Bölüm 19: Konunun Geçmişteki Sunulma Biçimleri
I. Fizyokratlar
Marx bu bölümde, daha önce de değinmiş olduğu üzere, Fizyokratların ve Adam Smith’in yaklaşımlarını ele alır. Fizyokrat Quesnay ünlü “Ekonomik Tablo”sunda, bir yıllık ulusal üretim değerinin, dolaşım aracılığıyla ve diğer koşullar aynı kalırken basit yeniden üretimi gerçekleştirecek şekilde nasıl dağıldığını ana hatlarıyla göstermiştir. Buna göre, üretim döneminin başlangıç noktasını önceki yılın ürünü oluşturur. Sayısız bireysel dolaşım hareketleri, toplumun işlevsel olarak belirlenmiş büyük iktisadi toplum sınıfları arasındaki dolaşım hareketi içerisinde bir araya gelmiştir. “Burada bizi ilgilendiren şudur” der Marx. Toplam ürünün bir bölümü, dolaşıma girmeyip yeniden sermaye olarak hizmet etmek üzere üreticisinin yani çiftçiler sınıfının elinde kalır.
Quesnay, yıllık ürünün bu değişmeyen sermaye parçasına, ona ait olmayan öğeleri de dahil etmiştir. Fakat asıl önemlisi, görüş ufkunun sınırlılığı yüzünden,
tarımı, insan emeğinin artı-değer üreten tek yatırım alanı olarak görmüştür. Ufkunun sınırlılığı bir yana,
yalnızca artı-değer üreten yatırım alanını üretken yatırım alanı görmesi önemlidir ve temel sorunu çözmeye yöneliktir.
Marx, bir sistemin etiketinin bir başka nesnenin etiketinden genelde yalnızca alıcıyı değil çoğu zaman satıcıyı da aldatmasıyla farklılaştığını belirtir. Nitekim Quesnay ve en yakın öğrencileri de kapılarındaki feodal tabelaya inanmışlar, bu yanılsamayla tarımı esas ekonomik alan kabul etmişlerdir. “Şu ana dek bizim okumuşlarımızın yaptığı da budur” der Marx. “Ama gerçekte, fizyokratik sistem, kapitalist üretim hakkındaki ilk sistematik çerçevedir. Sanayi sermayesinin temsilcisi (kiracı çiftçiler sınıfı), tüm iktisadi hareketi yönetir. Tarım kapitalist biçimde, yani kapitalist kiracı çiftçi tarafından büyük ölçekte yürütülen bir iştir; toprakta ekip biçme işlerini dolaysız olarak yapanlar, ücretli işçilerdir. Üretim, yalnızca kullanım nesneleri değil, onların değerini de yaratır; ama onun itici gücü, doğum yeri dolaşım alanı değil üretim alanı olan artı-değer kazancıdır.” Sanki feodal dönem devam ediyormuş gibi tarımı esas alsa da, fizyokratik sistem esasta kapitalist karaktere sahiptir. Bu nedenle, en parlak dönemlerinde bile bir yandan bazı fizyokratların ve diğer yandan küçük toprak mülkiyetinin savunucularının muhalefetine yol açmıştır.
Marx bu noktada, A.
Smith’in yanılgılarına işaret eder. Smith bazı noktalarda Quesnay’in doğru çözümlemelerini ileriye taşımıştır. Fakat
yeniden üretim sürecini çözümlerken sergilediği gerileme, tümüyle fizyokratik yanılgıların ortasında yolunu şaşırdığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Marx’ın, Smith’ten alıntılarla sergilediği bu kısımda ayrıntılar bir yana bırakılacak olursa, özetle vurguladığı husus önemlidir. Smith açıklamalarında, kiracı çiftçinin başka türden herhangi bir kapitalistten daha fazla değer ürettiğini göstermeye çalışmıştır. Örneğin şöyle der Smith: “Tarımda kullanılan sermaye, yalnızca manüfaktürlerde kullanılan aynı miktar sermayeden daha fazla miktarda üretken emeği harekete geçirmekle kalmaz, aynı zamanda, kullandığı üretken emek miktarı ile orantılı olarak, ülkenin toprak ve emeğinin yıllık ürününe, o ülkenin halkının gerçek servetine ve gelirine daha büyük bir değer katar.”
