlıyorlar ve hem dönüşüyor hem de dönüştürüyorlardı. Bu da sınıf hareketinin militanlaşmasına, mücadelelerden çıkartılan derslerin genelleşmesine ve siyasal açıdan bağımsızlaşmasına katkıda bulunuyordu. İşçiler arasında siyasi örgütler kuruluyor, çeşitli yayınlar çıkartılıyordu.”[3] 70’lerin sonuna doğru sıklıkları ve kitlesellikleri artan eylemler aslında büyüyen ve yakında patlayacak bir öfkenin ifadesiydiler. Burada Dongil tekstil fabrikasında çalışan kadın işçilerin mücadelesi anlamlı bir yere sahiptir. 1976’da, yönetime sadık erkek işçilerin işyerine giren sarı sendikanın seçimlerini kapalı kapılar ardında yapmasına isyan etmekle işe başlayan bu kadın işçiler, sendika odasını basıp üç gün işgal etmişlerdi. 70 kadın işçi, onları oradan zorla çıkarmaya çalışan polis saldırısına da kahramanca direnmişti. Sonrasında aylar boyunca hazırlandıkları sendika seçiminde bir kez daha yönetimin işbirlikçisi olan erkek işçilerin saldırısına uğramışlar ama yılmamışlardı. Bu süreçte 100’den fazlası işten atılmış ama haklarını savunmak için her ortamı kullanarak seslerini duyurmaya çalışmışlardı. İki yıl sonra 124 kadın işçi daha işten atılmış, işbirlikçi sendika FKTU bu işçilerin hiçbir yerde iş bulmamaları için kara listeler hazırlamıştı. Kadın işçiler buna da sessiz kalmadılar ve FKTU genel merkezini basarak işe iade edilmelerini istediler. Kaybetseler de yılmadılar ve direnişlerini devam ettirerek seslerini tüm işçilere duyurdular. Onların mücadelesi sınıf kardeşlerine, özellikle de kadın işçilere örnek olacaktı. 1979 Ağustosunda 4 binden fazla kadın tekstil işçisi, Amerikan ortaklı YH şirketinden işten atılmış ve direnişe geçmişti. 170 işçi, muhalif Yeni Demokrasi Partisi (NDP) genel merkezinde oturma eylemi başlatmıştı. Rejimin işçilerin üzerine polisi salması sonucunda, aralarında gazetecilerin ve politikacıların da olduğu onlarca insan yaralanmış ve bir kadın hayatını kaybetmişti. NDP liderinin ve parti üyelerinin 18 günlük bir oturma eylemiyle protesto ettiği bu saldırı sonrasında, NDP milletvekilleri ve lideri parlamentodan ihraç edilmişti. Rejimin bu aleni saldırısını protesto eden binlerce öğrenci sokağa dökülerek özgürlük talebiyle gösteriler başlatmış, bu gösteriler Busan ve Masan kentlerinde bir isyana dönüşmüştü. Tam da bu isyanlar yaşanırken, iktidarı alabildiğine kişiselleştirdiği ve büyüyen toplumsal huzursuzluğun önüne geçemediği için burjuvazinin gözünden düşmüş olan Park, özel güvenlik şefi tarafından öldürüldü. 1979 Ekiminde gerçekleşen bu suikast, halkta demokratikleşme yönünde büyük bir umudun canlanmasına yol açtı. Sokaklarda kutlamalar yapıldı. Ancak Kore halkının sevinci 12 Aralıkta gelen yeni askeri darbeyle yarım bıraktırıldı. Chun Doo-hwan liderliğindeki bu darbeyle, Park rejiminin sürekliliği başka bir yüzle sağlanmış oluyordu. Ne var ki, birkaç hafta içinde, işçi hareketi daha önce olmadığı ölçüde yükselişe geçecek, toplumsal muhalefet daha da canlanacaktı. 1980 baharı, madenlerde, tekstilde, metalde, kimyada yüzlerce grevle geldi. Sadece fabrikalar değil üniversiteler de harekete geçmişti. Seul’de onlarca üniversiteden 100 bine yakın öğrencinin katıldığı büyük gösteriler örgütleniyor ve “diktatörlüğe hayır” sloganları yükseltiliyordu. Güney Kore işçi sınıfının mücadele tarihindeki en önemli kilometre taşlarından birini oluşturan Gwangju ayaklanması da işte bu süreçte gerçekleşti. İşçiler, emekçiler, Chun’a hiç beklemediği bir “hoş geldin” partisi düzenleyeceklerdi!

