Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Marx'ın Kapital'ini Okumak > Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt

Ocak 2019 - Mayıs 2021
e-kitap dizisi
dizi no: 
5

kapitali_okumak_c.1-on.png

Elif Çağlı’nın çok yoğun bir emek harcayarak sürdürdüğü “Marx’ın Kapital’ini Okumak” adlı çalışmasının ilk cildini e-kitap haline getirerek yayınlamanın kıvancını yaşıyoruz. Bu cilt, Kapital’in birinci cildini içeriyor. İkinci cildin bölümler halinde hazırlanması ve yayınlanması ise bilindiği gibi devam ediyor. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi içinde bir çıkmaza sürüklendiği, işçi sınıfının ve emekçilerin ardı ardına patlak veren isyanlarının dünyayı sardığı bir tarihsel kavşakta, Marx’ın ve Kapital’in haklılığı, büyüklüğü yeniden ve yeniden tescillenirken, Kapital ve elbette onu daha anlaşılır kılmaya dönük bu çalışma çok daha fazla önem kazanmıştır. Özellikle 2008 krizinden bu yana Kapital’e olan ilginin burjuva ideologlar arasında bile belirgin bir şekilde arttığını biliyoruz. Her kriz, burjuvazinin ideologlarını bir çıkış yolu bulmak üzere “yeni” arayışlara sevk ediyor. Yaşanan sistem krizi boyutlanıp derinleştikçe ve sistemin yüz yüze olduğu çıkışsızlık net bir şekilde görülmeye başlandıkça bu arayışlar da derinleşerek yaygınlaşıyor. Ama her defasında buldukları da bayatlamış yöntemlerin farklı isimlendirmelerle öne çıkartılmasının ötesine geçemiyor, geçemez de. Bu arayış ve tartışmalarda, kapitalizmin “uzlaşmaz eleştiricisi” Marx da, özellikle başyapıtı Kapital’le, kaçınılmaz olarak döne döne gündeme geliyor. Burjuvazi kendi derdine yanadursun, bizi elbette işçi sınıfının bu duruma vereceği devrimci yanıt ilgilendiriyor. Marksistlerin görevi sınıfın devrimci öncüsünü her geçen gün daha bir ölüm-kalım savaşı haline gelen anti-kapitalist mücadelede tam donanımlı hale getirmektir elbette. İşte Elif Çağlı, bu çalışmayla, devrimci işçilerin ve gençlerin kapitalizmi yıkmak üzere onun işleyişini derinden kavrama çabalarına çok büyük bir katkıda bulunmaktadır. Zaten Elif Çağlı’nın bu çabasının en özgün yönlerinden birisi de, Marksist olduğu iddiasında bulunup Kapital okumaları/yorumları yayınlayan akademisyenlerden farklı olarak, bu çabanın örgütlü devrimci mücadelenin içinde ortaya konulmuş olması ve onun ihtiyaçlarını temel almasıdır. Tıpkı çok sayıdaki diğer önemli eserlerinde olduğu gibi. Çağlı’nın eserin girişinde belirttiği gibi, “Kapital çalışmaları, Marx’ın sorunların nedenlerini açıklayabilmek için önce onların kökenine inen soyutlamalarla ilerlettiği son derece derin, detaylı ve karmaşık bir nitelik taşır. Bu nedenle, Kapital ciltlerinin öze değin noktaları ortaya çıkartan bir yöntemle okunmaması durumunda, ondan eğitim aracı olarak yararlanmada arzulanan sonuca ulaşılamayacaktır. İşte, çeşitli bölümler halinde okuyucuya sunulan bu çalışmanın amacı da, arzulanan sonuca ulaşabilme çabalarına katkıda bulunabilmektir. Çalışmanın verimi açısından, Marx’ın Kapital’indeki satırların eşliğinde ve fakat kendi cümlelerimizle özetlemeler, açıklamalar yapılarak ilerlenmiştir”. Marx’ın neredeyse ömrünü vererek kapitalizmin sırlarını gözler önüne serdiği devasa bir eser olan Kapital’in kavranmasına hizmet etmeyi devrimci bir görev olarak addeden Çağlı, bu çalışmaya bu itkiyle girişmiş ve büyük bir emek isteyen bu görevin üstesinden de hakkıyla gelmiştir. Bundan sonrası, bu önemli çalışmayı işçi sınıfının öncü unsurlarıyla buluşturacak sınıf devrimcilerine düşmektedir.

Aşağıdaki birinci cildin giriş bölümünü yayınlıyoruz.

Çalışmaya giriş

Kapitalist üretim tarzı, üreticilerin üretim araçlarının sahipliğinden yoksun kalıp işçileşmelerine ve o nedenle sermayenin emri altına girerek kendilerine yabancılaşan emek ürünleri üretmelerine dayanır. Vaktiyle meta değil de kullanım değerleri üreten üreticilerin, ürettikleri ürünlerle ve birbirleriyle doğrudan bağlar kurdukları eski dönemler çoktan sona ermiştir. Kapitalist toplumda işçi, kendi işgücünün de sıradan bir değişim değeri haline geldiği bir meta egemenliği dünyasında yaşar. İşgücünün metalaşması, işçiyi üretim sürecinde yatan sırları ve gerçek toplumsal ilişkileri kavrayabilmekten uzaklaştırmıştır. İşçilerin bu gerçekleri kavrayabilmesi için, kapitalizmin içyüzünü onlara kavratacak bir mücadele bilimine ihtiyaç vardır. Ve işçi sınıfına bu mücadele bilimini sağlayan da Marksizm olmuştur. Burjuva iktisadı, sermayenin ideolojik egemenliğinin doğrudan parçasıdır ve işçilere ekonomik-toplumsal gerçekleri sermayenin prizmasından çarpıtılmış biçimde sunar. Marksizm ise bu çarpıtmaları yere sermiş ve işçi sınıfının kendi ekonomik-toplumsal gerçekliğini kavrayabilmesinin yolunu açmıştır. Artık kapitalizmin iyice çürüdüğü ve insanlığı yıkıma sürüklediği bir dünyada yaşıyoruz. Açık ki, işçi sınıfının dünyayı sermaye egemenliğinden kurtaracak mücadeleyi yükseltmesi, günümüz koşullarında gerçekten de yaşamsal bir zorunluluk oluşturuyor. Marksizm dünden bugüne, işçi sınıfının devrimci mücadelesine yol gösteren bilimsel meşale oldu. Bugünse, sınıfın öncüsünün Marksizm temelinde sağlam bir bilinçle donatılması gereği çok daha yakıcı bir önem kazandı. Bu bağlamda, Marx’ın neredeyse ömrünü vererek kapitalizmin sırlarını gözler önüne serdiği devasa çalışması Kapital’in kavranmasına hizmet etmek devrimci bir görevdir. Kapital çalışmaları, Marx’ın sorunların nedenlerini açıklayabilmek için önce onların kökenine inen soyutlamalarla ilerlettiği son derece derin, detaylı ve karmaşık bir nitelik taşır. Bu nedenle, Kapital ciltlerinin öze değin noktaları ortaya çıkartan bir yöntemle okunmaması durumunda, ondan eğitim aracı olarak yararlanmada arzulanan sonuca ulaşılamayacaktır. İşte, çeşitli bölümler halinde okuyucuya sunulacak bu çalışmanın amacı da, arzulanan sonuca ulaşabilme çabalarına katkıda bulunabilmektir. Çalışmanın verimi açısından, Marx’ın Kapital’indeki satırların eşliğinde ve fakat kendi cümlelerimizle özetlemeler, açıklamalar yapılarak ilerlenecek, doğrudan Marx’ın ifadelerinden yapılan aktarımlar ise tırnak içinde gösterilecektir. Çalışmamızda, Yordam Yayınları tarafından Türkçe çevirisi yapılıp basılan Kapital ciltleri esas alınacaktır. Bunun dışında, Marx’ın konuya dair farklı eserlerinden ek yapmak gerektiğinde bu alıntıların kaynağı belirtilecektir. Çalışma içinde geçen iktisadi kavramlarda genelde Yordam çevirisindeki karşılıklar kullanılacaktır. Ancak daha önceki yazılarımızda da benzer konulara değindiğimiz için, okur açısından kolaylık sağlamak üzere, daha önce kullandığımız farklı Türkçe karşılıklar varsa bunlar kavramların ilk kez geçtiği yerlerde parantez içinde belirtilecektir. Çalışmamız boyunca, Kapital’in iç akışında yer alan kısım, bölüm gibi ayrımlarda ve çeşitli üst, alt başlıklarda Yordam Yayınlarının çevirisindeki düzen esas alınacaktır.

Kitabı e-kitap formatında edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz



Ekonomi
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /1

kapitali-okumak-c1.png

Sermayenin Üretim Süreci

Çalışmaya giriş

Kapitalist üretim tarzı, üreticilerin üretim araçlarının sahipliğinden yoksun kalıp işçileşmelerine ve o nedenle sermayenin emri altına girerek kendilerine yabancılaşan emek ürünleri üretmelerine dayanır. Vaktiyle meta değil de kullanım değerleri üreten üreticilerin, ürettikleri ürünlerle ve birbirleriyle doğrudan bağlar kurdukları eski dönemler çoktan sona ermiştir. Kapitalist toplumda işçi, kendi işgücünün de sıradan bir değişim değeri haline geldiği bir meta egemenliği dünyasında yaşar. İşgücünün metalaşması, işçiyi üretim sürecinde yatan sırları ve gerçek toplumsal ilişkileri kavrayabilmekten uzaklaştırmıştır. İşçilerin bu gerçekleri kavrayabilmesi için, kapitalizmin içyüzünü onlara kavratacak bir mücadele bilimine ihtiyaç vardır. Ve işçi sınıfına bu mücadele bilimini sağlayan da Marksizm olmuştur. Burjuva iktisadı, sermayenin ideolojik egemenliğinin doğrudan parçasıdır ve işçilere ekonomik-toplumsal gerçekleri sermayenin prizmasından çarpıtılmış biçimde sunar. Marksizm ise bu çarpıtmaları yere sermiş ve işçi sınıfının kendi ekonomik-toplumsal gerçekliğini kavrayabilmesinin yolunu açmıştır. Artık kapitalizmin iyice çürüdüğü ve insanlığı yıkıma sürüklediği bir dünyada yaşıyoruz. Açık ki, işçi sınıfının dünyayı sermaye egemenliğinden kurtaracak mücadeleyi yükseltmesi, günümüz koşullarında gerçekten de yaşamsal bir zorunluluk oluşturuyor. Marksizm dünden bugüne, işçi sınıfının devrimci mücadelesine yol gösteren bilimsel meşale oldu. Bugünse, sınıfın öncüsünün Marksizm temelinde sağlam bir bilinçle donatılması gereği çok daha yakıcı bir önem kazandı. Bu bağlamda, Marx’ın neredeyse ömrünü vererek kapitalizmin sırlarını gözler önüne serdiği devasa çalışması Kapital’in kavranmasına hizmet etmek devrimci bir görevdir. Kapital çalışmaları, Marx’ın sorunların nedenlerini açıklayabilmek için önce onların kökenine inen soyutlamalarla ilerlettiği son derece derin, detaylı ve karmaşık bir nitelik taşır. Bu nedenle, Kapital ciltlerinin öze değin noktaları ortaya çıkartan bir yöntemle okunmaması durumunda, ondan eğitim aracı olarak yararlanmada arzulanan sonuca ulaşılamayacaktır. İşte, çeşitli bölümler halinde okuyucuya sunulacak bu çalışmanın amacı da, arzulanan sonuca ulaşabilme çabalarına katkıda bulunabilmektir. Çalışmanın verimi açısından, Marx’ın Kapital’indeki satırların eşliğinde ve fakat kendi cümlelerimizle özetlemeler, açıklamalar yapılarak ilerlenecek, doğrudan Marx’ın ifadelerinden yapılan aktarımlar ise tırnak içinde gösterilecektir. Çalışmamızda, Yordam Yayınları tarafından Türkçe çevirisi yapılıp basılan Kapital ciltleri esas alınacaktır. Bunun dışında, Marx’ın konuya dair farklı eserlerinden ek yapmak gerektiğinde bu alıntıların kaynağı belirtilecektir. Çalışma içinde geçen iktisadi kavramlarda genelde Yordam çevirisindeki karşılıklar kullanılacaktır. Ancak daha önceki yazılarımızda da benzer konulara değindiğimiz için, okur açısından kolaylık sağlamak üzere, daha önce kullandığımız farklı Türkçe karşılıklar varsa bunlar kavramların ilk kez geçtiği yerlerde parantez içinde belirtilecektir. Çalışmamız boyunca, Kapital’in iç akışında yer alan kısım, bölüm gibi ayrımlarda ve çeşitli üst, alt başlıklarda Yordam Yayınlarının çevirisindeki düzen esas alınacaktır.

Kapital’in yöntemi

Marx, Kapital birinci cilde yazdığı 25 Temmuz 1867 tarihli önsözde, Kapital’de inceleyeceği konunun kapitalist üretim tarzı ve onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkileri olduğunu belirtir. O dönemde bu ilişkilerin klasik yurdu İngiltere’dir ve o yüzden Marx da teorisini geliştirirken başlıca örnek olarak İngiltere’den yararlanmıştır. Zaten söz konusu olan, kapitalizmin genel yasalarını keşfedip açıklığa kavuşturmaktır. Bu bakımdan, İngiltere örneği temelinde ele alınan hususlar, katı bir zorunlulukla işleyen ve kendilerini ortaya koyan eğilimlerdir. İngiltere kadar gelişmemiş ve daha arkadan gelen örneklerde ise, bu eğilimler kendilerini zamanla ortaya koyacaklardır. “Anlatılan senin hikâyendir” misali, sanayi bakımından daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanına yalnızca kendi geleceğinin imgesini göstermektedir. Marx, Kapital birinci cildin Almanca ikinci basımına yazdığı 24 Ocak 1873 tarihli sonsözde de önemli noktalara değindi. Örneğin, İngiltere’de ünlü iktisatçı David Ricardo ile kapanan klasik ekonomi politik döneminin ortaya koyduğu bir gerçek vardı. Ekonomi politik ancak sınıf mücadelesinin yeterince gelişmediği dönemler boyunca bir bilim olabilmişti. 1830 sonrasında ise, genelde Avrupa’da sınıf mücadelesi hem pratikte hem de teoride giderek daha açık ve düzeni tehdit edici biçimler almış ve böylece bilimsel burjuva ekonomisinin de ölüm çanları çalmaya başlamıştı. Marx’ın deyişiyle, artık iktisadi alanda şu ya da bu teoremin doğru olup olmadığı değil, fakat sermaye için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu hususu belirleyici önem kazanmıştı. William Petty (1623-1687), Adam Smith (1723-1790), David Ricardo (1772-1823) döneminde çıkar gözetmeyen iktisadi araştırmaların yerini, artık para karşılığı yapılan seyirlik dövüşler, tarafsız bilimsel incelemelerin yerini ise özürcülüğün kötü niyeti almıştı. 1848’deki kıtasal devrim patlak verdiğinde, kapitalist gelişmenin anavatanı İngiltere’de burjuva iktisadı adına ortaya konan çalışmalar, artık burjuva iktisatçıların egemen sınıfın dalkavuklarına dönüştüğünü ilan ediyordu. İşte bu durum, ekonomi politiğin (nam-ı diğer politik ekonomi) bilimsel anlamda iflası demekti. Marx döneminde yaşanan bu gelişmeler, onun Politik İktisadın Eleştirisi İçin Ön Taslak’tan (Grundrisse) başlayıp, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya (kısaca “Katkı”) ve Kapital ciltlerine ilerleyen çalışmaları boyunca, görüşlerini neden politik iktisadın eleştirisi bağlamında ortaya koyduğunu yeterince açıklar. Hele ki, o tarihlerden günümüze uzanan zaman dilimi boyunca yaşanan gelişmeler ve nihayetinde kapitalizmin artık çürümüş bir sisteme dönüştüğü hesaba katılırsa, burjuva iktisadın, Marx’ın onu eleştirdiği dönemden fersah fersah daha fazlasıyla bir egemen sınıf ideolojisi olduğu aşikârdır. Marx, tüm bilimlerde bir çalışmanın başlangıcının daima zor olduğunu belirtir. O nedenle de, Kapital birinci cildin birinci bölümünün ve özellikle de meta analizinin en büyük güçlüğü yaratacağını ekler. Bu noktayı hesaba katarak vurguladığı üzere, değerin özüne ve değerin büyüklüğüne ilişkin açıklamalarını mümkün olduğu ölçüde ortalama okuyucunun seviyesine indirmeye çalışmıştır. Fakat yine de, gerçekliğe soyutlamalarla ilerleme mecburiyeti nedeniyle, Kapital’deki anlatım bir hayli karmaşıktır. Unutulmasın ki, iktisadi biçimlerin analizinde diğer bazı bilim alanlarında olduğu gibi mikroskop veya kimyasal ayıraçlardan yararlanılamayacağına göre, bunların yerini soyutlama gücü almak zorundadır. Burjuva toplumu için emek ürününün meta biçimi ya da metanın değer biçimi, iktisadi bütünün hücre biçimidir. Marx, meta analizinin eğitimsiz olanlara sadece kılı kırk yarmak gibi görüneceğini vurgular. Ancak söz konusu olan bilimsel bir çalışmadır ve nasıl ki diğer bilim alanlarında örneğin mikroskopik anatomi dışlanamayacaksa, burada da okurun kitabın zor anlaşılmasından yakınma hakkı olmayacaktır. Marx düşüncelerini bu şekilde dile getirirken, yeni bir şeyler öğrenmek ve beraberinde bizzat düşünmek isteyen bir okuyucuyu varsaydığını da eklemiştir. 1867 tarihli önsözde belirttiği üzere, bilimsel eleştiriye dayanan her görüşü hoşnutlukla karşılayan Marx, kamuoyunun önyargıları söz konusu olduğunda ise İlâhi Komedya’nın yazarı büyük Floransalı Dante’nin izinden gitmeye kararlıdır: “Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler!” Nitekim Marx “kimse Kapital’in edebi eksiklerini benden daha sert bir şekilde eleştiremez” diyerek iğneyi kendine batırırken, düzeysiz eleştirileri ise dikkate bile almamıştır. Marx’ın ortaya koyduğu gibi, toplumların iktisadi yaşamının tüm tarihsel dönemler için değişmez, genel geçer yasaları yoktur. Gerçeklik somuttur ve her farklı tarihsel dönemin kendine özgü yasaları vardır. Üretici güçlerin gelişme düzeyindeki farklılıklar, neticede söz konusu toplumdaki egemen üretim ilişkilerini ve bunların ifadesi olan yasaları belirler ve açıklığa kavuşturur. İnsanlık tarihi boyunca yer alan değişik üretim tarzlarının ve nihayetinde kapitalist üretim tarzının özelliklerini bu temelde kavramaya çalışan yöntem, diyalektik yöntemdir. Her alanda doğru bir kavrayışa ulaşabilmek için birincil derecede önemli olanın yöntem sorunu olduğuna dikkat çeker Marx. O nedenle burjuva iktisadın eleştirisi kapsamında çalışmalarını yürütürken de, öncelikle üzerinde durduğu konu yöntem sorunu olmuştur. Kapital’in yöntemini anlayabilmek için, Grundrisse ve Katkı’da yer alan açıklamalar başta olmak üzere, Marx’ın yöntem konusundaki çeşitli değinmelerini dikkatle kavramaya çalışmak gereklidir. Doğru yöntem, somuttan soyuta ve soyuttan somuta ilerleyerek gerçekliği kavramaya çalışan bilimsel düşünce sürecinin bütünlüğünü içerir. Düşüncenin dışında var olan dış dünya yani somut, aslında bilimsel analizde gerçek hareket noktasıdır. İnceleme süreci, önce somut gerçeklikten alınan parçaların (bütünden soyutlanan detayların) analiziyle ilerler. Sonra bu soyutlamalar neticesinde incelenip çözümlenen parçaların birleştirilmesiyle, bir üst düzeyde kavranan somut gerçekliğe varılır. Bilimsel inceleme ve bilimsel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur. Marx, yöntem konusundaki açıklamalarında, sunuş tarzının araştırma tarzından ayrılması gerektiğine de dikkat çeker. Araştırma sırasında, incelenen malzemenin tüm ayrıntılarıyla ele alınması, farklı gelişim biçimlerinin çözümlenmesi ve bunların iç bağlantısının kavranması gerekir. İşte gerçek hareket ancak bu işlerin yapılmasından sonra tasvir edilebilir. Bir başka deyişle, araştırmada yüzeyden başlanıp bin bir zorlukla derinlere inilir ve sorunun temelinde yatan nedenler keşfedilir. Sunuşta ise asıl önemli olan, artık keşfedilmiş olanı okuyucuya açıklayabilmektir. Marx’ın diyalektik yöntemi, kapitalist toplumun işleyişini ve onun çelişkilerle dolu hareketini, bu çelişkilerin kendilerini en çok da periyodik çevrimlerin bunalım noktasında hissettirdiğini açıklığa kavuşturmuştur. Kapital’in İngilizce basımına yazdığı Kasım 1886 tarihli önsözde Engels, ilerleyen yıllar içinde Marx’ın Kapital’de yazdıklarının nasıl doğrulandığına ve Kapital’in Avrupa’da devrimci işçiler tarafından nasıl da benimsendiğine değinir. O dönemde İngiltere’de patlak veren iktisadi bunalıma dair Engels’in kaleme aldığı satırlar, Marx’ın Kapital incelemelerinin önemini gözler önüne sererken günümüz dünyasına da ışık tutmaktadır. Engels, ancak üretimin ve dolayısıyla pazarın sürekli ve hızlı bir genişlemesi sayesinde işleyen İngiliz sanayi sisteminin, o dönem durma noktasına geldiğini vurgular. Serbest ticaret kaynaklarını tüketmiş ve hızla gelişmekte olan yabancı sanayi her yerde İngiliz üretiminin karşısına dikilmeye başlamıştır. Üretici güçler geometrik diziyle artarken, pazarların genişlemesi buna ayak uyduramamakta ve en iyi ihtimalle aritmetik bir dizi oluşturmaktadır. 1867’den beri yinelenen, yaklaşık on yılı kapsayan ve durgunluk, refah, aşırı üretim, bunalım evrelerinden oluşan sanayi çevrimi sanki durmuş, İngiltere sürekli ve kronik bir çöküntünün umutsuz bataklığına terk edilmiş gibidir. Burjuvazinin dört gözle beklediği refah dönemi bir türlü ufukta görülmemekte ve iyileşme belirtileri sanılan görüngüler de kısa zamanda yeniden buharlaşmaktadır. İşsizlerin sayısı yıldan yıla kabarırken, burjuva düzen bu soruna bir çözüm bulamamaktadır. Egemenler cenahında, işsizlerin sabırlarını yitirip kendi kaderlerini ele almak üzere ayağa dikilecekleri bir devrimin korkusu büyümektedir. Engels’in önsözü bitirirken vurguladığı ve günümüzde de yaşandığı gibi, böylesi dönemler işçi sınıfının devrimci mücadelesini yükseltebilmek için Marx’a çok daha özenle ve dikkatle kulak verilmesi gereken dönemlerdir.