Smith’in buradaki dar görüşlülüğü bir yana bırakılacak olursa, o, fizyokratların “tarımsal” kullanım alanına verdiği özel ağırlıktan bağımsız olarak sermaye kavramının içeriğini genelleştirmiştir. Smith’in “sabit sermaye” ve “döner sermaye” ayrımı yapması bir ilerleme, ama “sabit” ve “döner” sermaye ayrımını temel ayrım olarak görmesi ise bir gerilemedir. Zira
temel ayrım,
değişmeyen ve değişen sermaye ayrımı olmalıdır.
II. Adam Smith
A. Smith’in Genel Görüşleri
A. Smith, ücret, kâr ve toprak rantının hem bütün gelirlerin hem de tüm mübadele değerlerinin üç ana kaynağı olduğunu iddia eder. Marx’ın belirttiği gibi, Smith hem tüm metaların fiyatlarını hem de her bir ülkenin toprağının ve emeğinin yıllık ürününün mübadele değerini
ücretli emekçi, kapitalist ve toprak sahibi olmak üzere üç gelir kaynağına ayrıştırır. Fakat bundan sonra dördüncü bir öğeyi, yani sermaye öğesini de dolambaçlı bir yoldan işin içine sokmak zorunda kalır. Bunu da, gayrisafi ve safi gelir ayrımı aracılığıyla gerçekleştirir ve söz konusu üç grubun gerçek zenginliklerinin gayrisafi gelirleriyle değil, safi gelirleriyle orantılı olduğunu açıklar.
Smith’in bu bağlamdaki açıklamalarından hareketle eleştirilerini sıralar Marx. Özetle vurguladığı husus, Smith’in kendi teorisinin aksaklığından
bir sözcük oyunu aracılığıyla (yani gayrisafi ve safi gelir ayrımı) kaçtığıdır. Böylece Smith, meta değerinin bu değeri oluşturan kısımlara ayrıştırılması sırasında sermayeye dair dışarı attığı şeyi yan kapıdan içeriye sokmaktadır. Ne var ki, Marx’ın vurguladığı üzere, eğer sermaye içeriye gelir olarak girecekse önce genişletilmiş olması gerekir. Oysa Smith’in teorisi genişletilmiş ölçekli yeniden üretim ya da birikim üzerinde değil, yalnızca basit yeniden üretim üzerinde durmaktadır.
A. Smith ayrıca, en düşük olağan kâr oranının daima, her sermaye kullanımında ara sıra oluşan kayıpları karşılamaya yetecek miktardan biraz fazla olmak zorunda olduğunu söyler. Safi ya da net kârın, yalnızca bu artıktan oluştuğunu iddia eder. Marx’ın belirttiği üzere, bu görüş, gayrisafi kârın bir parçasının üretim için bir sigorta fonu oluşturacağını söyleyen ve neticede
artı-değeri yok sayan bir yaklaşımdır. Aslında kapitalistin böyle bir fonu ayırması, kârın kaynağını hiçbir şekilde değiştirmez. Yalnızca, işçinin hem sigorta fonu hem de onarım fonu için artı-emek sağladığını kanıtlar. Smith, neticede bize tüm sabit sermayeyi ve aynı zamanda sabit sermayenin hem yenilenmesinin hem de korunmasının ve onarılmasının gerekli kıldığı tüm döner sermaye bölümünü, safi gelirin dışında tutmak gerektiğini anlatmış olur.
A. Smith, üretim araçlarının üretiminde çalışan işçiler ile doğrudan tüketim araçlarının üretiminde çalışan işçiler arasındaki çok önemli bir ayrıma da değinir.
Birinci kesim tarafından üretilen ürünlerin değeri, o kesim işçilerinin ücretlerinin tutarına, yani emek gücü satın alımına yatırılan sermaye parçasının değerine eşit olan bir parçayı içerir. Bu değer parçası, maddi olarak, bu işçiler tarafından üretilen üretim araçlarının belirli bir niceliği biçiminde var olur. Ücret olarak aldıkları para işçiler için gelir oluşturur; oysa emekleri gerek kendileri için gerek başkaları için bireysel anlamda tüketilebilir bir meta üretmemiştir, üretimde kullanılacak bir
üretim aracı üretmiştir. Dolayısıyla bu ürünler, yıllık ürünün toplumsal tüketim fonunu sağlayacak bölümünün bir öğesi değildir. Buraya kadar tamam olsa da, Smith burada ücretler için geçerli olan şeyin kapitalistin gelirini oluşturan değer bileşeni (artı-değer) için de geçerli olduğunu eklemeyi unutmuştur.
