Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Sürekli Devrim ve Geçiş Programı > Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı

Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı

  • English

Kustodiev_The_Bolshevik.jpg

Geçiş sorunu, emperyalist aşamaya yükselen kapitalizm döneminin proleter devrimler çağı oluşuyla doğrudan ilişkili bulunuyor. Lenin tarafından dillendirilen bu sorun, işçi sınıfının kitlesinin proleter devrim hedefine kazanılması ve mücadelenin bu hedef doğrultusunda ilerletilmesi amacıyla gündeme getirilmişti. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyuşu, bir zamanlar Marksist saflarda bir hayli tartışmaya neden olan aşamalı devrim anlayışına da verilmiş net bir yanıttı. Böylece, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde devrimci programın işçi iktidarını amaçlaması gereğine işaret etmekteydi Lenin. Fakat onun ölümünden sonra Stalinist bürokrasinin egemenliğiyle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarı son bulacak ve dünya komünist hareketine de İkinci Enternasyonal oportünizminin ya da Rus Menşevizminin alâmeti fârikası olan aşamalı devrim anlayışı enjekte edilecekti. Stalinizm, geçiş sorunundaki Marksist yaklaşımı söz düzeyinde kabul eder görünse de, gerçekte onu devrimci özünden tamamen uzaklaştırmış veya yadsımıştır. Bu duruma karşı çıkan ve Lenin’in devrimci eylem programı anlayışını sürdürmeye çalışan devrimci önder Troçki’dir. Troçki’nin biçimlendirdiği Geçiş Programı, devrimci Marksist zincirin önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

26 Ocak 2006
Proleter Devrim
Share

Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı /1

Kustodiev_The_Bolshevik.jpg

Geçiş sorunu, emperyalist aşamaya yükselen kapitalizm döneminin proleter devrimler çağı oluşuyla doğrudan ilişkili bulunuyor. Lenin tarafından dillendirilen bu sorun, işçi sınıfının kitlesinin proleter devrim hedefine kazanılması ve mücadelenin bu hedef doğrultusunda ilerletilmesi amacıyla gündeme getirilmişti. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyuşu, bir zamanlar Marksist saflarda bir hayli tartışmaya neden olan aşamalı devrim anlayışına da verilmiş net bir yanıttı. Böylece, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde devrimci programın işçi iktidarını amaçlaması gereğine işaret etmekteydi Lenin. Fakat onun ölümünden sonra Stalinist bürokrasinin egemenliğiyle birlikte Sovyetler Birliği’ndeki işçi iktidarı son bulacak ve dünya komünist hareketine de İkinci Enternasyonal oportünizminin ya da Rus Menşevizminin alâmeti fârikası olan aşamalı devrim anlayışı enjekte edilecekti. Stalinizm, geçiş sorunundaki Marksist yaklaşımı söz düzeyinde kabul eder görünse de, gerçekte onu devrimci özünden tamamen uzaklaştırmış veya yadsımıştır. Bu duruma karşı çıkan ve Lenin’in devrimci eylem programı anlayışını sürdürmeye çalışan devrimci önder Troçki’dir. Troçki’nin biçimlendirdiği Geçiş Programı, devrimci Marksist zincirin önemli bir halkasını oluşturmaktadır.