BİRİNCİ KISIM: META ve PARA

Marx Kapital’e yazdığı önsözde, bu eserinin 1859 yılında yayınlanan Katkı’nın devamını oluşturduğunu belirtir. Nitekim Kapital’in alt başlığı da “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” adını taşır ve birinci cildin ana konusu “Sermayenin Üretim Süreci”dir. Katkı’nın içeriği, Kapital birinci cildin birinci kısmında özetlenmiştir. Marx bu özet tekrarı yalnızca bağlam ve bütünlük kaygısıyla yapmadığını, konunun sunumunun iyileştirilmeye çalışıldığını belirtir. Marx’ın Grundrisse notlarından başlayıp, Katkı’nın yayınlanması ve zaman içinde değişen planlar temelinde Kapital’in yazılmasıyla ilerleyen “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” çalışmasında “Meta, Para ve Sermaye” analizi temel ekseni oluşturur. Kapital’in birinci cildi kendi içinde çeşitli alt bölümlere ayrılan üç kısımdan oluşur ve birinci kısmın başlığı “Meta ve Para” adını taşır. Bu kısım boyunca Marx, burjuva iktisatçılar tarafından çeşitli şekillerde çarpıtılarak sunulan metanın sırlarını deşifre etmektedir. Tarih içinde metanın ortaya çıkmasından basit meta üretiminin açıklanmasına, yine tarih içinde meta değişiminin kaçınılmaz sonucu olarak para adlı mübadele (değişim) aracının oluşum ve başkalaşımına, mübadele sürecine ve paranın çeşitli rollerine değinir. Marx’ın bu kısımda üzerinde durduğu pek çok nokta, olgunlaşmış bir kapitalist işleyiş içinde meta değişimine ve paranın rollerine ilişkin artık olup bitmiş sonuçlar değildir; geçmiş zamanlardan hareketle metanın ve paranın tarihi boyunca başkalaşan halkalarını inceleyerek ilerler. Kapital’i eğitim amacıyla incelemeye girişen okur bilmelidir ki, “Meta ve Para” kısmında yer alan pek çok açıklama tarihsel gelişime ışık tutar. Kaçınılmaz olarak, yalnızca modern kapitalist gelişmeyle varılan son halkayı gözler önüne seren bir mahiyette değildir, ama bu son durumlara nerelerden gelindiğini aydınlatmaya yöneliktir. Bu gibi hususlar söz konusu olduğunda okuyucuya gerekli özet bilgiler verilerek, esasen bugünü anlamak bakımından büyük bir önem taşıyan noktalar üzerinde odaklanılacaktır.

Bölüm 1: Meta

1. Metanın İki Unsuru

Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği “muazam bir meta yığını” olarak görünür ve bu yüzden incelemeye metanın analiziyle başladığını belirtir Marx. Metalar, yiyecek, içecek, giyecek maddesi vb. olarak taşıdıkları özelliklerle, şu ya da bu türden insan ihtiyacını karşılayan şeylerdir. Bu ihtiyaçların mideden mi yoksa hayallerden mi kaynaklandığı meta açısından hiçbir değişiklik yaratmaz. Daha da önemlisi, metanın doğrudan doğruya nihai bir tüketicinin ihtiyacını gideren bir tüketim nesnesi (ekmek, ceket vb.) biçiminde mi, yoksa bir üretim aracına sahip olmak isteyen kişinin ihtiyacını karşılayan bir üretim aracı (makine, vb.) biçiminde mi olduğu da önemli değildir. Asıl olan, meta olacak şeyin öyle ya da böyle birilerinin işine yaraması, yani bir kullanım değerine sahip olmasıdır. Kullanım değeri demir, buğday ya da elmas gibi bir metada cisimleşir ve onu tüketecek kişinin kullanımıyla, bir başka deyişle tüketimiyle gerçekleşir. Kullanım değerleri toplamı, üretim tarzı her ne olursa olsun (ister feodal, ister kapitalist vb.) o toplumun servetinin maddi içeriğini oluşturur. Fakat kapitalist toplumda kullanım değerleri aynı zamanda mübadele (değişim) değerlerinin maddi taşıyıcılarıdırlar, yani her bir meta hem bir kullanım değeri hem de bir mübadele değeri (değişim değeri) içerir. İki meta birbiriyle aralarındaki değişim oranına göre değiştirilirken, iki farklı kullanım değeri de karşılıklı bir elden bir diğer ele geçmektedir. Örneğin ceket ve keten bezi gibi iki ayrı metayı ele alalım. Bunların arasındaki mübadele oranı, ceketi keten bezine eşitleyen bir denklemle gösterilebilir (1 ceket = 20 metre keten bezi gibi). Bu eşitliği sağlayan, bu iki farklı metada eşit miktarda ortak bir şeyin olmasıdır. Eşitlikteki bu ortak şey, metaların kullanım değeri olarak taşıdığı herhangi bir doğal özellik olamaz. Çünkü karın doyurmaya, giyinmeye, ısınmaya vb. yaramak gibi doğal özellikler ancak metanın kullanım değerini ilgilendirir, değişim değerini ise zerre kadar ilgilendirmez. İşte metaların hangi ortak şeye göre mübadele edildiklerinin keşfi, ancak soyutlamalarla ilerleyen bir analiz neticesinde mümkün olabilmiştir. Bu analiz boyunca metalar kullanım değerlerinden soyutlandıklarında, geriye tek bir ortak özellik, hepsinin emek ürünü olma özelliği kalmıştır. Marx, tarihsel akış içinde paranın ortaya çıkışını açıklayabilmek için soyutlamalarla ilerlerken, önce parayı devre dışı bırakır ve iki metanın mübadelesinin bir üçüncü meta üzerinden yapıldığını varsayar. Ceket ve keten bezi örneğimize geri dönecek olursak, şimdi bu ikisiyle eşdeğer olan bir üçüncü meta, değişilecek iki metanın değişiminde değer ölçüsü oluşturacaktır. Örneğin bu üçüncü meta buğday olsun ve 50 kilo buğdayın 1 ceketle ve 20 metre keten beziyle eşdeğer olduğunu varsayalım. Bu durumda ceket ve keten bezi arasındaki değişim 50 kilo buğday değeri üzerinden gerçekleşecektir. (Bu gibi örnekleri aynen Kapital’deki örneklerden değil de, günümüz ölçü birimleri ve günümüz değişim değerleri itibarıyla vermenin daha yararlı olacağını düşündük. Bugün ceketin 200 lira, keten bezinin metresinin 10 lira ve buğdayın kilosunun 4 lira olduğunu varsayıp, buradan hareketle geçmişe uzanarak eşitlik denklemlerini oluşturduk.) Burada bir ara açıklama yapmak yararlı olacaktır. Bu kısımda incelediğimiz pek çok alt başlık boyunca, Marx genel bir eşdeğer olarak paranın modern kapitalist yaşamdaki rolünü çözümlemeye doğru ilerlemektedir. Fakat bugünün Kapital okuru için, meta değişiminde paranın rolü zaten artık herkesin bildiği, çoktan olup bitmiş ve tarihsel geçmişini sorgulamaya gerek duymadan yüzeyde kavranabilen bir gerçekliktir. Bu nedenle, bugünün okuru açısından Kapital’in buna benzer bölümlerinde soyutlamaların karmaşıklığına takılmadan, net sonuçları kavratmaya doğru ilerleyen özetlemeler yapılacaktır. Meta değişiminde asıl önemli noktaya gelecek olursak, vurgulamak gerekir ki, metalar kullanım değerleri açısından farklı niteliklere sahiptirler. Oysa mübadele değerleri olarak yalnızca nicelikleri farklıdır ve hepsi farklı niceliklerde ama ortak bir niteliğe sahiptirler. Bu ortak nitelik, tüm metaların insan emeğinin ürünü olmalarıdır. Çeşitli emek ürünlerini kendi kullanım değerlerinden soyutladığımızda, o artık bir ceket ya da kumaş gibi kullanıma sunulan yararlı bir nesne değildir. Bu soyutlama neticesinde salt bir mübadele değeri olarak kavramaya çalıştığımız meta, artık terzilik ya da dokumacılık gibi özel bir üretici emeğin ürünü de değildir. Kısacası mübadele değerini ve paranın rolünü kavrama yolunda yaptığımız bu soyutlamalarla, zihnimizde tüm metalar farklı büyüklüklerle ifade edeceğimiz soyut insan emeğine (ortalama bir insanın emek gücü) indirgenmiş olurlar. Bir başka deyişle, şimdi metalar hayalimizde farklı büyüklüklerde harcanmış insan emek gücünden (işgücünden) başka bir şey değildir. Açık ki, bir kullanım değeri (örneğin ceket, kumaş vb.) harcanmış ortalama insan emeğinden bir miktar içerdiği için bir mübadele değerine sahiptir. Bu mübadele değerinin büyüklüğünü, içerdiği o harcanmış emek gücünün miktarı belirler. Bu miktar ise, harcanan emeğin süresiyle (saat, gün gibi belirli bir zaman birimiyle) ölçülür. Unutulmamalı ki değişim değerlerinin özünü oluşturan bu emek, çalışkanlık tembellik gibi özelliklerinden ve dokumacılık, terzilik vb. gibi farklı niteliklerinden soyutlanmış, böylece her ayrı meta için eşit değer ölçütü oluşturduğu varsayılmış ortalama bir emek gücüdür. Bir metanın mübadele değerini belirleyen emek, tüm üretim sürecinde onun yalnızca tüketiciye sunulan biçimi aldığı son safhada harcanan emek gücü değildir; o metanın ortaya çıkabilmesi için onun içine giren tüm unsurlar itibarıyla baştan sona dek harcanan emek güçlerinin toplamıdır. O nedenle mübadele değerinin kavranabilmesi için bu noktada da bir soyutlama yapmaya gerek vardır ve işte bu toplamı, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zaman olarak adlandırırız. Toplumsal olarak gerekli emek-zaman, herhangi bir kullanım değerini toplumun verili üretim koşulları altında, ortalama toplumsal hüner derecesi ve emek yoğunluğuyla elde edebilmek için gerekli olan emek-zamandır. Asla göz ardı edilmemeli ki, bir metanın mübadele değerini bulmak üzere, baştan sona fiilen harcanan somut işgücü saatlerini hesaplamaya girişmek gibi bir düşünce saçmadır! Çünkü metanın mübadele değerini belirleyen “toplumsal olarak gerekli emek-zaman” ölçüsü bir soyutlamadır ve işte sorunu kavrayabilmek için de, ancak soyutlamalar ve varsayımlar temelinde ilerleyen bir akıl yürütmeye ihtiyaç vardır. Mübadele değerinin özüne ilişkin açıklamadan anlaşılacağı üzere, eşit büyüklükte emek miktarları içeren metalar aynı mübadele değeri büyüklüğüne sahiptirler. O halde, bir metanın değerinin bir başka metanın değerine oranı, birinin üretimi için gerekli olan emek-zamanın diğerinin üretimi için gerekli olan emek-zamana oranıdır. Bir metanın üretimi için gerekli olan emek-zaman değişmiyorsa, o metanın değer büyüklüğü de değişmez. Fakat emeğin üretkenliği artarsa o metanın üretimi için gerekli emek-zamanı azalacağından metanın mübadele değeri düşer, üretkenlik azalırsa mübadele değeri yükselir. Emeğin üretkenliğini belirleyen başlıca koşullar ise, işçinin ortalama hüner derecesi, bilimin gelişme düzeyi ve kullanılan teknoloji, üretim sürecinin toplumsal bileşimi, üretim araçlarının kapsam ve etkinliği ve doğal koşullar olarak sıralanabilir. Sonuncusuna bir örnek vermek gerekirse, elverişli mevsim koşullarında harcanan belirli miktarda emek-zamanı diyelim 4 kilo buğdayda maddeleşirken, olumsuz koşullarda aynı emek-zamanı diyelim 2 kilo buğdayda maddeleşir. İçimize çektiğimiz hava örneğinde olduğu gibi, bir şey insana yarar sağlayabilmek için üretici emek harcanmasını gerektirmiyorsa (yani böyle bir emek ürünü değilse), o şey meta değildir. Bir mübadele değerine sahip değildir, fakat yararlı olduğu için bir kullanım değeri vardır. Üretici emek harcanmadan insanın kullanabileceği bedava hava, bedava su, doğal çayırlar vb. böyledir. Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus daha vardır. Doğanın sunduğu kullanım değerleri dışında, bir şey meta olmamasına (yani bir mübadele değeri taşımamasına) rağmen yararlı bir üretici emek ürünü olabilir. Eski dönemler hatırlanacak olursa bu durum kolaylıkla kavranır. Şöyle ki, kendi ürünüyle kendi ihtiyacını karşılayan, örneğin buğday üreten bir kişi bir kullanım değeri yaratmış demektir, fakat bu kullanım değeri bir meta değildir. Çünkü bir kişinin meta üretiyor olması için, kendi ihtiyacı (kendi kullanımı) dışında başkalarının kullanımı için üretmesi, yani bireysel değil toplumsal kullanım değeri üretmesi gerekir. Marx bu genel açıklamadan sonra, bir yanlış anlama olmaması için önemli bir tarihsel gerçeğe işaret eder ve şöyle der: “Ve sırf başkaları için üretmesi de yetmez. Orta Çağın köylüsü, feodal bey için haraç-tahıl, papaz için öşür-tahıl üretirdi. Ama haraç-tahıl da öşür-tahıl da, başkaları için üretildikleri için meta olmuyordu. Meta olabilmek için, ürünün, kullanım değeri olarak hizmet edeceği başkasına, mübadele yoluyla aktarılması zorunludur”.

2. Metalarda Cisimleşmiş Emeğin İki Yönlü Niteliği

Mübadele değerini anlamaya yönelik soyutlama neticesinde tanımlanan ortalama emek, kullanım değerlerinin yaratıcısı olan gerçek, somut emeğin taşıdığı özelliklerden uzaklaşmış varsayımsal emektir. Marx bu hususa özellikle dikkat çeker. Böylece kullanım değerlerinin yaratıcısı olan yararlı somut emekle (ceket üreten terzilik emeği veya keten bezi üreten dokumacılık emeği gibi), değişim değerini kavramayı mümkün kılan soyut emek (özelliklerinden soyutlanarak varsayılan bir ortalama emek) olarak emeğin iki yönlü niteliği ortaya konmuş olur. Marx, emeğin bu iki yönlü doğasını eleştirel olarak ilk ortaya koyan kişinin kendisi olduğunu belirtir ve bu noktanın ekonomi politiği anlamanın çıkış noktasını oluşturduğuna dikkat çeker. Üretilen şeyler nitelikçe farklı kullanım değerleri (keten bezi veya ceket gibi) ve dolayısıyla nitelikçe farklı yararlı emeklerin (dokumacılık emeği veya terzilik emeği gibi) ürünleri olmasaydı, birbirlerinin karşısına değişilecek metalar olarak çıkamazlardı. Bu değişim ihtiyacını yaratan toplumsal işbölümüdür ve bu işbölümü tarih sahnesine çıkmasaydı meta da çıkmazdı. Fakat kullanım değerlerinin yaratıcısı olarak, üretici emek kuşkusuz meta üretiminin olmadığı tarihsel dönemlerde de vardır ve genelde insanın tüm toplum biçimlerindeki varoluş koşuludur. İnsan üretim faaliyeti sırasında genelde doğa güçleri tarafından desteklenir ve bu nedenle toplumsal maddi servetin kaynağı yalnızca insan emeği değil, bunun yanı sıra doğadır da. Marx “toplumsal servetin biricik kaynağı emektir” diyenleri eleştirirken, ünlü İngiliz iktisatçısı William Petty’nin deyişini hatırlatır: “Emek onun babası ve toprak onun anasıdır.” (W. Petty, değeri emek ile belirleyen ilk klasik iktisatçıdır.) Terzilik, dokumacılık vb. gibi nitelikleri farklı tüm üretici faaliyetler neticede insan beyninin, kaslarının, sinirlerinin, elinin, kısacası insanın emek gücünün (işgücünün) üretici şekilde harcanmasıdır. İnsanın emek gücünün bu nitelikteki üretici faaliyetlerde harcanabilmesi için de, elbette insanın işgücünün az çok gelişmiş ve belirli nitelikler kazanmış olması zorunludur. Fakat ortalama emek gücü soyutlaması, fiilen harcanan işgücünü, özelliklerinden sıyrılmış ve bu sayede aynılaştırılmış basit işgücü olarak varsayar. Meta değişiminin sırlarını çözmek için başvurulan bu soyutlama mantıksız değildir. Çünkü insan emeği, ortalama olarak kavramak istersek, temelde her sıradan insanın canlı organizmasında var olan gücün (basit emek gücü) harcanmasıdır. Farklı ülkelerde ve farklı uygarlık dönemlerinde basit ortalama emeğin niteliği değişse bile, “varsayılan değer” incelemeye konu olan belirli bir toplumda verili koşullarda kabul edilen bir soyutlamadır. Düşüncede tek tipleştirilmiş, aynılaştırılmış (yani soyutlanmış) bu “basit emek”, aslında gerçek yaşamda yani somutta var olan çeşitli niteliklerdeki karmaşık emeğin rolünü kavrayabilmek için bize bir kalkış noktası sunar. Zira dikkatlice düşünecek olursak, aslında “karmaşık emek” neticede basit emeğin belirli ölçülerde yoğunlaştırılmış, çoğaltılmış halidir. Bunu bir eşitlikle ifade etmek gerekirse, küçük miktarda bir karmaşık emek büyük miktarda bir basit emeğe eşittir; örneğin 1 birim karmaşık emeği 8 birim basit emek olarak varsayabiliriz. Bu noktada gerçek yaşamın, yani somutun kavranmasına kuşkusuz fiili matematiksel hesaplar yapılarak varılamaz! Ama sorunun kavranabilmesi için, diyalektik düşünce sayesinde işin doğasında, özünde mantıksal olarak bunların olduğunu keşfederiz. Bir meta diyelim ceket gibi görece karmaşık nitelikte bir emeğin ürünü olabilir. Fakat bu ürünün içerdiği emek gücünün değeri, bu değere denk gelen daha basit bir emek gücünün yarattığı değerle eşleşebilir (örneğin bu sayede 1 ceket 20 metre keten bezine eşitlenebilir). Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu noktada akıl yürütürken, bu oranların somutta hesaplanıp kararlaştırıldığını sanmak büyük bir yanılgı olur. Marx’ın çözümlediği ve bize anlatmaya çalıştığı olgu, biz hesaplayıp karar vermeden nasıl olup da metaların birbirleriyle belirli oranlarda değiştirildiğidir. Aslında kavranması gereken konu, insanlık tarihinin akışı içinde trampayla başlayıp meta değişimine ilerleyen bir süreçte, çeşitli emek ürünlerinin mübadelesi neticesinde zamanla oluşmuş oranlardır. Marx’ın sözleriyle, “farklı emek türlerini, ölçü birimleri olarak basit emeğe indirgeyen farklı oranlar, üreticilerden bağımsız bir toplumsal süreçle belirlenir ve bu yüzden, onlara, geleneksel olarak belirlenmiş gibi görünür”. Marx, meta değişimine egemen olan sorunları çözümlerken işi kolaylaştırmak için, bundan böyle her türden emek gücünün basit emek gücü cinsinden ifade edileceğini belirtir ve bize diyelim 1 ceketin neden 20 metre kumaş ettiğinin sırrını açıklar. Değer büyüklüklerindeki bu fark, 1 metre keten bezinin ceketin içerdiğinin yirmide biri kadar basit emek gücü içermesinden, bir başka deyişle ceketin üretimi sırasında 1 metre keten bezinin üretimine harcanan basit emek gücünün yirmi katı kadar basit emek gücü harcanmış olmasından ileri gelir. Üretilen bir ürün için harcanan emeğin, aynı anda bir yandan bir kullanım değeri yaratırken diğer yandan bir değişim değeri yaratmış olması şeklinde ikili bir niteliği vardır. Emeğin bu ikili karakteri nedeniyle, üretkenlikteki artış kullanım ve değişim değeri bakımından farklı sonuçlar doğurur. Diyelim eskiden 2x zamanda bir ceket üretilirken, üretkenlikteki artış sonucu şimdi 1x zamanda 1 ceket üretilirse bunun anlamı kullanım değerleri olarak maddi servetin artması demektir. Çünkü şimdi 2x zaman içinde toplum 1 değil 2 ceket sahibi olacaktır. Görüleceği üzere, kullanım değeri yaratan özelliğiyle emek (yararlı emek) kendi üretkenliğindeki artış ya da azalma ile doğru orantılıdır. Buna karşılık, aynı örneğe emeğin değişim değeri yaratması açısından baktığımızda durum değişir. Çünkü eskiden 2x zaman içinde üretilen bir ceketin değişim değeri şimdi 1x zaman üzerinden belirleneceğinden, demek ki üretkenlikteki artış neticesinde aynı ceketin değişim değeri yarıya düşmüş olacaktır. Fakat neticede eskisiyle aynı süre içinde şimdi daha fazla miktarda meta (1 yerine 2 ceket) üretilmektedir ve sermaye sahibini ilgilendiren asıl husus da zaten budur.

9 Ocak 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /2

kapitali-okumak-c1.png

3. Değer Biçimi veya Mübadele Değeri

Üretilen bir şey hem bir kullanım değerine hem de bir mübadele değerine (değişim değerine) sahip olduğu takdirde bir metadır. Kullanım değerleri olarak metalar, örneğin demir, buğday, kitap vb. gibi farklı özelliklere, biçimlere sahiptirler. Ancak değişim değerleri olarak hepsi para biçiminde ortak bir değere bürünürler. Marx tam burada okuyucunun dikkatini önemli bir noktaya çeker: “Şimdi, bugüne kadar burjuva iktisadı tarafından el sürülmeden bırakılmış bir işe girişeceğiz; yani, bu para biçiminin doğuşunu gösterecek ve dolayısıyla, metaların değer ilişkilerinin içerdiği değer ifadesinin gelişimini, en basit ve en fark edilmez biçiminden itibaren, göz alıcı para biçimine gelinceye kadar izleyeceğiz. Böylece, aynı zamanda, para bilmecesi de çözülecek.” Marx’ın takip eden satırları, meta mübadelesinde basit değer ilişkisinden başlar ve adım adım para biçiminin analizine uzanır. Kapital’deki bu açıklamalar, Marx’ın para bilmecesini nasıl çözdüğünü ortaya koymaktadır. Bunun anlaşılabilmesi için, Marx’ın açıklama sistematiğini bozmadan ve kullandığı kavramları atlamadan konuyu özetlemek isabetli olacaktır.