A. Smith’in
ikinci kesim, yani doğrudan
tüketim araçları üreten işçiler hakkındaki tanımları ise tam bir kesinliğe sahip değildir. Smith, bu türdeki emek söz konusu olduğunda hem emeğin ücretinin hem de ürünün, doğrudan tüketim için ayrılmış stoklara gittiğini söyler. Ne var ki işin doğrusuna bakılacak olursa, işçinin yaşamını sürdürebilmek için kendisine ücreti olarak ödenen parayla satın aldığı tüketim araçları, onun ürettiği ürünlerin ancak bir kısmını oluşturabilir. Zira bu kesimdeki işçilerin ürettiği ürün, yalnızca emek sömürücülerinin tüketimine giren türden bir ürün de (örneğin lüks mallar) olabilir.
Smith, sabit sermayeyi bir ülkenin “safi gelir”inin tümüyle dışında bırakır. Döner sermayenin üretim araçları üretimine hizmet etmeyen bölümünün ise tüketim araçları üretimine, yani toplumun tüketim fonunu oluşturan parçasına girdiğini söyler. Ama bu zaten bilinenin yinelenmesinden ibarettir. Marx, A. Smith’in açıklamaları temelinde onun yaklaşımının detaylarını ele alır. Buradan hareketle önemli bir değerlendirme yapar. Buna göre, şayet Smith daha önce sabit sermayenin üretimini incelerken kendini dayatan düşünce kırıntılarını, şimdi döner sermayenin üretimini inceleme bağlamında düzenli biçimde bir araya getirmiş olsaydı ulaşacağı sonuç şu olurdu:
1. Toplumun yıllık ürünü, biri üretim araçları ve diğeri tüketim araçları (bireysel tüketim metaları) olmak üzere iki kesimden oluşur. Bunların her birinin ayrı ayrı ele alınması gerekir. 2. Yıllık ürünün üretim araçlarından oluşan bölümünün toplam değeri şu şekilde bölünür: Değerin bir bölümü, yalnızca bu üretim araçlarının yapımında kullanılmış olan üretim araçlarının değeridir, ikinci bir bölümü ise emek gücüne yatırılmış olan sermayenin değerine eşittir. Son olarak, bir üçüncü değer parçası (artı-değer), bu kategoride yer alan sanayici kapitalistlerin, toprak rantı da dahil kârlarının kaynağını oluşturur. 3. Tüketim araçları kesiminin kapitalistleri ise, doğrudan tüketim mallarını ürettirenlerdir. Tüketim araçlarının üretiminde kullanılan sermaye, toplumsal açıdan bakıldığında, birinci kesimin (üretim araçları üreten kesim) kapitalistlerinin ve o kesimin işçilerinin gelirlerini gerçekleştirmelerini sağlayan tüketim fonunu oluşturur.
“A. Smith çözümlemeyi bu noktaya dek sürdürmüş olsaydı, tüm sorunun çözümü için pek az şey eksik kalırdı” der Marx. Sorunun özüne bir adım sonra varacak kadar yaklaşmış bulunuyordu Smith. Ne var ki esas yanılgısı, sorunları genişletilmiş ölçekli yeniden üretim temelinde değil basit yeniden üretim temelinde ele almasıdır. Toplumun yıllık ürününün hareketi ve bunun dolaşım aracılığıyla sağlanan yeniden üretimi söz konusu olur olmaz, gerek A. Smith gerekse ondan önce Quesnay basit yeniden üretim temelinde çözümlemelere girişmişlerdir. Smith’in görüşleriyle ilgili olarak Marx’ın ikinci ve üçüncü bir ara başlık altında üzerinde durduğu hususları ise burada özetle ele almak uygun olacaktır.
A. Smith, her yerde kapitalist üretimin olduğu varsayımı temelinde, tek tek her bir metanın fiyatının ya da mübadele değerinin, dolayısıyla aynı zamanda toplumun yıllık ürününü oluşturan tüm metaların toplam mübadele değerlerinin üç bileşenden (ücret, kâr ve rant) oluştuğu dogmasını yaratmış ve yerleştirmiştir. Kısacası,
Smith burada değerin oluşumunda
sabit sermayeyi işin içine katmamış,
değerin kaynağı olan üretimden değil, sonuçtan yani gelirden hareket etmiştir. Oysa herhangi bir kimsenin ister ücret, ister kâr veya rant şeklinde bir geliri olmadan önce, toplumda üretilen kapitalist ürün toplamının sabit sermaye karşılığını da içeren bir değeri vardır. A. Smith ise, bütün metaların değerini yalnızca değişen sermaye+artı-değer (kâr ve rant) toplamı olarak ele alır.