1980 Gwangju ayaklanması                                   

Mayıs ayında öğrenci nüfusun çok yoğun olduğu Gwangju’da da demokrasi sloganıyla kitlesel gösteriler düzenlenmiş, üstelik ülkenin diğer bölgelerinde hareket geri çekilirken Gwangju’da bu olmamıştı. Bunun üzerine rejim kenti askeri abluka altına alarak terör estirmeye başladı. 18 bin polis ve 3 bin asker seferber edilmişti. Askerler özel kuvvetlerden oluşuyordu. Bunlar kente girer girmez, kimseye acınmayacağından, kadınların göğüslerinin kesileceğinden, cesetlerin parçalanacağından bahsederek terör estirmeye başladılar. 18 Mayısta, evler basıldı, öğrenciler tutuklandı, bir kişi öldürüldü, yaralanan birçok insan askeri araçların arkasına bağlanarak ibret olsun diye halkın önünde dolaştırıldı. Ne var ki, halka korku salıp pasifize etmek üzere yapılan bu faşist terör, hedefinin aksine, öfkeyi daha da büyüterek isyanı ateşledi. 19 Mayısta Gwangju, yeni bir isyana, daha öncekilerden niteliksel olarak çok farklı bir isyana gözlerini açtı. Daha önceki isyanlarda öğrencilerle halk arasında bir mesafe varken ve bu durum söz konusu hareketlerin sınırını daha baştan belirlerken, burada harekete damgasını vuran kesim öğrenciler olmaktan çıkmış, işin içine işçi sınıfının örgütlenme yeteneği, yaratıcılığı ve disiplini girmişti. Sadece öğrencilerin değil tüm emekçi halk kesimlerinin dâhil olduğu bu ayaklanmaya damgasını vuran işçi sınıfıydı. 20 Mayısta, çürümeye başlayan bir ceset bulunduğunda, on binlerce insan direnişi nasıl örgütleyeceklerini tartışmak üzere kent merkezinde toplandı. Kentte terör estiren askerlere ve polislere karşı yüz binler ayağa kalkmıştı. İşçiler, çiftçiler, öğrenciler, esnaf, kadınlar… Polis barikatları aşılıyor, askerle polis arasında bölünme meydana getirmek üzere konuşmalar yapılıyordu. Akşam saatleri yaklaşırken, 800 bin nüfuslu bu kentte 200 bin kişilik bir yürüyüş gerçekleştirildi. Otobüs ve taksi şoförleri halkı korumak için yüzlerce araçla barikat oluşturmuşlardı. Halk direnişçilere yiyecek, içecek taşıyordu. Özel kuvvetler bir kez daha saldırıya geçtiklerinde bu kez halk kendini demir çubuklarla, borularla, taşlarla, sopalarla, bıçaklarla, kısacası eline geçirdiği her türlü araçla savunmaya başlamıştı. Yaratıcılık, yardımlaşma, dayanışma had safhadaydı. İnsanlar bunun onurunu yaşıyorlardı. Medyanın ölü sayısını az göstermesi, devlet terörünü yansıtmayıp halkı vandallar olarak göstermesi, tüm haberlerin yalanlarla doldurulması Gwangjulu emekçileri çileden çıkarmıştı. Bunun üzerine binlerce insan MBC televizyonunun binasını kuşatıp yayını durdurmaya çalıştı. Yayına devam edilmesi üzerine bina ateşe verildi ve ardından diğer devlet binalarına yönelindi. İlk hedef, “Kendi halkını öldürmek üzere ABD’den silah almak için değil, halkın ihtiyaçlarını karşılamak için vergi” sloganıyla Vergi Dairesiydi. Vergi Dairesinin merdivenlerinde göğsü parçalanmış bir genç kız cesedini gören kalabalığın öfkesi zaptedilemez hale gelmiş ve bu bina da ateşe verilmişti. Bunu on altı polis noktasının, iki televizyon binasının ve iş teftiş bürosunun yakılması izleyecekti. Saldırı şiddetleniyordu ve emekçilerin savaşmak için pek çok şeye ihtiyacı vardı. Bir grup direnişçi, Asya Motor fabrikasına (bugünkü KIA) giderek işçilerden kendilerine otomobil vermesini istedi ve istediklerinden fazlasını aldı. Daha sonra bunu çok sayıda otobüs, jeep, kamyon ve hatta zırhlı personel taşıyıcılar izleyecekti. Ertesi gün bu fabrikanın 1700 işçisi de iş bırakıp isyancılara katılmıştı. Bu ayaklanmanın bizzat içinde olan biri kentin durumunu ve kitlelerin ruh halini daha sonra şöyle anlatmaktadır: “Şehir artık hükümetin kontrolünde değildi. Gwangju halkı bir komün inşa etmişti ve bu yeni sistemin bedelini kanıyla ödemişti. 21 Mayıs sabahı sokak köşelerinde yeni bir manzara vardı, sokakta, tüm işlek kavşaklarda, göstericiler için yemekler hazırlanıyordu. Bazıları devletin yarattığı vahşeti gözleriyle gören sokak ve pazar satıcıları yemek dağıtımını örgütlüyordu. Yüzlerce ev kadını göstericilerin karnını doyuruyordu. Kimse sarhoş değildi. Bu birliktelik tüm isyancıların mücadele ruhunu besliyordu.”[4] Bütün kent halkı seferber olmuştu. Her alanda örgütlülük inanılmaz bir düzen içinde sağlanıyordu. Oluşturulan ekipler pek çok işi yapıyordu. Bunların bir kısmı tutsakları kurtarmak üzere harekete geçti. Askeri birlikler hapishane kapısında toplanan 50 bin kişinin üzerine ateş açtı ve çok sayıda insan katledildi. Askerler, tuzak olarak milli marş çalarak saygı duruşuna geçen halkın üzerine ateş açıp 54 kişiyi öldürünce, halk sopalarla, borularla yetinmenin mümkün olmadığını gördü. Bu alanda örgütlenen ekipler, asker ve polis cephaneliklerini basıp silahlara el koydular. Ağırlığı işçilerden oluşan, içlerinde çiftçiler, balıkçılar da bulunan bir “Yurttaşlar Ordusu” oluşturdular. Bu, halkı savunmak için kurulan bir milisti. Madencilerden dinamit lokumları geliyor, tekstil işçisi kadınlar ele geçirdikleri tüfekleri getiriyor, genç kızlar çöplerden boş şişeleri toplayıp Molotof kokteyli yapıyor ve bunları askerlere fırlatıyordu. Hatta bazı polisler yarattıkları vahşet tablosu karşısında askerlere duydukları öfke yüzünden karakollardaki silahları göstericilere veriyor ve kendileri de üniformalarını çıkarıp isyancılara katılıyordu. Ayrıca mahalleleri savunmak için öz-savunma birlikleri oluşturulmuştu. Bu arada ayaklanma Gwangju’nun güneyindeki kentlere de yayılmıştı. Oralarda da halk, Gwangju’daki kanlı saldırının hesabının verilmesi için sokaklara dökülmüş, devlet binalarını ateşe vermiş ve silahlanarak orduya baş kaldırmıştı. Gwangju’da çatışmalar şiddetlenirken, helikopterlerden ateş açılmaya başlanmış ve çok sayıda insan yaralanmıştı. Ne var ki, egemenlerin bütün halkın seferber olup dişe diş verdiği mücadelenin çok büyük bir katliam gerçekleştirmeden engellenemeyeceğini görmeleri üzerine, diktatörlük 23 Mayısta askeri birlikleri geri çekmek zorunda kaldı. Gwangju’da, 20 Mayıstan 27 Mayısa kadar işçilerin, emekçilerin yönettiği, kendi demokrasilerini hâkim kıldıkları gerçek bir komün kurulmuştu. Birbirini hiç tanımayan insanlar, sahip oldukları her şeyi birbirleriyle paylaşıyor, birbirlerinin canlarını koruyordu. Doğrudan demokrasinin somut uygulaması yaşanıyor, kararlar ortaklaşa alınıyor, kurulan kürsülerde herkes özgürce duygu ve düşüncelerini dile getiriyordu. Çok sayıda iş için çok sayıda komite kurulmuştu. Burjuva medyanın yalanlarıyla mücadele etmek için Mücadelecilerin Bülteni (Fighters’ Bulletin) adlı bir gazete çıkarılmaktaydı. Kente yiyecek giriş-çıkışı askerler tarafından engellendiği halde, elde olanın paylaşılması ve komünal mutfaklar sayesinde kimse aç kalmamıştı. Bu arada hiçbir dükkân yağmalanmamış, hiçbir yabancıya zarar verilmemişti. Bu birkaç gün içinde yapılan aktiviteler inanılmazdı. Sanatçılar duvar resimleri ve posterler yapıyor, tiyatro çalışmaları yapılıyor, işçiler için gece okulu düzenleniyor, tutukluların aileleri için yardımlar örgütleniyor, ziyaretler yapılıyordu. Tüm bunlar, faşist bir rejimin bile “artık yeter” diyerek sokağa dökülen kitleler karşısında, tankının, topunun, helikopterinin, uçağının hiçbir işe yaramadığını gösteriyordu. Gwangju’da isyancılar ilk başlarda ağır saldırıların ve artan ölümlerin etkisiyle, hiçbir şey yapamayacakları duygusuna kapılmışlardı. Öfkeleri onları direnmeye itse de fazla umutları yoktu. Ancak 20 Mayısta her şey değişecekti. Örgütlü hareket, kurulan ekiplerin yaptığı işler, dayanışma ve kararlı duruş tüm ruh halini değiştirmişti. Ordu geri çekildikten sonra yapılan görüşmelerde, silahların teslim edilmesi meselesi ayaklanmaya katılan kitleler arasında ciddi tartışmalara ve ayrılıklara neden olsa da sonunda varılan uzlaşmayla ordu şunları kabul etmişti: Tutsakların bir bölümünün serbest bırakılması, yaralılara tedavi yardımı, ölenlerin ailelerine tazminat verilmesi, kimsenin isyana katıldığı için yargılanmaması, ordunun aşırı güç kullandığının kabul edilmesi. Tüm bunlar karşılığında da silahlar toplanıp teslim edilmişti. Bu tartışma ve görüşmelerde, sınıf tavrı çok net bir şekilde kendini göstermişti. İtirazlara rağmen oluşturulan görüşme heyetindeki burjuva politikacılar, işadamları, din adamları ve serbest meslek sahipleri silah bırakma mevzuunda hiçbir problem görmemişler, öğrenciler de onlara katılmışlardı. İşçilerse buna sonuna dek direnmiş, hatta bazıları silahlarını vermemişti. Tüm tutsakların serbest bırakılmasından geri adım atılmasına da karşı çıkmışlardı. Gwangju isyanı bir kez daha göstermişti ki, işçiler ayağa geç kalksalar da, belirleyici an geldiğinde, çabuk radikalize olup çabuk harekete geçebilen öğrencilerden daha militanlardı. Silahları ele geçirenler de öğrenciler değil işçilerdi. Onlar orduya güvenilemeyeceğini, bu sözleri yerine getirmesinin hiçbir garantisinin olmadığını söylüyor, ama dahası bu isyanın büyüyüp diktatörlüğü yıkmaya doğru büyüyeceği beklentisiyle bu silahlara ihtiyaç duyacaklarını hesap ediyorlardı. Disiplin ve organize olmak onların işiydi ve devrim denen şey için bu ikisi olmazsa olmazdı. Ancak devrim, devrimci bir önderlik olmaksızın da başarıya ulaşamazdı. Gwangju ayaklanması patlak verdiğinde Kore işçi sınıfı ne yazık ki devrimci bir önderlikten yoksundu ve bu eksiklik ayaklanmanın başlangıcından bitişine her anına ve sonuçlarına damgasını basmıştı. Eğer böylesi bir önderliğin yönlendiriciliğinde gelişseydi, çok açık ki bu isyan bütün ülkeye yayılabilir, Gwangju halkının mücadelesini verdiği gibi Chun rejimi tepetaklak gidebilir, daha da ötesi emekçi kitleler iktidarı kendi ellerine alabilirlerdi. Gwangju, işçi sınıfının tarihine hem bir ayaklanma hem de katliam olarak geçmiştir. Rejim güçleri 200’den fazla insanı katletmiş (bu yalnızca cesetlerine ulaşılanların sayısıdır), 1800’e yakınını yaralamıştır. 2 binden fazla insan ise kaybolmuştur. Chun rejimi yüzlerce insanı katlettiği yetmezmiş gibi mezar yerlerinin belli olmasına bile izin vermemiştir. Gwangju ayaklanmasının alenen tartışılması, bu konuda yazılması, çizilmesi ciddi bir suç olarak değerlendirilmiştir. Ancak tüm bu vahşete rağmen Chun, Gwangju’nun hatırasını ve deneyimlerini işçilerin, emekçilerin hafızalarından silememiştir. Koreli işçiler yedi yıl sonra ülkenin dört bir yanında sokakları “Gwangju” diye inleterek Chun rejimini tir tir titretmişlerdir. (devam edecek)