A. Basit, tek başına veya rastlantısal değer biçimi

Metalar arasındaki basit değer ilişkisi, herhangi bir metayla bir diğer meta arasındaki ilişkidir. Örneğin “x kadar A metası = y kadar B metası” şeklindeki değer ilişkisi bize bir metanın basit değer ifadesini verir. Bu basit değer ifadesini herhangi iki metayla somutlamak istersek, örneğin 1 ceket = 20 metre keten bezi diyebiliriz. Kuşkusuz bu eşitliği tersinden, yani 20 metre keten bezi = 1 ceket şeklinde de ifade edebiliriz. Burada Marx basit değer ilişkisini dile getiren eşitliği daha yakından inceler. 20 metre keten bezi = 1 ceket ilişkisinde keten bezi kendi değerini ceketle, yani bir başka metaya göre (göreli) ifade etmektedir. O nedenle eşitliğin sol tarafında yer alan göreli değer biçimi diye adlandırılır. Eşitliğin sağ tarafında yer alan ise eş değer biçimi diye nitelenir. Örneğimizi başka metalar üzerinden de versek, benzer tüm eşitliklerde sol taraf göreli değer biçimi, sağ taraf eş değer biçimi olarak adlandırılacaktır. Burada eşitliği sağlayan faktör, aslında her iki metanın da mübadele değeri büyüklüğünün eşit olmasıdır. Mübadele değerleri açısından metalar, fiziksel biçimlerinden ve onu yaratan emeğin özelliklerinden soyutlanmış ve böylece aynılaştırılmış insan emeğidir. Ceket ve keten bezi üzerinden ifade edecek olursak, söz konusu soyutlama terzilik emeğiyle dokumacılık emeğini her ikisinde de ortak olan soyut emeğe (ortalama insan emeği) indirger. Böylece her bir metanın ayrı ayrı değeri aynı ölçü birimiyle, her birinin üretimi için toplumsal açıdan gerekli emek-zamanla belirlenmiş olacaktır. Metaların değerleri bu emek-zamanla ifade edildiğine göre, göreli değeri ya da eş değeri temsil eden metanın üretimi için gereken emek-zaman şu ya da bu nedenle değiştiğinde, eşitlik denklemi de değişecektir. Marx bu problemi, “göreli değer biçiminin nicel bakımdan belirlenmesi” olarak adlandırır. Bu bağlamda, 20 metre keten bezi = 1 ceket denklemindeki farklı yönlü değişimlerin sonuçları gözden geçirilebilir. İhtimaller şunlardır: Ceketin değeri sabit kalırken keten bezinin değeri değişebilir; ceketin değeri değişirken keten bezinin değeri sabit kalabilir; ceket ile keten bezinin değeri aynı anda, aynı yönde ve aynı oranda değişebilir. Örneğin ceketin değer büyüklüğü sabit kalırken (diyelim 2x emek-zamanı), verimlilik düşüşü nedeniyle 20 metre keten bezi daha fazla emek-zamanda üretilirse (diyelim 3x emek-zamanı), haliyle eşitlik denklemi de buna göre değişecektir. Aynı akıl yürütme, keten bezinin değer büyüklüğünün sabit kalması durumunda ceketin değer büyüklüğünün değişmesi üzerinden de yapılabilir. Üçüncü şık olarak, şayet keten bezi ve ceketin üretimi için gereken emek-zaman miktarları aynı anda, aynı yönde ve aynı oranda değişirse eşitlik denklemi değişmeyecektir. Bu durumu genelleyerek ifade edecek olursak, bütün metaların değerleri aynı zamanda ve aynı oranlarda yükselir ya da düşerse bunların göreli değerleri değişmez. Şimdi de metaların eş değer biçimini daha yakından kavramak için tekrar örneğimize dönelim. Bir A metasının değerini bir B metasıyla ifade ettiğimizde, ikincisini sanki para gibi bir eş değer biçimine sokmuş oluruz. 20 metre keten bezi = 1 ceket eşitliğinde, ceket burada yalnızca keten bezinin mübadele değerini ifade eden bir kullanım nesnesidir. Marx, eş değer biçiminin tam gelişip tarihin ilerleyişi içinde nihayet para olarak boy göstermesine dek esrarlı bir niteliğe sahip olduğunu vurgular. Zaten bu yüzden kaba burjuva iktisatçıları bu konuda hep yanılmışlardır. Eş değer rolünü altın ve gümüş oynamaya başladığında ise, onlar mübadelenin sırrını yine çözememiş ve bu kez de sırrın değerli madenlerden kaynaklandığını düşünmüşlerdir. Eş değer biçiminin özelliği, Marx’ın açıkladığı üzere, çok uzun yıllar önce büyük araştırmacı ve düşünür Aristoteles (MÖ 384-322) tarafından dile getirilmiştir. Aristoteles’e göre, “5 yatak = 1 ev” ifadesiyle, “5 yatak = şu kadar para” ifadesinin içerik bakımından hiçbir farkı yoktur. “Eşitlik olmadan mübadele, ölçekdeşlik olmadan da eşitlik olamaz” diyen Aristoteles, metanın para biçiminin, yalnızca, basit değer biçiminin daha gelişmiş durumu olduğunu da açıkça belirtmiştir. Fakat o, bu noktadan öteye gidememiş ve eşitliği sağlayan ortak özün ortalama insan emeği olduğunu açıklayamamıştır. Marx bunun nesnel nedenini açıklar. Aristoteles’in yaşadığı dönem antik Yunan’ın köleci toplumudur ve o nedenle kuşkusuz ondan kapitalist toplumdaki genelleşmiş meta değişiminin sırrını çözmüş olması beklenemezdi. Değer ifadesinin sırrı, ancak meta biçiminin emek ürününün genel biçimi halini aldığı ve dolayısıyla insanlar arasındaki meta aracılıklı ilişkinin egemen toplumsal ilişki haline geldiği bir toplumda çözülebilmiştir. “Aristoteles’in dehası, metaların değer ifadesinde bir eşitlik ilişkisinin olduğunu görmesindedir. Yalnızca, içinde yaşadığı toplumun tarihsel sınırları, onun bu eşitlik ilişkisinin «gerçekte» nerede olduğunu bulmasına engel olmuştur”. Marx bu açıklamalardan sonra “bir bütün olarak basit değer biçimi” üzerinde durur. Hatırlanacağı üzere bir metanın basit değer biçimi, onunla bir başka meta arasındaki eş değer ilişkisinde ifadesini bulmaktadır. Buradan hareketle, tek bir metayla diğer tüm metalar arasındaki basit değer biçimlerinin bir dizisini oluşturabiliriz. Bu dizi temelinde meseleye bir bütün olarak bakıldığında, metaların karşılıklı ilişkide kendilerini iki farklı yönleriyle (biri mübadele değeri, diğeri kullanım değeri) ortaya koydukları anlaşılır. Aslında tüm farklı üretim tarzlarında emek ürünleri birer kullanım nesnesidirler, fakat yalnızca belirli bir tarihsel gelişim çağı emek ürünlerini metaya dönüştürmüştür. Bir emek ürününün metaya dönüşmesi, onun bir kullanım değerinin yanı sıra bir de mübadele değeri kazanması anlamına gelir. Buradan anlaşılacağı üzere, tarihsel akış içinde meta biçimin gelişmesi aslında mübadele değeri biçiminin gelişmesi demektir. Metanın basit değer biçimi, mübadelenin tarihî gelişimi içinde bir dizi dönüşümden sonra nihayet fiyat biçiminde olgunluğa erişmiştir.

B. Toplam veya genişlemiş değer biçimi

Basit değer biçimini, bir ve aynı metanın (örneğin keten bezi) diğer tüm metalar üzerinden (örneğin, ceket, çay, demir vb.) eş değerinin ifade edildiği bir dizi şeklinde de düşünebiliriz. Bu durumda bir metanın, örneğin keten bezinin değeri metalar dünyasının sayısız diğer unsuruyla ifade edilmektedir. Marx bunu ise genişlemiş göreli değer biçimi olarak adlandırır. Keten bezinin genişlemiş göreli değer biçiminin bize anlattığı önemli bir gerçeklik vardır. Demek ki, keten bezinin mübadele değerinin eş değeri olan şu ya da bu kullanım nesnesi üzerinden ifade edilmesinin, onun mübadele değerinin belirlenmesi açısından hiçbir önemi yoktur. Böylece mübadele değerini belirleyenin rastlantısal bir olgu olmadığı ortaya çıkar. O halde, eş değer denklemini kuran bir yasa (harcanan emek-zamanı yasası) vardır! Böylece, metanın değer büyüklüğünü şu ya da bu nesneyle mübadele edilmesinin belirlemediği, tam tersine metanın harcanan emek-zamanı yasasına göre verili değer büyüklüğünün onun mübadele ilişkilerini düzenlediği kavranabilir hale gelir. Hatırlarsak, keten bezinin genişlemiş göreli değer ifadesinde çeşitli metalar eş değer cismi olarak yer almaktadır. Bunlardan her birini ise özel eş değer biçimi olarak adlandırabiliriz. Marx, “genişlemiş göreli değer biçimi” denen şeyin de aslında yalnızca akıl yürütmenin bir parçası olduğunu ve dolayısıyla bütünsel gerçekliğe oranla kusurlu bulunacağını vurgular. Çünkü gerçek yaşamda yalnızca tek bir meta diğer metalar dünyasıyla karşı karşıya gelmemekte, tüm metalar zincirleme ilişkiler içinde birbirleriyle şu ya da bu şekilde ilişkiye girmektedirler. Burada önemli bir hususa dikkat çekelim. Şayet bu bölümdeki açıklamalara, Marx’ın burgu gibi derinlere inen analizini kavrama tutkusuyla yaklaşılmazsa, tüm bu soyutlamalar ve peş peşe gelen kavramlar kafa karıştırıcı bir yığın gibi görünebilir. Oysa işte bu soyutlamalar bizi adım adım bütünsel gerçekliğe ilerletmekte, kapitalist işleyişi kavramaya yaklaştırmaktadır.

C. Genel değer biçimi

Mübadele ilişkisinde para biçiminin açıklanmasına doğru ilerlerken, Marx şimdi tüm metaların değerinin tek bir metayla (örneğin keten beziyle) ifade edildiği bir durumu varsayar. Böylece metalar değerlerini hem basit biçimde hem de birlik halinde ifade etmektedirler. Bu şekilde ifade edilen değer biçimleri artık tüm metalar için ortak olduğundan genel değer biçimi olarak adlandırılır. Genel değer biçimi, metalar dünyasının toplumsal ifadesidir. Çünkü genel değer biçiminde tüm metalar kendi kullanım değerlerinden sıyrılmış ve tümü için ortak olan bir şeyle (örneğimizde keten bezi ) ifade edilmiştir. Örneğimizde keten bezi, geri kalan tüm metalar için genel eş değer olmuştur. Böylece metalar artık birbirleriyle bu genel eş değer üzerinden ilişkiye girmekte ve o sayede birbirlerinin karşısına eşit mübadele değerleri olarak çıkmaktadırlar. Eşitliği sağlayan unsur, aslında tümünün aynı miktarda harcanmış emek-zamanı içermesidir. İşte soyutlamalar neticesinde gelinen bu noktada, artık metaların değişimine egemen olan gerçekliğe yaklaşılacak ve genel bir eş değer olarak para biçimine geçiş kavranabilecektir. Tarihte para işlevini görecek özgül bir meta türünün (altın, gümüş gibi bir para-meta ) diğer tüm metalar için kesin olarak eş değer rolünü oynamaya başlamasıyla, genel eş değer biçiminden para biçimine geçiş gerçekleşmiştir.

D. Para biçimi

Mübadelede para biçimine geçişle birlikte, şimdi eşitlik denklemlerinde 20 metre keten bezi veya 1 ceketin karşısında, diyelim “x miktar altın” eş değer olarak yer alır. Altın (ya da gümüş vb.) şimdi tüm öteki metaların karşısına para-meta niteliğiyle eş değer olarak çıkar. Bu noktada Marx’ın Kapital’de yer alan satırlarına değinmeden önce, onun Katkı’da yer alan bir açıklamasını hatırlamak yararlı olacaktır. Doğrudan değiş-tokuşun (trampa), değişim sürecinin ilkel biçimi olduğunu belirtir Marx. O dönemlerin farklılığı, yalnızca bazı kullanım değerlerinin meta biçimine girmesidir. Üretilen bir kullanım değerinin meta olabilmesi için, onun üreticinin kendi tüketiminin emdiği miktarı aşmış olması gerekir. Fakat şurası önemli ki, üreticinin kendi tüketimi için fazla olan kullanım değeri bir başka üreticinin kullanım değeri fazlasıyla değişilse bile, bu ürünler daha baştan meta olarak üretilmemiştir. İşte o nedenle, bunlar henüz doğrudan kullanım değerleri sınırları içinde ancak trampa yoluyla metalaşmaktadırlar. Marx, değiş-tokuşun tarihte eski toplulukları dağıtıcı bir rol oynadığına değinir: “Metaların değişim süreci, ilkel toplumların bağrında değil, bu toplumların sona erdikleri yerde, sınırlarında, öteki toplumlarla temasa geçtikleri tek tük noktalarda belirir. Değiş-tokuşun başladığı yer orasıdır. Değiş-tokuşun topluluğun içine atlayarak, o toplumun üzerinde dağıtıcı etkide bulunduğu yer orasıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay, 2011, s.70-71) Mübadelenin başlangıçta aynı topluluğun insanları arasındaki ilişkilerden çok, ayrı ayrı toplulukların aralarındaki ilişkilerde görüldüğünü belirtir Marx. “Üstelik” der, “her yerde başlardan beri rol oynamasına karşın para, gene de, antikçağda yalnızca bazı tek-yanlı gelişmiş uluslarla, tüccar uluslarla sınırlı egemen öğedir. Antik dünyanın en gelişmiş kısımlarında, Yunanlılarda ve Romalılarda bile para, modern burjuva toplumun önkoşulu olan tam gelişmesine, ancak bu toplulukların dağılma dönemlerinde erişebilmiştir. Demek ki, tamamen basit olmakla birlikte bu kategori, tarihsel olarak, ancak toplumun en gelişmiş aşamalarında bütün gücüyle görülmektedir. Para hiç de bütün ekonomik ilişkilere nüfuz etmez. Örneğin Roma imparatorluğunda, bu imparatorluğun en yüksek gelişme noktasında, aynî vergi ve aynî yükümlülükler temel olarak kalmıştır. Para sistemi, ancak orduda tam olarak gelişmiştir.” (age, s.261) Paranın tarihini hatırlayacak olursak, Marx’ın aktardığı üzere, 5. yüzyıl ile 6. yüzyıl arasında yaşayan çeşitli Cermen ırklarının gelenek ve göreneklerine ilişkin kayıtlar, onların itibarî parasının gerçek maddesinin altın ya da gümüş olmayıp, öküz ve inek olduğunu ortaya koymaktadır. Modern zamanlara geldiğimizde ise, para olarak eski kullanım nesnelerinin yerini, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin aldığını görürüz. Örneğin paranın altına endekslendiği durumda, metaların değişim değerini artık eş değeri olan altın miktarıyla belirtiriz (örneğin 20 metre keten bezi = x miktar altın gibi). Böylece metanın değerini altın-para biçiminde ifade etmiş oluruz. Marx’ın Kapital’deki ifadesiyle, “eş değer biçiminin toplumsallık kazanmasına aracılık eden özgül meta türü, şimdi, para-meta haline gelmiş olur ya da para olarak işlev görür. Metalar dünyasında genel eş değer rolünü oynamak artık onun özgül toplumsal işlevi ve dolayısıyla toplumsal tekeli haline gelir.” Meta değişiminin gelişim tarihi içinde, altın, diğer metaların karşısına para olarak çıkmış ve giderek daha geniş çevrelerde eş değer olma işlevini üstlenmiştir. Altın bu işleviyle metalar dünyasında tekelini kurduğunda para-meta haline gelmiş ve tarih içinde işte ancak bu noktada genel değer biçimi para biçimine dönüşmüştür. Meta değişiminde paranın ortaya çıkışı ve işlevi açıklığa kavuşturulduktan sonra, buradan fiyat biçimi’ne geçişi kavramak ise son derece kolaydır. Çünkü bir metanın, diyelim altın cinsinden basit değer ifadesi aslında onun fiyat biçimidir. Bunu keten bezi üzerinden örnekleyecek olursak: “20 metre keten bezi = x miktar altın” ya da x miktar altının karşılığı diyelim 200 liraysa, “20 metre keten bezi = 200 lira”dır. Meta fetişizmine geçmeden önce, Kapital’de buraya kadar anlatılanları özetle vurgulayacak olursak, demek ki “basit değer biçimi” gerçekte “para biçimi”nin çekirdeğidir.