Ücret, kâr ve rant hem her mübadele değerinin hem de her gelirin üç özgün kaynağıdır değerlendirmesiyle, her tür karışıklığı aynı yere yığmış olur A. Smith. Bu karışıklığı gidermek için Marx bazı gerçekleri sıralar:
1. Yeniden üretimde doğrudan doğruya rol almayan tüm toplum üyeleri, yıllık meta-üründen paylarını (yani tüketim araçlarını), bu ürünü ilk elde alan sınıfların (üretici işçilerin, sanayici kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin) elinden alabilir. “Bu bakımdan, bunların gelirleri maddi olarak ücretten (üretken işçinin ücretinden), kârdan ve toprak rantından türetilmiştir ve bu nedenle söz konusu özgün gelirler karşısında türetilmiş gelirler olarak görünürler. Ama diğer taraftan, bu anlamda türetilmiş olan gelirlerin alıcıları, bunları, kral, papaz, profesör, fahişe, paralı asker vb. olarak toplumsal işlevleri aracılığıyla elde eder ve dolayısıyla bu işlevlerini, gelirlerinin özgün kaynakları olarak görebilir.”
2. Marx, “A. Smith’in gülünç gafı burada doruğuna ulaşır” diyerek onun temel yanlışına işaret eder. Şöyle ki, Smith metanın değer bileşenlerini sabit sermaye parçası hariç belirler ve bu bileşenlerin her birinin farklı gelir kaynakları oluşturduğunu gösterir. Bu şekilde gelirleri değerden türettikten sonra, sıraladığı gelirleri “tüm mübadele değerlerinin özgün kaynakları” haline getirir ve böylece bayağı iktisat için kapıyı ardına kadar açmış olur.
Bu tespitten sonra, “şimdi A. Smith’in, meta-değerden sermayenin değişmez değer parçasını bir büyücü gibi nasıl çıkarmaya çalıştığına bakalım” diyerek konuyu incelemeye devam eder Marx. Vurguladığı üzere, Smith’in kendi teorisindeki çelişkilerin kaynağını tam da onun bilimsel çıkış noktalarında aramak gerekmektedir. Hatırlayalım, Smith’e göre yıllık ürünün içerdiği değer-ürün yalnızca iki öğeden, işçi sınıfı tarafından elde edilen yıllık ücretin eşdeğerinden ve kapitalistler sınıfı için sağlanan artı-değerden oluşur. Yıllık toplam ücret işçi sınıfının gelirini, artı-değerin yıllık toplamı ise kapitalistler sınıfının gelirini meydana getirir. Marx, meseleye böyle yaklaşıldığında, değişmeyen sermaye değeri için, üretim araçları biçiminde işlev gören sermayenin yeniden üretimi için hiçbir yer kalmamış olduğunu vurgular.
Marx’ın belirttiği üzere, A. Smith’in ilk yanlışı, yıllık ürünün değerini o yıl yeni üretilen değer-ürüne eşitlemesidir. Oysa
o yıl yeni üretilen değer-ürün, bir önceki yılın emeğinin ürününü de içerir.
Yıllık ürünün değeri ise, o yıl yeni üretilen değer-ürün dışında, önceki ve hatta bir ölçüde daha da önceki yıllarda üretilmiş olan bütün değer öğelerini de içerir. İşte Smith bu iki ayrı kategoriyi birbirine karıştırmakla, yıllık ürünün değişmeyen değer parçasını bir yana atmayı becerir. “Bu karıştırmanın kendisi onun temel anlayışındaki bir başka yanılgıya dayanır. Emeğin kendisinin iki yanlı karakterini göz ardı eder: emek gücü harcayarak değer yaratan emek ve kullanım nesneleri (kullanım değeri) yaratan somut, yararlı emek.” Toplam yıllık ürün, yıl boyunca harcanmış olan yararlı emeğin sonucudur; ama yıl boyunca yıllık ürün değerinin yalnızca bir bölümü yeni olarak yaratılmıştır. İşin gerçeğinde, her ulusun daha önceki yıllardan aktarılmış olan emek araçlarının ve emek nesnelerinin yardımı olmadan bir ulusun yıllık ürünü var edilemez ve o nedenle o
yıl içinde yeni üretilen değer-ürün, yıllık ürün değerinden küçüktür.