[1]   Kore İkinci Dünya Savaşı sonunda Japon işgalinden kurtulmuş, ne var ki ABD ile SSCB arasındaki anlaşmaya göre 38. paralel baz alınarak kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmüştü. Kuzeyde SSCB himayesindeki Komünist Parti etkindi, güneyde ise ABD ordusunun himayesindeki burjuva bir yönetim iş başındaydı. 1948’de güneydeki yönetim Kore Cumhuriyeti adı altında kendini egemen ilan etti. İki rakip yönetim arasında başından itibaren küçük çaplı çarpışmalar yaşanıyordu. Fakat 1950 Haziranında Kuzey’in başlattığı askeri harekât bir dönüm noktası olacaktı. Güneydeki komünistlerin güçlü desteği sayesinde bu harekât çok kısa sürede başarıya ulaşmış ve Güney’in merkezi olan Seul kenti üç gün içinde düşmüştü. Ne var ki, devreye ABD’nin girmesi üç yıl sürecek kanlı bir savaşı başlattı ve bu savaş sonrasında resmen iki devlet ortaya çıktı. Kuzey Kore’de Kim-il Sung yönetiminde bir despotik-bürokratik diktatörlük inşa edilirken, Güney Kore’de Rhee Syngman liderliğinde totaliter bir burjuva diktatörlük inşa edildi.
[2]   https://www.marxist.com/korean-working-class241100.htm
[3]   Kerem Dağlı, Güney Kore İşçi Sınıfı Direniyor, marksist.com
[4]   akt. George Katsiaficas, Asia’s Unknown Uprisings, c.1, PM Press