Sorunun Geçmişi

Marksist düşünce ve mücadele anlayışının temellerinin atıldığı bir dönemde dünyaya gözlerini açan Komünist Manifesto, enternasyonalist bir işçi örgütü olan Komünistler Birliği’nin programı olarak kaleme alınmıştı. Marx ve Engels’in devrimci program çalışmalarına damgasını basan başlıca kaygı, kapitalizme son verecek ve işçi sınıfını iktidara taşıyacak komünist mücadele anlayışını ortaya koyabilmekti. Almanya örneğinde olduğu üzere henüz bir burjuva demokratik devrimin yaşanmadığı ülkelerde bile, Marx ve Engels, devrim sorununa, nihayetinde proletaryayı egemen kılabilecek stratejinin ve taktiklerin belirlenmesi açısından yaklaştılar. Onların devrimci program anlayışı, devrimin kesintisizliği ve sürekliliği bağlamında işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu aydınlatıyordu. Ne var ki oportünist ve reformist siyasetler, daha Marksizmin kurucularının yaşadıkları dönemden başlayarak işçi partilerini devrimci program çizgisinden uzaklaştırmaya koyuldular. Böylece, İkinci Enternasyonal’e egemen olan ve asgari-azami program ayrımında ifadesini bulan bir program anlayışına varılmış oldu. İkinci Enternasyonal’in başını çeken Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin Erfurt Programı, asgari talepler uğruna mücadeleyle, azami hedef (işçi iktidarı ve sosyalizm) arasında devrimci tarzda bağ kurmayan yapısıyla, Marksist kavrayışa tamamen aykırı bir öze sahipti. Ancak ne yazık ki, İkinci Enternasyonal’in siyasi çizgisi ve program anlayışı sosyalist hareket üzerinde uzun bir dönem boyunca egemenlik kurmaya muvaffak oldu ve kolayına da aşılamadı. 19. yüzyılın önde gelen Rus Marksisti Plekhanov tarafından biçimlendirilen Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi programı da, devrimci iktidar hedefini asgari ve azami diye ikiye bölen yapısıyla, genelde İkinci Enternasyonalin program anlayışından esinlenmişti. İlerleyen yıllar içinde Lenin, Rosa, Troçki gibi önderler, program, strateji, taktikler, mücadele anlayışı benzeri tüm temel konularda oportünizm ve reformizm tarafından köreltilen devrimci damarı yeniden keşfe çıkacaklardı. Bu sayede, İkinci Enternasyonal’in Marksizme yabancı ve aykırı niteliği zamanla açıkça teşhir edilecekti. Lenin’in daha 1905 Rus devrim sürecinde, Menşeviklerin liberal burjuvaziyle uzlaşan ve devrimi boğan taktiklerine karşı devrimci taktikler oluşturması, Marksizmin devrimci köklerinin sahiplenilmesi anlamına geliyordu. Keza Troçki’nin sürekli devrim anlayışını geliştirmesi ya da Rosa’nın İkinci Enternasyonal’in reformist şeflerine karşı devrimci mücadele bayrağını yükseltmesi de benzer örneklerdi. Devrim kitleler için olduğu kadar devrimci önderler için de çok eğiticidir. Rusya’da 1917 Şubatından Ekimine ilerleyen dönem bu gerçeği kanıtlar. Bu süreçte Troçki, savunduğu sürekli devrim anlayışının ancak Lenin’in önderlik ettiği tipte bir Bolşevik örgüt sayesinde yaşama geçirilebileceği noktasına ilerlemiştir. Lenin ise, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının izini taşıyan eski Bolşevik yaklaşımın terk edilmesini mümkün kılmış ve işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu açabilmiştir. Rusya’ya döndükten bir gün sonra, Lenin’in 4 Nisan 1917’de Tauride Sarayında okuduğu ünlü Nisan Tezleri bu açıdan büyük bir önem taşır. Rusya gibi bir ülkede, nesnel koşulların, önce “işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nün kurulmasını gerektirdiği görüşünün yanlışlığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Lenin Nisan Tezleri’nde, işçi vekilleri Sovyetlerinin mümkün olan biricik devrimci hükümet olabileceğini açıklar. Ve böylece, devrimci iktidar sorununu, devrimin demokratik ve sosyalist görevleri bakımından iki ayrı aşamaya bölen o “eski” Bolşevik anlayışın terk edilmesi imkânını yaratmış olur. Fakat Lenin’in, o dönemde başka tellerden çalan ve Menşeviklerle birleşme konusunu gündeme getirmiş bulunan Kamanev’i, Stalin’i ve Bolşevik Merkez Komitesinin daha pek çok üyesini ikna edebilmesi kolay olmayacaktır. Ancak aradan bir aya yakın bir süre geçtikten sonra parti çoğunluğunu kendi görüşlerine kazanabilir. Yaşam, Lenin, Troçki gibi devrimci önderlerin iktidar sorunundaki devrimci yaklaşımlarını doğrulayacak ve muzaffer Ekim Devrimiyle kurulan proletarya diktatörlüğü kendisini hem demokratik hem de sosyalist görevlerin çözümüyle yükümlü bulacaktır. Rusya’da 1917 devrim sürecinde proletarya diktatörlüğünün kurulması önündeki başlıca engel, nesnel değil öznel koşullardan kaynaklanmaktaydı. İşçi kitlelerinin bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz yetersiz olduğu ve işçi sınıfı henüz küçük-burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulamadığı için, devrimin öznel koşulları olgunlaşamamıştı. İşte zaten Lenin’in de bu süreçte üzerinde önemle durduğu konu, devrimin olgunlaşmış nesnel koşulları ile henüz yetersiz kalan öznel koşulları arasındaki dengesizliği ortadan kaldıracak taktikleri tayin edip uygulayabilmekti. Lenin bu görevin üstesinden gelmek amacıyla, aslında daha Nisan Tezleri öncesinden başlayarak, devrimi ilerletecek talepleri formüle etmeye koyulmuştur. Uzaktan Mektuplar adıyla bilinen beş adet mektup, buna ilişkin görüş ve önerilerini içerir. Bu mektuplarda Lenin, ikili iktidar gerçeğinden söz etmekte ve işçi sınıfının eski devlet aygıtının yerine artık kendi iktidar organlarını geçirmesi gerektiğini belirtmektedir. Devrimin, asgari (burjuva demokratik) bir aşamada konaklaması diye bir seçeneğin bulunmadığı, ya ilerletileceği ya da gerileyerek yenilgiye uğrayacağı çok açıktır. Bu nedenle proletaryanın mücadelesi, mutlaka sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi noktasına taşınmalıdır. Lenin yarım kalan beşinci mektubundaki fikirlerini, Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri Üzerine (On maddeden oluşan Nisan Tezleri) ve Taktik Üzerine Mektuplar adlı çalışmalarında daha da geliştirecektir. Bu sayede Lenin’in, sosyalizme geçişi sağlayacak talep ve tedbirler diye sıraladığı önlemler netleşecek ve yenilenen parti programının da belkemiğini teşkil edecektir. Bu çerçevede, Lenin, siyasal iktidarın Sovyetlere geçmesi; polis, ordu ve bürokrasinin lağvedilmesi; büyük toprak mülkiyetine el konulması ve tüm toprağın ulusallaştırılması; bütün bankaların derhal İşçi Temsilcileri Sovyeti’nin denetimine tabi bir ulusal bankada birleştirilmesi şeklinde talepler sıralar. Ve şöyle der: “Doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ değildir, yalnızca üretimin ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay., Şubat 1979, s.12-13) Açıktır ki Lenin, sıraladığı geçişsel nitelikteki tedbirleri iktidar sorunuyla doğrudan ilişkili kılmıştır. Böylece biçimlenmeye başlayan geçiş yaklaşımı, Bolşeviklerin toplantılarında ele alınacak ve kabul edilecektir. Lenin ayrıca, Ekim’in arifesinde savaş ve açlık koşulları nedeniyle yaklaşan felâket karşısında, kontrol tedbirleri diye bilinen talepleri formüle edecektir. Başlıca beş madde halinde toparlanan bu tedbirler, Troçki’nin hazırladığı Geçiş Programı’nın da temel ekseni niteliğindedir. Lenin tarafından kaleme alınan ve doğrudan işçi denetimi altında gerçekleştirilecek geçiş talepleri özetle şunlardır: 1. Bütün bankaların tek bir banka halinde birleştirilmesi ve devletleştirilmesi; 2. En önemli tekelci kapitalist birliklerin (şeker, petrol, kömür, maden vb.) devletleştirilmesi; 3. Ticari gizliliğin kaldırılması; 4. Bütün sanayici, tüccar ve genel olarak patronların sanayi birliklerinde birleştirilmesi; 5. Halkın tüketici kooperatiflerinde örgütlenmesi. Lenin’in yukarda değindiğimiz bütün bu açılımlarının kabulü, dünya komünist hareketi bakımından büyük bir önem taşır. Zira böylece, İkinci Enternasyonal’in işçi sınıfı mücadelesini fiilen, iş ve yaşam koşullarında tedrici iyileştirmeler sağlanması, burjuva demokratik hakların elde edilmesi veya genişletilmesi gibi kısmi talepler çerçevesine hapseden asgari program anlayışı tarihsel olarak aşılmış bulunmaktadır. Rusya’da Lenin önderliğinde, doğrudan devrim sürecinin içinde formüle edilen ve kitlelere acil eylem hedefi olarak gösterilen geçişsel talepler, bundan böyle tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının devrimci eylem programına ışık tutacaktır. Emperyalizm çağında komünist partilere düşen görev, önüne herhangi bir başka iktidar aşaması dikmeksizin, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için mücadele etmektir. Zaten 1917 devrim süreci içinde Bolşevik programda yapılan değişikliğe damgasını vuran temel unsur da budur. Ve Lenin’in çağ tanımıyla da doğrudan ilişkilidir. Emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin, proleter sosyalist devrim çağı olduğunu belirtir Lenin. Yalnızca proleter sosyalist devrim, insanlığı emperyalizmin ve emperyalist savaşların yarattığı çıkmazdan kurtarabilecektir. “Devrimin zorlukları ve olası geçici başarısızlıkları ya da karşı-devrimin dalgaları ne kadar büyük olursa olsun, proletaryanın nihai zaferi kaçınılmazdır. Bu yüzden objektif koşullar sayesinde mevcut dönemin gündeminde, sosyalist devrimin içeriğini oluşturan ekonomik ve politik önlemlerin gerçekleştirilmesi için proletaryanın politik iktidarı ele geçirmesine yönelik çok yönlü doğrudan hazırlığı bulunmaktadır.” (Lenin, Seçme Eserler, c.6, İnter Yay., Kasım 1995, s.107, abç) Böyle bir çağda komünist öncünün rolü, bu görevin üstesinden gelmeyi mümkün kılacak nesnel koşulların (devrimci durum) ortaya çıkması veya olgunlaştırılması bakımından da fevkalâde belirleyici bir önem kazanmıştır. Komünist partiler, kitle mücadelesini, yalnızca kapitalizm altında gerçekleşebilir görünen kısmi talepler uğruna mücadeleye kilitlememeli, kitleleri işçi iktidarının kurulması hedefine fiilen yaklaştıracak talepleri savunmalıdırlar. İşte Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderler tarafından geliştirilen ve dün olduğu şekilde bugün de devrimci program sorununda sahip çıkılması gereken talepler sisteminin özü budur. 1917 Rus devriminin etkisi kuşkusuz yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadı, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyaya yayıldı. Zaten yıllardır İkinci Enternasyonal’in evrimci ve reformist çizgisine karşı çıkan Rosa, Aralık 1918’de Spartakistlerin program anlayışını açıklarken, devrimi ilerletecek talepleri sıralıyordu. Keza Rosa, ölümünden kısa bir süre önce gerçekleşen Alman Komünist Partisi Kuruluş Kongresinde yaptığı konuşmada, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının terk edilmesinin mutlak bir zorunluluk olduğuna dikkat çekmekteydi. Spartakistlerin programının, acil ve sözümona asgari talepleri sosyalist hedeften kopartan Erfurt programıyla bilinçli bir karşıtlık içinde olduğunu vurgulamaktaydı. “Bizim için asgari ve azami bir program yok; sosyalizm tek ve aynı şey; bugün gerçekleştirmek zorunda olduğumuz asgari hedef budur” diyordu Rosa. (Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor, Belge Yay., Nisan 1979, s.142) Rusya’da işçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi, Troçki’nin savunduğu sürekli devrim perspektifinin ve 1917 devrim süreci içinde Lenin’in geliştirdiği devrimci strateji ve taktiklerin doğruluğunu kanıtlayan büyük bir sınav oldu. Ekim Devrimi, yalnızca sosyalist görevlerin değil, devrimin demokratik görevlerinin de işçi iktidarı altında üstesinden gelinebileceğini gösterdi. Muzaffer Ekim Devrimi ayrıca, bir Enternasyonal örgütün, doğrudan komünist ilke ve amaçlar doğrultusunda yaşama gözlerini açmasını da mümkün kıldı. Lenin’in sağlığında toplanan Komünist Enternasyonal kongrelerinde, devrimci Marksist geleneğin halkalarını oluşturacak kararlar alındı, son derece önemli konular tartışıldı. Lenin, Komintern’in 1920 yılında toplanan İkinci Kongresine katkı mahiyetinde kaleme aldığı ve Çocukluk Hastalığı olarak bilinen kitabında, dünya komünist hareketinin dikkatini geçiş sorununa çekti. Lenin’in vurguladığı gibi, işçi sınıfının öncüsü burjuva demokrasisine karşı proletarya diktatörlüğü safına kazanılmıştı ve böylece çok önemli bir iş başarılmıştı. Fakat bu her şey demek değildi. “Şimdi bütün güçleri, bütün dikkati daha az önemli görünen, … fakat buna karşılık görevin somut çözümüne pratik olarak daha yakın olan bir sonraki adıma, yani proleter devrime geçişin, daha doğrusu proleter devrime yaklaşmanın biçimini bulmaya yoğunlaştırmak” gerekiyordu. (Lenin, Seçme Eserler, c.10, İnter Yay., Haziran 1997, s.152) Buradan hareketle, Komünist Enternasyonal Üçüncü ve Dördüncü Dünya Kongresi geçiş sorunu üzerinde durmuştur. Ne var ki geçiş taleplerine acil eylem çağrısı olarak can veren nesnel koşullar bu dönemde değişime uğramış, Avrupa’da devrimci dalga geri çekilmiştir. Bu durum geçiş sorunu tartışmalarını kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Devrimin yeniden canlanması yönünde beslenen arzularla, içinden geçilen dönemin buna ters niteliği arasındaki uyumsuzluk, geçiş sorununa bağlı kimi açılımlarda (örneğin işçi hükümeti) çekiştirmelere ve bazı noktalarda bulanıklığa neden olacaktır.