A. Smith’te Sermaye ve Gelir
Marx burada öncelikle sermaye ve gelir kategorileri arasındaki farka işaret etmek için, daha önce üzerinde durulan bazı hususları hatırlatır. Şöyle ki, toplam yıllık ürünün yalnızca ücretin eşdeğerini oluşturan bir parçası kapitalistler tarafından ücret için yatırılmış sermayeye (değişen sermaye bileşenine) eşittir. Kapitalist, yatırdığı sermaye değerinin bu bileşenini, ücretli emekçiler tarafından yeni üretilen metanın bir değer bileşeni olarak yeniden elde eder. Kapitalist işçiye ödediği parayı kredi almak da dahil hangi yolla hazır ederse etsin, bu harcama işçinin ürettiği metaların toplam değerinden kendisine düşen payı (kendi ücretinin eşdeğerini) üretmesine vesile olan değer parçasıdır. İşçiye bu değer parçasını onun ürettiği ürün biçimiyle (ayni ücret) vermek yerine, kapitalist bunu ona parayla öder. Dolayısıyla, işçi, satılmış olan emek gücünün karşılığı olan eşdeğeri
para biçiminde almış bulunurken, yatırdığı sermaye değerinin değişen parçası kapitalistin elinde
meta biçiminde bulunur.
İşçi, sattığı kendi emek gücünün karşılığında aldığı ücret-parayı geçim araçlarına, kendi emek gücünün yeniden üretiminin araçlarına harcar. O halde işçinin gelirini oluşturan, değişen sermayeye eşit bir para tutarıdır; fakat işçi bu parayı ancak emek gücünü kapitaliste satabildiği sürece elde eder. Demek ki
işçinin metası (
emek gücü),
ancak kapitalistin sermayesine dahil olduğu ölçüde meta olarak işlev görebilir. Öte yandan kapitalistin emek gücü satın alımında para-sermaye olarak harcanmış olan sermayesi, emek gücü satıcısının elinde gelir olarak işlev görür.
A. Smith’in yanlışı, dolaşım ve üretim süreçlerini gerektiği şekilde birbirinden ayırmamasıdır. Değişen sermaye üretim sürecine ait bir kategoridir, oysa işçinin emek gücü satışı karşılığında ücret geliri elde etmesi ve bununla gerekli geçim araçlarını satın alması dolaşım sürecini ilgilendirir. Marx, A. Smith’in yarattığı karışıklık karşısında meseleyi netleştirmek için bu önemli ayrıma tekrar tekrar işaret eder. Bazı tekrarlardan arındırarak temel noktaları belirtik hale getirmeye çalıştığımız bu bölümde Marx şöyle der: “Emek gücü, işçinin elinde, sermaye değil metadır ve bu metanın satışını sürekli olarak yineleyebildiği sürece, onun için bir gelir oluşturur; satıştan sonra, kapitalistin elinde, üretim sürecinin kendisi sırasında, sermaye olarak işlev görür. Burada, işçinin elinde değerine satılan bir meta olarak; onu satın almış olan kapitalistin elinde değer ve kullanım değeri üreten bir güç olarak iki kez hizmet eden şey, emek gücüdür. Ne var ki, işçinin kapitalistten aldığı para, işçinin eline ancak işçi kendi emek gücünü kapitaliste kullandırdıktan sonra, bu emek gücü emek ürününün değerinde zaten gerçekleşmişken geçer. Kapitalist, karşılığında daha bir şey ödemeden, bu değer onun elindedir.”
Bu açıklamalardan sonra Marx işin özünü vurgular: “Demek ki, kapitalistin işçiye ödeme yapmak için kullandığı ödeme fonunu işçinin kendisi yaratır.” Ama hepsi bundan ibaret değildir. Marx’ın belirttiği üzere,
işçinin aldığı ücret onun tarafından
emek gücünü korumak için, yani
kapitalistin kapitalist olarak kalmasını mümkün kılan tek aleti korumak için harcanır.