6 Kasım 2017
İşçi Hareketi Tarihinden
Karanlık Dönemlerde Mücadele Deneyimleri
Share

Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı /2

2.Bölüm

1987.jpg


1987’ye ilerleyen süreç

1980 Mayısındaki Gwangju fırtınasının ardından başta ABD olmak üzere yabancı ve yerli sermaye alarma geçmişti. Borç kaynaklarının kapanmaması ve yabancı yatırımların devamı için uluslararası sermayenin tereddütlerinin giderilmesi şarttı. ABD büyükelçiliğinden, “kredilerin gelmeye devam etmesi için sokaklarda ve kampüslerde bir an önce sükûnet sağlanması gerektiği” uyarıları geliyordu hükümete. Sermayeye “istikrar” lazımdı; o da ancak zorla, baskıyla mümkündü! Gwangju fırtınasını atlatmayı başaran Chun Doo-hwan, istenen sükûneti ve “istikrarı” sağlamak üzere muhalefete yönelik hızlı bir “temizlik” harekâtına girişmişti. O yılın Ağustos ayında, üniversitelere, üst yargı organlarına ve diğer kamu kurumlarına yönelik olarak ağır bir saldırı dalgası başlatıldı. Yüksek yargıçlar görevden alındı, 80 profesör işten atıldı, binlerce kamu çalışanının yanı sıra 500 gazeteci ve 600 öğretmen işini kaybetti. Üniversite öğrencileri okullara sokulan ajanlarla sürekli takip altındaydı ve rejim karşıtları bu ajanlar tarafından rapor edilip tutuklanıyor ya da okuldan atılıyordu. Faşist devlet terörü sokaklara kadar yansımıştı. Polis saçlarını uzun gördüğü on binlerce erkeği sokak ortasında tıraş etmişti. Yüzlerce muhalif politikacının tutuklanarak ya da politika yapmaları yasaklanarak saf dışı edildiği bu süreçte, “istikrarsızlığın” ana kaynağına, işçi sınıfına dokunmamak elbette olmazdı. Bu doğrultuda, önemli görülen tüm fabrikalara ajanlar yerleştirerek ve devlet güdümlü Kore Sendikalar Federasyonunu (FKTU) kullanarak “zararlı unsurlar” temizlenip, mücadeleci işçi liderleri hapse tıkılarak o sorun da çözülmeye çalışılacaktı! Bu arada Chun Doo-hwan askeri üniformasını çıkarıp, atanmış seçim kuruluna kendini “sivil başkan” olarak seçtirerek uluslararası sermayeye “seçilmiş başkan” pozları vermeyi de ihmal etmeyecekti. “İstikrarlı” bir sömürü cenneti için gereken tüm koşullar hazırdı artık yerli ve yabancı sermaye için. 1980’ler tüm dünyada olduğu gibi Güney Kore’de de neo-liberal politikaların planlı bir şekilde devreye sokulduğu yıllar olacaktı. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi bu ülkede de askeri faşist rejimin temel işlevi, kapitalizmin geldiği noktada ihtiyaç duyulan yapısal dönüşüm programlarını ve işçi sınıfına yönelik saldırıları hayata geçirmek üzere burjuvazinin yolunu düzlemekti. Ancak Güney Kore’de burjuvazi, çok daha uzun bir geçmişe sahip olan askeri diktatörlüklere dayanarak hedeflerine Türkiye’den ve diğer ülkelerden çok daha kısa sürede ulaşacaktı. Nitekim 1986’ya gelindiğinde, Güney Kore işçi sınıfı 55 saate yaklaşan haftalık iş saatiyle dünyanın en uzun süre çalışan işçi sınıfı konumundaydı. İşçi ücretleri ise yerlerde sürünüyordu. Güney Koreli bir işçi 1,7 dolar saat ücreti alırken, aynı dönemde ABD’li bir işçi 13,4 dolar, Japon işçi 11,3 dolar, Tayvanlı bir işçi ise 2,2 dolar ücret alıyordu. Ucuz işgücünün önemli bir bölümünü ise kadın işçiler oluşturuyordu ve bunların büyük bir kısmı 20 yaş altındaki genç kızlardı. Dizginsiz sömürünün bir diğer yansıması ise iş cinayetlerindeki korkunç patlama idi. 1987 yılında işçilerin %2,6’sı iş kazalarında hayatını yitiriyor ya da yaralanıyordu. Aynı dönemde bu oran Tayvan’da %0,7, Japonya’da %0,6 idi. “Kore mucizesi” işte bu dizginsiz sömürü temelinde gerçekleştirilmekteydi. Ne var ki işçi sınıfı, tahammül sınırlarının egemenlerin istediği kadar geniş olmadığını çok geçmeden gösterecekti onlara! Hem de Gwangju’yu aratacak şekilde! Hızlı bir proleterleşme sürecinin yaşandığı Güney Kore’de, 1970’te işgücünün yarısı tarımda istihdam edilirken, 1987’de bu oran %20’ye düşmüştü. Bunun yanı sıra sektörel bir değişim de söz konusuydu. İmalat sanayiindeki işçilerin yarısı, eskisinden farklı olarak artık tekstil ve konfeksiyon gibi sektörlerde değil metal ve kimya sanayiinde çalışıyordu. Bunlar sanayi merkezlerinde yoğunlaşan ve binlerce işçinin çalıştığı büyük ölçekli fabrikalardı. Gerek bu nesnellik gerekse hareketlenen siyasal ortam nedeniyle işçilerin sınıf bilincine paralel olarak algıları ve tepkileri de hızlı bir değişim geçiriyordu. Onlarca yıldır kesintisiz devam eden totaliter/otoriter rejimlerin bıraktık siyasal alanı sendikal alanda bile göz açtırmaması, tıpkı öğrenciler gibi işçilerin de radikalleşmesine yol açmıştı. İşçiler, ağır çalışma koşullarına ve özellikle de fabrikalardaki despotik yönetimlere tepkilerini son derece militan biçimlerde göstermeye başlamışlardı. Üstelik bu tepki geçmişten farklı olarak çok daha örgütlü biçimlere bürünüyordu. FKTU’nun işçi sınıfını hareketsiz bırakmak için 1960’lardan itibaren işbaşında olduğu bu ülkede bağımsız sendikalar kurmak ve greve gitmek yasaktı. Buna rağmen işçiler, bu gerici sendika altında gizlilik içinde ve sabırla çalışmayı öğrenmişlerdi ve bunun meyvesini de almaya başlamışlardı. Örneğin, 1980’lerin ortasında, Daewoo Oto’da, sarı şirket sendikasının seçilmiş delegelerinden yarısından fazlasını rejim muhalifi işçiler oluşturmaktaydı. 1985 Nisanında, toplu sözleşme görüşmeleri kilitlendiğinde, bu işçilerin tüm tabanı örgütlemeleri sayesinde altı günlük bir grev gerçekleştirilmişti. Fabrikaya sokulan polisin azgın saldırısına demir sopa ve benzeri malzemelerle silahlanarak karşı koyan ve Teknoloji Merkezini işgal eden 350 işçi, bu altı gün boyunca militan bir direniş sergilemişlerdi. Etrafı binlerce polis tarafından kuşatılan Teknoloji Merkezindeki işçiler yiyeceksiz ve susuz bırakılmalarına rağmen geri adım atmamışlardı. Bu arada dışarıdaki 2 bin işçi de yaptıkları yürüyüşlerle arkadaşlarına destek vermişti. İşgalci işçiler yönetimi işletmenin tüm bilgisayar sistemini çökertmekle tehdit etmiş ve nihayetinde taleplerini kabul ettirmişlerdi. Fabrikaya gelmek zorunda kalan Daewoo başkanı, görüşmelerin ardından işçilerin tüm temel taleplerini kabul etmiş ve grev sona ermişti. Daewoo grevi, fabrikalardaki baskılara ve korkunç sömürü koşullarına karşı ağır sanayi işçilerinin ilk militan karşı çıkışı idi ve 1987’ye ilerleyen sürecin işaret fişeğiydi. Onu kısa süre içinde çok sayıda fabrikadaki benzer mücadeleler izleyecekti. Bunların en önemlilerinden biri de Seul’deki Guro sanayi bölgesinde patlak veren ve on gün boyunca devam eden grevlerdi. 1985 Haziranında bu bölgedeki Daewoo Giyim fabrikasında üç sendika liderinin polis tarafından gözaltına alınması karşısında bu fabrikanın 300 işçisi iş bırakarak fabrikayı işgal etti. İşçilerin bu eylemi daha öncekilerden farklı olarak net bir politik içerik taşıyordu. İşçilerin fabrikanın camlarına astıkları dövizlerde şu talepler yer alıyordu: “Sendikacılarımız serbest bırakılsın”, “Demokratik sendikalar üzerindeki baskılara son”, “Baskıcı sendika yasaları değiştirilsin”, “Çalışma Bakanı istifa”, “Vahşi polis defolsun”… Bu mücadeleyi duyan komşu fabrikalardaki yüzlerce işçi de dayanışma grevi düzenleyerek iş bıraktı. Hareket iki gün içerisinde bölgedeki on fabrikanın binlerce işçisinin sokak eylemleri, yemek boykotları, gece nöbetleri ve oturma eylemleriyle giderek yayıldı. Öğrencilerin ve bölge halkının desteğiyle, hareket rejim karşıtı bir eyleme dönüşmüştü. Egemenlerin buna tepkisi yüzlerce işçiyi işten atmak oldu. İşçilerin arasına polis ajanları sızdırıldı, baskınlarla, tutuklamalarla işçiler korkutulmaya çalışıldı. Ne var ki tüm bunlar sınıf mücadelesinin keskinleşerek yükselmesinin önüne geçemedi. Ekonomik mücadele alanından yükselen işçi hareketinin sadece patronlarla değil devletle de karşı karşı gelmesi, hareketin mahiyetini otomatik olarak bir üst düzeye, politik düzeye sıçratıyordu. Zira grevler yasadışı sayılıyor, polis müdahalesine maruz kalıyor ve çıkan şiddetli çatışmalarda hedef birden devlet güçleri haline geliyordu. Başlayan bir grev hızla diğer fabrikaların işçilerinin ve giderek çok daha geniş toplum kesimlerinin desteğini kazanıyor ve rejime yönelik öfkenin merkezi haline geliyordu. Bu dönemde öğrenci hareketinde de rejime karşı mücadelede büyük bir sıçrama yaşanmıştı. Rejimin buna tepkisi binlerce öğrenciyi tutuklamak olmuştu. 