4. Metanın Fetiş Karakteri ve Bunun Sırrı

Meta analizinin metayı karmaşıkmış gibi göstermesine karşın, aslında meta ilk bakışta ve kolayca anlaşılabilecek bir şeydir. İnsan emeğinin ürünü ve insan ihtiyaçlarını karşılayan bir kullanım değeri olarak baktığımızda metada hiçbir esrarengiz taraf yoktur. Neticede insan, kendi üretim faaliyetiyle doğadaki maddeleri kendisi için yararlı olacak şekilde dönüştürmektedir. Örneğin bu şekilde ortaya çıkan bir tahta masa, bir kullanım nesnesi olarak sıradan bir şeydir. Fakat aynı tahta masa bir meta kisvesine bürünür bürünmez, artık o duyularla kavranamayan ve sırlarını çözmemiz gereken mistik bir karakter kazanır. Bunun sırrı, geçim araçlarının üretimi için harcanan emek-zamanın niteliğinde saklıdır. Mübadele değerini harcanan emekle açıklayan ilk kişi, Marx’ın deyişiyle “burjuva üretim ilişkilerinin etkenleriyle birlikte ithal edilip, hızla geliştikleri, tarihsel gelenek yoksunluğunu aşırı bir bolluğun dengelediği humuslu bir toprak”tan, Amerika’dan çıkan Benjamin Franklin’dir. Franklin 1719’da yazdığı ve 1721’de baskıya gönderdiği gençlik yapıtında, modern ekonomi politiğin temel yasasını formüle etmiştir. O, mübadele değerinin değerli madenlerle açıklanamayacağını, başka bir değer ölçüsü araştırmanın gerekli olduğunu ileri sürmüş ve bu ölçünün emek olduğunu belirtmiştir. Franklin “emekle, herhangi bir başka şeyin olduğu gibi, paranın değeri de ölçülebilir” demiştir. (Aktaran: Marx, Katkı, s.77) Fakat Franklin’in çözümlemesi eksiktir; ayrıca da Franklin’in mübadele değeri tahlili ekonomi politiğin yalnızca bazı özel noktalarını incelemekle sınırlı kalmış ve klasik ekonomi politiğin inşasına doğrudan bir etkide bulunamamıştır. Aslında geçim araçlarının üretimi için harcanan emek-zaman, farklı gelişme aşamalarında aynı derecede olmasa bile, her toplumda insanları ilgilendirmiştir. Konumuz açısından önemli olan husus ise şudur: İnsanlar herhangi bir biçimde birbirleri için çalışmaya başlar başlamaz, emekleri de toplumsal bir biçim kazanır. Meta biçiminin gizemlere bürünmesi de zaten bu toplumsal niteliğe bağlıdır. Çünkü meta ortaya çıktığında, insanlara kendi emeklerinin toplumsal niteliği artık kendilerinin dışında ve emek ürünlerinin ne hikmetse kendiliğinden sahip olduğu bir özellik olarak görünür. Dolayısıyla, üreticilerle toplam emek arasındaki toplumsal ilişki de sırlara bürünür ve sanki üretici insanlar arasında değil de üretilen şeyler arasında kurulan bir toplumsal ilişki gibi yansır. Oysa altını çizmek gerekir ki, üretilen şeyler arasındaki hayal ürünü ilişkilermiş biçimini alan, aslında bizzat insanların kendilerinin belirli toplumsal ilişkisinden başka bir şey değildir. Nasıl ki insan kafasının ürünleri din dünyasında insanın dışında uhrevi bir görünüm kazanıyorsa, aynı bilinç çarpılması insan elinin yarattığı metalar dünyasında da gerçekleşir. Marx, “emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum” der. Buraya kadarki analizlerin ortaya koyduğu gibi, metalar dünyasının bu fetiş karakteri, meta üreten emeğin kendine özgü toplumsal karakterinden kaynaklanır. Kullanım nesneleri, birbirlerinden bağımsız olarak harcanan kişisel emeklerin ürünleridir. Metalar böyle üretilir ama bu kişisel emeklerin bütünü de toplam toplumsal emek’i oluşturur. Meta üretiminin egemen olduğu bir yerde, üreticiler arasındaki toplumsal ilişki de ancak bu toplumsal emeğin ürünlerinin mübadelesi yoluyla kurulur. Bu yüzden, üretici bireyler arasındaki ilişkiler onlara, doğrudan insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler olarak değil de paraya bağlı maddi ilişkiler, bir başka deyişle metalar arasındaki toplumsal ilişkiler olarak görünür. Gözden kaçırmamak gerekir, meta üretiminde her bir üreticinin kendi emeği, ancak toplam toplumsal emeğin bir unsuru olarak ve yalnızca mübadele ilişkileri temelinde kendini ortaya koyar. İşte bundan dolayı, üreticiler kendi emek ürünlerinin toplumsal ilişkilerine yabancılaşırlar. Üretilen şeyler daha baştan mübadele için üretildiğinde, emek ürünlerinin karakterindeki kullanım değeri ve mübadele değeri şeklindeki bölünme (adeta bir kişilik parçalanması!) genelleşir. Marx, bu andan itibaren üreticilerin kişisel emeklerinin de iki yönlü bir toplumsal karakter kazandığına dikkat çeker. Üretici bir yandan toplumsal işbölümü sisteminin bir unsuru olarak belirli bir yararlı kişisel emek harcamaktadır, diğer yandan her bir yararlı kişisel emek bir diğer tür yararlı emekle mübadele edilmektedir. İşte ortalama toplumsal emek soyutlaması da tam bu noktada, farklı emeklerin gerçekte sahip oldukları eşitsiz özelliklerinden (çalışkan-tembel, güçlü-güçsüz, vasıflı-vasıfsız gibi özelliklerinden) soyutlanarak ortak bir niteliğe indirgenmesiyle gerçekleştirilir. Böylece mübadelenin ve mübadele değerinin sırrını kavramayı mümkün kılacak şekilde, emek ürünlerinin hepsinde ortak olan değer ölçütü elde edilmiş olur. Üreticiler farklı türden ürünlerini mübadele sırasında birbiriyle eşitlerken, aslında kendi farklı emeklerini de eşitlemiş olurlar. Fakat kuşkusuz, bu onların bilmeden yaptıkları bir şeydir ve ancak onların bilmeden yaptıklarının bilimsel analizi sayesinde bu gerçeklik ortaya çıkartılabilmiştir. Demek ki mübadele değerinin sırrı, metaya bakanın dıştan hemen kolaylıkla çözebileceği türden değildir. Marx, “aksine, değer her emek ürününü toplumsal bir hiyeroglife çevirir. İnsanlar, sonradan, kendi toplumsal ürünlerinin gerisinde yatan sırra ulaşmak için, hiyeroglifin anlamını çözmeye çalışır” der. “Çünkü kullanım nesnelerinin değerler olarak belirlenmeleri, insanların dilleri kadar toplumsal bir üründür.” Fakat ancak kapitalizmin gelişimine bağlı olarak çok sonraları gerçekleşen bilimsel iktisadi keşif, mübadele değerleri olarak emek ürünlerinin, kendilerinin üretimi için harcanan insan emeğinin nesnel ifadeleri olduğunu ortaya koyabilmiştir. Kuşkusuz burada kastedilen, yalnızca göze görünen son üretim safhasında harcanan insan emeği değil, ürünün baştan sona emdiği ortalama toplumsal emektir. Bilimsel iktisadi keşifler, teoride mübadele dünyasının sırlarını aydınlatmıştır. Ne var ki, ürünleri mübadele eden insanların pratikte en çok ilgilendikleri husus, kuşkusuz, kendi ürünleri için ne kadar yabancı ürün elde edecekleridir. Bunun anlamı, ürünlerin hangi oranlarda birbiriyle mübadele edileceğidir. İşte Marx’ın mübadele değerine ilişkin analizleri bu sorunun yanıtını ortaya koyar. Fakat dikkat edilsin, bu yanıt zaten tarih içinde çoktan o şekilde gerçekleşmiş olan mübadele oranlarının iç sırlarının çözümü anlamına gelir. Yoksa birileri oturup bazı bilimsel hesaplamalarla mübadele oranlarını belirlemiş değildir! Kısacası, metaların birbirleriyle hangi oranlarda değişileceği, mübadelenin gelişimi içinde oluşan ve artık neden öyle olduğu sorgulanmadan kabul gören bir karaktere sahiptir. O nedenle Marx, “Bu oranlar, alışkanlık yoluyla belli bir kararlılık düzeyine ulaşır ulaşmaz, emek ürünlerinin doğasından kaynaklanıyormuş gibi görünür” der. Metalar birbirlerinin karşısına belirli değer büyüklükleri olarak çıkarlar. Bu mübadele değerleri, mübadelede bulunanların iradelerinden, ön bilgilerinden ve eylemlerinden bağımsız olarak, değerleri belirleyen koşullardaki değişmeler nedeniyle sürekli değişir. Kişisel emekler birbirlerinden bağımsız harcanıyormuş gibi görünse de, aslında toplumsal işbölümünün unsurları olarak her açıdan birbirlerine bağımlıdırlar. O nedenle ürünler için harcanan emeğin ölçüsü de, bu karmaşık toplumsal nitelikçe belirlenen toplumsal oranlara tabidir. Ancak, bu önemli hususun bilimsel olarak kavranabilmesi için meta üretiminin tam olarak gelişmiş olması gerekir. Marx, konunun yanlış anlaşılmaması için burada son derece önemli bir noktaya işaret eder. Metanın değer büyüklüğünün emek-zamanla belirlendiğinin keşfi bir sırrın çözümüdür ama tarihte bundan önce metalar zaten belirli oranlara göre değişilegelmiştir. Sırrın çözümü mübadeleye bir yasa koymamış, yalnızca derinde saklı yasayı ortaya çıkarmış ve mübadele değeri büyüklüklerinin sanki rastlantısal olarak belirlendiği görüntüsüne son vermiştir. Marx şöyle der: “İnsan yaşamının biçimleri hakkındaki düşünceler ve dolayısıyla bunların bilimsel analizi, genel olarak, gerçek gelişmenin tersi bir yol izler. Analize, post festum (iş olup bittikten sonra) ve dolayısıyla gelişim sürecinin tamamlanmış sonuçlarıyla başlanır.” İşte bu nedenle, burjuva iktisadı da değer büyüklüğünün nasıl belirlendiğini anlamak için, zaten çoktan olup bitmiş bir noktadan hareket etmiş ve aslında onca zaman onca tarihsel hareketin sonucu olarak ortaya çıkmış bulunan meta fiyatlarıyla işe başlamıştır. Keza, metaların değer olma niteliklerinin saptanması için yalnızca metaların ortak para ifadelerine başvurmuştur. Zaten derinlerde yatan gerçekleri gizleyen de, işte bu “zaten olup bitmiş gerçekler” bağlamında metalar dünyasının çoktan tamamlanıp ortaya çıkmış olan para biçimidir. Metalar dünyasına dair mistisizm kuşkusuz kapitalist üretim tarzının ürünüdür. Marx, diğer üretim biçimlerini ele aldığımızda bu tür büyülerin ortadan kalkacağına işaret eder ve bunu örneklemek için “karanlık Avrupa Orta Çağına geçelim” der. “Burada bağımsız adam göremeyiz; herkes bağımlıdır: serfler ve toprak beyleri, vasallar ve metbular, ruhban sınıfından olmayanlar ve papazlar. Kişisel bağımlılık, burada, kendi üzerinde yükselen yaşam alanları kadar, maddi üretimin toplumsal ilişkilerini de karakterize eder. Ancak, kişisel bağımlılık ilişkileri toplumun veri olan temelini oluşturduğundan, emeklerin ve ürünlerin kendi gerçekliklerinden farklı hayal ürünü bir kisveye bürünmelerine gerek olmaz. Bunlar toplumsal işleyişe aynî hizmetler ve aynî ödemeler olarak katılır. Burada emeğin dolaysız toplumsal biçimi, meta üretimi temelinde olduğu gibi emeğin evrenselliği değil, doğal biçimidir. Angarya da meta üreten emek gibi zamanla ölçülür; ama her serf bilir ki, efendisinin hizmetinde harcadığı emek gücü, kendi kişisel emek gücünün belli bir miktarıdır. Rahibe verilen öşür, onun takdisinden çok daha açık bir şeydir. Dolayısıyla, insanların burada birbirleri karşısında büründükleri farklı roller ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, emek harcayan kişilerin toplumsal ilişkileri, her durumda, kendi kişisel ilişkileri olarak görünmekte ve şeylerin, yani emek ürünlerinin toplumsal ilişkileri kılığına bürünmemektedir.” Emek ürünlerinin meta kılığına bürünmediği ve emeğin dolaysız olarak toplumsallaştığı, yani ortaklaşmacılığın hüküm sürdüğü bir durumu anlamak önemlidir. Bunun için uygar halkların tarihlerinin başlangıcına kadar gerilere gitmeye gerek olmadığını belirtir Marx. (Kapital’in birinci cildinin 2. basımına Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’dan şu dipnot eklenmiştir: “Son zamanlarda, ilkel ortak mülkiyet biçiminin özgül olarak Slavlara, hatta sırf Ruslara özgü bir şey olduğu yolunda, gülünç bir ön yargı yayılmış bulunuyor. Bu, Romalılar, Cermenler, Keltler arasında mevcut olduğunu gösterebileceğimiz, fakat, kısmen kalıntı halinde de olsa, bugün çok çeşitli örnekleriyle Hintliler arasında hâlâ görülegelen ilk biçimidir. Asya’da, özellikle de Hintliler arasında, görülen ortak mülkiyet biçimleri üzerinde yapılacak daha tam bir araştırma, ilkel ortak mülkiyetin değişik biçimlerinden bunun çeşitli yok oluş biçimlerinin nasıl çıktığını ortaya koyacaktır. Böylece, örneğin, Roma ve Cermenlerdeki özel mülkiyetin çeşitli ilk tipleri, Hindistan’daki ortak mülkiyetin çeşitli biçimlerinden çıkarılabilir.” (Karl Marx, “Zur Kritik etc.”, s. 10.) Zira kendi ihtiyacı için tahıl, hayvan, iplik, keten bezi vb. üreten bir köylü ailesinin ataerkil tarım sanayisi hemen elimizin altında bulunan bir örnektir. Bu köylü ailesinde üretilen farklı şeyler ailenin karşısına aile emeğinin farklı ürünleri olarak çıkar; fakat birbirlerinin karşısında metalar olarak yer almazlar. Bu ürünleri üreten farklı emekler (çiftçilik, hayvancılık, iplikçilik, dokumacılık, terzilik gibi) kendi doğal biçimleriyle toplumsal işlevlerdir ve ailenin işlevleri kendiliğinden gelişen kendi işbölümüne sahiptir. “Emeğin aile içindeki dağılımını ve aile üyelerinin her birinin çalışma sürelerini, emeğin mevsimsel olarak değişen doğal koşullarının yanı sıra cinsiyet ve yaş farkları düzenler. Bireysel emek güçleri burada zaten ailenin ortak emek gücünün organlarından başka bir şey olmadıkları için, bireysel emek güçlerinin zaman süresi ile ölçülen harcanma miktarları da, kendiliğinden, emekleri toplumsal olarak belirleyen unsurlar olarak görünür.” Şimdi de Marx’ın işaret ettiği üzere, ıssız bir adada tek başına yaşayan Robinson öyküsünü hatırlayabiliriz. Robinson’un bütün ürünleri sırf kendisinin kişisel ürünleridir ve bunlar onun için dolaysız kullanım nesneleridir. Fakat neticede bu bir kurmacadır, hayatın gerçeğinde ise tek başına yaşamını sürdüren insan değil topluluk vardır. Bir topluluğun toplam ürünü toplumsal bir üründür ve bu toplumsal ürünün yeniden üretim aracı olarak iş görecek kısmı toplumsal olarak ayrılır. Diğer kısmı ise topluluğun üyeleri tarafından geçim araçları olarak tüketilir ve bu nedenle bu kısmın onlar arasında paylaştırılması gerekir. İşte “bu paylaşımın türü, toplumsal üretim organizmasının özel türüyle ve üreticilerin buna karşılık gelen tarihsel gelişme dereceleri ile birlikte değişecektir”. Özetle vurgulamak gerekirse, verili üretim ilişkileri o toplumdaki bölüşüm ilişkilerini de belirleyecektir. Marx, meta üreticilerinden oluşan bir toplum için en uygun din biçiminin Hıristiyanlık ve özellikle de onun burjuva gelişiminin ürünleri olan Protestanlık, deizm (vahiy esasına dayalı tüm dinleri reddeden tek tanrı inancı) vb. olduğunu vurgular. Marx’ın burada, Eski Asya, Antik vb. üretim tarzlarına ilişkin verdiği bilgi çok önemlidir. “Eski Asya, Antik vb. üretim tarzlarında, ürünün metaya dönüşmesi ve dolayısıyla insanın meta üreticisi olarak varlığı, ikincil bir role sahiptir; bununla beraber, toplulukların çöküş aşamasına girmeleri ölçüsünde, bu rolün önemi de artar. Gerçek tüccar halklar, Epikür’ün tanrıları ya da Polonya toplumunun gözeneklerinde yerleşmiş Yahudiler gibi, ancak eski dünyanın çatlaklıklarında yaşardı. Bu eski üretim organizmaları burjuva üretim organizmasından çok daha basit ve saydamdır. Ne var ki, bunlar, ya diğer insanlarla arasındaki doğal soydaşlık ilişkisinin yarattığı göbek bağını henüz koparmamış olan bireysel insanın olgunlaşmamışlığına, ya da dolaysız efendilik ve kölelik ilişkilerine yaslanır. Bunların varlık koşulları, emeğin üretkenliğinin düşük gelişme düzeyi ve insanların maddi yaşam süreçlerindeki ve dolayısıyla birbirleriyle ve doğayla ilişkilerinin bu gelişme düzeyine uygun gelen darlığıdır. Bu gerçek darlığın tinsel yansıması eski doğa ve halk dinleridir.” Marx, gerçek dünyanın dinsel yansımasının ancak maddi koşullardaki değişimle ortadan kalkabileceğini belirtir. Gündelik yaşamdaki pratik ilişkilerde gerçekleşen değişim, insanlara kendi aralarında ve kendileriyle doğa arasında gözle görülür akla uygun ilişkiler sunmaya başladığında bu gerçekleşecektir. “Toplumsal yaşam süreci, yani maddi üretim süreci, üzerindeki mistik sis örtüsünden, ancak, özgürce bir araya gelmiş insanların ürünü olarak, onların bilinçli planlı denetimleri altına girdiğinde sıyrılabilir. Ama bu da, toplumun maddi bir temelini ya da kendileri de yine uzun ve ıstıraplı bir gelişim tarihinin kendiliğinden ortaya çıkan ürünleri olan bir dizi maddi varlık koşulunu gerektirir.” Klasik ekonomi politik, değeri ve değer büyüklüğünü eksikli şekilde de olsa analiz etmiş ve bu biçimlerde saklı bulunan içeriğe işaret etmiştir. Fakat bu içeriğin niye o biçimi aldığını, emeğin zaman cinsinden ölçüsünün kendisini neden emek ürününün değer büyüklüğü olarak ortaya koyduğunu açıklayamamıştır. Marx burjuva iktisadının yanlışlarını ve eksiklerini gözden geçirirken, söz etmeye bile değmeyen bayağı iktisadı zaten bir yana bırakmıştır. Yalnızca W. Petty, A. Smith, D. Ricardo gibi önemli örneklerde somutlanan ve burjuva üretim ilişkilerinin iç bağlantılarını araştıran klasik ekonomi politiği dikkate almıştır. Örneğin klasik ekonomi politiğe son biçimini veren ünlü İngiliz iktisatçısı David Ricardo, değerin emek-zaman tarafından belirlendiğini, eksiklerine rağmen en açık biçimde ortaya koyan ve geliştiren iktisatçıdır. O nedenle, kendisinden sonra gelen burjuva iktisatçılar da eleştiri oklarını zaten ona yöneltmişlerdir. Ricardo benzeri örnekler dışında genelde burjuva iktisadı, değer biçimini, hiç önemi olmayan ve metanın doğasına yabancı bir şey gibi ele alır. Bunun nedeni derinlerde yatmaktadır. Çünkü burjuva iktisadı, kapitalist üretim tarzına üretimin ebediyen varlığını sürdürecek nihai biçimi gözüyle bakar. O nedenle de değer biçiminin, para biçiminin ve sermaye biçiminin özgül yanlarını kaçınılmaz olarak gözden kaçırır. İşte bu sebeple, değer büyüklüğünün emek-zamanla ölçüleceğini benimseyen iktisatçılar arasında bile, para hakkında karmakarışık ve çelişmeli düşüncelere rastlanır. Marx’ın çözümlemesi, modern kapitalist yaşamdaki egemen ve karakteristik biçimiyle olmasa bile, metanın tarihin daha erken zamanlarında ortaya çıktığını ortaya koymuştur. Fakat kuşkusuz meta biçimi yalnızca burjuva üretimin en genel ve en gelişmiş biçimidir. O nedenle, metanın kapitalizmdeki egemen konumunu kavramak burjuva iktisadı için nispeten kolay olmuştur. Para sistemi söz konusu olduğunda ise burjuva iktisatçıların yanılsamaları çeşitlidir. Örneğin para sisteminde para olarak işlev gören altın ve gümüşe, sanki mübadeleyi sağlamak için kendinde birtakım doğal özellikler saklayan şeyler gözüyle bakılmıştır. Marx burjuva iktisadın saçma yaklaşımlarını sergilemek üzere, eski Yunanlıların ve Romalıların yalnızca yağmacılıkla yaşadıklarını düşünen Fransız Frederic Bastiat’ı (1801-1850) örnek verir. Kapital’deki dipnotunda Marx, “yüzyıllarca yağmayla yaşanması için, ortada sürekli olarak talan edilecek bir şeyin olması ya da yağma konusu olan şeyin aralıksız olarak yeniden üretilmesi gerekir” der. Şöyle devam eder: “Bundan dolayı, buradan Yunanlılar ve Romalıların da bir üretim süreçlerinin, yani, tıpkı burjuva ekonomisinin bugünkü dünyanın temeli olması gibi, o zamanki dünyanın maddi temeli olan bir ekonomilerinin olduğu anlaşılır. Yoksa Bastiat, köle emeğine dayanan bir üretim tarzının bir yağma sistemine dayandığını mı söylemek istiyor? Böyleyse, tehlikeli bir noktada duruyor demektir. Aristoteles gibi dev bir düşünür köle emeğini değerlendirirken yanıldıysa, Bastiat gibi cüce bir iktisatçı ücretli emeği değerlendirirken niçin doğru düşünüyor olsun?” Marx, maddi yaşamın üretim tarzının toplumsal, siyasal ve düşünsel yaşam sürecini genel olarak belirlediğini ortaya koymuştur. Onun bu görüşünü eleştiren bir Alman-Amerikan gazetesi, Marx’ın bu söylediklerinin kapitalist dünya için doğru olduğunu, ama Katolikliğin güçlü olduğu Atina ve Roma’da doğru olamayacağını iddia etmiştir. Marx buna bir yanıt vererek bu dayanaksız eleştiriyi çürütür: “Şu kadarı apaçıktır: Ne Orta Çağ Katoliklikle, ne de antik dünya politikayla karnını doyurabilirdi. Tersine, birinde politikanın, diğerinde Katolikliğin başrolleri oynamasını, o toplumların kendi geçimlerini sağlama tarzları açıklar. Bunun dışında, örneğin, onun gizli tarihini toprak mülkiyeti tarihinin meydana getirdiğini bilmek için, Roma Cumhuriyeti tarihi ile bir parça tanışıklık yeter. Diğer yandan, maceracı şövalyeliğin toplumun bütün iktisadi biçimleri ile bağdaşabileceğini sanmakla yaptığı hatanın cezasını Don Kişot çoktan çekmiş bulunuyor.”

3 Şubat 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /3

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm 2: Mübadele Süreci

Meta ilişkisi yalnızca mübadeleye konu olan ürünler arasında kurulan bir ilişki değildir. Metalar kendi başlarına piyasaya gidemeyeceklerine göre, bunların ellerinden tutup mübadeleyi gerçekleştiren meta sahiplerini de tanımak gerekir. Metaları ellerinin altında bulundurup dolaşıma sokanlar, birbirlerinin karşısına alım ve satım işlemi yapmak isteyen kişiler olarak çıkarlar. Her bir meta sahibi, ancak her iki tarafın (alıcının ve satıcının) katıldığı bir irade beyanıyla kendi metasını elden çıkarır ve yabancı bir metanın sahipliğini elde eder. Sözleşme sistemi o ülkenin hukuk sistemi içinde gelişmiş olsun ya da olmasın, alım-satım işlemi aslında sözleşme biçiminde hukuki bir ilişkidir, bir irade beyanıdır. Bu hukuksal veya iradî ilişkinin içeriğini belirleyen ise, bizzat iktisadi ilişkinin kendisidir. Kişiler burada birbirleri için, ancak metaların temsilcileri ve dolayısıyla meta sahipleri olarak mevcutturlar. Metanın karakterini tasvir ederken Marx güzel bir benzetmeden yola çıkar. Metanın “doğuştan bir eşitlikçi ve sinik olarak”, en nahoşu bile olsa her metayla yalnızca ruhunu değil, her an bedenini de değişmeye hazır olduğunu vurgular. Bir ürün, sahibi için doğrudan bir kullanım değeri ifade etmiyorsa meta niteliği kazanabilir ve ancak o takdirde ona kullanım değeri olarak ihtiyaç duyan bir başka ele geçer. Meta sahibi her zaman kendi metasını, kullanım değeri kendisini tatmin edecek bir diğer meta ile değiştirmek ister. İşte metaların bu değişim ihtiyacı, çeşitli ürünleri birbirlerinin karşısına mübadele değerleri olarak çıkartmaktadır. Meta sahibi açısından bakıldığında, mübadele onun için kişisel ihtiyacını giderecek bireysel bir süreçtir. Fakat bir metanın aynı değerdeki bir başka metaya çevrilerek gerçekleştirilmesi ise genel bir toplumsal süreçtir. Meta değişimi sürecinin bir yönüyle bireysel ve diğer yönüyle toplumsal bir nitelik taşıması aslında bir çelişkidir. İşte bu çelişkiyi çözen, belirli bir metanın o toplumda genel eş değer kabul edilmesi olmuştur. Meta sahiplerinin metalarını birbirlerinin karşısına mübadele değerleri olarak çıkartabilmeleri, genel eş değer kabul edilen belirli bir metayla karşılaştırmaları sayesinde mümkün hale gelmiştir. Mübadelenin tarih içinde kazandığı genişlik ve derinlik, metanın içinde saklı bulunan kullanım değeri-değişim değeri çelişkisini geliştirmiştir. Bu çelişkinin bindirdiği basınç, tarihsel süreçte sonunda özel bir metanın paraya dönüşümüne dek ortadan kalkmamıştır. Bir kullanım nesnesine mübadele değeri olma ihtimalini kazandıran özellik, sahibinin dolaysız ihtiyaçları açısından fazla olması ve o nedenle değişim amacıyla elden çıkartılmasıdır. Bu elden çıkarmanın karşılıklı olması şarttır ve bunun için gerekli olan tek şey, insanların birbirlerinin karşısına metaların özel sahipleri ve birbirlerinden bağımsız kişiler olarak çıkmalarıdır. Marx’ın belirttiği gibi, ne var ki böyle bir karşılıklı yabancılık ilişkisi, ataerkil aile biçiminde olsun, eski Hint topluluğu biçiminde olsun, İnka devleti biçiminde olsun, ilkel bir topluluğun üyeleri için söz konusu olamaz. Meta mübadelesi ancak, toplulukların yabancı topluluklarla ya da yabancı toplulukların üyeleriyle temas kurduğu noktalarda başlar. Ama nesneler bir kere topluluğun dışında meta haline gelince, gerisin geriye topluluğun kendi içinde de meta haline gelir. Birbiriyle değişilen ürünlerin mübadele oranları başlangıçta tümüyle rastlantısaldır. Ama giderek mübadelenin sürekli tekrarı, onu düzenli bir toplumsal sürece dönüştürür. Zamanla, en azından emek ürünlerinin bir bölümünün daha baştan mübadele amacıyla üretilmeleri zorunlu hale gelir. Bu andan itibaren kullanım değerleri mübadele değerlerinden ayrılır ve üretilen bir şeyin mübadele değeri, artık onun kullanım değeri açısından ne ifade ettiğine göre değil mübadele sürecine göre belirlenir. Böylece zamanla, daha baştan meta olarak üretilmiş ürünlerin birbirleriyle mübadele oranları bizzat üretimlerine bağımlı hale gelir. Zaman içinde belirli ürünlerin hep belirli oranlarla değişilmesinin tekrarlanması sayesinde oluşan alışkanlık, bunları değer büyüklükleri olarak sabitler. Nihayet meta mübadelesinin gelişmesiyle birlikte, genel eş değer biçimi yalnızca belirli meta türlerine sabitlenir ya da para biçiminde kristalleşir. Para biçiminin hangi meta türüne yapışıp kalacağı başlangıçta rastlantısaldır. Para biçimi önceleri, ya topluluğun dışındaki bazı en önemli yabancı mallara, ya da içerideki elden çıkarılabilir mülkiyet unsurlarının en önemlisi olan kullanım nesnesine, örneğin hayvanlara bağlanır. “Bütün varlıkları taşınabilir ve bu nedenle dolaysız olarak elden çıkarılabilir biçimde olduğundan ve yaşayış biçimleri kendilerini durmadan yabancı topluluklarla temasa geçirerek ürün mübadelesini teşvik ettiğinden, para biçimini ilk geliştirenler göçebe kavimler olmuştur. İnsanlar, pek çok örnekte, insanları köleler olarak ilk para malzemesi yapmış, ama toprağı hiçbir zaman para malzemesi yapmamışlardır. Böyle bir fikir ancak artık gelişmiş bulunan burjuva toplumunda ortaya çıkabilmiştir. İlk kendini gösterişi 17. yüzyılın son üçte birinde olmuş, ulusal ölçekte uygulanması ise ancak bir yüzyıl sonra, Fransız burjuva devriminde denenmiştir.” Meta mübadelesinin ve dolayısıyla meta değerinin yerel sınırlar dışına taşarak genişlemesi ölçüsünde, para biçimi de doğal özellikleriyle genel eş değer işlevine en uygun metalara, yani değerli madenlere bağlanmıştır. Paranın daha sonra değinileceği üzere çeşitli işlevleri vardır, burada üzerinde durulan işlevi yalnızca meta değerinin görünüm biçimi (değer biçimi) olmasıdır. Bu işleviyle para, metaların değer büyüklüklerinin kendilerini toplumsal olarak ifade etmelerini sağlayan malzemedir. Metaların değer büyüklükleri arasında nicel farklar olduğundan, paranın bu işlevini yerine getirebilmesi için, nicel farklılıklara uygun şekilde parçalanabilir ve parçalarından yeniden bütünlenebilir olması gerekir. İşte altın ve gümüş bu özelliklere doğal olarak sahiptir. Altın ya da gümüş gibi değerli bir maden para-meta olduğunda, onun kullanım değeri iki yönlü hale gelir. Birincisi, örneğin dişçilikte ya da lüks eşya olarak özel bir kullanım değerine sahiptir. İkincisi, altın-para meta olarak kabul edildiğinde, genel eş değer olarak toplumsal işlevinden kaynaklanan formel (biçimsel, resmi) bir kullanım değeri kazanır. Şurası önemli ki, mübadele sürecinin paraya dönüştürdüğü metaya (örneğin altına) kazandırdığı şey altının değeri değildir, ona para-meta rolünün yüklenmesi şeklindeki özgül değer biçimidir. İşte bu önemli hususun kavranmaması, altının ve gümüşün değerinin yalnızca bir hayal ürünü olduğu yanılsamasına yol açmıştır. Ayrıca paranın bazı işlevleri söz konusu olduğunda, altın ya da gümüş paranın kendisi yerine sadece simgesini kullanmak mümkündür ve bu da paranın yalnızca bir simgeden ibaret olduğu şeklindeki bir başka yanılgıyı doğurmuştur. Marx, paranın yalnızca bir simge olduğu fikrinin, tarihte iktisatçılardan çok önce hukukçular tarafından gündeme getirilmiş olduğuna değinir. Kıymetli metallerin değerinin yalnızca hayalî olduğu fikri, vaktiyle Avrupa’da bazı hukukçular tarafından yayılmıştır. Onlar bunu krallara dalkavukluk hizmeti olarak yapmışlardır. Bütün Orta Çağ boyunca krallıkların paranın ayarını bozma haklarını, Roma İmparatorluğu’nun geleneklerine dayanarak desteklemişlerdir. Para-metanın niteliğini doğru kavrayabilmek bakımından bir hususun iyice anlaşılması çok önemlidir. Altın veya gümüş paranın maddesini oluşturan kıymetli maden de (altın ve gümüş) mübadeleye konu olduğunda metadır ve diğer her meta gibi kendine ait bir değişim değeri vardır. Bu kıymetli madenlerin de meta olarak değişim değeri, tıpkı diğer metalar gibi, her birinin üretimi için gereken emek-zamanla belirlenir. Altının diğer metalarla hangi orana göre değişileceği (yani göreli değer büyüklüğü), demek ki daha piyasaya çıkmadan önce üretim sürecinde (yani maden kaynağını bulma ve madeni çıkarma işlemi) belirlenmiş olur. O nedenle, altın (ya da gümüş, vb.) para olarak dolaşıma girdiği anda onun mübadele değeri zaten içerdiği emek-zamana göre önceden bellidir. Altın ya da gümüş paranın bu şekilde bir sır olmaktan çıkartılan ve açıklığa kavuşturulan niteliğine rağmen, bu konuda yanılsamalar dünden bugüne varlığını sürdürmüştür. Bunun nedeni, metaların mübadele değerlerinin ve onların karşılığında yer alan para biçiminin tarihsel bir süreç içinde nasıl oluştuğunun kavranmamasıdır. Yanılsamalara kapılanlar meseleye hep tersten bakarlar. Kıymetli bir maden olan altının, sanki resmi otoriteler tarafından para olarak kabul edildiği için diğer metaların değeriyle eşleşebilen bir değişim değeri kazandığını düşünürler. Oysa işin gerçeğinde tarihsel süreç hükmünü icra etmiştir ve sonuçta metalar kendi değer biçimlerini temsil etmek üzere, altın ya da gümüş gibi para yerine geçen bir genel eşdeğeri yanı başlarında hazır olarak bulmuşlardır.