Emek gücünün sürekli olarak alınıp satılması, emek gücünü sermayenin bir öğesi olarak kalıcılaştırır; sermaye bu sayede bir değere sahip olan metaların, kullanım nesnelerinin yaratıcısı olarak görünür. Dahası, yine bu sayede, emek gücünü satın alan sermaye parçası, emek gücünün kendi ürünüyle sürekli olarak üretilir. Demek ki işçinin kendisi sürekli olarak, kendisine ödeme yapmak için kullanılan sermaye fonunu yaratır. Diğer yandan, sürekli emek gücü satışı, işçinin kendisini sürekli olarak yenileyen geçim kaynağı olur ve onun geçimini sağlayan geliri elde etmesini mümkün kılan servet olarak görünür. “Öteki her metada olduğu gibi emek gücünün değeri de, onun yeniden üretimi için gereken emek niceliğiyle belirlenir; bu emek niceliğinin, işçinin zorunlu geçim araçlarının değeriyle belirlenmesi, yani onun yaşam koşullarının yeniden üretimi için gerekli olan emeğe eşit olması, bu metaya (emek gücüne) özgüdür; ama yük hayvanının değerinin, onun ayakta tutulması için gerekli olan geçim araçlarıyla … belirlenmesinden daha kendine özgü değildir.”
Marx, A. Smith’in başına bela olan ne varsa, hepsinin nedeninin bu
“gelir” kategorisi olduğunu vurgular. Smith analizinde gelirden hareket eder ve ona göre farklı türden gelirler, yıllık olarak üretilen meta değerinin bileşenlerini oluşturur. Oysa Marx’ın gözler önüne serdiği üzere, üretilen bu meta değerinin kapitalistler için ayrıştığı iki parça (işçilerin ücretine yatırılan değişen sermayenin eşdeğeri ve kapitaliste bedavaya gelmiş olup ona ait olan artı-değer) netice olarak farklı gelir kaynaklarını oluşturur. Dikkat edilecek olursa, gelir başlangıç noktası değildir; tersine, bu gelirin ön koşulu üretilen meta değerinin kendisidir. Bu gelirin bileşenleri, yani işçinin geliri ve kapitalistin geliri, meta üretimi sırasında harcanan ve emeğe dönüştürülen emek gücünden başka hiçbir şeyden oluşmaz.
Smith’in yarattığı karışıklık bellidir; gelirin kaynağının meta değeri olması gerekirken, geliri meta değerinin kaynağı haline getirmiştir. Smith üretilen metanın toplam değerini, farklı gelirlerin değer büyüklüklerinin toplamıyla belirlemiştir. Fakat meta değerinin kendilerinden kaynaklandığı varsayılan bu gelirlerin her birinin değeri nasıl belirlenecektir? Ücret söz konusu olduğunda iş kolaydır, çünkü ücret işçinin emek gücünün yeniden üretimi için gerekli olan emekle belirlenebilir. Ama kapitaliste ait parça, yani aslında işçinin karşılıksız ürettiği artı-değerden türeyen ve Smith’in “kâr ve toprak rantı” diye nitelediği gelir parçalarının değeri nasıl belirlenecektir? İşte A. Smith’te bu sorunun cevabı yoktur; o metanın değerini açıklamak için farklı gelirler toplamından hareket etmiş ve vardığı bu noktada boş laf kalabalığının ötesine geçememiştir.
Özet
Marx, A. Smith’in görüşlerindeki yanlışlara geniş açıklamalar temelinde dikkat çektikten sonra, konuyu özetlemek bağlamında bazı önemli noktalara değinir. Smith analizini, üç gelirin (ücret, kâr ve rant) meta değerinin üç bileşenini oluşturduğu şeklindeki saçma bir formüle dayandırmıştır. Marx, buradaki yanlışlığın derin ve gerçek bir temele dayandığını belirtir. “Kapitalist üretimin temelinde, üretken işçinin kendi emek gücünü metası olarak kapitaliste satması ve ardından kapitalistin elinde yalnızca onun üretken sermayesinin bir öğesi olarak işlev görmesi vardır. Dolaşıma ait olan bu işlem (emek gücü alım satımı), üretim sürecini başlatmakla kalmaz, örtülü olarak onun özgül karakterini de belirler.” Bir kullanım değerinin üretimi, burada, kapitalist için mutlak ve göreli artı-değer üretiminin bir aracından başka bir şey değildir. Bu nedenle, üretim sürecinin çözümlemesi sırasında, mutlak ve göreli artı-değer üretiminin; 1. günlük emek sürecinin süresini, 2. kapitalist üretim sürecinin tüm toplumsal ve teknik biçimlenişini nasıl belirlediğini görmüş olduğumuzu hatırlatır Marx.