1978’de politik tutsakların üçte biri öğrencilerden oluşurken, 1986’da bu oran %83’e fırlamıştı. 1980-87 arasında politik nedenlerle 124 bin öğrenci okuldan atılmıştı. Buna rağmen hareket bastırılamamıştı. Tıpkı işçiler gibi öğrenciler de, otoriter rejimin baskı ve yasaklarına rağmen, çeşitli yol ve yöntemlerle görüşlerini yaymaya ve hareketi yükseltmek için çabalamaya devam ediyorlardı. Okullarda yangın alarmını çalıp, öğrenciler kalabalıklar halinde sınıflardan çıkınca kuşlama yapmak, dans partisi kılığı altında toplantılar organize etmek, tiyatro gösterilerinde bildiri dağıtmak ve daha pek çok yöntemle yasaklar deliniyordu. Yarım yüzyıl boyunca bir askeri diktatörlükten diğerine sürüklenen Güney Kore’de, 1970’lerin sonlarından itibaren demokrasi mücadelesinde sıçramalı bir gelişim yaşanırken, üniversite gençliği bu mücadelenin her daim güçlü ayaklarından birini oluşturmuştu. 1980’lerin başlarından itibaren yükseköğrenim gören öğrenci sayısında adeta bir patlama yaşanmıştı. 1971’de yükseköğrenimdeki öğrenci sayısı 195 binken, bu sayı 1986’da 1 milyon 240 bine fırlamıştı. Bu, öğrencilerin sınıfsal bileşiminin de hızla değiştiği, işçi-emekçi çocuklarının üniversitelileşme oranlarının bariz bir şekilde yükseldiği anlamına geliyordu. Ne var ki, bu gençlerin kapitalizmin gerçek yüzüyle karşı karşıya kalmaları fazla zaman almayacaktı. Tam da bu dönemde üniversite mezunları arasında iş bulamayanların oranında da hızlı bir artış yaşanacaktı. Faşist rejimin üniversiteleri tahakküm altına almak için ajanlarını okullara saldığı, rejim karşıtı konuşanları avlamaya çalıştığı bu dönemde, üzerlerindeki baskılardan bunalan öğrenciler hareketlenmeye başlamış ve bu hareket on binlerce öğrenciyi kapsar hale gelmişti. 1980’de gerçekleşen üniversite eylemlerine 258 bin öğrenci katılmıştı. Bu sayı Chun Doo-hwan’ın 1980’deki askeri darbesinin ardından keskin bir şekilde düşerken, 1984’te tekrar hızlı bir yükselişe geçmiş, 1985’te ise adeta patlama yapmıştı. O yıl gerçekleşen 2 binden fazla öğrenci eylemine 470 bin öğrenci katılmış, bu sayı 1987’de 930 bini aşmıştı. Bu gösterilerde öğrenciler bağımsız sendika kurma hakkı, resmi bir asgari ücretin belirlenmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi işçi sınıfına yönelik talepleri de yükseltiyorlardı. Bu arada, yukarıda saydığımız iki etmen, yani öğrencilerin sınıfsal niteliğinin değişmesi ve yaygın eğitimli işsizliği, öğrenci hareketiyle sınıf hareketinin birbiriyle yakınlaşmasının da nesnel zeminini döşemişti. Rejim öğrencilerin üzerine tutuklama dalgalarıyla gitse de sosyalist fikirler üniversite öğrencileri arasında yayılıyordu. Marksist kitaplar yasak olduğu ve Koreceye sınırlı sayıda eser çevrildiği için pek çok öğrenci Japonca kitaplar bulup gizlice bunları okuyordu. Bunların içinden sınıf devrimciliğine yönelenlerin sayısı da hiç az değildi. Yüzlerce öğrenci, haftanın 6 günü 12 saatlik vardiyalarla çalışıldığı ağır iş koşullarına rağmen, gizli bir şekilde fabrikalara sızarak örgütlenme çalışması yürütmeye başlamıştı. Elbette öğrencilere has sabırsızlık, işbilmezlik, maceracılık eşliğinde. Yine de bu çalışmalar bağımsız sendikaların kurulması için yürütülen çabalara da azımsanmayacak bir destek sağlıyordu. 1980’deki Gwangju ayaklanması ve sonrasındaki deneyimler, mücadeleci işçilerin ve öğrencilerin birlikteliğinin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştı. Her iki kesim de birbirlerinden öğreniyor, değişip dönüşüyordu. Daha ziyade hafif sanayi tesislerinde iş bulabilen öğrenci-işçiler, fedakârlıkları ve samimiyetleriyle, ilk başta kendilerine mesafeli davranan işçilerin bile güvenlerini kazanıyorlardı. Polis ve patronlar, bu örgütçülerin işçiler arasına sızmalarını engellemek için iş başvurularını titizlikle değerlendiriyor, buna rağmen gözünden kaçanlar da fark edildiklerinde derhal işten atılıyordu. Ne var ki bir fabrikadan atılan öğrenciler bir başkasında işe girmeye çalışıyordu. 1986’da sosyalist bir kadın öğrencinin girdiği fabrikadan polis tarafından alınıp götürüldüğü karakolda tecavüze ve elektrik işkencesine uğraması, bunun ardından intihar girişiminde bulunması, ancak diğer tutsakların müdahalesiyle kurtarıldıktan sonra yaşadıklarını basın aracılığıyla kamuoyuna duyurması, Chun rejimine duyulan öfkeyi tırmandıran önemli olaylardan biriydi. Daha önce de vurguladığımız gibi, Güney Kore’nin “Asya Kaplanı” olarak ün salmasında kadın işçilerin kölece sömürülmesi büyük bir rol oynamıştı. Erkek işçilerin yarısı kadar ücret alan, aşırı sürelerde ve çok yoğun çalıştırılarak iliklerine kadar sömürülen, bu da yetmezmiş gibi işyerinde aşırı baskıya, tacize maruz bırakılan, aşağılanan kadın işçiler, 1970’lerden itibaren sınıf mücadelesinde pek çok kez başı çeken grevler, protesto eylemleri gerçekleştirmişlerdi. 1985 yılında, öğrenci aktivistlerin yardımıyla, “Kadın hareketinin ulusal demokratik Minjung hareketiyle birliği” sloganıyla büyük bir miting örgütlendi. Bu mitinge binlerce kadın işçi katıldı. Kadın işçilerin rahatsızlık duydukları en temel sorun işyerindeki aşırı baskıydı. 1987’de, yıllardır fabrikalarda örgütlenen ve diktatörlüğe karşı mücadele eden kadın işçiler Seul Kadın İşçiler Derneğini kurmuşlardı. 1987 isyanına ilerleyen süreçte, işçilerden öğrencilere, kadınlardan aydınlara toplumun geniş emekçi kesimleri ayağa kalkmış haldeydi. 13 Nisanda Chun Doo-hwan’ın anayasa tartışmalarını askıya aldığını açıklaması; bunu takiben 13 Katolik papazın demokratik seçim talebiyle açlık grevine başlaması; ardından yüzlerce profesörün, yazarın, sanatçının ve meslek örgütlerinin anayasa reformu çağrısında bulunduğu bir dilekçe imzalamaları; Budistlerin de demokratik rejim talebiyle seferber olmaları; Gwangju ayaklanmasının yedinci yıldönümünde tüm üniversitelerde bir hafta boyunca devam eden anma eylemleri; aynı günlerde 14 Ocakta ölen Seul Üniversitesi öğrencilerinden Park Jong-chol’un işkencede öldüğünün ortaya çıkmasının yarattığı büyük tepki… Nihayetinde eylemler tüm demokratik toplum kesimlerini kapsayacak şekilde hızla yayılmaya başlamıştı. Haziran ayında ise Güney Kore, tarihinde gördüğü en büyük isyana tanık olacaktı. 1980 Guwangju ayaklanmasından farklı olarak rejim karşısında bu kez, savaş meydanına ağır taburlarıyla çıkan, çok daha radikal ve kitlesel bir işçi hareketi bulacaktı. O zamana dek, Huntington gibi Amerikalı burjuva ideologlar, Kore değerlerinin demokrasiyle bağdaşmadığını, “demokrasiden rahatsız olan” halkın bir elit tarafından yönetilmek istediği üzerine nutuklar atıyorlardı. Gwangju ayaklanmasından sonra ABD başkanı Carter, kendilerinin de tam bir demokrasi olmasını istediklerini ama Korelilerin buna hazır olmadıklarını söylüyordu! Ancak Koreli işçiler ve emekçiler kahramanca mücadeleleriyle sınıf düşmanlarını hop oturtup hop kaldırdılar ve ne istediklerini, neye hazır olup olmadıklarını onların gözlerine soktular.