Bölüm 3: Para veya Meta Dolaşımı

1. Değerlerin Ölçüsü

Marx ele alınan konuların anlatımını kolaylaştırmak açısından, bu eser boyunca altını para-meta olarak varsayacağını belirtir. Altının ilk görevi, metaların değerini nitelikçe aynı ve nicelikçe aynı adlı karşılaştırılabilir büyüklükler olarak temsil etmektir. Daha önce de belirtildiği üzere, metaların böyle ortak bir ölçüye sahip olmaları, paranın yarattığı ve onlara kazandırdığı bir sihir değildir. Tersine, bütün metalar mübadele değeri olarak nesnelleşmiş insan emeğidir ve dolayısıyla da ortak bir ölçüyle ölçülebilirler. Bu yüzden de, zamanla kendi değerlerini hep birlikte ortak bir değer ölçüsüne yani paraya dönüştürülebilmişlerdir. Şurası çok önemli ki, değer ölçüsü olarak para, metalarda içkin değerin (yani harcanmış emek-zamanın) ifadesi, onun dışsal görünüş biçimidir. Paranın metada içkin emek-zamanın ifadesi olması hususunun doğru anlaşılmaması, yanlış teorilerin icadına neden olmuştur. Örneğin vaktiyle İngiliz Robert Owen (1771-1858) gibi bazı ütopik sosyalistler, doğrudan doğruya emek-zamanı temsil edecek emek-para şeklinde kuponlar tasarlamışlardır. Kapitalist ekonominin kendine özgü yasaları olmasaydı ilk bakışta mantıklı görünebilecek olan bu hayalin mantıksızlığını Marx açıklar. Kapital’de bu noktada yer alan dipnotunda, örneğin bir kâğıt paranın neden doğrudan doğruya “x kadar çalışma saatini” temsil etmediği sorusunun yanıtını verir. Bu sorunun yanıtı, kapitalizmde emek ürünlerinin neden doğrudan kullanım değeri olarak değil de meta olarak ortaya çıkmak zorunda olduğu noktasında saklıdır. Kapitalizmin işleyişi, üretilen ürünlerin meta ve para-meta olarak ikiye ayrılmalarını gerektirir. Owen’ın yanılgısı, kapitalizm altında yaşanmasına rağmen emeğin doğrudan doğruya toplumsallaşmış olduğunu varsaymasıdır. Oysa emeğin doğrudan doğruya toplumsallaşması ancak meta üretimine tam karşıt bir üretim biçiminde mümkün olabilir. Dolayısıyla, Owen düşüncesini iyi niyetlerle ileri sürmüş olsa bile bir ütopiktir ve neticede Owen’ın “emek-para” tasarımı, bir tiyatro bileti ne kadar para ise o kadar paradır. Paranın altın para olduğu dönemde bir metanın değerinin altın olarak ifadesi onun para biçimi ya da fiyatıdır. Artık, “1 ceket = x miktar altın” gibi tek bir denklem, ceketin değerini toplumsal açıdan ifade etmeye yeter. Böylece, daha önceki bölümlerde para biçiminin nasıl ortaya çıktığını açıklamak için anlatılan “göreli değer biçimi”, “genel değer biçimi” gibi açıklamalara hiç gerek kalmaz. Şimdi metaların değer büyüklüklerini ifade etmek için bir fiyat listesindeki kayıtlara göz atmak kâfidir. Ancak asla unutulmasın ki, paranın maddesini oluşturan altının meta olarak tıpkı diğer metalar gibi bir mübadele değeri olsa da, altının para olarak bir fiyatı yoktur. Çünkü onun varlığı, yalnızca tüm metaların karşısında yer alan genel eş değer olmaktan ibarettir. Atlanmaması gereken son derece önemli bir husus var. Metaların para ya da fiyat biçimi yalnızca düşünsel ya da hayalî bir biçimdir. Metalar toplam toplumsal üretim sürecinde kendileri için harcanan ortalama emek-zamana göre mübadele değeri kazandıklarına göre, bu değer zaten onların para ya da fiyat biçimi ifade edilmeden önce her birinde içsel olarak mevcuttur. İşte para biçimine sıra geldiğinde yapılan iş, bu öncel değeri o dönem için geçerli parayla zihinde eşitlemektir. Günümüzde geçerli olan kâğıt ya da madeni para devrinin öncesinde, tarihte altın-paranın esas alındığı dönemlerde bu hayali eşitlik, metanın değerini gerekli miktar altınla eşitleyerek sağlanmıştır. Dikkat edilirse, meta değerinin altınla ifade edilmesi tamamen düşünsel (matematiksel) bir işlemdir ve bu işlem sırasında yalnızca hayalî altın karşılığının kullanılması yeterlidir. Bu nedenle, milyonlar değerindeki malın karşılığını altın olarak hesaplamak için bir zerre bile gerçek altına ihtiyaç yoktur. Marx bu gerçekliği şu sözlerle ifade eder: “Her meta sahibi bilir ki, metaların değerlerini fiyat biçimine ya da hayalî altın biçimine sokmakla, onları altına çevirmiş olmaz; ve yine bilir ki, milyonlar tutarındaki metaların değerini altın olarak takdir etmek için, gerçek altının zerresine bile ihtiyaç yoktur. Bu nedenle, para, değer ölçüsü olma göreviyle, yalnızca hayalî veya düşünsel para olarak iş görür. Bu durum, teorilerin en muhteşemlerinin ortaya atılmasına yol açmıştır.” Açık ki, paranın değer ölçüsü olma safhasında görevini yerine getiren yalnızca hayalî paradır. Fiyat biçimine gelince, meta sahibinin, söz konusu eşitliğin fiyat cinsinden ilanı anlamına gelen bir etiketi metanın üzerine asması ya da Marx’ın deyişiyle “dilini ona kiralaması” yeterlidir. Marx burada dil metaforuna başvurmakla tarihsel bir çağrışım yapmak istemiştir. Onun Kapital dipnotta aktardığına göre, vahşiler ya da yarı-vahşiler mübadele sırasında dillerini malın değerini anlamak için kullanırlarmış. Daha sonraları da, örneğin Doğu Eskimolarında mübadelede bulunan kişi, alacağı malı her seferinde önceden yalarmış. Dil dünyanın kuzeyinde, hâlâ tarihin eski dönemlerini yaşayan insanlar tarafından bu şekilde kendine mal etme organı olarak kullanılmış. Marx bu tarihi gerçeklikten hareketle, modern dünyadaki durumla alaycı bir karşılaştırma yapar. “Dil, kuzeyde bu şekilde kendine mal etme organı olarak kullanılırken, güneyde göbeğin birikmiş mülkiyet organı sayılması ve Kâfirlerin, bir kişinin ne kadar zengin olduğunu şişkoluğuna göre tahmin etmesi şaşılacak bir şey değildir” der. Metanın fiyatı, değer ölçüsü olarak kullanılan gerçek para maddesine bağlıdır. Şöyle ki, altının, gümüşün veya bakırın ayrı ayrı değer ölçüsü olması durumunda, meta tamamen değişik fiyat ifadeleri kazanacak ve tamamen farklı miktarlarda altın, gümüş ya da bakırla temsil edilecektir. Piyasada aynı anda altın-para ve gümüş-para gibi iki farklı meta değer ölçüsü olarak iş görüyorsa, altınla gümüş arasındaki değer oranına göre (günümüzdeki döviz kurları gibi!) bütün metaların yan yana giden iki farklı fiyat ifadesi olacaktır. Fakat altın ya da gümüşün değerindeki her oynama iki fiyat arasındaki oranı bozacaktır. Bu durum, değer ölçüsünün iki tane olmasının, aslında değer ölçüsü olma görevine aykırı düştüğünü fiilen kanıtlar. Marx Kapital’in ikinci basımına düştüğü notta, İngiltere tarihinden buna örnek verir. Kral III. Edward’dan II. George’a gelinceye kadar, paranın tarihi, altın ve gümüşün yasayla belirlenmiş mübadele oranlarının, bunların değerlerindeki dalgalanmalara bağlı olarak süreklileşmiş bir bozulmalar dizisi olarak ilerlemiştir. Değeri çok düşük bulunan metal dolaşımdan çekilir, eritilir ve ihraç edilir, iki metal arasındaki oran sonra tekrar yasayla değiştirilirmiş. Fakat çok geçmeden aynı çatışma gene başlarmış. Marx “Bütün tarih boyunca bu alanda olanlardan öğrendiklerimiz şu basit sonuca varıyor: nerede yasayla iki metaya değer ölçüsü olma görevi verilmişse, orada, gerçekte, her zaman, bunlardan yalnızca biri bu görevi yerine getirir” der ve ilgili tarihsel örnekten gereken sonucu çıkartır. Para, değer ölçüsü ve fiyat ölçüsü olmak üzere birbirinden tamamen farklı iki görevi yerine getirir. Değer ölçüsü para, daha önce üzerinde durulduğu gibi, insan emeğinin toplumsal cisimleşmesini temsil eder. Fiyat ölçeği olabilmesi içinse, belli bir ağırlıktaki altının ölçü birimi olarak sabitlenmesi gerekir. Tüm ölçü birimleri için geçerli olduğu üzere, burada da ölçü oranlarının değişmezliği son derece önemlidir. Değerli madenlerin para olarak işlev gördüğü dönemlerde, metaların değerini diyelim sabit bir altın miktarıyla ifade etmek gerekli olmuştur. Bir libre ağırlığındaki altın, ons gibi daha küçük ölçeklere bölünmüş ve meta değerleri bunun üzerinden ifade edilmiştir. Bir ons altın 31.10 gram saf altına eşittir ve ons ölçeği günümüzde de altın piyasasında geçerlidir. Şurası önemli ki, metaların değerinin sabit kalması durumunda altının değerindeki değişme ne olursa olsun, altın sabit bir fiyat ölçeği olarak daima aynı işi görür. Çünkü böyle bir değişme, metaların altın-parayla ifade edilen tüm göreli değerlerinde aynı şekilde değişime (yükseliş ya da düşüş) neden olur ve neticede altın bu yüzden değer ölçüsü olma görevini sürdürebilir. Kuşkusuz bu tip karşılaştırmalarda değişik seçeneklerin gözden geçirilmesi gerekir. Örneğin paranın değeri aynı kalırken, meta fiyatları o metaların mübadele değerleri yükseldiği için yükselebilir, ya da mübadele değerleri düşmüşse fiyatlar da düşer. Fakat asla göz ardı edilmesin, gerçek yaşamda metaların mübadele değerleri aynı anda aynı şekilde yükselip düşmemektedir ve buna göre de karşılaştırmalarımızda elde edeceğimiz sonuçlar değişmektedir. “Şimdi fiyat biçimi üzerindeki incelememize dönelim” diyerek açıklamalarını sürdüren Marx, metal paraların kullanıldığı her yerde, tarihte ağırlık ölçeklerinin daha önce yer etmiş isimlerinin para ya da fiyat ölçeklerinin de ilk isimleri olduğunu belirtir. Fakat zamanla metal sikkelerin para adları, ilk başlarda kendilerini adlandıran özgün ağırlık adlarından ayrılmıştır. Bu sonuca yol açan nedenler arasında, tarih açısından en önemli olanları belirtir Marx. Birincisi, daha az gelişmiş topluluklara yabancı paranın girmesidir ve bu yabancı paraların adları yerli ağırlık ölçülerinin adlarından farklıdır. İkincisi, zenginliğin artması ile birlikte, daha düşük değerli metaller değer ölçüsü olma görevini daha yüksek değerli metallere bırakmıştır. Böylece bakırın yerini gümüş, gümüşün yerini altın almıştır. İngiltere’den örnek verilecek olursa, ağırlık ölçüsü olarak bir pound (450 gram), bir pound ağırlığındaki gerçek gümüşün para adıdır. Daha sonraları altın, gümüşü değer ölçüsü olmaktan çıkardığında pound altın için de para adı olmayı sürdürmüş, fakat bu para ölçüsü artık aynı ağırlıktaki altını ifade etmemiştir. Üçüncüsü, kral ve prenslerin yüzyıllar boyu devam ettirdikleri tağşişler (ayarını düşürmek) sonucunda, sikkelerin özgün ağırlıklarından geriye kala kala yalnızca isimleri kalmıştır. İşte bu tarihsel süreçler, metal sikkelerin para isimlerinin bunların alışılmış ağırlık isimlerinden ayrılmasını artık toplumda yerleşik bir âdet haline getirir. Nihayetinde para ölçeği yasayla düzenlenir hale gelir. Böylece, örneğin bir ons ağırlığındaki altın, kamu gücü tarafından İngiltere’de pound, Avusturya’da taler gibi isimler verilen küçük parçalara bölünür. Paranın asıl ölçü birimi bu şekilde belirlenince, bu kez de bu ölçü yasayla şilin, peni gibi isimler verilen küçük parçalara ayrılır. Tarihte bu noktaya varıldıktan sonra, artık metalar fiyatlarını örneğin “1 ceket = şu kadar ons altın” diye değil, “1 ceket = 30 pound (sterlin)” ya da 200 lira vb. gibi ifade etmişlerdir. Böylece, metalar ne değerde olduklarını artık kendi para isimleriyle (fiyatlarıyla) ifşa ederler. Bir metanın değeri para biçiminde belirlenip ifade edildiğinde ise, para hesap parası olarak iş görebilir. Gerçek yaşamdaki işleyişi kavrayabilmek için önemli bir hususu asla atlamamak gerekir. Tarihte metaların fiyat biçiminin nasıl oluştuğunu ortaya koyan Kapital çözümlemelerinde, önce sorun piyasada cereyan eden oynamalardan soyutlanarak aydınlatılmıştır. Daha sonra ise gerçek yaşama dönülecek ve piyasa faktörü hesaba katılacaktır. İşte bu noktada Marx, soyutlamada metanın değerine eşit olduğu varsayılan fiyatın, gerçek yaşamda metanın değer büyüklüğünü gösteremeyeceğini belirtir. “Çünkü” der, “piyasada gerçekleşen oynamalarla fiyatlar değer büyüklüğünden sapabilir”. Piyasadaki arz talep koşullarına göre, fiyatların metaların değer büyüklüklerinden sapma olasılığı bizzat fiyat biçiminin kendisinde mevcuttur. Bu durum bu biçimin bir kusuru değildir, tersine kapitalizmde kurallar kendilerini ancak kuralsızlığın kör ortalamaları olarak hayata geçirebilmektedir. Kapitalizm işte budur ve moral değerleri bile alınıp satılır hale getiren bu üretim tarzında, fiyat bazen meta niteliği taşımayan bir şeye bile karşılık gelebilmektedir. “Örneğin” der Marx, “vicdan, şeref vb. gibi kendileri meta olmayan şeyler, sahipleri tarafından para karşılığı elden çıkarılabilecekleri ve böylece bir fiyatları olacağı için, meta biçimini alabilirler”.

2. Dolaşım Aracı

a. Metaların başkalaşması

Metaları kullanım değeri olmadıkları ellerden kullanım değeri oldukları ellere aktaran mübadele süreci, kapitalizmde toplumun metabolizmasıdır. Bir meta el değiştirip artık kullanım değeri olarak işe yarayacağı bir yere ulaşınca, meta mübadelesi alanından çıkmış ve tüketim alanına girmiş olur. Fakat bu kısımda Marx tüketim alanını değil, yalnızca mübadele sürecinde metaların “üründen paraya ve paradan ürüne” biçim değişikliğini, başkalaşmalarını inceleyecektir. Metalar mübadele sürecine ilk önce büründükleri ürün biçimi her neyse o biçimde girerler. Ancak mübadele süreci onları meta ve para diye ikiye ayırarak bir karşıtlık yaratır. İşte bu karşıtlıkta, kullanım değeri olarak meta, mübadele değeri olarak paranın karşısına çıkar. Bu durumu mübadele sürecinin fiilen gerçekleştiği meta pazarında somutlayalım. 20 metre keten bezinin sahibi pazara gelir ve onun malının fiyatı 200 liradır. Malını 200 liradan satar ve bu parayla pazarda aynı fiyattan 1 ceket satın alır. Örnekten anlaşılacağı üzere, metanın mübadele süreci birbirine zıt ama birbirini tamamlayan iki başkalaşma ile tamamlanmaktadır. Önce keten bezi şeklindeki meta paraya dönüşmekte ve sonra bu para ceket şeklindeki bir başka metaya dönüşmektedir. Her iki işlemin bütününü ifade etmek istersek, bunun anlamı “satın almak için satış”tır. Kapital çözümlemeleri boyunca Marx’ın sık sık yineleyeceği formülle bunun karşılığı: “Meta-Para-Meta” veya sembollerle “M-P-M”dir. İşlemin başına ve sonuna bakacak olursak, pazardaki hareket maddi içeriği bakımından bir metanın bir başka metayla mübadelesi (M-M), yani toplumsal emeğin maddi değişimidir. Örneğimizde metanın ilk başkalaşımı bir satış işlemidir. Marx bunu “metanın değerinin, meta bedeninden altın bedenine sıçraması” veya bir başka yerde dediği gibi, metanın salto mortale’si (ölümcül sıçraması) olarak nitelendirir. Meta bu sıçrayışta başarısız olursa, meta olduğu gibi kalır ama sahibi çok zarar görür. Kapitalizmde toplumsal işbölümü, üreticinin ihtiyaçlarını çeşitlendirirken onun işini ise tek yönlüleştirmektedir. O nedenle kendi ürünü kendisi için genelde artık yalnızca mübadele değeri olmaktadır. İşte bu ürünün toplumsal bakımdan geçerli bir eş değer biçimine girebilmesi (yani karşılığında ihtiyaç duyulan bir kullanım değeri ile değiştirilebilmesi), ancak onun paraya çevrilmesiyle mümkün olur. Fakat işlemi henüz en başındaymış gibi düşünürsek, para şimdilik bir başkasının cebindedir. Parayı o cepten çıkartabilmek için, para sahibine satılmak istenen metanın ona bir kullanım değeri ifade etmesi şarttır. Fakat unutulmasın! Kapitalizmde üretilen metaya bir biçimde (reklâmla vb.) ihtiyaç yaratılacağına göre, bu meta belki de yeni ortaya çıkan bir ihtiyacı karşılayacak ya da kendisi yeni bir ihtiyacı reklâmla yaratacak bir ürün olacaktır. Herhangi bir ürün bugün toplumsal bir ihtiyacı karşılıyor olabilir ama yarın kendisine benzer bir ürün türü onu tümüyle ya da kısmen yerinden edebilir. Ayrıca, bir ürün (diyelim keten bezi) toplumdaki bir ihtiyacı karşılıyor olsa da, eğer bu ihtiyaç rakip dokumacılar tarafından karşılanmışsa, bizim dokumacımızın ürünü ihtiyaç fazlası olur ve elde kalır. Normalde bir ürün için talep varsa, piyasadaki oynamalar bir yana bırakılmak koşuluyla, onun fiyatı o metada maddeleşmiş toplumsal emek miktarının para ile ifadesi olacaktır. Fakat kapitalizm plansız bir ekonomidir ve o nedenle toplamda piyasada örneğin ihtiyaçtan daha fazla dokumacı yer alabilir ve piyasaya ihtiyaç fazlası keten bezi arzı olabilir. Bu durum aslında toplam toplumsal emek-zamanının gerekenden fazla kısmının keten bezi üretimi için harcanmış olması anlamına gelir. Böyle bir gerçeklik, genelde her bir metre keten bezinin fiyatını aşağıya çekecektir ve “kurunun yanında yaş da yanar” misali bundan her bir dokumacı olumsuz yönde etkilenecektir. Bundan şu sonuç çıkar: Bir yandan her birini özel üretici haline getiren kapitalist işbölümü, diğer yandan onları çok yönlü bir nesnel bağımlılık sistemiyle birbirine bağlamaktadır. Marx bir noktaya dikkat çeker. Metanın başkalaşımı bölümündeki analizlerde, piyasada oluşan fiyatın çeşitli nedenlerle metanın gerçek değerinin altında ya da üstünde oluşmasıyla ilgilenilmemektedir. Gerçek yaşamdaki oynamalar bir yana bırakılmaktadır ve yalnızca metanın satılıp paraya dönüşmesi üzerinde durulmaktadır. Zaten metanın satılması halinde, “gerçekleşen fiyat değerin anormal derecede üstünde veya altında bile olsa, metanın başkalaşması gerçekleşmiş olur”. Meta alım-satımda paraya dönüşürken, olaya diğer uçtan bakarsak para da metaya dönüşmektedir. Aslında ortada tek bir süreç vardır ama bu iki yönlü bir süreçtir. Mal sahibinin olduğu uçtan bakılırsa bu bir satış işlemidir; para sahibinin bulunduğu karşı uçtan bakıldığında ise bu bir satın almadır. Genelleyerek ifade edecek olursak, aslında her satış, karşılığında bir satın almadır. Bu noktada, meta sahipleri olmalarından dolayı insanlar arasında kurulan ilişkiye de bakılabilir. Açık ki, bir meta sahibinin karşısında diğer bir kimse ancak para sahibi olarak yer almaktadır. Metalar para biçimine girdiklerinde kendi kullanım değerlerinden sıyrılırlar. Ve o nedenle de, para biçimine büründüklerinde bir metanın bir diğerinden farkı kalmaz! Dokumacının 20 metre keten bezini 200 liraya sattığını ve alıcının verdiği bu 200 lirasının da aslında daha önce sattığı 50 kilo buğdayın paraya dönüşmüş hali olduğunu varsayalım. Ardından da dokumacı bu 200 lirayla 1 ceket satın almış olsun. Bu örneğimizde keten bezinin satışıyla başlayan süreç, ceketin satın alınmasıyla son bulmaktadır. Peş peşe gelen bu işlemleri simgelerle ifade edecek olursak, M-P-M diyebiliriz. Dikkat edilirse, satış ve satın alma işlemleri boyunca para mutlak anlamda elden çıkarılabilir meta olmaktadır. Dolaşım, parayı dolap beygiri gibi durmadan döndürmektedir. Metalar “fiyat” denen işaretlerle parayı çağırmaktadırlar. Meta para haline geldiğinde ortadan kaybolmaktadır. Demek ki paraya bakarak onun sahibinin eline nasıl ve ne karşılığı geçtiğine dair bir şey söylemek mümkün değildir. Bu nedenle Marx para için, geldiği kaynak ne olursa olsun “koku vermez” der. Para bir yandan satılmış bir metayı temsil ediyorsa, diğer yandan da satın alınabilir bir metayı temsil eder. Bir satış işlemi, piyasada değişik metalar satan ve alan kişiler düşünüldüğünde, zincirleme biçimde pek çok satın almaya yol açar. Böylece bir metanın kendi başkalaşım sürecinde meydana getirdiği devre, öteki metaların devreleriyle kördüğüm gibi karışır. İşte bütün bu farklı devrelerin toplamı ise metaların dolaşımı’nı oluşturur. Örneklerimiz hatırlanacak olursa, piyasada dokumacımız önce satıcı ve sonra da alıcı rollerinde görülür. O halde “satıcı” ve “alıcı” rolleri kişilere bağlı değildir ve metaların dolaşım sürecinde kişiden kişiye aktarılmaktadır. Kapitalizmde metaların dolaşımı, daha önceki devirlerde geçerli olan takas işleminden yalnızca biçimsel değil özce de farklıdır. Şöyle ki, takas işleminde iki ayrı ürün sahibi ürününü birbiriyle değişmektedir ve bu durum ürünlerin dolaysız mübadelesi demektir. Kapitalist yaşamda ise meta değişimini kişiler doğrudan kendi aralarında yapmamaktadırlar. Demek ki, kapitalist meta mübadelesi dolaysız ürün mübadelesinin bireysel ve yerel sınırlarını aşmaktadır. İnsan emeğinin ürünlerinin dolaşımını ve mübadelede rol oynayan kişilerin bütün bir toplumsal ilişkiler ağını (onların iradeleri dışında, kendiliğinden) geliştirmektedir.