Üçüncü Kongre ve Geçiş yaklaşımı

Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği, Ekim Devriminin Rusya gibi geri bir ülkede yalıtıldığı ve burjuva gericiliğinin, faşizmin çeşitli ülkelerde yükselişe geçtiği koşullar Komintern’i son derece yaşamsal problemlerle yüz yüze getirir. Temmuz 1921’de toplanan Üçüncü Kongre, komünistlerin dikkatini, kitleleri kazanmadan öncünün hazırlıksız savaşlara atılmasının yaratacağı tehlikelere çeker ve işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik cephesinin oluşturulması gereğini vurgular. 1921 yılında Orta Almanya’da komünist öncünün giriştiği hazırlıksız Mart ayaklanması çok büyük kayıplara neden olmuştur. Durumun vahametini değerlendiren Komintern yönetimi, bu koşullarda saldırı değil savunma taktiklerinin uygulanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. Troçki tarafından kongreye sunulup oybirliğiyle kabul edilen raporda (Uluslararası Durum ve Komintern’in Görevleri Üzerine), proletaryanın açık iktidar mücadelesinin birçok ülkede bir yavaşlama ve duraklama içine girdiği tespiti yer almaktadır. Bu durumda Komintern, kitlelerin kazanılmasına yönelik örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarına ağırlık verilmesini kararlaştırır. Üçüncü Kongrede geçiş sorunu da ele alınmış ve Radek’in sunduğu Taktikler Üzerine Tezler, geçiş talepleri yaklaşımını içerecek biçimde hazırlanmıştır. Tezlerde, komünist partilerin, kapitalizmin sallantıda olan temellerini güçlendirmeye ve onarmaya yönelik asgari programlar ileri sürmeyeceği belirtilmektedir. “Komünistlerin temel hedefi kapitalist sistemi yıkmaktır. Ancak bu hedefe ulaşabilmek için komünist partiler, işçi sınıfının acil ve dolaysız ihtiyaçlarını ifade eden talepler ileri sürmelidirler. Komünistler, kapitalist sistemin varlığının devamıyla bağdaşıp bağdaşmadığına bakmaksızın, bu talepler için savaşmak amacıyla kitlesel kampanyalar örgütlemelidirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal – Belgeler, c.2, Maya Yay., Eylül 2002, s.117) Aynı yerde belirtildiği üzere, şayet ileri sürülen talepler geniş işçi kitlelerinin acil ihtiyaçlarına denk düşüyorsa ve kitleler tarafından bu ciddiyetiyle benimseniyorsa, o takdirde bu talepler için mücadele iktidar mücadelesinin kalkış noktası olacaktır. Komünist Enternasyonal, reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarına meydan okuyan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi ilerleten bir talepler sistemi koymayı karar altına almıştır. Mücadelenin yükselişine bağlı olarak, sınıfın kitlesini düzenle bütünleşmiş sendika bürokrasisinin cenderesinden kurtaracak örgütsel formların yaratılması da büyük önem kazanmaktadır. Geçiş talepleri, işçi-emekçi kitlelerin öz-örgütlenmelerini teşvik eden bir biçimde ortaya sürülebilmelidir ve üretimin işçiler tarafından kontrolü hedefiyle birleştirilmelidir. Bu açıdan fabrika komiteleri ve devrimci sendikalar önem taşır. “Fabrika komiteleri, ancak geniş işçi kitlelerinin ekonomik çıkarlarını savunmaya yönelik mücadeleler içinde ortaya çıktıkları ve proletaryanın tüm devrimci kesimlerini –komünist parti, devrimci işçi örgütleri ve radikalleşen sendikalar– birleştirmeyi başardıkları takdirde, bu görevlerini yerine getirebileceklerdir.” (age, s.119) Üçüncü Kongrede, Lenin’in daha önce ele aldığı ve kitle çalışmasını baltalayacak sekter yaklaşımlar olarak değerlendirdiği tutumlar üzerinde de durulmuştur. Sendikalara katılmaya veya parlamento kürsüsünü kullanmaya karşı çıkan sol komünistler, geçiş talepleri yaklaşımını da oportünist bulup reddetmektedirler. Bu yanlış tutum Komintern tarafından haklı olarak eleştirilmiştir. Kongre kararlarında yer aldığı üzere, sorun nihai amacı işçi sınıfına ilan etme sorunu değil, sınıfı nihai amaç için mücadeleye çekebilme, böyle bir mücadeleyi yoğunlaştırma sorunudur.