Artı-değere (kapitalist tarafından yatırılan değişen sermayenin eşdeğerini aşan bir değere)
el koyulması, emek gücü alım satımıyla başlatılmakla birlikte,
üretim sürecinin içinde gerçekleşen bir işlemdir ve onun temel bir uğrağını oluşturur.
Emek gücü alım satımının kendisi de, toplumsal ürünlerin bölüşümünü belirleyen bir ön koşula dayanır. Bu
ön koşul, işçinin metası olarak
emek gücünün, çalışmayanların (kapitalistler) mülkiyetindeki
üretim araçlarından ayrılmasıdır. Bununla birlikte, artı-değerin bu sayede ele geçirilmesi, değerin özünü ve değer üretiminin niteliğini hiçbir şekilde değiştirmez. Değerin özü, harcanan emek gücünden başka bir şey değildir ve değerin üretimi de bu harcama sürecinden başka bir şey değildir.
Marx bu noktada, ücretli emekçinin harcadığı emekle serfin harcadığı emeği karşılaştırır. “Bir serf, altı gün boyunca emek gücü harcıyor, altı gün boyunca çalışıyorsa, örneğin bu iş günlerinin üçünde kendi tarlasında kendisi için ve diğer üçünde feodal bey için, onun tarlasında çalışması, emek harcaması olarak emek harcaması olgusunda herhangi bir farklılık doğurmaz. Onun kendisi için özgürce harcadığı emek de efendisi için zorunlu olarak harcadığı emek de, eşit derecede emektir; bu emeklere, onlar tarafından yaratılan değerler, hatta yararlı ürünler açısından bakıldığı sürece, altı günlük emeğinde herhangi bir farklılık ortaya çıkmaz. Aradaki fark, yalnızca, altı günlük emek-zamanın iki yarısında emek gücü harcamasını yönlendiren koşulların farklı olmasıdır.”
Üretim süreci metada son bulur ve metanın yapımında emek gücü harcanmış olması, üretim süreci tamamlandığında metanın bu değere sahip olması şeklinde somutlanır. “Bu değerin büyüklüğü, harcanmış olan emeğin büyüklüğüyle ölçülür; meta değeri başka hiçbir şeye ayrışmaz ve başka hiçbir şeyden oluşmaz.” Marx, bu açıdan bakıldığında, kapitalist tarafından üretilen meta ile bağımsız çalışan bir emekçi ya da emekçi toplulukları veya köleler tarafından üretilen meta arasında hiçbir fark olmadığını vurgular. Böyle olmakla birlikte,
kapitalizmde hem emek ürününün hem de onun değerinin tümü kapitaliste aittir. Diğer bütün üreticiler gibi,
kapitalist,
meta üretimini devam ettirebilmek için önce metayı satarak paraya dönüştürmek zorundadır.
Henüz paraya dönüştürülmemiş olan meta-ürün tümüyle kapitaliste aittir. Meta yararlı emek ürünü olarak (kullanım değeri olarak) yeni tamamlanan bir emek sürecinin ürünüdür. Fakat değişim değeri olarak öyle değildir. Bu
değerin bir kısmı, metanın üretiminde harcanan
üretim araçlarının yeni bir biçim altında yeniden görünen değeridir. Dikkat edelim, bu değer söz konusu metanın üretim süreci sırasında üretilmemiştir; çünkü üretim araçları bu değere üretim sürecinden önce, ondan bağımsız olarak sahiptir. Üretim sürecine bu değerin taşıyıcıları olarak girmişlerdir; yenilenmiş ve değişmiş bulunan şey, sadece onun görünüş biçimidir. Meta değerinin bu bölümü kapitalist açısından, yatırdığı değişmeyen sermayenin metanın üretimi sırasında tüketilmiş kısmının eşdeğeridir. “O daha önce üretim araçları biçiminde bulunuyordu; şimdi yeni üretilmiş olan metanın değerinin bileşeni olarak var olur.” Bu meta-değer paraya çevrilir ve para biçiminde var olan değer de yine üretim araçlarına, yani başlangıçtaki biçimine dönmek zorundadır.