4 Mart 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /4

kapitali-okumak-c1.png

Kapitalist ekonominin bunalımları, Kapital’in ilerleyen bölümlerinde çok daha detaylı ve çeşitli yönleriyle ele alınacak olan son derece önemli bir konudur. Marx’ın “metaların başkalaşması” başlığı altında da değindiği üzere, metaların dolaşım süreci her zaman bunalım olasılığını içerir. Genelde her satış karşılığında bir alış işlemidir ve her alış işlemi de karşılığında bir satıştır. Ancak bu açıklamadan, piyasada toplam satışla toplam satın alma arasında zorunlu bir denge olduğu şeklinde dogmatik bir sonuç çıkartılamaz. İşin gerçeğinde, pazara çıkan bir metanın sahibi tarafından satılamaması ya da o metanın hiçbir para sahibi tarafından satın alınmaması pekâlâ mümkündür ve bu durumda o meta yararsız hale gelir. Piyasada peş peşe pek çok satış ve satın alma işlemi gerçekleşmektedir, fakat bir kişi bir satış yaptıktan sonra o parayla illa da piyasadan bir şey satın almak zorunda değildir. Böyle olduğunda dolaşım zinciri o noktada kopar. Satıcı elde ettiği parayla yeni bir meta satın almaz ve bu örnekte olduğu gibi, metanın tam başkalaşımının (yani M-P-M) birbirini tamamlayan iki evresi (yani birincisi M-P ve ikincisi P-M) arasındaki zaman süresi çok uzarsa, satışla satın alma arasındaki kopuş çok belirgin hale gelir. İşte bu durum kendisini bir bunalım yaratarak ortaya koyar. Metanın dolaşımı konusuna bir bütün olarak bakıldığında, metaya özgü çelişkilerin kendilerini en çok dolaşım sırasında ortaya koydukları görülecektir. Bunun içindir ki, dolaşım süreci bunalım olasılığını (ama yalnızca olasılığını) her zaman içerir. Bu olasılığın gerçeğe dönüşmesi ise, daha sonra inceleneceği üzere, basit meta dolaşımının ötesinde gelişkin ve bütünsel ilişkiler zincirinin varlığını gerektirir. Marx bu kısma koyduğu dipnotta, meta üretimi ve meta dolaşımının, hacimleri ve etki alanları farklı olsa bile, birbirinden çok farklı üretim biçimlerinde de kendilerini gösterdiğini hatırlatır. O nedenle, yalnızca meta dolaşımında ortak olan bazı hususları bilmekle kapitalist üretim biçiminin ayırt edici farkını ortaya koymak mümkün değildir. Marx, “bomboş ve sıradan şeyler söyleyerek, önemli işler yapılıyormuş havasının bu derece estirildiği, ekonomi politik dışında, bir başka bilim dalı yoktur” der. Ünlü Fransız iktisatçısı Jean-Baptiste Say’ın (1767-1832) yaklaşımı buna örnektir. Say, metanın ve meta mübadelesinin sırlarını keşfetmeden bunalımlar konusunda ahkâm kesmiş ve “her mal kendi talebini yaratır” diyerek aşırı üretimin bunalım yaratacağı gerçeğini reddetmiştir.

b. Paranın el değiştirmesi

Para meta dolaşımında dolaşım aracı olma görevini yüklenmiştir. Hatırlanacağı gibi, emeğin maddi ürünlerinin dolaşımını sağlayan biçim değişikliği M-P-M olarak ifade edilebilir. Metaların bu şekildeki hareketi bir döngü oluşturur. Satıcı metasının dönüşmüş biçimi olan paraya sıkı sıkıya sarıldığı sürece meta henüz birinci başkalaşım (M-P) evresinde bulunuyor demektir, yani henüz kendi dolaşımının yalnızca ilk yarısını tamamlayabilmiştir. Dolaşım tamamlandığında ve diyelim dokumacı 200 liralık (20 metre) keten bezi satışından elde ettiği parayla ceket satın aldığında, para kendisinden (yani başlangıçtaki sahibinin elinden) uzaklaşmış olur. Keten bezi satıcısının elinden çıkarttığı 200 lira paraya yeniden kavuşabilmesi için, pazarda yeniden 20 metre keten bezi satması gerekecektir. O halde paranın el değiştirmesi, M-P-M sürecinin sürekli ve monoton biçimde tekrarı anlamına gelir. Para metanın fiyatını gerçekleştirir ve böylece satın alma aracı olarak da iş görür. Para, M-P-M sürecinde iki ayrı metanın fiyatının gerçekleşmesine hizmet eder ve burada para bir kez hareket ederken metanın hareketi ise çift (keten bezi ve ceket) yönlüdür. Dolaşımın birinci yarısında (M-P) meta yerini parayla değiştirmekte ve kullanım nesnesi olarak bir tüketicinin eline geçmektedir; böylece o meta dolaşım alanından çıkıp tüketim alanına girmektedir. Şimdi satıcının elinde artık keten bezi yoktur ve onun yerini ketenin değer biçimi olan para almıştır. Dolaşımın ikinci yarısında (P-M) ise baştaki değer artık yoluna yeni kılığıyla, yani büründüğü bu parasal hırka içinde devam eder. Görüldüğü üzere, dolaşım sürecinde hareketin sürekliliği hep paranın işi olmaktadır ve hareketin devam edebilmesi için bu süreçte paranın durmadan başka metalarla yer değiştirmesi zorunludur. Bu özellik, gerçekliğin tersinden kavranmasına neden olur. Şöyle ki, paranın hareketi aslında yalnızca metaların dolaşımının ifadesiyken, metaların dolaşımı yalnızca paranın hareketinin sonucuymuş gibi görünür. Dolaşım sürecinde aynı para parçaları (diyelim aynı 200 lira) pek çok metanın fiyatını gerçekleştirmek üzere elden ele yer değiştirir. Aynı para parçalarının yer değiştirmelerinin sık sık tekrarlanması, yalnızca tek bir metanın başkalaşımlar dizisini değil, genel olarak metalar dünyasının sayısız başkalaşımlar kümesini yansıtır. Gözden kaçırılmaması gerekir ki, Marx’ın buraya kadar ve burada anlattığı hususlar henüz analizinin “basit meta dolaşımı” basamağı için geçerlidir. Bu hususu akılda tutmak koşuluyla devam edelim. Para dolaşım aracı olarak dolaşım alanının içinde dönüp duruyorsa, acaba dolaşım alanı sürekli olarak ne kadar parayı emmektedir? Bir ülke piyasasını düşünecek olursak, açık ki her gün aynı anda sayısız satış ve sayısız satın alma gerçekleşir. Biliyoruz ki, metalar fiyatları sayesinde zihnimizde belirli para miktarlarına eşitlenmiştir. O halde metalar dünyasının dolaşım süreci için gerekli olan dolaşım aracı kütlesinin hesabında birinci adım bellidir: metaların fiyatlarının toplamı! Metaların fiyatlarının toplamında yükselme ya da düşme olursa, söz konusu gerekli kütle de (gerekli toplam para miktarı) buna uygun miktarda artmak ya da azalmak zorunda kalır. Ya da metanın genel eşdeğeri olan altın-paranın değerinde çeşitli nedenlerle oynamalar olabilir. Marx, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için altının değerini veri kabul edeceğini belirtir ve böylece bu faktörden kaynaklı muhtemel oynamaları elimine eder. Dolaşım sürecinin emeceği para miktarını hesaplarken değişim yaratabilecek diğer bir faktör ise, piyasaya sürülecek metaların miktarındaki azalma veya artışlar olabilir. Metaların miktarı veri kabul edilirse, demek ki dolaşımdaki para miktarı metaların fiyatlarındaki dalgalanmalara bağlı olarak yükselecek ya da düşecektir. Bu noktada bakmamız gereken tek tek meta fiyatlarındaki oynamalar değil, metaların fiyatlarının toplamındaki değişikliklerdir. Diğer önemli bir husus ise şudur: Metaların toplam fiyatındaki değişim ister metaların değerindeki değişimden ister piyasadaki fiyat dalgalanmalarından kaynaklansın, dolaşım aracı miktarı üzerinde yaratacağı etki aynı olacaktır. Nihayet dolaşım süreci için gerekli para miktarının hesaplanmasında belirleyici olacak en önemli özellik ise, aynı para parçasının peş peşe pek çok satış ve satın alma işlemini gerçekleştiriyor oluşudur. Bu nedenle aynı para parçalarının belli bir süre içindeki el değiştirme sayısı, paranın el değiştirme hızını verecektir. Bu anlattıklarımızı bir formül olarak ifade etmek mümkündür: “Meta fiyatlarının toplamı / Aynı para parçalarının el değiştirme sayısı = Dolaşım aracı olarak iş gören paranın miktarı.” Marx bu formülde ifadesini bulan yasanın genel geçerliliğe sahip olduğunu belirtir. Yukarıdaki formülden anlaşılacağı üzere, para parçalarının el değiştirme sayısı artarsa dolaşımda gerekli para miktarı azalmakta, tersi olursa artmaktadır. Fakat paranın el değiştirme hızının düşmesi, dolaşım süreci zincirinde kopmalar ve metaların dönüşümünde tıkanmalar anlamına gelir ve bu önemli bir sorundur. Ne var ki dolaşım sürecinin ortaya koyduğu böyle bir durum yalnızca görüntüyü ele verir, bunun nedenlerini açıklamaz. İşte yalnızca görüntüye bakarak hüküm verenler böylesi durumlarda yanılmakta ve dolaşım sürecinde gerçekleşen tıkanıklık ve bunalımları, dolaşım aracı miktarının (paranın) eksikliğine bağlamaktadırlar. İncelenen konuyla ilgili diğer bir faktör ise, aynı para parçalarının piyasadaki akış hızıdır. Fiyatlar toplamının ne kadar bir kısmının aynı para parçaları ile gerçekleştirilebileceği, kuşkusuz bu akış hızına bağlıdır. İncelenen faktörleri şimdi birlikte düşünmek gerekir. Demek ki üç etken, yani fiyat hareketleri, dolaşımdaki meta miktarı ve paranın el değiştirme hızı sonucu belirleyecektir. Bu faktörler hep aynı kalmaz ya da hep aynı yönde değişmez, farklı yönlerde ve farklı oranlarda değişebilir. O nedenle de, piyasada gerçekleştirilecek fiyatların toplamı ve bu toplamla belirlenecek dolaşım aracı miktarı (gerekli para) çok çeşitli bileşimlerde olabilir. Farklı yönlerde ve farklı oranlarda cereyan edebilecek değişikliklerin yaratacağı sonuçlar gözden geçirilebilir. Ayrıca unutulmamalı ki, çeşitli etkenlerdeki farklı değişimler karşılıklı olarak birbirlerini telafi edebilir ve o nedenle sonuç aynı kalabilir. Zaten bu nedenle, herhangi bir ülkede dolaşımdaki para miktarı uzun dönemler için ilk bakışta sanılabileceğinden çok daha istikrarlı bir ortalama düzeye sahiptir. Marx’ın ifadesiyle, “Belirli aralıklarla yaşanan üretim ve ticaret bunalımlarından ve daha ender olarak gerçekleşen para değeri değişimlerinden kaynaklanan şiddetli çalkantılar bir yana bırakıldığında, bu ortalama düzeyden sapmalar, ilk anda beklenebilecek olandan çok daha sınırlı kalır.”

c. Sikke. Değer simgesi

Paranın sikke biçimini alması, meta dolaşımının gelişmesi neticesinde dolaşım aracı parayı kolayca dönüştürülebilir biçimlere sokma ihtiyacından doğmuştur. Sikke darp etmek devlete ait bir iştir. Sikkelerin altın olduğu dönemler hatırlanacak olursa, “sikke altından” kolayca “külçe altına” geçilebileceği ve bu nedenle sikkelerin sık sık eritme potasının yolunu tuttuğu anlaşılır. Marx, Orta Çağın ve 18. yüzyıla kadar Yeni Çağın sikke tarihinin bu karışıklığın tarihi olduğunu belirtir. Tarihsel dokümanlar, altın sikkelerin dolaşım sürecinde elden ele aşınmaları yüzünden ayarlarının bozulduğunu ve bu temelde zamanla yüksek değerli metaller yerine düşük değerli metallerin tercih edildiğini ortaya koyar. Böylece, altın yerine gümüş ve gümüş yerine bakır değer ölçüsü olma işlevini üstlenmiştir. Zaten para değer ölçüsü olarak simgeseldir ve o nedenle aslında değersiz şeyler de pekâlâ para işlevini görebilir. Bu özellik kapitalizmle birlikte ulaşılan kâğıt paralarda çok açık biçimde ortaya çıkmıştır. Burada kastedilen, devletin çıkardığı ve ödeme aracı olarak kabul edileceği yasalarla belirlenen kâğıt paralardır. İlgili devletin Merkez Bankası tarafından darp edilen, yani üzerine örneğin 5 lira, 10 lira gibi para isimleri basılan kâğıt parçaları, dolaşım sürecine dışarıdan, devlet tarafından sokulur. Kâğıt paranın dolaşımına özgü yasa, kâğıt para ile altın arasında belirlenmiş olan temsil oranından doğar. Bu yasayı basit olarak ifade edelim: Merkez Bankası tarafından çıkartılması gereken kâğıt para, şayet bu kâğıt para altının yerini almamış olsaydı fiilen dolaşımda bulunması gerekecek olan altın-paranın miktarıyla sınırlı olacaktır. Kuşkusuz yasadan sapmalar, söz konusu kâğıt paranın eskisi kadar değeri temsil etmemesi gibi sonuçlar doğuracaktır. Kâğıt para doğrudan doğruya metal para dolaşımının neticesinde ve onun sergilediği zorlukların aşılması ihtiyacından doğmuştur. Marx, basit meta dolaşımında yeri olmadığı için henüz ele almadığı ve ileride inceleyeceği kredi parası konusuna da burada geçerken değinir. Nasıl ki kâğıt paranın kaynağında paranın dolaşım aracı olma işlevi varsa, kredi parası da, paranın ödeme aracı olma işlevinin doğal bir ürünüdür. Tarihte nereden hareketle ödemelerde kâğıt parçalarının para yerine geçtiği noktalara gelinebildiğini kavramayan bir kişi açısından mesele karmaşık görünebilir. Oysa işin sırrı, ödeme aracı olarak paranın bir simgeden ibaret olmasında saklıdır. Nasıl ki vaktiyle çeşitli metal parçaları belirli altın miktarını temsil ettiğinden para olarak geçerli olabilmişse, kâğıt para da aynı nedenle bir değer simgesi olabilmiştir. Marx, “burada gerekli olan şey, para simgesinin nesnel toplumsal geçerliliğe sahip olmasıdır ki, bunu da yasaya dayanan ödeme aracı olarak kabul edilme zorunluluğu ile elde eder” der.

3. Para

Değer ölçüsü olan ve dolayısıyla da ister altın sikke olarak kendi cismiyle ister kâğıt para gibi bir temsilci aracılığıyla olsun, dolaşım aracı olma işlevini üstlenen meta paradır. Dolaşım sürecinde aracılık işlevini gören bu meta, bu sürecin özelliğinden kaynaklı olarak aşağıda özetle değinilen çeşitli işlevleri görebilir.

a. Gömüleme

Dolaşım sürecinde meta ve para başkalaşımı sürerken, bazen bu zincir bir meta satışıyla elde edilen paranın yeni bir alışla başka bir metaya dönüşmemesi neticesinde kopabilir; böylece para hareketsizleşir. Dolaşımdan çekilerek dondurulan paraya gömüleme denir. Tarihte meta dolaşımının ilk dönemlerinde satın alma ihtiyacı çok gelişmediğinden, fazla kabul edilen paralar hep dolaşımdan çekilmiştir. Marx gömülemenin bu ilkel biçiminin, geleneksel üretim tarzının ihtiyaçlar kümesini ciddi şekilde sınırlandırdığı toplumlarda ebedîleştiğini, Asyalılarda ve özellikle de Hintlilerde durumun bu olduğunu belirtir. Meta üretiminin gelişmesiyle birlikte, her meta üreticisi kendi toplumsal güvencesini sağlamak zorunluluğuyla yüz yüze gelmiştir. Çünkü kişinin o anda bir şey satmadan bir satın alma yapabilmesi için, daha önceden bazı metaları satıp parasını elde tutuyor olması gerekir. Böylece dolaşımın her noktasında, yeni bir satın alma için kullanılmayıp gömülenen farklı miktarlardaki paralar birikmeye başlamıştır. Paranın bu şekilde amaç haline gelmesi gömüleme ihtirasını, altın tutkusunu kamçılamıştır. Grundrisse’den Kapital’e, satırlarını sık sık engin kültürünün bir yansıması olan edebi ve tarihsel zenginliklerle dokuyan Marx, altının toplumda oynadığı rolü Shakespeare’in “Atinalı Timon” eserinden aktardığı dizelerle anlatır: “Bu sarı köle din de kurar, din de bozar/ Lanetliye hayır dua kazandırır/ Hırsızları mevki sahibi eder/ Senatoda yeri olan azalarla beraber/ Onlara da unvan ve itibar verir/ Geçkin dullara bir kere daha koca bulduran budur/ Lânetlik, insanlığın orta malı!” Marx tarihten de örnek verir: Kristof Kolomb 1503 yılında Jamaika’dan yazdığı bir mektupta “altınla ruhların cennete girmesini sağlamak bile mümkündür” demektedir. Marx paranın radikal bir eşitlikçi gibi tüm farklılıkları yok ettiğini, kimin eline geçerse onun özel mülkiyeti, özel gücü haline geldiğini vurgular. Bu yüzden Eski Çağ toplumu, parayı kendi iktisadi ve ahlâki düzeninin bozucusu olmakla suçlamıştır. Marx’ın aktardığı gibi, Antik Yunan’ın ünlü tragedya yazarı Sofokles “Antigone” adlı eserinde, “İnsanoğlunun hiçbir icadı para kadar fesat verici değildir, ülkeleri harap ve yerle bir eden odur/ Hilebazlığı öğreterek mertliği bozar ve böylece asil ruhları fenalığın menfur yoluna saptırır/ İnsanları her türlü hileye başvurdurur ve onlara her günahı işletir” diye yazmıştır. Para metanın değer ölçüsüdür ve tüm toplumlarda sahibinin toplumsal zenginliğini ölçer, maddi zenginliğin genel temsilcisidir. Doğası gereği sınırsız olan servet biriktirme hırsı, pintilik diye nitelenen eğilimi yaratmış ve kamçılamıştır. Pinti için “çalışkanlık, tutumluluk ve gözü doymazlık, bundan ötürü, kendisinin en başta gelen özellikleridir; çok satıp az satın almak, onun ekonomi politiğinin özetidir”. Servet tutkunluğu altın ya da altın karşılığı para tutma eğiliminin yanı sıra altın ve gümüşten yapılmış şeylere de sahip olma arzusunu besler. Bu yüzden, burjuva toplumun zenginliği geliştikçe altın ve gümüş gibi değerli madenler için genişleyen bir pazar oluşur.