Dördüncü Kongre ve İşçi Hükümeti

1922 Aralık ayında toplanan Dördüncü Dünya Kongresi, birleşik cephe çalışmaları içinde ileriye sürülebilecek geçişsel sloganlar konusu üzerinde durur ve bu çerçevede işçi hükümeti sloganını da ele alır. Zinovyev tarafından sunulan ve kongrenin oybirliğiyle kabul edilen Taktikler Üzerine Tezler, işçi hükümetine ilişkin kararları içermektedir. Ne var ki bu konu, doğrudan iktidar sorunuyla ilişkili olması nedeniyle diğer geçişsel taleplerden farklı olarak son derece hassas bir niteliğe sahip bulunmaktadır. Zaten bu yüzden de kongrede sert tartışmalara yol açmıştır. Tezlerde açıklandığı üzere, işçi hükümeti (veya işçi ve köylü hükümeti) sloganı, genel bir propaganda veya ajitasyon sloganı olarak her yerde kullanılabilir. “Ancak, güncel politik bir slogan olarak işçi hükümeti, burjuva toplumun konumunun özellikle istikrarsız olduğu ve işçi partileriyle burjuvazi arasındaki güçler dengesinin hükümet sorununu acil çözüm gerektiren pratik bir sorun olarak gündeme getirdiği ülkelerde en büyük öneme sahiptir”. (age, s.306) İşçi hükümeti sloganı Komintern tarafından genel düzeyde ortaya kondu, ancak farklı koşullarda doğabilecek problemler ciddi bir tartışmaya yol açtı. Kongreye tezleri sunan Zinovyev, işçi hükümeti sloganının parlamenter geleneklerin güçlü olduğu ülkelerde kullanılması konusunda özellikle dikkatli olunması gerektiğini söylüyordu. Bu sloganın olağan parlamenter mücadele çerçevesinde kurulacak bir “işçi hükümeti”ni savunur tarzda ileri sürülmesi reformizmden başka bir anlama gelmeyecekti. Nitekim Fransız delege Duret, Fransa’da işçi hükümeti sloganının yalnızca parlamenter bir içeriğe sahip bulunduğunun altını çiziyor, ama şayet işçi hükümeti kitlelere dayanacaksa bunun da zaten sovyetler iktidarına denk düşeceğini belirtiyordu. İtalyan delege Bordiga ise, işçi hükümeti sloganı eğer proletarya diktatörlüğünün yerine kullanılacaksa, bu yaklaşımda içine sinmeyen taraflar olmasına rağmen karşı çıkmayacaktı. Ama iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci şekilde ele geçirilmesinden başka anlama gelecekse, bunu kabul etmeyecekti. Genelde sol sekterlikle suçlanan Bordiga, işçi hükümeti sorununda dile getirdiği bu endişelerinde hiç de haksız değildi. Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusundaki açılımları hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, problemli bulduğumuz noktayı baştan açıkça ifade edelim. İşçi hükümeti talebi, eğer yalnızca proletarya diktatörlüğü hedefini popüler sloganlarla kitlelere benimsetmek amacına dayandırılmış olsaydı, hatalı bir yön içermeyecekti. Ve neticede bir bulanıklığa da yol açılmayacaktı. Ama öyle olmadı. Bir yandan savunulan bu hedefe, fiilen ancak işçi sınıfının devrimci diktatörlüğünün gerçekleştirebileceği görevler yüklendi; diğer yandan ise işçi hükümetinin henüz bu anlama gelmeyeceği söylendi. İstenirse pekâlâ yanlış yönlere çekiştirilebilecek bu tür bir yaklaşımın olumsuz etkileri, takip eden yıllar içinde ortaya çıkacaktı. Dördüncü Kongre tartışmaları içinde işçi hükümetine dair çelişkili değerlendirmelere örnek verelim. Radek, bir işçi hükümetinin henüz proletarya diktatörlüğü olmayıp, ancak ona geçiş aşaması sayılabileceğini açıkça belirtiyordu. Öte yandan kongre tarafından kabul edilen metinde, işçi hükümetinin üstesinden geleceği görevler şu şekilde sıralanıyordu: “proletaryayı silahlandırmak, burjuva karşı-devrimci örgütleri silahsızlandırmak, üretimin kontrolünü sağlamak, verginin asıl yükünü mülk sahibi sınıfların üzerine kaydırmak ve karşı-devrimci burjuvazinin direncini kırmak”. (age, s.306) Şayet Dördüncü Kongrenin bu açılımlarına sahip çıkılacaksa, bu ancak, Lenin’in 1917 devrim sürecinde örneklediği üzere, ikili iktidar durumuna devrimci proletarya lehine son verecek önlemleri savunmak anlamına gelebilirdi. Bir başka deyişle, bu açıkça iktidarın sovyetlere devrini istemek demekti. Bu uğurda yürütülecek fiili mücadele ise bu hedefin gerçekleşmesini, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını mümkün kılacaktı. İşte Lenin’in proletarya diktatörlüğüne geçiş talepleriyle anlatmak istediği de özde buydu. Belirtmeliyiz ki, bu yaklaşımdan uzaklaşan ve ikili iktidar döneminin olağandışı karakterini görmezden gelen hükümet formülleri ya tamamen havada kalacak ya da daha kötüsü oportünizme kapıyı açacaktır. 1917 Rus devrim sürecinde ortaya çıkan ikili iktidar durumunda Lenin’in savunduğu geçişsel taleplerin uygulayıcısı devrimin yarattığı işçi örgütleridir, başkası da olamaz. Çeşitli işçi partilerinin koalisyonu anlamına gelecek şekilde ve nispeten durmuş oturmuş dönemlere has hükümetleri çağrıştıracak tarzda yürütülecek işçi hükümeti propagandası, asla proletarya diktatörlüğünün popüler propagandası olamaz. Dördüncü Kongrenin işçi hükümetine ilişkin muğlak değerlendirmeleri, aslında farklı siyasal eğilimler arasında bir uzlaşma sağlama gayretini yansıtıyordu. Çelişik yaklaşımlara bir örnek verelim. Hükümet mevzuunda çeşitli olasılıklar sıralanırken, İngiltere’de karşılaşılabilecek cinsten liberal işçi hükümetleri ya da Almanya örneğindeki sosyal-demokrat işçi hükümetleri de değerlendirilmekteydi. Bu iki tip hükümetle ilgili olarak tezlerde şöyle deniyordu: “Yukarıdaki ilk iki tip, devrimci işçi hükümeti değildir, gerçekte burjuvazi ve devrim karşıtı işçi önderleri arasındaki koalisyon hükümetleridir. Böylesi ‘işçi hükümetleri’ne, kritik zamanlarda güçsüz düşmüş burjuvazi tarafından, proletaryayı devletin gerçek sınıf karakteri hakkında aldatmanın bir aracı olarak … veya satılmış işçi liderlerinin de yardımıyla proletaryanın devrimci saldırısının önünü kesmek ve zaman kazanmak için, izin verilir. Komünistler böyle hükümetlere katılmazlar. Aksine, onlar bu sahte işçi hükümetlerinin gerçek karakterlerini kitleler önünde amansızca teşhir etmelidirler.” (age, s.308) Dikkat çekilen bu hususlar tamamen doğru olmakla birlikte, bu değerlendirmeyle tamamen çelişen yanlış görüşler de yansıtıldı. İşte somut bir örnek: “Fakat devrim için proletaryanın çoğunluğunu kazanmanın en önemli görev olduğu, içinde bulunduğumuz kapitalizmin gerileme döneminde, böylesi hükümetler dahi, burjuva iktidarının parçalanma sürecini hızlandırmaya nesnel olarak yardımcı olabilirler.” (age, s.308) Dördüncü Kongrenin, işçi hükümetine dair bu tür muğlak ve çelişik değerlendirmeler yapması, bu konuda daha sonra ortaya çıkacak savrulmalara gerçekten de adeta mazeret sunan bir temel döşemiştir. Bir yandan Stalinistler, aslında burjuvaziyle uzlaşma anlamına gelen Halk Cephesi hükümetleri anlayışını buraya dayandırmak istemişlerdir. Diğer yandan ise bazı Troçkistler, yine aynı noktadan hareketle komünistlerle sosyal-demokrat partilerin (ya da aynı anlama gelmek üzere sosyalist partilerin) koalisyonunu bir geçiş talebi olarak savunabilmişlerdir. Ama Dördüncü Kongrenin işçi hükümeti konusunda yarattığı muğlaklık kuşkusuz bu derece vahim boyutlarda değildir ve o nedenle de kongre kararları hakkında fazladan eleştiri yapmak doğru bir tutum olmaz. Örneğin, komünistlerin diğer işçi partileriyle hükümete katılma koşulları kongre tarafından doğru bir şekilde karar altına alınmıştır. “1.Bir işçi hükümetine katılma, ancak Komintern’in onayıyla gerçekleşebilir. 2.Böyle bir hükümete katılan komünistler, partilerinin en sıkı denetimleri altında bulunurlar; 3.Böyle bir işçi hükümetine katılan komünistler, kitlelerin devrimci örgütleriyle son derece yakın temasta olmalıdırlar; 4.Komünist parti, kendi kimliğini ve ajitasyonunun tam bağımsızlığını koruma hakkına kayıtsız şartsız sahip olmalıdır.” (age, s.307) Dördüncü kongrenin işçi hükümetine ilişkin kararlarında yer alan ve yanlış yorumlanmaması gereken bir başka hususa değinerek bu konuyu kapatalım. Bu husus, proletarya diktatörlüğünün kavranışıyla ilgilidir. Kararlarda, “proletaryanın tam diktatörlüğü, yalnızca komünistlerden oluşan gerçek bir işçi hükümeti olabilir” denmektedir. (age, s.308) Açıktır ki, Lenin ve diğer devrimci önderler, iktidarın partiye değil sovyetlere ait olması gereğini savunmuş ve o doğrultuda davranmışlardır. Partinin görevi sovyetler içinde önder olabilmektir ve bu misyonunu da elbet, işçi kitle örgütlerinde çoğunluğu ele geçirerek yerine getirebilir. O nedenle Lenin, sovyetler içinde Bolşevik çoğunluk sağlanmadan iktidarın fiilen alınması çağrısının zamansız olacağını savunmuştur ve bu yaklaşımı doğrudur. Ama bu hiç de, proletarya diktatörlüğünün komünist parti diktatörlüğü olduğu ve bir işçi hükümetinin de ancak ve yalnızca tek bir komünist partinin unsurlarından oluştuğunda tam işçi iktidarı sayılabileceği anlamına gelemez, gelmemelidir. Dördüncü Kongrede geçiş sorunuyla ilgili olarak bir başka önemli karar daha alınmıştı. Komünist Enternasyonal’in Programı Üzerine Karar’da ulusal seksiyonların önüne program hazırlıklarına girişme görevi konmaktaydı. Seksiyonların hazırlayacağı program taslaklarında geçiş talepleri için mücadelenin gerekliliğinin kesin ve açıkça belirlenmesi isteniyordu. Ayrıca Komintern bir genel program oluşturacak ve burada da tüm geçiş taleplerinin ve kısmi taleplerin teorik temelleri ortaya konacaktı. Karar metninde, “programda geçiş taleplerine yer verilmesinin oportünizm olarak tanımlanmasına yönelik her girişime ve temel devrimci hedeflerin yumuşatılmasına ya da bunların yerine kısmi taleplerin geçirilmesine aynı kararlılıkla karşı çıkılması” istenmekteydi. (age, s.332) Alınan bu karar gereği, hazırlanacak genel programda çeşitli ülkelerin ekonomik ve siyasal yapılarındaki temel farklılıklar hesaba katılacak ve geçiş taleplerinin başlıca tarihsel türleri açık seçik bir biçimde somutlanarak gösterilecekti. Ama Lenin’in ölümü ve Stalinist egemenliğin kurulmasıyla birlikte Komünist Enternasyonal ne yazık ki devrimci raydan çıktı. Bu nedenle Stalinist Komintern tarafından hazırlanan 1928 Programı, Lenin döneminde kararlaştırılan görevin yerine getirilmesi anlamına gelmedi. Tersine Stalinizm, işçi sınıfının devrimci program anlayışını, bir zamanlar Lenin’in önderliği sayesinde ulaşılan mevzilerin çok gerilerine savurdu. Dünya komünist hareketini Menşevizmin kirli sularına sürükledi. Geçiş talepleri ve program sorunu bağlamında Lenin’in ortaya koyduğu devrimci görevin sorumluluğunu üstlenen siyasal önder, Bolşevik mirası devrimci tarzda sahiplenen Troçki olacaktı.