Bu değerin bir bölümünün sermaye olarak işlev görmesi, meta değerinin niteliğinde hiçbir değişiklik yaratmaz.
Metanın içerdiği ikinci bir değer parçası ise, ücretli emekçinin kapitaliste sattığı emek gücünün değeridir. Bu değer, emek gücünün gireceği üretim sürecinden bağımsız olarak belirlenir ve emek gücü üretim sürecine girmeden önce, dolaşım alanında emek gücü alım satımıyla saptanmış olur.
Ücretli emekçi, üretim sürecinde emek gücünü harcayarak, kapitalistin ona emek gücünün kullanımı için ödemek zorunda olduğu değere (değişen sermaye) eşit bir meta değeri üretir. İşçi, kapitaliste bu değeri meta olarak verir, kapitalist ona bunun için para öder. Kapitalist tarafından işçiye ücret biçiminde ödenen emek gücü değeri işçi için gelir biçimini alır. Fakat bildiğimiz gibi, meta değerinin tümü yalnızca onun üretimi için harcanan değişmeyen ve değişen sermaye toplamından ibaret değildir. Bir de,
değerin bu iki kısmının toplamını aşan bir fazlalık vardır: artı-değer. Bu, üretim süreci sırasında işçi tarafından yeni yaratılmış olan bir değer, donmuş emektir.
Değişen sermaye karşılığı olan değer parçasından tek farkı, artı-değer karşılığı olan ürünün kapitaliste bedavaya gelmesidir. Bu olgu kapitaliste, eğer artı-değerin bazı bölümlerini başka pay sahiplerine bırakması gerekmiyorsa (toprak sahibine bırakılan toprak rantı gibi), artı-değerin tümünü gelir olarak tüketme olanağını sağlar. Marx, zaten kapitalistimizin meta üretimine girişmesine yol açan itici güdünün de bu durumun ta kendisi olduğunu vurgular.
Marx bu açıklamalardan sonra, tekrar A. Smith’in yanlışını hatırlatır. Smith, genel olarak meta üretimini, kapitalist meta üretimi ile özdeşleştirmiştir. Örneğin üretim araçları başından itibaren “sermaye”dir, emek başından itibaren ücretli emektir, meta daha baştan kapitalist tarzda üretilmiş metadır vb. Marx’ın dikkat çektiği üzere, oysa gerçekleri detaylarıyla ortaya koyacak bir analizin, önce tarihsel olarak kapitalist meta üretiminin gelişme sürecini, dolayısıyla da bunun içerdiği değerlenme ve değer oluşturma sürecini çözümlemiş olması gerekir. A. Smith’in bir önemli yanlışı da, gelirlerin meta değerinden değil, meta değerinin “gelirlerden” oluşmasını sağlayacak şekilde akıl yürütmesidir. Netice olarak, Marx, A. Smith’in bazı noktalarda doğru olana yaklaşsa bile, değerin oluşumu konusunda tam ve gerçek işleyişe ışık tutan bir çözümleme yapamamış olduğunu ortaya koymuştur.
Marx bu bölümü bitirirken A. Smith’ten sonra gelen iktisatçıların ondan nasıl etkilendiklerine kısaca değinir. Örneğin Ricardo, Smith’in teorisini yer yer sözcüğü sözcüğüne yeniden üretmiştir. Keza Say, sermaye ve gelir kategorileri bağlamında meseleyi çözmeye çalışırken işin kolayına kaçarak yüzeyde kalmış, Proudhon ise Say’ın bazı keşiflerini kendisine mal etmiş, Sismondi tek bir bilimsel söz söylememiş, sorunun açıklığa kavuşturulmasına zerre kadar katkıda bulunmamıştır. John Stuart Mill de, her zamanki büyüklenmesiyle, A. Smith’ten izleyicilerine devrolan öğretiyi yeniden üretmiştir. Marx, çeşitli ünlü iktisatçıların adlarını anarak onların yanlışlarına özet olarak değindiği bu bölümü, çıkardığı sonuç itibarıyla çarpıcı şekilde vurgulayarak bitirir: “Sonuç: Smith’e özgü düşünce karışıklığı şu anda bile varlığını sürdürüyor ve onun dogması ekonomi politiğin ortodoks iman şartlarından birini oluşturuyor.”