b. Ödeme aracı

Meta dolaşımı geliştikçe, metaların satış ve alış işlemleri arasında bire bir eşzamanlılık ve denklik aramak beyhude hale gelir. Artık piyasada, daha metanın alıcısı ortaya çıkmadan satıcısı boy gösterebilir. Diğer yandan, ev örneğinde olduğu üzere, alıcı kişi metayı henüz onun tam karşılığını ödemeden satın alır. Böylece satıcının alacaklı, alıcının borçlu olduğu durumlar gelişirken, para da yeni bir işlev kazanır. Para şimdi metanın fiyatının yanı sıra, borçlanan miktarı ölçer. Bu durumlarda para henüz düşünsel satın alma aracı olarak işlev görmektedir. Fakat süreleri gelen ödemelerle birlikte para alıcının elinden çıkıp satıcının eline geçtiğinde, para dolaşım sürecinde ödeme aracı işlevini yerine getirmiş olur. Burada alacaklı ve borçlu olma nitelikleri basit meta dolaşımından doğmaktadır. Marx yine tarihten bir örnek vererek, bu niteliklerin meta dolaşımından bağımsız olarak da kendini gösterebildiğine dikkat çeker. Belirttiği üzere, eski dünyanın sınıf mücadelesi asıl olarak alacaklılarla borçlular arasındaki mücadele biçimini almıştır. Roma’da bu mücadele borçlu pleblerin çöküşüyle ve yerlerine kölelerin konmasıyla son bulmuştur. Aynı mücadele Orta Çağda ise, iktisadi güçleriyle birlikte buna dayanan siyasal güçlerini de yitiren feodal borçluların çöküşüyle sona ermiştir. Kapitalizmde dolaşım sürecinin her bir belirli anında vadesi gelen ödeme yükümlülükleri, satılan metaların bu önceden karşılığı ödenmeyen kısmının fiyatlarının toplamını temsil eder. Fakat bu ödemeler için gerekecek para, aynı paranın piyasada durmadan el değiştirerek pek çok ödemeyi gerçekleştirebilmesi nedeniyle onun dolaşım hızına da bağlıdır ve dolayısıyla bu fiyat toplamından çok daha az olacaktır. Ayrıca ticari işlemlerde karşılıklı alacaklılık ve borçluluk ilişkileri nedeniyle, ödemelerin aynı noktalarda denkleştirilmesi olanağı ortaya çıkmış ve bu temelde bunu sağlayan özel kurumlar ve yöntemler de kendiliklerinden gelişmiştir. Marx, Orta Çağda Roma için önemli bir kent olan Lyon’daki borç transferlerini (virement-virman) bunlara örnek olarak verir. Alacak ve borç niceliklerinin zamanla alabildiğine büyümesine rağmen, bunların karşılaştırılması neticesinde ödenecek bakiyeler ne kadar az olursa, toplam borca oranla çok daha küçük miktarda ödeme aracı (para) yeterli olacaktır. Paranın ödeme aracı olma işlevi dolaysız bir çelişkiyi de içerir. Şöyle ki, ödemeler birbirlerini dengeledikleri sürece, para yalnız düşüncede var olan hesap parası ya da değer ölçüsü olarak iş görür. Fakat gerçek ödemelerin yapılması gerektiğinde, para vazgeçilmez mutlak rolüyle ve evrensel meta olarak ortaya çıkar. Marx bu çelişkinin, para bunalımı diye isimlendirilen üretim ve ticaret bunalımları sırasında kendini açıkça gösterdiğini belirtir ve Kapital’in üçüncü basımına koyduğu dipnotta önemli bir hususa açıklık getirir. Aslında her genel üretim ve ticaret bunalımının özel bir aşamasını para bunalımı oluşturur. Ancak bir de, sanayi ve ticaretin ürünü olmayıp kendi başına ortaya çıkabilen (kuşkusuz sanayi ve ticaret yaşamını da olumsuz etkileyen) ve yine para bunalımı diye anılan bunalımlar vardır. “Bunlar, hareket merkezleri para-sermaye olan ve bu nedenle de dolaysız etki alanlarında bankaların, borsaların ve malî kesimin bulunduğu bunalımlardır.” Parayı da etkileyen ticaret ve sanayi bunalımları, ödemelerin birbirleriyle dengelenmesini sağlayan mekanizmanın tam olarak gelişmiş olduğu yerlerde kendini gösterir. Bu mekanizmada şu ya da bu nedenle bozukluklar yaşandığında, para birdenbire yalnızca düşüncede var olan hesap parası biçiminden çıkar ve telaşla elde tutulacak gerçek paraya çevrilir. Böylece paranın kendisi kıymetli hale gelirken, metalar değersizleşir. Marx böyle bir bunalım durumunu veciz sözlerle betimler: “Burjuva, daha kısa bir süre önce, refah sarhoşluğunun verdiği bilgiççe bir kendine güven duygusuyla parayı boş bir hayal ilan etmişti. Sadece meta, paradır. Ama şimdi dünya pazarında yükselen çığlık şu: Sadece para, metadır! Aç tavuğun arpa ambarından gayri bir şey hayal etmemesi gibi, onun da ruhu şimdi paranın, biricik zenginliğin peşindedir.” Marx’ın bizzat tanık olduğu örneklerden hareketle, kapitalizmin kaçınılmaz bunalımlarının sergilediği tabloya açıklık getiren satırları çok önemlidir. Bunalım sırasında meta ile kendi değer biçimi yani para arasındaki karşıtlık mutlak çelişki derecesine ulaşır. Satılmış metalar için elde tutulan borç senetleri, para sıkışıklığı nedeniyle başkalarına devredilmek üzere tekrar dolaşıma çıkar. Açıkça görüleceği üzere, demek ki paranın ödeme aracı olma işlevinden, doğrudan doğruya kredi parası doğar. Kredi sisteminin yaygınlaşması ölçüsünde de paranın ödeme aracı olma işlevi yaygınlaşır. Para bu özelliğiyle büyük ticaret işlemleri alanında boy gösterirken, altın ve gümüş sikkeler ise asıl olarak perakende ticaret alanına sürülürler. Paranın ödeme aracı olarak gelişimi, borçlanılmış miktarların ödeme günleri için para biriktirilmesini de zorunlu kılar. Bağımsız bir zenginleşme biçimi olan pintinin gömülemesi, burjuva toplumun gelişmesiyle birlikte ortadan kaybolur ve para biriktirme ihtiyacı şimdi ödeme aracı yedek fonları biçiminde artış gösterir. Eski dönemlerde rantlar ve vergiler aynî ödemeler iken, kapitalizmle birlikte bunlar parayla yapılan ödemeler haline gelir. Marx burada önemli bazı tarihsel örneklere değinir. “Bu dönüşümün üretim sürecinin bütününe ne derece bağlı olduğunu, örneğin, Roma İmparatorluğu’nun, devlete yapılan bütün ödemeleri para olarak yaptırmak için giriştiği ve başarısızlığa uğradığı iki deney çok iyi kanıtlar” der. Fransız köylülerinin XIV. Louis yönetiminde çektiği korkunç sefaletin nedeni, sadece vergilerin yüksekliği değil, aynı zamanda aynî vergilerin parayla ödenen vergilere çevrilmiş olmasıdır. Öte yandan, toprak rantının başlıca devlet geliri olduğu Asya ülkelerinde bunun aynî olarak ödenmesi, eski üretim biçiminin devamını sağlamaktadır. Marx “Osmanlı İmparatorluğu’nun ayakta kalışının sırlarından biri budur” der ve devam eder: “Japonya’ya Avrupa’nın zorla kabul ettirdiği dış dünyayla ticaret, kendisiyle birlikte aynî rantın para olarak ödenen ranta çevrilmesini de getirecek olursa, bu ülkenin örnek tarımına olanlar olacaktır. Bu tarımın sınırlı iktisadi varlık koşulları yok olup gidecektir.”

c. Dünya parası

Kapitalizm ulusal sınırlara sığmayan ve küresel ölçekte yayılan bir üretim tarzıdır. O nedenle metalar da dünya ticaretinde değerlerini evrensel şekilde ifade ederler ve bu bağlamda metaların değer biçimi onların karşısına dünya parası olarak çıkar. Zaten para ancak bu düzeyde soyut insan emeğinin toplumsal gerçekleşme biçimi niteliğine kavuşur ve böylece para kavramına da tam uygun hale gelir. Marx’ın Kapital’i yazdığı dönemlerde dünya pazarında çift değer ölçüsü olarak altın ve gümüş bir arada hüküm sürmüştür. Fakat daha sonra Engels’in de tahmin ettiği gibi, gümüş dünya pazarında para olma özelliğini yitirmiştir. Dünya parasının dünya ticaretinde uluslararası bakiyelerin tasfiyesi için ödeme aracı olma işlevi belirleyicidir. Zaten bu nedenle merkantilizmin egemen olduğu dönemde merkantilistlerin parolası “Ticaret dengesi!” olmuştur. Her ülkenin iç dolaşımda ihtiyaç duyduğu gibi, dünya pazarı dolaşımı için de bir ihtiyat fonu gerekli hale gelmiştir. Gömüleme (modern anlamda) ihtiyacı da kısmen paranın iç dolaşım ve ödeme aracı olma işlevinden, kısmen de dünya parası olma işlevinden doğmuştur. Dünya parası açısından gömüleme için (yedek fonlar oluşturmak için) gerçek para metaya, yani bizzat madde olarak altın ve gümüşe gereksinim duyulmuştur. Buna bağlı olarak, altın ve gümüşün ülke içindeki hareketlerinin yanı sıra ülkeler arasındaki hareketleri de önem kazanmıştır. Kambiyo kurlarının sonu gelmez dalgalamalarına bağlı olarak altın ve gümüş çeşitli ulusal dolaşım alanları arasında durmadan gider gelir. Marx, gelişmiş burjuva üretim biçimine sahip ülkelerin, bankalarının kasalarında büyük miktarlarda toplanan gömüleri bunların özgül işlevlerinin gerektirdiği bir minimumla sınırladıklarına dikkat çekmiştir. Unutulmamalı ki, günümüzde de merkez bankaları kasalarında altın külçeler ve yabancı paralar bulundurmaktadır. Rezerv adı verilen bu altınlar ve paralar, devletlerin ekonomik sıkıntı durumlarında başvurmak için biriktirdikleri tasarruflardır.

4 Nisan 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /5

kapitali-okumak-c1.png

İKİNCİ KISIM: PARANIN SERMAYEYE DÖNÜŞÜMÜ

Bölüm 4: Paranın Sermayeye Dönüşümü

1. Sermayenin Genel Formülü

Sermayenin ne olduğunu anlayabilmek için metaların dolaşım sürecini incelemek gerekir. Çünkü metaların dolaşımı sermayenin başlangıç noktasıdır. Meta üretimi ve ticaret diye adlandırdığımız gelişmiş meta dolaşımı, sermayenin doğup büyüdüğü tarihsel temeli oluşturur. 16. yüzyılda oluşmaya başlayan dünya ticareti ve dünya pazarı, sermayenin modern tarihinin de başlangıcıdır. Metaların dolaşım sürecinin maddi biçimi çeşitli kullanım değerlerinin birbirleriyle mübadelesidir. Bu sürecin iktisadi biçim olarak son ürünü ise paradır. Meta dolaşımının bu son ürünü (para), sermayenin ilk görünüm biçimidir. Tarihsel açıdan baktığımızda da, sermayenin toprak mülkiyetinin karşısına her yerde ilk olarak para biçimiyle, yani parasal servet, tüccar sermayesi ve tefeci sermayesi olarak çıktığını görürüz. Marx’ın dikkat çektiği üzere, toprak mülkiyetinin serflik ve efendilik ilişkilerine dayanan kişisel iktidarı ile paranın kişisel olmayan iktidarı arasında karşıtlık vardır. Bunlardan birincisi feodal döneme denk gelirken ikincisi kapitalizm dönemini anlatır. “Efendisiz toprak olmaz” ve “Paranın efendisi yoktur” şeklindeki iki Fransız atasözü, işte bu karşıtlığı ve iki ayrı tarihsel dönemin farklılığını çok güzel şekilde ifade eder. Paranın sermayenin ilk görünüm biçimi olduğunu ortaya koymak için sermayenin oluşum tarihini gözden geçirmek gerekli değildir. Çünkü aynı tarih zaten her gün gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Meta dolaşımının dolaysız biçimini hatırlayalım: metanın paraya dönüşmesi ve paranın yeniden metaya dönüşmesi (yani M-P-M), satın almak için satmak anlamına gelir. Fakat sermayeyi anlamak için bunu değil, para ile başlayan döngüyü düşünmek gerekir. Bu döngü P-M-P şeklindedir ve satmak amacıyla satın almayı anlatır. Ne var ki döngü bu şekilde ifade edildiğinde, henüz aynı miktar para ile bir meta satın alınmakta ve yine aynı paraya satılmaktadır. İşler bu kadarıyla kalsaydı kapitalizm olmazdı! Zira eşit iki para değeri birbiriyle mübadele edilmek istenseydi dolaşım süreci anlamsız bir şey olurdu. Zaten kapitalizmin gelişebilmesi, dolaşımda “satın almak için satmak” düzeyinden, “satmak için satın almak” düzeyine yükselmekle mümkün olmuştur. Sermayenin karakterini anlamak için de, aslında başlangıçtaki para ile sonuçtaki paranın aynı olamayacağı noktasına ilerlemek şarttır. Basit meta dolaşımı ile paranın sermaye olarak dolaşımı arasındaki farka dikkat edelim. Basit meta dolaşımına para aracılık ederken, paranın sermaye olarak dolaşımına meta aracılık eder. Basit meta dolaşımında para sonunda kullanım değeri olarak iş gören bir metaya dönüşür ve bu dolaşımda para böylece kesin olarak harcanmış olur. Paranın sermaye olarak dolaşımında ise, meta satın alan kişi parasını daha sonra meta satıp yine paraya dönüştürmek için harcar. P-M-P dolaşımında, sonunda para geri dönmelidir ve şayet dönmezse aslında işlem başarısızlığa uğramış, yani para kazanmak için meta satın alan kişi sonunda paraya kavuşamamış demektir. P-M-P döngüsünde amaç parayla para elde etmektir. Ancak bu dolaşım formülünde şimdi bir değişikliğe gitmek gerekir. Şöyle ki, paranın sermaye olarak dolaşımının ifadesi P-M-P olarak kalsaydı, sonuç aynı miktar paraların değişimi şeklindeki bir saçmalıktan ibaret olurdu. Oysa gerçekte işin sonunda elde edilen para, işin başında dolaşıma sokulan paradan büyük olmalıdır. O halde sürecin gerçek ifadesi P-M-P´ şeklindedir. Bu formül, başlangıçtaki para miktarının üzerine sonuçta bir fazlalığın eklendiği anlamına gelir. Marx, başlangıçtaki değeri aşan kısma artı-değer (artık değer) adını verir. İşte başlangıçta dolaşıma sokulan değerin kendini değer olarak büyütmesi şeklindeki hareket onu sermayeye dönüştürür. Fakat P´ şeklinde fazlalaşmış para yeniden yatırıma dönüştürülmeyip harcanacak olursa, sermaye dolaşım sürecindeki rolünü terk etmiş olur ve sermaye olmaktan çıkar. Dolaşımdan çekilip saklanan para ise gömü olarak taşlaşır ve durduğu yerde bir artış göstermez. Sermaye dolaşım sürecinde her seferinde üzerine bir fazlalık eklenerek büyüyen paranın hareketi süreklidir. Bu süreklilik içinde bizler her bir döngünün sonunda elde edilen artı-değeri göremeyiz, ortada yalnızca büyüyen bir sermaye vardır. Paranın sermaye olarak dolaşımı kapitalizmde başlı başına amaçtır ve değerin büyütülebilmesi de ancak durmadan yinelenen bu hareket sayesinde mümkün olur. “Sermayenin hareketi sınırsızdır ve para sahibi bu sınırsız hareketin bilinçli taşıyıcısı olarak kapitalist haline gelir. Kapitalistin kesesi, paranın çıktığı ve dönüp geldiği noktadır. Burada kapitalistin arzusu parasıyla daha çok kullanım değerine sahip olmak değil, değeri büyütmektir.” Kapitalist böylece “kişileşmiş, irade ve bilinçle yüklü sermaye olarak işlev görür”. Onun tek amacı, sermayenin hizmetinde, dur durak bilmeden kâr elde etmek üzere süreci yürütmeye çalışmaktır. Bu sonsuz zenginleşme dürtüsünün, bu hırs dolu mübadele değeri avcılığının, kapitalist ile cimrinin ortak özellikleri olduğunu belirtir Marx. Ne var ki cimri sadece kaçık bir kapitalist iken, kapitalist akılcı bir cimridir! Cimri parasını dolaşımdan çekip biriktirerek amacına ulaşmak ister; oysa kapitalist zenginleşme amacını parayı tekrar tekrar dolaşıma sokarak gerçekleştirir. Değerin kendini büyütme döngüsüne bakılacak olursa, sermaye kâh paradır kâh metadır ve dolaşım süreci boyunca para ve meta biçimlerinin durmadan birbirlerinin yerine geçmesi neticesinde başlangıçtaki değer büyümektedir, başlangıçtaki değerden artı-değer kadar fazlalaşmaktadır. İşte bu değerlenme sürecinde çıkış noktası da sonuç noktası da paradır. Ama arada para meta biçimine girmedikçe (P-M-P´) sermayeye dönüşmez. Sermaye biçimindeki dolaşımında para artık basit meta dolaşımında olduğu gibi bir aracı değildir. Tersine para sermaye dolaşımında artık meta aracılığıyla adeta kendisiyle özel bir ilişki kurmaktadır (P-P´). Bu nedenle, kapitalizmin erken dönemlerinde ticaretin önemine odaklanan iktisatçılar (merkantilistler) sermayeyi “para doğuran para” diye tanımlamışlardır. Daha pahalıya satmak için satın almak (P-M-P´), ilk bakışta yalnızca tüccar sermayesine özgü bir biçim gibi görünebilir. Ancak düşünülecek olursa, önce şu ya da bu metayı (işgücü, hammadde, demirbaş vb.) satın alan ve sonra üretilen metaların satışı ile kendisini gerisin geriye daha çok paraya dönüştüren sanayi sermayesi de paradır. Sanayi sermayesi söz konusu olduğunda, para (P) önce dolaşım alanından çıkar, araya üretim süreci girer fakat üretilen metalar yeniden dolaşıma girip satıldıklarında bu döngü fazlalaşmış olan para (P´) ile tamamlanır. Şayet sanayi sermayesi değil de yalnızca faiz getiren sermaye (yani faiz geliri elde etmek üzere çeşitli yatırım araçlarına yatırılan sermaye) söz konusu ise, P-M-P´ dolaşımı kendisini kısaltılmış şekilde ortaya koyar. Burada döngü sanki doğrudan P-P´ gibidir ama işin derininde bu fazlalık kuşkusuz yine parayı büyüten artı-değer ve bunu sağlayan sihirli meta (işgücü) sayesinde mümkün olmaktadır. O nedenle Marx, gerçekte P-M-P´ formülünün sermayenin genel formülü olduğunu vurgular.

2. Sermayenin Genel Formülündeki Çelişkiler

Marx, parayı sermayeye dönüştüren dolaşım biçiminin, basit meta dolaşımı temelinde geliştirilmiş olan yasaların hepsiyle çeliştiğine dikkat çeker. Hatırlanacak olursa, basit meta dolaşımında neticede ihtiyaç duyulan bir ürünü satın almak için eldeki bir ürün satılmaktadır. Oysa paranın sermaye olarak dolaşımında, daha sonra yine meta satmak üzere önce meta satın alınır. Marx, böylesine biçimsel bir farkın, bu süreçlerin karakterlerini nasıl olur da sihirli bir el dokunmuş gibi değiştirebileceği sorusunu ortaya koyar. Dikkat çekilen bu nokta son derece önemlidir ve analizler ilerledikçe bu sihir çözülecektir. Çözümlemede önce basit meta dolaşımı süreci hatırlanmalı ve bu dolaşımın zenginleşmenin kaynağı olamayacağı görülmelidir. Bu dolaşım sürecinde karşı karşıya gelen iki meta sahibi ihtiyaçları doğrultusunda ellerindeki metaları değişirler ve bu mübadele saf biçiminde (piyasadaki oynamalar dışlandığında) değerin büyüklüğünde ne biri ne de diğeri için bir artış yaratmaz; çünkü aslında eş değerler değişilmektedir. O halde bu düzeyde dolaşım zenginleşmenin aracı olamaz. Buradan hareketle vaktiyle Condillac gibi iktisatçılar tarafından, aslında meta mübadelesi sırasında eşit değerlerin değişilmediği ve zenginliğin kaynağının aradaki farkı yaratan ticaret olduğu şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Fransız düşünür Condillac’ın (1714-1780) görüşleri gelişmiş meta üretimine sahip bir toplumda çocukçadır, ama modern iktisatçılar da ticareti artı-değer yaratıcı bir faaliyet olarak göstermişlerdir. Burada asıl önemli nokta şudur ki, soyutlamalar adım adım bütünsel gerçekliği kavramamıza yardım etseler bile, somutta (yaşamda) böyle şeyler asla saf biçimleriyle gerçekleşmezler. O nedenle Marx, şimdi de somutu yani gerçek yaşamdaki durumu incelemeye geçer ve basit meta dolaşımında eş değer olmayan şeylerin mübadele edildiğini varsayar. Marx’ın amacı, mübadelenin ve genişlemiş haliyle ticaretin artı-değerin kaynağı olamayacağını göstermektir. Meta sahipleri olarak biri satıcı ve diğeri de onun karşısında para sahibi olarak alıcı durumda olan iki kişiyi varsayar Marx. Örneklemede satıcıya, açıklanması mümkün olmayan bir ayrıcalıkla, 100 liralık metasını 110 liraya satma yetkisi verilmiştir. Fakat bütün meta sahipleri metalarını birbirlerine değerlerinin %10 fazlasıyla sattıklarında mübadeledeki oranlar değişmeden kalmış olacaktır. Tersine %10 azıyla sattıklarında da sonuç değişmeyecektir. O halde, artı-değerin oluşumu ve paranın sermayeye dönüşümü, ne metaların değerlerinden fazlasına satılmalarıyla ne de alıcıların metaları değerlerinden azına satın almalarıyla açıklanabilir. Artı-değerin, satıcının metayı pahalıya satabilme ayrıcalığından doğduğunu iddia edenler hep olmuştur. Bu yanlış görüşün tutarlı temsilcileri, satmadan satın alan yani üretmeden tüketen bir sınıfın var olduğunu varsaymışlardır. Böyle bir şey olsaydı, bu durum bu sınıfa daha önce karşılıksız biçimde verilmiş olan paranın bir kısmının dolandırıcılık yoluyla geri alınması anlamına gelirdi. Bu yalnızca bir varsayımdan ibarettir ama yine de bunun hatırlattığı tarihsel bir örnek vardır. Marx tarihten bu örneği aktarır: “Küçük Asya şehirleri Eski Roma’ya bu şekilde yıllık haraç ödüyordu. Roma bu parayla meta satın alıyor, fakat bunları çok pahalıya satın alıyordu. Küçük Asyalılar Romalıları dolandırıyor ve böylece efendilerine ödedikleri haraçların bir kısmını ticaret yoluyla geriye sızdırmayı başarıyordu. Ama ne olursa olsun, dolandırılanlar gene de Küçük Asyalılardı. Metalarına karşılık olarak ödenen para, eskisi gibi, gene kendi paralarıydı.” Marx’ın bu örnek temelinde vurguladığı üzere, zenginleşmenin ya da artı-değer yaratmanın yöntemi bu olamaz! İrdelemesini sürdüren Marx, şimdi de tüm meta satıcılarının ve alıcılarının aynı doğrultuda davranmadıkları bir durumu varsayar. “Meta sahibi A, iş arkadaşları B ile C’nin saflıklarından yararlanıp onların kendisine aynen karşılık vermelerine fırsat vermeyecek kadar kurnaz olabilir” noktasından hareket eder. Ancak bu durumda da mübadeleden önceki toplam değer neyse, mübadeleden sonra da toplam değer değişmemiş, yalnızca uyanık satıcı avanak alıcılardan değer çalmıştır. Buraya kadar yürütülen irdelemelerden çıkan sonuç son derece önemli ve nettir: “Dolaşımda bulunan değerler toplamının, bunun dağılımında meydana gelen herhangi bir değişiklikle arttırılamayacağı açıktır.” “Dolaşım ya da meta mübadelesi değer yaratmaz.” Bu nedenle Marx, sermayenin temel biçimini (yani modern toplumun iktisadi örgütlenişini belirleyen biçimi) çözümlerken, bunun herkesçe bilinen ve deyim yerindeyse Tufan öncesi biçimleri olan ticaret sermayesi ile tefeci sermayesini işin başında tamamen konu dışında tutmuştur. “Ticaret sermayesi için söylenenler tefeci sermayesi için daha da geçerlidir. Ticaret sermayesinde iki uca, yani piyasaya sürülen para ile artmış olarak piyasadan çekilen paraya, en azından alış ve satış, yani dolaşım hareketi aracılık eder. Tefeci sermayesinde, P-M-P´ biçimi kısalarak uçların aracısız olarak birleştiği P-P´ olur.” Kapital’deki incelemeler ilerledikçe, ticaret sermayesi gibi faiz getiren sermayenin de türemiş bir biçim olduğu görülecektir. Artı-değerin ticaretten (dolaşımdan) doğmayacağı açık olduğuna göre, acaba dolaşımın dışındaki bir başka yerde mi doğmaktadır? Kuşkusuz başka yerde doğmaktadır. Ama buna rağmen, meta üreticisinin diğer meta sahipleri ile karşı karşıya gelmeksizin değeri büyütmesinin, değere değer katmasının ve böylece para ya da metayı sermayeye dönüştürmesinin imkânsız olduğu açıktır. O halde: “Sermaye dolaşımdan doğamaz, ama dolaşımdan ayrı olarak doğması da en az o kadar imkânsızdır. Sermaye aynı anda hem dolaşımda doğmak ve hem de dolaşımda doğmamak zorundadır.” “Böylece ikili bir sonuçla karşı karşıya kalıyoruz” der Marx ve işte irdelemesini bu noktaya ulaştırdıktan sonra da bu zor sorunun çözümüne girişir. Paranın sermayeye dönüşmesi, meta mübadelesinin içerdiği yasalar temelinde açıklanmalıdır. Marx’ın çözümlemelerinin açıklığa kavuşturduğu bu husus son derece önemlidir, çünkü metanın fiyatı o metanın gerçek maliyet değerine eşit olsa bile sermaye oluşumu yine de mümkün olmaktadır. Asla göz ardı edilmemeli ki, sermaye birikimi, meta fiyatlarının piyasada meta değerlerinin üzerine çıkması gibi ticarî faktörlerle açıklanamaz. Kaldı ki, piyasada fiyatlar gerçek değerin üstünde ya da altında oynamalarla seyretse bile, bu devamlı dalgalanmalar birbirini telafi edecek ve neticeyi ortalama fiyata indirgeyecektir. “Tüccar veya sanayici bilir ki, uzunca bir dönem göz önüne alındığında metalar daha yüksek ya da daha düşük fiyatlarla değil, fakat ortalama fiyatlarıyla satılacaktır.” Pratikteki bu somut işleyiş, son tahlilde fiyatların piyasadaki dalgalanmaların neticesinde değil, fakat metaların değerleri tarafından düzenlendiği gerçeğini değiştirmez. Demek ki bu konuları kapitalist işleyişin özünde yatan yasalarla değil de, piyasada oluşacak arz talep dengesi gibi faktörlerle açıklamaya girişen iktisat teorilerinin yanlış olduğu açıktır. Kapitalist işleyişin su yüzünde görülmeyen ama onun akıbetini belirleyen yasaları ancak Marx’ın derin analizleriyle gözler önüne serilebilmiştir. Kapital’de yer alan şu satırlar veciz biçimde ana noktaya parmak basmakta ve Marx’ın diyalektik yöntemini örneklemektedir: “Henüz tırtıl halindeki bir kapitalistten başka bir şey olmayan para sahibinin, metaları tam değerleri ile satın alması, tam değerleri ile satması, ama gene de sürecin sonunda, koyduğundan daha fazla değeri çekmesi gerekir. Tırtılımızın kelebeğe dönüşmesi, hem dolaşım alanında gerçekleşmeli hem de dolaşım alanında gerçekleşmemelidir. Problemin koşulları işte bunlardır.”