26 Ocak 2006
Proleter Devrim
Share

Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı / 2

2.bölüm

surekli-devrim.png

Troçki ve 1938 Geçiş Programı

Troçki tarafından hazırlanan ve 1938 yılında Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresinde uluslararası program olarak kabul edilen Geçiş Programı, günümüzde de örnek bir tarihsel belge olma niteliğini sürdürüyor. Troçki böyle bir devrimci eylem programını inşa çabasına girişmekle, Komintern Dördüncü Kongresinin karar altına aldığı, fakat Lenin’in ölümünden sonra Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle yerine getirilmeyen bir görevi fiilen üstlenmiştir. Bu program metni üzerinde burada tüm ayrıntılarıyla durmaya olanak yok, zira geçiş taleplerini teker teker ele almaya kalkmak neredeyse bu belgeyi olduğu gibi aktarmak anlamına gelirdi. Bu nedenle yalnızca bazı önemli noktalarına değineceğiz. Geçiş Programının dünden bugüne devrimci özünü vurgulayan şu önemli satırların daha baştan altını çizelim: “Görevi, kapitalizmin hakimiyetini ortadan kaldırmaktır. Amacı, sosyalizmdir. Yöntemi, proleter devrimidir.” (Troçki, Geçiş Programı, Kardelen Yay., 1992, s.48) Programın daha ilk bölümünde çok önemli bir soruna değinilir. Belirtildiği üzere, tarihsel koşulların sosyalizm için henüz “olgunlaşmadığına” ilişkin lafazanlıklar ya cehaletin ürünü ya da bilinçli bir aldatmacadır. Oysa, proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar yalnızca olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürünün bir yıkım tehdidi altında olduğu aşikârdır. Bu nedenle, artık her şey proletaryaya, esas olarak da proletaryanın devrimci öncüsüne bağlı hale gelmiştir. Kısacası, insanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımına indirgenmiştir. Troçki’nin bu tespitleri son derece yerindedir ve zaten devrimci mücadelenin bu örgütsel boyutunu açıklığa kavuşturmadan da, bir programa sahip olması gereken devrimci ruhu kazandırmak asla mümkün olmayacaktır. Ne var ki, bu satırların yazılmasının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen işaret edilen tarihsel bunalım henüz aşılabilmiş değildir. Bu da bize işin bir başka önemli tarafını hatırlatıyor. İşçi sınıfının kurtuluşu ve insan toplumunun esenliğe kavuşabilmesi bakımından yaşamsal önem taşıyan bu gibi tarihsel sorunlara yalnızca işaret etmekle yetinilemez, gereğini yerine getirmek için sorumluluk üstlenilmelidir. Değerli olan, örgütsel alanda bunalımın aşılmasını mümkün kılacak bir yolun tutulabilmiş olmasıdır. Marx’tan başlayarak Lenin’e, Troçki’ye ve diğer devrimci önderlerin mirasına sahip çıkmanın başka bir ölçütü bulunmuyor. Geçiş Programı, İkinci Enternasyonal geleneğinin yerleştirdiği ve daha sonra da Stalinizmin sahip çıktığı asgari-azami program ayrımına karşı koyan devrimci program anlayışının somut örneğidir. Bu program işçi sınıfının gündelik mücadelesiyle devrim hedefini, kısmi taleplerle geçişsel talepleri birbirine bağlar. Böylece, zaten 1917 Nisanında Lenin sayesinde aşılmış bulunan, fakat Stalinizmin egemenliğinin kurulmasıyla bir kez daha hortlatılan eski “asgari program” anlayışının yeniden aşılması sağlanmıştır. Troçki’nin bu konuyla ilgili değerlendirmesine bakalım: “Kapitalizmin yükseliş çağında hareket eden klasik Sosyal Demokrasi, programını, birbirinden bağımsız iki bölüme ayırmıştı: burjuva toplumunun çerçevesi içinde gerçekleştirilecek reformlarla sınırlı olan asgari program ve belirsiz bir gelecekte kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını vaad eden azami program. Asgari ve azami program arasında hiçbir köprü yoktu. Gerçekte Sosyal Demokrasi’nin böylesi bir köprüye ihtiyacı da yoktur; çünkü sosyalizm sözcüğü, sadece bayram söylevlerinde kullanılır.” (age, s.15) Geçiş Programında yer aldığı üzere, devrim öncesi ajitasyon, propaganda ve örgütlenme döneminin stratejik görevi, devrimin nesnel koşullarının olgunluğu ile proletarya ve onun öncüsünün olgunlaşmamışlığı arasındaki çelişkinin üstesinden gelmektir. Bu bakımdan, güncel taleplerle devrimin sosyalist programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere günlük mücadele süreci içinde yardımcı olunmalıdır. Bu köprü geçiş talepleri sistemi sayesinde kurulacaktır ve iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesine hizmet edecektir. İşçi sınıfının devrimci programı farklı düzeydeki taleplerin bütünlüğü üzerinde yükselir. Ancak devrimci durumlarda gerçek anlamlarına bürünecek geçiş taleplerinin yanı sıra, işçi-emekçi kitlelerin gündelik mücadelede takipçisi olacakları iktisadi ve demokratik içerikli kısmi talepleri de içerir. Önemli olan, ileri sürülen taleplerin bulunulan her evrede kapitalizmin nefessizliğini sergileyebilmesi ve böylece kitlelerin giderek daha üst düzeydeki talepler uğruna mücadeleye çekilebilmesidir. Hangi sloganların hangi dönemlerde ve ne amaçla ortaya atılacağı konusu, uygun talepler formüle etmenin kendisi kadar büyük önem taşır. Bir talebin veya buna denk düşen bir sloganın olağan dönemlerde genel bir propaganda ve ajitasyon sloganı olarak mı, yoksa devrimci dönemlerde güncel ajitasyonel bir slogan olarak mı yükseltileceği noktasındaki ayrımı kavramak fevkalâde önemlidir. Bu gibi hususlar, devrimci bir örgütü başarıya ya da başarısızlığa götürecek olan taktik belirleme sanatıyla doğrudan ilgilidir. Örneğin proletarya diktatörlüğünü kitleler nezdinde popülarize edecek olan işçi iktidarı ya da işçi demokrasisi sloganı, genel propaganda ve ajitasyon amacıyla devrimci olmayan bir dönemde de yükseltilmelidir. Böylesi örnekler daha çok öncünün eğitimi açısından büyük önem taşır. Diğer yandan devrimci bir dönemde ise, sözünü ettiğimiz bu sloganlar, düpedüz güncel bir nitelik kazanacak ve kitleleri doğrudan eyleme çağıracaklardır. Geçiş Programında da belirtildiği üzere, eğer kapitalizm kendi yarattığı felâketler karşılığında yükseltilen talepleri karşılayamıyorsa, yıkılıp gitmelidir. Devrimci yaklaşım, kapitalizmin verebileceğinin neler olduğunu “gerçekçi” biçimde kestirmekle değil, veremediklerini kitlelere teşhir etmekle yükümlüdür. Kaldı ki, ileri sürülen taleplerin gerçekleşip gerçekleşemeyeceği düzen içi statik bir sorun olmayıp, sonucu mücadele içindeki güçler ilişkisince belirlenen bir sorundur. Troçki, Geçiş Programı Üzerine Tartışmalar bağlamında bu konuya değinecek ve şu önemli gerçeğe dikkat çekecektir: “Devrimciler, daima, reformları ve kazanımları devrimci mücadelenin yalnızca bir yan ürünü olarak değerlendirirler. Eğer biz, sadece onların verebileceklerini talep ederiz dersek egemen sınıf taleplerimizin yalnızca onda birini karşılar ya da hiçbirisini karşılamaz. Daha fazlasını talep ettiğimizde ve taleplerimizi dayattığımızda kapitalistler azamisini vermek zorunda kalırlar. İşçiler ne kadar militan bir ruha sahiplerse o kadar fazlası talep edilir ve kazanılır.” (Writings of Leon Trotsky 1938-9, Merit Publishers, 1969, s.45) Bilindiği gibi, işsizlik ve hayat pahalılığı kapitalist düzenin asla kaçıp kurtulamayacağı ve yoksul, sömürülen kitlelerin doğrudan canını yakan başlıca sorunlardır. Bu sorunlara karşı devrimci tarzda yürütülecek mücadele yalnızca çalışma ve yaşam koşullarında bazı iyileştirmelerin sağlanmasıyla sınırlı bir anlayışa dayandırılamaz. İleri sürülecek sloganlar, kısmi taleplerle sınırlandırılamaz. Bu, sınıf mücadelesini sendikalizmin dar çerçevesine hapsetmek olurdu. İktisadi ve siyasi içerikli kısmi talepler