1987 Haziran ayaklanması ve büyük işçi mücadelesi

Demokratik seçimler ve anayasa revizyonu talebiyle başlayan hareket Mayıs ayında Gwangju’dan Seul’e tüm Güney Kore’yi sarmış durumdaydı. Çeşitli muhalefet kesimlerinin eylemleriyle, açıklamalarıyla genişleyen hareket, polis saldırılarıyla daha da keskinleşiyordu. 27 Mayısta, Gwangju’nun yıldönümü vesilesiyle bir araya gelen çeşitli toplumsal kesimlerden rejim muhalifleri “Demokratik Anayasa İçin Ulusal Koalisyon” (NCDC) adı altında bir platformun oluşturulduğunu duyurdular ve “Demokrasi Günü” ilan ettikleri 10 Haziran için büyük bir miting çağrısında bulundular. Aynı gün öğrenciler de demokratik anayasa için boykot çağrısı yaptılar. İşçiler, aydınlar, kadınlar, doktorlar, öğretmenler, Budist ve Hıristiyan dini liderler demokratik güç birliği için bir araya gelmişlerdi ve şu talepleri yükseltmekteydiler: İşçiler, köylüler ve yoksul halk üzerindeki baskılara son! İşkenceye son! Sivil bir hükümet! Dikta yasalarının kaldırılması için kitlesel bir ulusal hareket! Gwangju katliamının sorumluları cezalandırılsın! Askeri diktatörlüğü destekleyen Amerikalılar dışarı! Kahrolsun katil, tecavüzcü rejim! Kahrolsun işçi haklarını gasp eden askeri diktatörlük! 10 Haziran yaklaşırken özellikle üniversite kampüslerinde büyük bir hareketlilik yaşanmaya başlamıştı. Öğrenciler bu mitinge her üniversiteden kalabalık bir katılım sağlanması için örgütlenme çalışmaları yürütüyorlardı. Bu arada İçişleri Bakanı tüm eylemleri yasadışı ve NCDC’yi de “yıkıcı örgüt” ilan etmişti. Her gün polisle çatışmalar yaşanıyor, yüzlerce insan tutuklanıyordu. 9 Haziranda bir öğrenci, polisin attığı gaz fişeğiyle komaya girdi.[1] O gece binlerce öğrenci sabaha dek sloganlarla, marşlarla yürüyüşler gerçekleştirdi. 10 Haziranda ise Seul’de 40 bin öğrenci 19 gün sürecek bir protesto eylemi başlattı. Gösteriler tüm demokratik toplum kesimlerini kapsayacak şekilde hızla yayılırken, 18 Haziranda gösterici sayısı ülke çapında 1 milyonu aşmıştı. Seul’de, Busan’da ve diğer kentlerde yüz binler sokakları ele geçirmişti. Azgın polis saldırısına karşı direnen kitleler polisle çatışıyor, pek çok noktada karakolları basıyor, polis araçlarını ateşe veriyordu. Taksi sürücüleri göstericileri polis saldırısından korumak için araçlarını barikat haline getiriyordu. Chun sıkıyönetim ilan edip orduyu harekete geçireceğini açıklamış ama bu da hareketi geriletmeye yetmemişti. İşçiler, emekçiler, öğrenciler yasadışı eylemlerini devam ettiriyor, demokratik seçimlere gidileceği ve reformlar yapılacağı açıklanmadan evlerine dönmeyeceklerini ilan ediyorlardı. Dillerdeki “Gwangju” sloganı, bu kez faşist diktatörlüğü yıkmakta kesin kararlı olduklarının somut ifadesiydi. Korku duvarını aşan milyonlar Chun’un orduyu devreye sokma tehdidine sokaklara dökülerek yanıt vermişlerdi. 27 Haziranda 34 kentte 1 milyondan fazla insan sokağa dökülmüştü. Gwangju’da, Busan’da ve daha pek çok yerde yüz binlerce insan polisle çatışıyordu. Kentler gaz bulutuyla kaplanmıştı ve çok sayıda insan gaz kapsülleriyle yaralanmıştı. Askeri diktatörlüğe karşı verilen bu 19 günlük büyük mücadelede, eylemlere katılanların toplam sayısı 4-5 milyonu bulmuştu. Bu arada olayların kontrolden çıktığını gören ABD devreye girmiş, Reagan Chun’a bir mektup yazarak duruma müdahil olmuş, ondan orduyu harekete geçirme kararını geri almasını ve muhalefet partileriyle görüşmesini istemişti. Aklıselim egemenler, sertliğin devam etmesi halinde işlerin kontrol edilemez hale geleceğini biliyorlardı ve Chun’un daha fazla ileri gitmesini engellemek için devreye girmişlerdi. Bunun üzerine Chun’un yamağı Roh Tae-woo 29 Haziranda, ifade özgürlüğünün, üniversitelerin özerkliğinin, temel demokratik hakların genişletileceğini, başkanlık seçimine gidileceğini, politik tutsakların (komünistler hariç!) serbest bırakılacağını açıkladı. Ancak işçilerin demokratik talepleri konusunda hiçbir değişikliğe gidilmiyordu. Sendikal özgürlükler de grev de yine yasaklı kalmaya devam ediyordu. Üstelik fabrikalardaki baskıların olduğu gibi devam ettiği görülüyordu. Tam da bu yüzdendir ki, egemenler her şey bitti gözüyle bakıp rahatlayacakken Kore tarihinin en kitlesel işçi eylemleri patlak verdi. Mücadele Kore’nin en büyük ve sendika düşmanlığında da başı çeken sermaye grubuna ait Hyundai fabrikalarında başlamıştı. Bu tekelin sahibi Chung Ju-yung, “ben yaşarken buraya sendika giremez” diyen bir zattı! Tam bir kışla disiplininin hüküm sürdüğü Hyundai grubunun fabrikalarında, işçilere saçlarını asker gibi kısa kestirmeleri, üniforma giymeleri, hiyerarşik bir yapılanma içinde çalışmaları dayatılıyordu. Roh’un açıklamasından bir hafta sonra, 5 Temmuzda Hyundai Engine fabrikasında ilk bağımsız sendika kurulmuştu. İşçiler madem demokrasi geldi, o halde kendi sendikalarımızı kurabiliriz diyorlardı! 120 işçi tarafından kurulan bu sendikanın üye sayısı bir hafta içinde 1400’e çıkmış, bir ay içindeyse üyelikler bu grubun 13 fabrikasına da yayılmıştı. Ancak bu arada Hyundai yönetimi de boş durmamış, Çalışma Bakanlığına sahte üyeliklerle bir sarı sendikanın başvurusunu yapmıştı. Bunun üzerine gerçek sendikaların üyelikleri kabul edilmemiş ve bu da şiddetli bir mücadeleyi tetiklemişti. Hyundai işçilerinin sendikalaşma ve grev mücadelesi dalga dalga, sektör sektör yayılıp tüm ağır sanayiyi içine almıştı. Güneydeki Ulsan kentinde (Hyundai fabrikaları ve tersaneleri burada yoğunlaşmıştı) başlayan bu hareket, Kojedo, Changwon gibi sanayi bölgelerindeki Daewoo, Samsung ve Goldstar fabrikalarını da içine alarak Seul’e doğru genişlemişti. Öyle ki Ağustosun üç haftasında grev sayısı 880’e, yeni kurulan sendikaların sayısı 113’e ulaşmıştı. 3 binden fazla işyerinde 3 milyondan fazla işçi ayağa kalkmıştı. Talepleri şunlardı: Ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, bağımsız sendikaların tanınması, geçmişte sendikal faaliyet yüzünden atılan işçilerin geri alınması, FKTU’nun varlığının sona erdirilmesi. Yasadışı iş bırakmalar, sokak eylemleri, işgaller pıtrak gibi yayılmıştı. %65’inin çalışan sayısı 1000’in üzerinde olan 350’ye yakın fabrika hareketin içindeydi. İşçilerin merkezi bir örgütlülükten yoksun olmaları bu eylemlerin çok daha örgütlü ve hedefli bir şekilde ilerlemesine engeldi. Fakat bu durum işçileri Hazirandan itibaren giderek artan bir tempoyla mücadeleyi yükseltmekten alıkoyamamıştı. Metal işçilerinin başını çektiği bu hareket hızla sağlıkçıları, eğitimcileri, kamu çalışanlarını, banka çalışanlarını, yani sınıfın beyaz yakalı kesimlerini de bir mıknatıs gibi kendine çekecekti. “Kore mucizesi” bu kez bambaşka bir şekilde kendini gösteriyordu! Hyundai işçileri 8 Ağustosta, 12 fabrikadan temsilcilerle oluşturdukları Hyundai Sendikalar Birliği aracılığıyla patron Chung Ju-yung’u görüşmeye davet etmişlerdi. “İllegal bir örgütle görüşmem” diyen Chung, 17 Ağustosta 6 fabrikada lokavt ilan etti. İşçilerin buna yanıtı sert oldu. 40 bin işçi, tulumlarıyla bindikleri ağır iş araçları eşliğinde iki gün boyunca kenti işgal etti. Gonglar, flütler, davullar, şarkılar, “Kahrolsun Chung Ju-yung” sloganları kenti inletiyordu. İş makineleriyle, kamyonlarla başa çıkamayan polis işçilerin karşısında hiçbir şey yapamıyordu. On binlerce işçi, onlara katılan aileleriyle birlikte Ulsan Stadyumunda bir toplantı yaparak talepleri kabul edilmeden geri adım atmayacaklarını deklare etti. Saatler süren konuşmalar, sloganlar ve