uğruna mücadelenin, sınıfın kitlesini seferber etmesi bakımından önemi kuşkusuz yadsınamaz. Ne var ki, yalnızca bu tür talepler ileri sürmek ve geçiş taleplerini reddetmek, devrimci Marksist yaklaşımla bağdaşmayan, uzlaşmacı ve reformist bir tutumdur. Başarılması gereken, en “barışçı” görünen dönemlerde bile, geniş kitlelerin sahip çıkacağı mücadele hedeflerini, kısmi taleplerden geçiş taleplerine doğru yükseltebilmektir. Bu nedenle Troçki, örneğin işsizlik ve hayat pahalılığı gibi kapitalizmin her an can yakan sorunları karşısında, toplu sözleşmelerle sağlanan sıradan ücret artışları veya çalışma saatlerinde tedrici bazı düzenlemelerle yetinilmemesi gereğine dikkat çeker. Bu bakımdan, ücretlerin ve iş saatlerinin ayarlanmasında eşel mobil sisteminin uygulanması (toplu sözleşmelerle sağlanacak ücret artışından vazgeçmeksizin, ücretlerin enflasyon oranında otomatik olarak arttırılması ve bütün işlerin, ücretlerde hiçbir kayıp olmaksızın mevcut işçiler arasında paylaştırılıp iş saatlerinin kısaltılması) talebi, burjuva düzenin nefessizliğini geniş işçi kitlelerine kavratmak amacıyla ileri sürülmelidir. Gerçekten de ileri sürülecek talepler, kitlelerin kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu olmadığını kavramalarına hizmet etmelidir. İşçi sınıfında devrimci bilinç sıçraması sağlayabilecek yöntem, kapitalist düzenden “mantıklı” ve “gerçekçi” gözüken küçük lokmalar koparmakla yetinmek olamaz. Kapitalizm altında yaygın biçimde gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama devrimci bir durumda işçi-emekçi kitlelerin fiilen inisiyatif üstlenmesini sağlayacak işçi denetimi, fabrika komiteleri benzeri geçişsel taleplerin yükseltilmesi fevkalâde önemlidir. Devrimci bir önderliğin görevi, olağan görünen dönemlerde sınıfın öncüsünü bu temelde eğitmek, devrimci süreçlerde de bu taleplerin kitlelerce benimsenip yaşama geçirilmesini sağlamaktır. Geçiş Programında sıralanan, kapitalist grupların mülksüzleştirilmesi, özel bankaların ve kredi düzeninin devletleştirilmesi, ticari sırların açıklanması ve sanayi üzerinde işçi denetimi, grev gözcüsü, savunma kolları, işçi milisi, işçi köylü ittifakının sağlanması, emperyalizme ve savaşa karşı mücadele kapsamında silahlanma programlarına, gizli diplomasiye karşı çıkılması, işçi ve köylü komitelerinin doğrudan denetimi altında işçi ve köylülerin silahlandırılması ve askeri eğitimi şeklindeki geçiş talepleri, vaktiyle Lenin’in gündeme getirmiş olduğu taleplerdir. Bu talepler, işçi sınıfının kitlesini devrimci işçi iktidarının kurulmasına doğru çekmeye yöneliktirler. Geçiş talepleri sisteminin özünü, bunların gitgide daha açık ve kesin bir biçimde doğrudan burjuva düzenin temellerine yöneltilmesi oluşturur. Kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, bankaların devletleştirilmesi gibi sloganlar söz konusu olduğunda rahatlıkla anlaşılacağı üzere, bu tür talepler devrimci iktidar sorununa bağlanmadıkları takdirde devrimci özlerini yitireceklerdir. Böylece, siyaseten reformizme kapı açılmış olacaktır. Bunu çarpıcı bir örnekle somutlayabiliriz. Bazı siyasi gruplarca bilinçli olarak çarpıtılan devletleştirme mevzuu, her koşulda aynı anlama gelecek basit bir olgu değildir. Hatırlatmak gerekir ki, Lenin’in geçiş sorunu çerçevesinde savunduğu devletleştirme talebiyle, reformistlerin bu konudaki tutumu taban tabana zıttır. Reformist siyaset, devlet mülkiyetini, kapitalist düzen çerçevesinde de işçi sınıfı adına bir kazanım olarak değerlendirmektedir. Ve böyle yapmakla, daha Marx döneminden beri mahkûm edilmiş bulunan bir anlayışı savunmaktadır. Ne yazık ki bu tür sakat görüşler ısıtılıp ısıtılıp Marksizm adına önümüze sürülüyor. Oysa burjuva iktidarlar altında gerçekleşen “devletleştirmeler”, kapitalist mülkiyetin özel ellerden kapitalist devlete geçmesi demektir. Mülkiyetin sınıfsal niteliğinde bir değişim yaratmayan, kapitalist mülkiyetin özünü değil yalnızca biçimini değişikliğe uğratan ve olsa olsa devlet kapitalizmini güçlendirmeye hizmet eden bu tür devletleştirmeler, işçi sınıfı için bir kazanım teşkil etmezler. Devletleştirme talebi, ancak ve ancak, mülkiyetin burjuvaziden kopartılıp alınması bağlamında devrimci bir anlam ifade edebilir. Bunun da olağan dönemlerde değil, burjuva düzenin derin bir sarsıntıya sürüklendiği devrimci dönemlerde gündeme gelebileceği asla unutulmamalıdır. Bu talebin devrimci tarzda savunulması, bunun gerektirdiği diğer koşullara da (kapitalistlere tazminat ödenmesinin reddedilmesi, işçi denetimi altında devletleştirme) uyulmasıyla mümkündür. Nitekim Geçiş Programında devletleştirme talebi işte bu kapsamda yer alır. Programda, bankaların devletleştirilmesinin, ancak devlet iktidarının bütünüyle sömürücülerin elinden emekçilerin eline geçmesi durumunda yararlı sonuçlar doğurabileceği belirtilir. Böylece reformistlerin bulanık “millileştirme” talebiyle ayrım çizgisi de net biçimde çekilmiş olmaktadır. Özetle, bu gibi önemli konularda Geçiş Programında yer alan değerlendirmeler doğrudur. Geçiş Programı yalnızca devletleştirme özelinde değil, genelde geçişsel taleplerin bütününde tayin edici unsur olarak iktidar sorununa bağlanmıştır. Devrim süreci içinde ortaya çıkacak fabrika komiteleri, savaşa karşı mücadele örgütleri, fiyat denetim komiteleri benzeri yeni organlar arasında koordinasyonun ancak sovyetler (ya da aynı anlama gelmek üzere işçi konseyleri) sayesinde sağlanabileceği açıklığa kavuşturulmuştur. Bunun yanı sıra, sovyetlerin ancak kitle hareketinin açıkça devrimci aşamaya geçtiği bir zamanda ortaya çıkabileceği belirtilir ve şu açılım getirilir: “Ortaya çıktıkları ilk andan itibaren, sovyetler, sömürücülere karşı mücadelelerinde milyonlarca emekçinin etrafında birleştikleri bir eksen olarak, yerel yönetimin ve daha sonra da merkezi hükümetin rakipleri ve hasımları olurlar. Nasıl ki fabrika komitesi fabrikada bir ikili iktidar yaratıyorsa, sovyetler de ülke çapında bir ikili iktidar dönemi başlatırlar.” (Troçki, Geçiş Programı, s.34-35.) İkili iktidar dönemi ise, geçiş döneminin doruk noktası olacaktır. Geçiş Programı, taşıdığı başlıktan da anlaşılacağı üzere (Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonalin Görevleri), ulusal düzeyde bir talepler listesi değildir; komünistlerin dünya genelinde görevlerini bütünsel olarak vurgulayan bir belgedir. O yüzden geçiş talepleri, emperyalist, sömürge ve yarı-sömürge, faşist ülkelerdeki ve nihayet Stalinist bürokrasinin egemenliği altında bulunan SSCB’deki farklı görevler de hesaba katılarak sistematize edilmiştir. Programatik açıdan komünistleri enternasyonal düzeyde eğitmeyi amaçlayan önemli bir içeriğe sahiptir. Ancak bu program son noktası konmuş bir program olmayıp, bizzat Troçki’nin ifadesiyle bir “taslak program” idi. Şöyle diyordu Troçki: “Bu taslak programda eksik olan şeyler ve doğası gereği programa ait olmayan şeyler vardır diyebiliriz. Programa ait olmayan şey yorumlardır. Bu program sadece sloganları değil fakat aynı zamanda yorumları ve hasımlara karşı polemikleri de içeriyor. Fakat tamamlanmış bir program değil. Tamamlanmış bir program, emperyalist aşamasındaki modern kapitalist toplumun teorik bir açıklamasını içermelidir”. (“More Discussion on the Transitional Program”, Writings of Leon Trotsky 1938-9, s.49.) Günümüzde daha net ve etkin programların hazırlanabilmesine temel oluşturan bu programın dondurulmaya değil, geliştirilmeye ihtiyacı var.

Günümüzde sorun nasıl ele alınmalı?

Geçiş Programının yalnızca bugünün koşulları bakımından değil, kaleme alındığı tarihsel dönem bakımından da problem teşkil eden ve düzeltilmesi, netleştirilmesi gereken bir bölümü olduğunu belirtelim. Bu bölüm, Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği’nin sınıf karakteri ve bu tip ülkelerde egemen bürokrasiye karşı yürütülmesi gereken mücadele konusuyla ilişkili bulunuyor. Ne var ki, hazırlanışının üzerinden uzun yıllar geçen bu belgede eskiye dönük düzeltme gereği bir yana, son tarihsel kesitte köprülerin altından çok sular aktı. Artık o Sovyetler Birliği ve benzeri rejimler çöktü. Bugün devrimci programın teorik temellerini döşemek için, geçmişten yakın tarihe uzanan bu devasa deneyim titizlikle değerlendirilmeli. Tarihsel bir hesaplaşmayı zorunlu kılan bu gibi konularda, Troçki’nin çözümlemelerinde yanlış bulduğumuz hususları ve kendi görüşlerimizi kapsamlı biçimde ortaya koyduğumuzdan, burada işin bu yönü üzerinde ayrıca durmayacağız. (Bkz. Elif Çağlı, Marksizmin Işığında) Ama zaten günümüzde asıl sorun, Troçki’nin çözümlemelerindeki kimi eksiklik ve hatalı noktalardan ziyade, Troçkizmin zaaflarıdır. Sovyetler Birliği’nin ve benzeri rejimlerin göçüp gittiği koşullarda bile tarihsel geçmişi yeniden değerlendirme zahmetine katlanmayan bazı Troçkistler, Troçki’nin değerlendirmelerini de ölü kalıplara çevirmişlerdir. O nedenle, sekter tutumlarda ayak direyen Troçkist çevrelerin, 1938 Geçiş Programına aynen sahip çıktıklarını söyleyerek, “bizim programımız zaten var” diye övünmeleri içi boş ve haksız bir üstünlük taslamadır. Aslında her önemli sorunda olduğu üzere program sorununda da, çözümlenmesi gereken problemlere bulunacak yanıtlar ve günün somut koşulları itibarıyla dillendirilecek talepler, bunların hiçbiri, daha önceki devrimci halkalara eklemlenmeksizin vücut bulamazlar. Komünist Manifesto’dan başlamak üzere, Lenin, Rosa, Troçki gibi devrimci önderlerin program sorununda birbirine eklemiş oldukları halkalar, sahip çıktığımız bütünsel bir devrimci mirası oluşturmaktadır. Lenin’in devrimci işçi hareketinin gündemine soktuğu geçiş sorunu ve daha sonra da Troçki tarafından geliştirilen geçiş programı bugün de büyük önem taşıyor. Stalinizmin uzun bir dönem boyunca dünya komünist hareketine empoze ettiği ve ne yazık ki günümüzde de etkisi devam eden aşamalı devrim anlayışından kopulması, devrimci işçi mücadelesinin güçlendirilmesi bakımından mutlak bir zorunluluktur. Dünya kapitalist sisteminin iyice olgunlaşıp çürümeye yüz tuttuğu ve artık insanlığı bir yok oluşa sürüklemekte olduğu günümüz koşullarında, temel görev, kapitalizmin aşılmasını mümkün kılacak proleter devrimlerin savunulmasıdır. İşçi sınıfının devrimci programı, bu görevin başarılabilmesi için her zaman ve her koşul altında sınıfın öncüsünü eğitecek ve devrimci durumlar doğduğunda ise yalnızca öncüyü değil sınıfın kitlesini de fiilen bir işçi iktidarının kurulmasına doğru ilerletecek öze sahip olmalıdır. Troçki’nin devrimci Marksizme kazandırdığı 1938 Geçiş Programı, genelde böyle bir anlayışa ve böyle bir öze sahiptir. Ne var ki aradan geçen yıllar içinde cereyan eden gelişmeler ve değişim hesaba katıldığında, günümüzde işçi sınıfının devrimci program sorununun, yalnızca bu önemli tarihsel belgeye dayanarak çözülemeyeceği aşikâr olsa gerek. İşte bazı Troçkist çevrelerin program sorununa yaklaşımında bizce doğru olmayan tarz tam da bu noktada somutlanıyor. Başka meselelerde de görüldüğü şekilde, Troçki’nin görüşlerine sahip çıkmak adına, onun çözümlemelerinin değişen koşullar hesaba katılmaksızın tekrarıyla yetinilmesi mücadeleyi ilerletmiyor, tersine zarar veriyor. Örnekse, Geçiş Programında o dönemin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri için söylenenleri hatırlatabiliriz. Bu ülkeler bugün genelde kendi ulus-devletlerini kurmuş ve şu ya da bu ölçüde gelişmiş kapitalist ülkelere dönüşmüş durumdadırlar. Fakat yanlış bir tutum sergileyen kimi Troçkist çevreler, devrimci strateji ve taktikleri değişen gerçeklik üzerine inşa edecek yerde, Troçki’nin yıllar önceki formülasyonlarını yinelemekle tatmin olabiliyorlar. Troçki Geçiş Programında, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde demokratik program ihtiyacının toptan reddedilemeyeceğini, mücadele içinde aşılabileceğini savunuyordu. Bu nedenle de, Ulusal (ya da Kurucu) Meclis sloganının, Çin ve Hindistan benzeri ülkeler için geçerliliğini koruduğunu belirtiyordu. Ancak bu slogan, ulusal bağımsızlık ve tarım reformu talebine de kopmazcasına bağlanmalıydı. Bu açılımlar, o günün dünyasındaki somut koşullar çerçevesinde ileri sürülmüştüler. Değişen şartlara aldırmaksızın, diyelim Türkiye gibi ülkelerde “Kurucu Meclis” şeklinde talepler ileri sürmek tamamen yanlıştır. Bu tür görüşlere sahip Troçkistler, günümüzde siyasal bağımsızlığa sahip çeşitli ülkeleri hâlâ sömürge veya yarı-sömürge olarak nitelemekte ısrar ederek ve buradan hareketle anti-emperyalist mücadeleyi de bir tür sömürgecilik karşıtlığına indirgeyerek büyük yanılgılara sürüklenmektedirler. Dahası, böyle bir yol tutmakla aslında Troçki’nin bıraktığı düşünsel mirasa da saygısızlık etmektedirler. Böylesi örneklerde açıkça görüldüğü üzere, bu Troçkizm aslında Troçki’nin sahip çıktığı Marksist kavrayıştan uzak, ama Stalinist görüşlere daha yakındır. Tüm geçişsel taleplere yaşam kazandıracak olan siyasal iktidar sorunu, her zaman ve her koşulda son derece titizlikle yaklaşılması gereken bir konudur. Diyelim programda şu ya da bu talebin ifadesinde eksiklik olabilir ve bazen bu durum çok da ciddi bir problem teşkil etmeyebilir. Ama iktidar mevzuunun çözümünde yaratılacak bir bulanıklık, sınıfın devrimci kavrayışında ve pratik mücadelede son derece büyük riskler doğuracaktır. Komintern Kongresi vesilesiyle üzerinde durduğumuz işçi hükümeti sorunu buna örnektir. Proletarya diktatörlüğünün popüler tanımlaması olarak işçi hükümeti (ya da işçi-köylü hükümeti) açılımının geçiş programında yer alması doğruysa da, bu konuda çeşitli yönlere çekiştirilebilecek muğlak sloganlar kullanılmamalı. Günümüzde devrimci durumların yaşandığı bazı Latin Amerika ülkeleri vesilesiyle örneklendiği üzere, bir yandan devrimci geçiş taleplerinden söz edilmesi diğer yandan işçi hükümeti gibi önemli meselelerde oportünizme düşülmesi affedilir hatalar olamaz. Daha somut biçimde ifade edecek olursak, bazı Troçkist çevrelerin bir elleriyle devrimci içerik kazandırır göründükleri işçi hükümetini diğer elleriyle bir burjuva koalisyon hükümetine dönüştürmeleri, devrimci Marksist tutumla bağdaşmaz. Bir taraftan işçi hükümetinin burjuva-demokratik yorumuna karşı çıkar gözükmek, ama ardından da geçiş talebi diye sosyal demokrat partilerle koalisyon hükümetleri formüle etmek tutarlı bir siyasal çizgi değildir. (Somutlamak için belirtelim ki, bazı Troçkistlerce Yunanistan’da Papandreu-Florakis hükümeti veya Portekiz’de Soares-Cunhal Hükümeti biçiminde örnekler ileri sürülmüştü!) Bu tür yanlışlara verilecek en iyi yanıt, Geçiş Programındaki satırları hatırlatmak olacaktır. “ ‘İşçi Köylü Hükümeti’ sloganını ancak 1917’de Bolşevikler için taşıdığı anlamıyla, yani anti-burjuva ve anti-kapitalist bir slogan olarak kabul edebiliriz; yoksa onu sosyalist devrime bir köprü olmaktan çıkarıp sosyalist devrim yolundaki başlıca engele dönüştüren epigonların sonradan verdikleri o ‘demokratik’ anlamıyla değil.” (Troçki, Geçiş Programı, s.33) İşçi hükümeti sorunu Troçki tarafından işte bu kadar net ifade edilmiştir. Böyleyken, günümüzde artık ipliği büsbütün pazara çıkmış burjuva işçi partilerini (yukarıda adı geçtiği üzere Yunanistan’da Papandreu’nun veya Portekiz’de Soares’in partisi ya da İngiltere’de Blair’in İşçi Partisi gibi partiler!) içeren veya bunlara dayanan “işçi hükümetleri”ni bir geçiş talebi olarak ileri sürmek, tam tamına reformizmdir. Bu noktada insanın aklına ister istemez, reformist anlayışın devrimci yaklaşıma yönelttiği sekterlik suçlamaları geliyor. Ancak hemen hatırlatalım ki, bir reformiste reformlar her zaman devrim gibi, devrimci tutum ise aşırı solculuk, sekterlik olarak görünecektir. Dün olduğu gibi bugün de Marksist geçinenler arasında böyleleri hiç eksik değildir. Troçki’nin ifadesiyle, reformistler kitlelerin duymak istedikleri şeylerin ne olduğu hakkında iyi bir sezgiye sahiptirler. Ancak devrimci tutum bu olamaz. Geçiş Programı üzerine yürüttüğü bir tartışmada şöyle der Troçki: “İşçiyi zaman zaman sarsmak gerekir, açıklamada bulunmak, ve sonra tekrar sarsmak –bunların hepsi propaganda sanatına aittir. Fakat propaganda bilimsel olmalı, kitlelerin haletiruhiyesi önünde eğilmemelidir.” (“More Discussion on the Transitional Program”, Writings of Leon Trotsky 1938-9, s.52.) Hiçbir zaman unutulmasın ki, komünistlerin gerçekçiliği bilimseldir, nabza göre şerbet vermekten, kolay görünen ama yanlış olan yolları seçmekten uzaktır. Burada yeri gelmişken, gözden