kararlılık mesajlarının ardından beklenmeyen bir misafir çıkageldi: Çalışma Bakanı Yardımcısı! Kendisi, Hyundai yönetimiyle görüştüklerini söyleyip işçilere taleplerinin karşılanacağına dair söz verdi ve işçiler işlerine geri döndüler. Ancak şirket yönetiminin “bu sözler bizi bağlamaz, sendikayla hükümet arasında” diyerek sendikayı tanımaması, sadece üç işyerinde sözleşme imzalamayı kabul etmesi, diğer altı fabrikayı ise kapattığını açıklaması 2 Eylülde 20 bin Hyundai işçisinin yeniden sokağa çıkmasına yol açtı. Ama bu kez çok daha radikal eylemler gerçekleştirmek üzere: Şirkete ait tersaneler basılıp yönetim ofisleri dağıtıldı, belediye başkanlığının kapıları pencereleri kırıldı. Öfkeli işçiler karşısında hiçbir şey yapamayan polis ancak iki gün sonra ortalık biraz durulunca harekete geçti ve “harekete katılan komünistleri toplamak üzere” evleri basarak 500’den fazla işçiyi tutukladı. Binlerce işçi yeniden sokaktaydı, karşılarında ise gazıyla, tazyikli suyuyla polis bulunuyordu. Tüm bunlar olurken hükümet Hyundai bünyesinde kurulan sendikaların illegal olduğunu ilan etmiş ve yirmi sendika liderini tutuklamıştı. Chung Ju-yung, sendikaların “şirkete ve ulusa karşı planlı bir komünist taarruz” olduğunu söylüyordu. Polis ve yönetimin işbirlikçileri sendikayı bozguna uğratmak için seferber edilmiş, bununla da yetinilmemiş, Anti-Komünist Gençlik Birliğinden kiralanan faşistler güvenlikçi olarak fabrikaya sokulmuştu. Bu ağır saldırı altında mücadele bir süreliğine geri çekilecek, fakat 1988 yılı başlarında, tutuklanan bir sendika lideri serbest bırakılıp yeniden sendikalaşma hareketinin başına geçince yeniden canlanacaktı. O tarihten itibaren, zaman zaman işgallerle birlikte oldukça radikalleşen, zaman zaman geri çekilen, hükümetin polise ek olarak askerleri de devreye soktuğu, tutuklamaların, işten atmaların birbirini kovaladığı, buna rağmen işçilerin pes etmedikleri uzun soluklu bir mücadele başlayacaktı yeniden. 1987 yazında patlak verip tüm büyük fabrikaları saran bu görkemli mücadele sonucunda tüm fabrikalarda belirgin bir ücret artışının yaşanmasının ve iş saatlerinin düşürülmesinin yanı sıra iş koşullarında da iyileştirmeye gidilmişti. Bundan çok daha önemlisiyse bağımsız sendikaların yaratılmasıydı. 70 günde 1000’den fazla bağımsız sendika kuran işçiler, sıkı bir mücadeleyle FKTU’nun işbirlikçi liderlerini etkisiz hale getirmeyi başararak yaygın bir üyelik gerçekleştirmişlerdi.[2] Askeri diktatörlüğün azgın baskı ve saldırıları, bu sendikal mücadeleyi sıradan bir ekonomik mücadelenin çok ötesine geçirerek, bizzat totaliter rejime karşı yürütülen bir demokrasi mücadelesi haline getirmişti. Sonuçta öğrencilerden aydınlara, beyaz yakalılardan çeşitli küçük-burjuva kesimlere dek geniş bir toplumsal tabana sahip olan demokrasi hareketi tüm ağır sanayiyi kapsayan devasa grevlerle bir üst evreye sıçramıştı. Bu muazzam hareket, devrimci bir önderlikten yoksun olduğu için ne yazık ki düzen sınırları içinde kalan kazanımlarla son buldu. Fakat işçi sınıfı burjuvazi karşısında büyük bir gövde gösterisinde bulunmuş, gücünü kanıtlamış ve daha sonraki isyanları için muazzam bir deneyim biriktirmişti! 1987 sıcak yazına ve takip eden iki yıla damgasını vuran işçi sınıfı, küçük-burjuva kesimlerle demokrasi ekseninde birleşerek Chun liderliğindeki askeri diktatörlüğü yıkmayı başarmıştı. Ancak söz konusu “ittifak” bu noktada dağılacaktı. Zira Roh’un demokratikleşme programını başlattığını ilan etmesi küçük-burjuva kesimleri kolayca tatmin ederken, işçilerin gerek çalışma ve yaşam koşullarından gerekse demokrasiden paylarına pek bir şey düşmemesinden duydukları rahatsızlıkları ve tepkileri devam edecekti. Oysa küçük-burjuva kesimler, uzamasının kendi çıkarlarına ters düştüğünü düşündükleri grevlerin bir an önce son bularak “normal” koşullara dönülmesini arzuluyorlardı. Yani kritik an geldiğinde herkesin sınıf doğası açığa çıkıveriyordu! Nitekim burjuva hükümet de bu farklılıkları gördüğü için işçi hareketine rahatça yüklenebiliyordu. Aralık ayında yapılan başkanlık seçimlerinde Chun yerine Roh Tae-woo aday olmuş, burjuva muhalefet de iki aday çıkarmıştı. Bu bölünme Roh’un işine yarayacak ve seçimlerden o galip çıkacaktı. 1988 Nisanında yapılan parlamento seçimleri ise muhalefetin meclis çoğunluğunu sağlamasıyla sonuçlanacaktı. Askeri diktatörlük yıkılmış, parlamenter bir işleyişe geçilmişti; ama gerçekte burjuva demokrasisinden söz etmek mümkün değildi. Bunun en temel göstergesi, işçi sınıfının en temel hakları karşısında gösterilen aşırı tahammülsüzlüğün halen devam etmesiydi. Örneğin 1990 Ocağında, bağımsız sendikaların merkezi bir çatı altında toplanması doğrultusunda önemli bir adım atılarak Kore Sendikalar Kongresi (KTUC) kurulmuştu. Ne var ki yeni hükümet de tıpkı kendinden öncekiler gibi bunu illegal bir oluşum olarak değerlendirip tüm liderlerini tutuklamıştı. 1992 Aralığında yapılan seçimin galibi olan Kim Young-sam, Güney Kore’nin 32 yıllık uzun askeri diktatörlükler döneminin ardından seçilen ilk sivil devlet başkanı olmuştu. Ama çeşitli alanlarda demokratik özgürlükleri genişletse de, onun iktidarı altında da mücadeleci sendikalar üzerlerine gidilip yok edilecek örgütler olarak görülmeye devam etti. Nitekim 1995 Kasımında 800’den fazla sendika ve 500 bin işçiyle kurulan Kore Sendikalar Konfederasyonu (KCTU) hemen illegal ilan edilip yöneticileri hapse atıldı. KCTU, 1980’lerdeki işçi hareketinin, özellikle de 1987 Haziran isyanının militanlığı ve deneyimleri üzerinde filizlenip boy vermişti. Kökleri tüm sınıfa yayılıp onu kavradığı içindir ki, egemenlerin tüm tehditlerine ve onu illegal ilan ederek izole etme çabalarına rağmen KCTU işçilerin gözünde onların meşru, mücadeleci sendikası olarak kalmaya devam edecekti. Tam da bu yüzdendir ki, bir yıl sonra patlak verecek mücadelede hiç tereddüt etmeden onun arkasında saf tutacaklardı. Bu mücadelenin fitilini ateşleyen şey, 1996’da, hükümetin, FKTU’yu tek legal sendika olarak tanıyan, patronların rahatça işçi atmalarını ve grevci işçilerin yerine grev kırıcıları çalıştırmalarını mümkün kılan bir yasa tasarısını meclis gündemine getirmesi olmuştu. Bunun karşısında işçi sınıfı, tüm baskılara rağmen sahip çıktığı KCTU liderliğinde ayağa kalkmıştı. 26 Aralıkta 500 bin işçi greve gitmiş, 1997 Ocağında ise yüz binlerce işçi Seul ve diğer büyük kentlerin sokaklarını haftalar boyu zapt etmişti. Metal ve tersane işçilerinin başlattığı bu grev, sağlıktan eğitime, taşımacılıktan ulaşıma, bankadan büroya tüm sektörlerden işçilerin katılımıyla bir genel greve dönüşmüştü. Öğrencilerin yanı sıra, Budist rahipler ve kiliseler de bu harekete aktif destek veriyordu. Sarı sendika FKTU bile 1,2 milyon üyesiyle KCTU’nun başını çektiği bu grevle dayanışma içinde olduğunu açıklamak zorunda kalmıştı. Hükümeti söz konusu yasa tasarısını geri çekmeye mecbur kılan bu hareketin canlandırdığı ortamda, demokratik talepler de yeniden geniş bir toplum kesimi tarafından güçlü bir şekilde yükseltilmeye başlanmıştı. Tam da bunun basıncıyla, 1997 Nisanında, Chun Doo-wan ve Roh Tae-woo, 1979’ta darbe yapmaktan ve Gwangju katliamının sorumlusu olmaktan yargılanarak hapse atıldılar. Her ne kadar aynı yılın Aralık ayında özel afla serbest bırakılsalar da, bu iki diktatör bir daha asla sokaklarda rahatça dolaşamayacak, koruma ordusuyla kuşatılsalar da ömürlerinin sonuna dek ölüm korkusu duyarak yaşayacaklardı.