kaçırılmaması gereken bir kaç genel hususu –tekrar pahasına da olsa– vurgulayalım. Birincisi, dünden bugüne yakıcı önemini koruyan işçi öz-örgütlerinin çeşitlenmesi, yaygınlaşması ve güçlendirilmesi, yalnızca iradi kararlara değil kuşkusuz içinde bulunulan nesnel koşullara da bağlıdır. Örneğin olağan dönemlerde fabrika komiteleri türünden işçi örgütlenmelerinin yaygınlaşması mümkün değildir. O yüzden, içi boş “genel grev” çağrılarının sergilediği fiyaskoya benzer bir duruma düşülmemeli ve “fabrika komiteleri” veya “sovyetler” gibi sloganların kullanımı ve verdiği mesajlar bakımından dikkatli olunmalıdır. Ancak devrimci bir dönemde acil eylem çağrısı anlamına gelecek bu tip sloganların, sınıf mücadelesinin durgun seyrettiği koşullarda yalnızca genel propaganda ve ajitasyon amacıyla yükseltilebileceği unutulmamalıdır. İkincisi, proletarya diktatörlüğü anlamına gelen devrimci iktidar hedeflerinin propagandasını, (bunun ancak devrimci dönemlerde yapılabileceği bahanesiyle) gündelik propagandanın sınırları dışına sürgün etmek reformizmdir. Dün olduğu gibi bugün de bu tür sakat yaklaşımlara karşı amansız bir mücadele yürütülmeli. Lenin, 1920 yılında toplanan Komintern İkinci Kongresinde yaptığı bir konuşmada, “devrimci bir durum olmasa bile devrimci propaganda yapılabilir ve yapılmalıdır” der ve şu önemli tespitle devam eder: “Bolşevik Parti’nin bütün tarihi bunu kanıtlamıştır. Sosyalistlerle komünistler arasındaki fark tam da buradadır; herhangi bir durum karşısında sosyalistler bizim gibi davranmayı reddetmektedirler; yani devrimci bir çalışma yapmayı reddetmektedirler.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal – Belgeler, c.1, Maya Yay., Mart 1997, s.142) Üçüncüsü, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin güçlendirilmesi için kuşkusuz yalnızca reformizm ve benzeri eğilimlere karşı mücadele yürütmek yetmiyor. Küçük-burjuva devrimciliğine, sol lafazanlığa ve sekter eğilimlere karşı da uyanık olunmalı. Sol komünistler, nihai hedeflerin yinelenmesiyle kitlelerin harekete geçebileceğini ummak şeklinde derin bir yanılgı içindedirler. Oysa işçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, gündelik mücadelenin konusu olarak bilinen iktisadi ve siyasi içerikli kısmi taleplerden (ücretlerin yükseltilmesi, işçi-emekçi kitlelerin vergi yükünün hafifletilmesi, genel sağlık sigortası, parasız eğitim, çalışma saatlerinde indirim, iş ve sendika yasalarında işçiler lehine değişiklik yapılması, demokratik hakların genişletilmesi vb.), daha karmaşık geçiş taleplerine dek tüm talepleri, mücadele içinde savunmaktır. Dahası, sendikalar da dahil sınıfın kitle örgütlerini devrimci bir çizgiye çekmeye çalışmak ve böylece devrimci mücadeleyi ilerletmeye fiilen hizmet etmek gerekir. Bazı genel sorunlara değindikten sonra, şimdi de devrimci programın inşasında düne oranla günümüz koşullarının içerdiği kimi önemli farklılıklara işaret etmeye çalışalım. Vaktiyle Lenin, Komünist partilerin dikkatini geçiş sorununa çeker ve bu tartışmayı Komintern gündemine taşırken, o dönemin somut gerçekliğinden hareket ediyordu. Altını çizdiği husus, sınıfın öncüsünün proletarya diktatörlüğü hedefine kazanılmış olduğu, fakat proleter devrimin yalnızca öncünün çabasıyla ilerletilemeyeceği idi. İşin bu yönü, günümüz dünyasında da asla göz ardı edemeyeceğimiz bir önem arz ediyor. Ancak tarih hep düz bir çizgide ilerlemiyor ve işçi sınıfı devrimci mücadele bakımından ulaştığı noktalardan pekâlâ çok daha gerilere sürüklenebiliyor. Lenin’in geçiş sorununu ortaya koyduğu tarihsel dönemin koşullarına oranla, devrimci işçi hareketi hem düşünsel hem de örgütsel bakımdan ileriye gitmemiş, tersine gerilemiş ve derin yaralar almıştır. İşçi sınıfının kitlesini bir yana bıraktık, onun öncü kesimleri dahi bugün o döneme oranla, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini kavrama noktasından henüz çok uzak bulunuyor. Lenin dönemi Komintern örgütlenmesi içinde yer alan ve proletarya diktatörlüğüne ilişkin Marksist kavrayışı enternasyonale katılımın koşulu olarak kabul eden komünist partiler çoktan berhava olmuş durumda. Dahası, Ekim Devriminin ülkesi Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin iktidara el koymasıyla dünya komünist hareketinde ortaya çıkan yozlaşma, yıllar içinde Marksizme büyük zarar vermiştir. Yakın tarihlerde yaşanan ve bürokratik rejimlerin çöküşüyle neticelenen olaylar ise, sosyalizme ve Marksizme hak ettiği itibarı kendiliğinden kazandırmadığı gibi, dünya genelinde sosyalist çevreleri büyük bir moral çöküntüsüne ve örgütsel çözülmeye sürükledi. Günümüzde Marksist veya komünist geçinen nice siyasi çevre o denli sağa kaymış ve reformizm batağına saplanmış durumda ki, proletarya diktatörlüğü hedefini savunmak ne kelime, bu hedefin karalanması için neredeyse burjuva işçi partileriyle ağız birliği ediliyor. Sözün kısası, günümüzde devrimci mücadele alanında yüz yüze bulunulan sorunlar, geçmişten günümüze miras kalan bazı devrimci belgelerin basitçe tekrarı sayesinde aşılamayacak derecede yoğun ve ciddidir. Yaşanan olaylar işçi sınıfını devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından alabildiğine geriletmiştir. Komünistleri de düşünsel ve örgütsel olarak geçmişte kazanılmış mevzilerin gerilerine savurmuştur. Ancak çözümlenmeyi bekleyen sorunlar bugün ne denli devasa görünürse görünsün, yarın devrimci bir sıçramayı mümkün kılacak koşulların da aslında için için mayalanmakta olduğunu asla göz ardı edemeyiz. Komünist adını taşımayı hak edenler, gerçeklik karşısında ürküntüye kapılmaksızın, koşulları devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak için çabalayanlardır. Günümüz koşullarında aciliyet kazanan birincil görev, yitirilen örgütsel ve ideolojik mevzilerin yeniden ve sağlam temellerde kazanılabilmesi için canla başla çalışmaktır. Bu görev anlayışı çerçevesinde, öncelikle işçi sınıfının ileri unsurları, işçi devriminin ve işçi iktidarının gerekliliği fikrine örgütlü biçimde yeniden kazanılabilmeli. Devrimci program ve devrimci propaganda çalışmalarında bugün için tutulacak ana halka, sınıfın öncü kesimlerinin, özellikle işçi iktidarı ve sosyalizm konularında devrimci Marksist görüşler temelinde eğitilmesidir. Bu görev doğrultusunda ilerleme kaydetmedikçe, sınıfın kitlesini hedefleyen geçişsel talepler konusu –ne denli önemli olursa olsun– biraz havada kalacaktır. Ancak kuşkusuz yaşam her zaman sürprizlerle doludur ve olaylar hiç de önceden düşünülüp tasarlanmış planlara göre gelişmezler. O nedenle, devrimci strateji ve program bakımından daha baştan olabildiğince her şeye hazırlıklı olmak, ama günün somut koşullarının öne çıkardığı ana halkayı da doğru tespit etmeye çalışmaktan geri durmamak gerekiyor. 1938 Geçiş Programı, enternasyonal düzeyde teorik ve örgütsel bir sıçrama kaydedilip aşılmadığı sürece, devrimci Marksist program konusunda örnek teşkil eden bir son halka olmayı sürdürecek. Ama kuşkusuz, bu tarihsel belgede yer alan bazı değerlendirmeler ve talepler günümüz koşullarında güncelleştirilip pekâlâ daha öz ve net biçimde vurgulanabilir. Ancak iş bununla da bitmiyor. Sosyalizm konusunda yaratılan onca kafa karışıklığı hesaba katılacak olursa, bugün program sorunları çerçevesinde yerine getirilmesi gereken temel bir görev var. Sınıfın öncüsü, Sovyetler Birliği’nde yaşanan tarihsel deneyimin anlamı, işçi devrimi, işçi demokrasisi, ezilen ulusların hakları, sınıfsız topluma geçiş, sosyalizm ve komünizm gibi önemli konularda sağlam ve tatmin edici biçimde aydınlatılmalıdır. Geçiş talepleri sayesinde bugünden yarına uzatılacak köprü, ancak bu koşulla sağlam bir zemine inşa edilebilir. O yüzden, günümüzde programatik hedeflerin açıklanmasında kısa bir talepler bildirgesinden çok, devrimci programın üzerinde yükseleceği temel görüşleri içeren belgelerin kullanılmasının yararlı olacağı inancındayız (bu konuya ilişkin somut bir yaklaşım olarak bkz., Temel Görüşlerimiz ve Platformumuz, www.marksist.com). İşin bu yönü, kuşkusuz, çeşitli ülkelerde sınıfın öncüsünü eğitecek ve kitleleri ileri çekecek uygun talep ve sloganların bizzat mücadele içinde yükseltilmesi görevini asla ortadan kaldırmıyor. Son olarak ve her şeyden önemlisi, devrimci enternasyonalin ve onun programının inşasını, oportünizme ve ilkesizliğe asla taviz vermeden devrimci kurallara dayandırmayı başarmak gerekiyor. Bir zamanlar Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal için dile getirdiği gibi: “Gerçeklere dürüstçe bakmak; işin kolayına kaçmamak; olgulara adını koymak; ne derece acı da olsa kitlelere doğruyu söylemek; engellerden çekinmemek; önemlilerinde olduğu gibi önemsiz meselelerde de titiz olmak; programı sınıf mücadelesinin mantığına dayandırmak; eylem anı geldiğinde cesur olmak”. (Troçki, Geçiş Programı, s.45.) İşte izlenecek yolun temel yapı taşları!

26 Ocak 2006
Proleter Devrim
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/890