İşçi sınıfının militanlığı devrimci öncüyle bütünleşmelidir

20. yüzyılın ilk yarısında Japon sömürgeciliğine ve ardından da ABD işgaline karşı verdikleri büyük mücadelelerin içinden geçerek pişen Koreli işçiler, kökleri buralara uzanan militan bir gelenek yaratmışlardır. Bu gelenek, diktatörlere ve sermayeye karşı verilen görkemli mücadelelerle bugünlere taşınmıştır. Nitekim zamanında askeri diktatörlükleri yıkan Güney Koreli işçiler, geçtiğimiz yıl Park Guen-hye’ı koltuğundan ederken bu militan ruhu koruduklarını bir kez daha kanıtlamışlardır. Bugünlerde Pasifik’te kanlı emperyalist planlarla emekçiler adım adım savaş cehennemine itilirken, böylesi militan bir geleneğe sahip olan Kore işçi sınıfı, bir kez daha, Pasifik’te ve tüm dünyada önemli bir devrimci rol oynayabilir. Kapitalizmin içinde bulunduğu sistem krizi bir yandan otoriter/totaliter rejimlere doğru eğilimi arttırırken, emperyalist savaş Ortadoğu’dan Pasifik’e doğru yayılıp tüm dünyayı yok oluşla tehdit ederken, emekçiler II. Dünya Savaşından sonraki en büyük kapitalist saldırı dalgası altında soluksuz bırakılırken, işçi sınıfının bu militan ruha her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğu açıktır. Söz konusu koşulların, şiddetli bir sıkışmışlık içindeki işçi sınıfını tüm dünyada giderek daha militan çıkışlara ittiğini de görüyoruz. Nitekim pek çok ülkede hiç beklenmedik zamanlarda beklenmedik büyüklükte mücadeleler patlak veriyor. Ancak işçi sınıfının mücadele tarihi bize bu sömürü düzenini yıkmak için tek başına militanlığın yeterli olmadığını da gösteriyor. Marksistler bilirler ki, benzer durumların benzer sonuçlar vermemesini, militan çıkışlara rağmen alınan yenilgilerle bir daha karşılaşılmamasını sağlayan şey, deneyim ve güncellenmiş dersler sayesinde aynı hataları yapmamaktır. Geçmişin derslerini, zaferleriyle, yenilgileriyle, eksiklikleriyle, zaaflarıyla, kahramanlıklarıyla içselleştirerek sınıfa taşıyacak ve ona hedefleri net, rotası doğru bir mücadele perspektifi sunacak devrimci öncünün önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Çelişkilerin böylesine keskinleştiği bir tarihsel süreçte, dünya işçi sınıfı sadece diktatörleri ve çıplak diktatörlükleri değil, burjuvazinin parlamenter demokrasi şalıyla örtünenleri de dâhil bütün bir sermaye diktatörlüğünü yerle bir edebilir. Kapitalizmin yaşadığı tarihsel kriz ve çıkışsızlık, eninde sonunda işçi-emekçi kitlelerin devrimci isyanlarını ateşleyecektir. Yeter ki işçi sınıfı ona önderlik edecek devrimci öncüye kavuşabilsin. Bunun sorumluluğuysa dünyanın dört bir yanındaki sınıf devrimcilerinin sırtındadır. Kaynakça:
  • George Katsiaficas, Asia’s Unknown Uprisings, c.1, PM Press, 2012
  • Hagen Koo, Korean Workers, The Culture and Politics of Class Formation, Cornell University Press, 2001
  • John Minns, Labour History, http://www.jstor.org/stable/27516810
  • Yung Myung Kim, “Patterns of Military Rule and Prospects for Democracy in South Korea”, The Military and Democracy in Asia and the Pacific içinde, ANU Press, 2004
  • Kerem Dağlı, Güney Kore İşçi Sınıfı Direniyor, marksist.com
  • www.zoominkorea.org/dissent-in-the-economic-miracle-7-the-democratic-lab...
  • Albrik Boon, The Roaring of the Classic Tiger Economy: The Korean Working Class Claws Back, www.marxist.com, 2000


[1] Bu genç 5 Temmuzda hayatını kaybetti ve 9 Temmuzda Seul’deki cenazesine 1 milyondan fazla insan katıldı.
[2] Güney Kore’de 1987 yazında bağımsız sendika sayısı 2725 olurken, 1989 sonunda bu sayı 7358’e çıkacaktı. Bu arada FKTU’ya bağlı sendikaların büyük bir kısmında da yönetimler tepetaklak olacaktı.

24 Kasım 2017
Tarih
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/6017