3. Emek Gücünün Satın Alınması ve Satılması

Paranın sermayeye dönüşmesini anlayabilmek için, paranın geçirdiği değer değişikliğinin (yani P miktardaki paranın artarak P´ olması) bizzat paranın kendisinden ileri gelmediği daha en başta kavranmalıdır. Çünkü para satın alma aracı ve ödeme aracı olarak, yalnızca satın aldığı metaların fiyatlarını gerçekleştirir, o kadar! Ayrıca, satın alınan metanın tekrar satılarak paraya çevrilmesiyle de para sermayeye dönüşmüş olmaz! İşin sırrı para ile satın alınan özel bir metada gizlidir. Paranın değer kazanarak sermayeye dönüşebilmesi için, kullanımı (tüketimi) yeni değer yaratma kaynağı olan özel bir metanın piyasada bulunması gerekir. Ve para sahibi böyle özel bir metayı piyasada bulmuştur. Bu sihirli özel meta, işçinin emek kapasitesi ya da işgücüdür! İşgücü (emek gücü), insanın canlı varlığında mevcut olan ve onun herhangi bir kullanım değeri üretirken kullandığı fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin bütünüdür. (Burada karıştırılmaması gereken bir hususu vurgulayalım. “Emek gücü” ve “işgücü” sözcükleri aynı şeyi anlatır ve dolayısıyla bunların birbiri yerine kullanılmasında hiçbir sorun yoktur. Karıştırılmaması gereken, emek ve emek gücü (işgücü) kavramlarıdır. Çünkü “emek” bütünsel ve soyut bir kavramdır, işçi emeğini satamaz, emeği kendine ait değildir, ancak sahip olduğu emek gücünü günlük, saatlik parçalar halinde satabilir.) Kapitalist üretim tarzının gelişip yerleşebilmesi için, para sahibinin piyasada meta olarak satın alacağı işgücü bulması şarttır. Bunun için de kapitalizm öncesine ait olan ve kişiyi kendi işgücünü serbestçe satmaktan alıkoyan üretim ilişkileri son bulmalıdır. İşgücü, ancak ona sahip olan kişi tarafından piyasada satışa sunulacak şekilde özgürleştiğinde meta olarak satılır ve satın alınabilir niteliğe bürünür. İşte ancak bu durumda, para sahibinin piyasada satın alabileceği işgücü bulabilmesinin birinci temel koşulu gerçekleşmiş olur. Kişinin kendi işgücünü meta olarak satabilmesi için, bu kişinin kendi emek gücü üzerinde tasarrufta bulunabilmesi, yani kendi emek kapasitesinin, kendi kişiliğinin kayıtsız şartsız sahibi olması zorunludur. Sermayenin gelişebilmesinde özgür işçi ve kredi sistemi asli unsurlardır. Buna rağmen, eski çağlarda özgür işçi ve kredi sistemi yokken, o çağlardan bahseden ansiklopedilerde sermayenin tamamıyla geliştiği şeklinde saçmalıklar yazılmıştır. Marx, Theodor Mommsen adlı ünlü Alman tarihçinin “Roma Tarihi” adlı eserinde bu konuda yanlış üstüne yanlış yaptığını belirtir. İşgücü satıcısı ile alıcısı piyasada burjuva hukuku açısından birbirinden farksız ve eşit hukuka sahip kişiler olarak karşılaşırlar. Yaşamın gerçekleri bir yana, işçi bu hukuk açısından işgücünü satmakta ve alıcı da dilediği işgücünü satın almakta özgürdür. İşgücü sahibinin bu işgücünü daima belirli süreler için satması şarttır; aksi halde toptan ve süresiz satacak olursa, o özgür bir kişi yani kendi işgücü metasının sahibi olmaktan çıkar ve bizzat kendisi bir meta, bir köle haline gelir. Kapitalizmde işçinin kendi işgücüyle mülkiyet ilişkisi vardır, onu başkasına satsa bile bunu ancak kendi işgücü üzerindeki mülkiyet hakkından vazgeçmeyerek yapar. Marx, bundan dolayı, çeşitli yasa koyucuların, iş sözleşmeleri için bir üst sınır belirlediğine dikkat çeker. Çalışmanın serbest olduğu bütün ülkelerde iş yasaları sözleşmenin sona erdirilme koşullarını düzenlemektedir. Buna aykırı örnekler, modern çağlarda bile, örneğin vaktiyle Meksika’da işçinin ve ailesinin köle “işçi” konumuna düşürüldüğünü gözler önüne sermiştir. Karşılığı emekle ödenmek koşuluyla patronlar tarafından verilen ve kuşaktan kuşağa geçen avanslarla yalnız tek tek işçiler değil, fakat bunların aileleri de fiilen zengin kişilerin ve onların ailelerinin malı haline getirilmiştir. Para sahibinin işgücünü piyasada meta olarak bulabilmesinin ikinci temel koşulu ise, kişinin kendi işgücünden başka satacak bir metasının olmamasıdır. Açık ki, bir kişinin kendi işgücünü satmak zorunda kalmaması için, bu kişinin üretim araçlarına, örneğin hammaddelere, emek araçlarına vb. sahip olması gerekirdi. Ayrıca bu kişi yaşamını sürdürebilmek için gerekli tüketim araçlarına da sahip olmalıydı! Marx der ki, hiç kimse, hatta katıksız hayalciler bile, geleceğin ürünlerini tüketerek yaşayamaz; daha yeryüzünde ilk belirdiği andan itibaren, insan üretimde bulunmadan önce her gün tüketimde bulunmak zorundadır. Fakat kapitalist üretim tarzı bu genel zorunluluklara, kendi tarzına özgü başka koşullar da eklemiştir. Şöyle ki, şayet ürünler meta olarak üretiliyorsa, bunların üretildikten sonra satılması gerekir. Üretici, tüketim ihtiyaçlarını ancak bu ürünleri (metaları) satın alarak giderebilir. O halde kapitalizmde insanların tüketebilmesi için, ihtiyaç maddelerinin üretim zamanının üstüne bir de satış için gerekli olan zaman eklenmektedir. Marx’ın vurguladığı son derece önemli olan bir nokta da şudur: “Doğa, insanları, bir yanda para ve meta sahipleri, diğer yanda emek güçlerinden başka bir şeyleri olmayan kimseler olarak yaratmaz. Bu ilişkinin doğal bir temeli de, bütün tarih dönemleri için ortak bir toplumsal temeli de yoktur. Bunun, geçmişteki bir tarihsel gelişimin sonucu, birçok köklü iktisadi dönüşümün, toplumsal üretimin bir dizi eski biçiminin tarihe karışmasının ürünü olduğu açıktır.” İnsanlık tarihinde kapitalizm öncesinde yer alan iktisadi kategoriler de kuşkusuz kendilerine ait tarihin izlerini taşımışlardır. Nitekim meta kategorisi için de bu kural geçerlidir. Ürünün meta haline gelebilmesi için, üreticinin kendi ihtiyacını karşılamayı amaçlayan geçim aracı olarak üretilmemiş olması gerekir ve bu açıdan belli tarihsel koşulların varlığı zorunludur. Marx burada vurguladığı “belli tarihsel koşullar” ifadesinin hemen kapitalizm diye anlaşılmaması için konuya açıklık getirir: “Ürün kütlesinin çok büyük bir kısmının, doğrudan doğruya kişisel ihtiyaçları karşıladığı, meta haline gelmediği ve dolayısıyla da toplumsal üretim sürecinin tüm genişlik ve derinliğiyle mübadele değerinin egemenliği altında olmanın henüz çok uzağında bulunduğu durumlarda bile, meta üretimi ve meta dolaşımı gerçekleşebilir.” Fakat ürünün meta olarak ortaya çıkması, yine de toplumda ilkel dönemlere oranla gelişkin bir işbölümünün varlığını gerekli kılar. “Öyle ki, kullanım değeri ile mübadele değeri arasında dolaysız takasın sadece başlatmış olduğu ayrılma, çoktan tamamlanmış olmalıdır. Fakat böyle bir gelişme aşamasına ulaşılması, tarihsel bakımdan son derece farklı iktisadi toplum biçimlerinin ortak bir özelliğidir.” Bu açıklamasıyla Marx, ürünün metaya dönüşümünün tarihte kapitalizm öncesinde yer alan üretim tarzlarında gerçekleşebildiğini ve bunun koşullarını gözler önüne sermiştir. Ne var ki Kapital’de sık sık vurgulandığı üzere, ürünlerin hepsinin ya da çoğunun meta biçimini alması, ancak kapitalist üretim tarzı temelinde gerçekleşir. Tarihte insan topluluklarının iktisadi yaşamındaki gelişmeleri paranın ortaya çıkması açısından incelediğimizde de, “onun varlığı, meta mübadelesinin belli bir düzeye ulaşmış olmasını gerektirir. Sırf meta eş değeri veya dolaşım aracı veya ödeme aracı, gömü ve dünya parası olarak aldığı özel biçimler, bir ya da diğer işlevin önemine ve göreli ağırlığına göre, toplumsal üretim sürecinin çok farklı aşamalarına işaret eder. Bununla beraber, deneyimlerden biliniyor ki, görece az gelişmiş bir meta dolaşımı bu biçimlerin hepsinin ortaya çıkmasına yeter.” Bu açıklamalardan sonra Marx, paranın ortaya çıkışı ve zamanla işlevlerinin çeşitlenmesiyle, sermayenin tarihinin asla karıştırılmaması gerektiğini vurgular: “Sermayeye gelince, iş değişir. Yalnız başına meta ve para dolaşımı, sermayenin tarihsel varoluş koşullarının ortaya çıkmasına kesinlikle yetmez. Sermaye, ancak, üretim ve geçim araçları sahibinin özgür işçiyi piyasada kendi emek gücünün satıcısı olarak karşısında bulduğu durumda doğar.” Şurası da çok önemli ki “ve bu tek tarihsel koşul bir dünya tarihini kapsar. Sermaye, bundan ötürü, başından itibaren, toplumsal üretim sürecinin yeni bir çağını ilan eder. Demek ki, kapitalist çağı karakterize eden şey, işçinin kendi gözünde emek gücünün kendisine ait bir meta biçimini alması ve dolayısıyla emeğin ücretli emek biçimine dönüşmesidir. Diğer yandan emek ürünlerinin meta biçimini alması ancak bu andan itibaren genelleşir.” Böylece bu konuları yeteri derinlikle incelemeyen pek çok kişinin karıştırdığı konular açıklığa kavuşturulmuş olur: tarihte metanın ve paranın ortaya çıkması ile genelleşmiş meta üretimi ve sermaye aynı şeyler değildir! Tarihsel gelişim içinde özgür emek gücünün doğuşuna değinildikten sonra, bu kendine özgü metayı şimdi daha yakından incelememiz gerekir. Diğer bütün metalar gibi, onun da bir değişim değeri vardır. “Emek gücünün değeri de, diğer herhangi bir meta gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla aynı zamanda yeniden üretimi için gerekli emek-zamanla belirlenir. Bir değer olduğu ölçüde, emek gücü, yalnızca, kendisinde maddeleşmiş olan belli bir ortalama toplumsal emek miktarını temsil eder.” Emek gücü, yalnızca, yaşayan bireyin yeteneği olarak var olur ve onun varlığı, bireyin kendini yeniden üretmesi ya da varlığını sürdürmesi demektir. Yaşayan bireyin kendi varlığını sürdürmek için belli miktarda geçim aracına ihtiyacı olduğuna göre, demek ki, emek gücünün üretimi için gerekli emek-zaman, bu geçim araçlarının üretimi için gerekli emek-zamana eşittir. O halde işgücünün değeri, işçinin varlığını sürdürmesi için gerekli olan geçim araçlarının toplam değerine eşittir. Unutulmaması gerekir ki, normalde insanda çalışma potansiyel ve yeteneği her zaman vardır, işgücü dediğimiz şey ise ancak harcanmakla fiilen gerçekleşir ve yalnızca çalışma sırasında faaliyet gösterir. Çalışma sırasında insan kaslarının, sinirlerinin, beyninin vb., tekrar yerine konması gereken belli bir miktarı harcanır ve bu harcanan kısım insanın çalışma potansiyelini aynı seviyede sürdürebilmesi için yerine konmalıdır. İşte bu fazladan harcama ne kadarsa, o kadar da fazla bir geliri gerekli kılar. Bu duruma eski Roma’dan örnek verilir. Tarım kölelerine gözcülük yapan eski Romalı köle kâhyasının, kendisi kölelerden daha hafif bir iş yaptığı için, onlardan daha az aldığı bilinmektedir. Ayrıca işgücünün sahibi bugün çalışmışsa yarın da aynı güçle ve sağlıkla çalışabilmelidir. O halde işgücünün yeniden üretimi için gerekli geçim araçlarının miktarı, çalışan bireyi normal sağlık durumunda tutmaya yetecek kadar olmalıdır. İşgücü maliyetini belirleyen beslenme, giyinme, ısınma, barınma vb. gibi doğal ihtiyaçlar için gereken miktar, bir ülkenin iklimine ve diğer doğal özelliklerine göre farklılaşır. Daha da önemlisi, zorunlu denilen ihtiyaçların hem giderilme tarzları hem de miktarları tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı da tarz ve miktar o ülkenin uygarlık düzeyine, işçi sınıfının mücadeleyle elde ettiği kazanımlara göre değişir. Örneğin günlük et ve süt ihtiyacını ya da yıllık tatil ihtiyacını karşılamadan işgücünün yeniden üretilemediği bir uygarlık düzeyinde işgücünün yeniden üretimi için gerekli miktar, bu harcamaların da mutlaka eklenmesiyle bulunacaktır. Demek ki, işgücünün değeri belirlenirken durum ülkeden ülkeye değişmekte ve diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır. Emek gücünün sahibi ölümlüdür ve o nedenle yıpranma ve ölüm sonucu piyasadan çekilen emek güçlerinin yeri, en azından aynı sayıda yeni emek gücü ile sürekli olarak doldurulmalıdır. O halde emek gücünün üretimi için gerekli geçim araçlarının miktarı, yedek emek gücünün yani işçi çocuklarının geçim araçlarını da kapsamalıdır. Ayrıca, emek gücünün belirli bir işkolunun gerektirdiği yetenek ve becerilerle donatılabilmesi için şu ya da bu miktarda bir meta eş değerine mal olacak olan bir eğitime ya da öğretime de ihtiyaç vardır. Emek gücü için yapılacak eğitim harcamaları, emek gücüne kazandırılmak istenen niteliklerin karmaşıklık derecesine göre değişir ve bu yetiştirme, eğitim masrafları da emek gücünün üretim maliyetine dahil edilir. Burada değinilen tüm unsurların hesaba katılması koşuluyla, belirli bir ülkede belirli bir zamanda bir işçi için hesaplanan gerekli ortalama geçim aracı miktarı işgücü maliyetinin belirlenmesinde veri olacaktır. Bu harcamaların diyelim bir yıllık süreye dağılımı her nasıl olursa olsun, yıllık tutardan gün başına düşen miktarın değişmeyen bir ortalama gelir hesabıyla karşılanması zorunludur. Hatırlanacağı üzere, her metanın değeri, onu normal nitelikte elde etmek için gerekli olan emek-zaman ile belirlenir. Örnekse, işgücünün üretimi için gerekli günlük ihtiyacın karşılığı diyelim 4 saatlik toplumsal emek harcamasına eşit olsun. 8 saatlik işgününü esas alırsak, demek ki bu durumda bir günlük işgücü değerinde aslında yarım günlük toplumsal emek maddeleşmiş demektir. Bir başka deyişle, işgücünün bir günlük üretimi için gerçekte yarım işgünü yetmektedir. İşçi kendi işgücünü, onu yeniden üretmek için gerekli olan 4 saat karşılığına satışa çıkarırsa, bu durumda işgücünün satış fiyatı, dikkat edilirse işgücünün değerine eşit olacaktır. Parasını sermayeye dönüştürmeye can atan para sahibi de işçiye işgücü değerinin karşılığını seve seve ödeyecektir. Ama sömürünün sırrı da işte buradadır, çünkü gerçekte işçiye 8 saatlik çalışması karşılığında yalnızca 4 saatlik para ödenmiş olacaktır. İşte kapitalist sömürü böyle hinoğlu hince derinde saklı bir gerçekliktir! Sorun işgücünün kendi değerinin altında satın alınmasında değildir. Kapitalist sömürünün kaynağı, işgücü denen özel metanın, değerinin tam karşılığı ödense bile kendi değerinin ötesinde bir artı-değer üretmesindedir. O yüzden, “işgücünün karşılığı verilsin” talebinin kabulüyle sömürü ortadan kaldırılmış olmaz! İşgücü değerinin en alt sınırı, her gün karşılanamaması halinde işçinin kendi yaşam sürecini yenileyemeyeceği zorunlu ihtiyaç değerlerinin toplamıyla belirlenir. Asgari ücretin en alt sınırını ifade eden bu toplam, işgücünün üretimi için fiziksel açıdan vazgeçilmesi imkânsız olan geçim araçlarının değerine eşittir. İşgücünün fiyatı bu en alt sınırın da altına indiğinde, kendi asgari üretim maliyetinin altına düşmüş olur. Bunun anlamı, işgücü sahibinin artık mevcut gücünden yitirerek varlığını kötürüm biçimde sürdürmeye çalışması demektir. İşgücü diğer metalardan farklı özel bir metadır ve onun kendine özgü doğasından ortaya çıkan ilginç bir sonuç vardır. Şöyle ki, işgücünün alıcısı ile satıcısı arasında sözleşme yapıldığında, bu metanın kullanım değeri henüz alıcısının eline geçemez! İşgücünün kullanım değeri, ancak bu gücün satın alınmasından sonra fiilen harcanmasıyla elde edilir. İşgücü fiilen kullanıldığında, onu satın alan için kullanım değeri olarak varlık kazanır. Demek ki, işgücünün elden çıkartılması ile bir kullanım değeri olarak varlık kazanması eşzamanlı değildir. İşgücü adlı özel meta söz konusu olduğunda, onun karşılığının ödenmesinde de özel bir durum söz konusudur. Kapitalist üretim tarzının bulunduğu bütün ülkelerde, işgücünün karşılığı, ancak işgücü sözleşmede belirtilmiş bir süre boyunca fiilen kullanıldıktan sonra, örneğin her haftanın ya da ayın sonunda ödenir. Bundan ötürü, işçi her yerde işgücünün kullanım değerini kapitaliste avans olarak vermiş olur. Altını çizmek gerekir ki, işçi işgücünü henüz onun fiyatını ödememiş olan alıcıya kullandırtmakta ve dolayısıyla aslında işçi her yerde kapitaliste kredi açmış olmaktadır! Kredi açma sözünün boş bir hayal olmadığını gösteren olgulardan biri, kapitalistler iflas ettiğinde, önceden onlara kredi olarak verilmiş olan ücretlerin yitirilmesidir. Fakat işçinin patrona kredi açması gerçeğinin daha kalıcı bir dizi etkisi vardır. Örneğin işçilerin ücretinin ay sonunda ödendiği durumlarda, patron ay içinde işçilere avans verebilir. Ne var ki işçiler bu avanslarla pek çok malı ekseriya piyasa fiyatlarından daha yükseğe satın almakta ve böylece patronların kârlarını fazlasıyla realize etmektedirler. İşte bu da, aslında işçilerin patronlara kredi açması anlamına gelir. İşgücü ücretinin satın alındığı anda ödenmemesi durumunda para anında satın alma aracı olarak değil, sonradan ödeme aracı olarak işlev görmüş olur. Fakat bu durum meta mübadelesinin doğasında herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Çünkü işgücünün karşılığı daha sonra ödenecek olsa bile, onun fiyatı daha satın alma sözleşmesi sırasında saptanmaktadır ve böylece işgücü fiili işin öncesinde satılmış olmaktadır. İşgücü denen metanın üretim sürecinde diğer metalardan farklılığını kavramak çok önemlidir. İşgücü satın aldığında para sahibi ondan elde edeceği kullanım değerinin tamamını değil, yalnızca harcanan işgücünün yeniden üretimi için gerekli kısmın karşılığını öder (örneğimizde 8 saat yerine 4 saat). Oysa demirbaşlar, hammadde vb. söz konusu olduğunda, para sahibi bunlara tam fiyatını ödemektedir. Marx, dolaşım alanıyla üretim alanı arasındaki nitel bir farklılığa da dikkat çeker. İşgücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım alanı (meta mübadelesi alanı) kapitalist anlamda bir “özgürlük, eşitlik ve mülkiyet” alanıdır. “Özgürlük! Çünkü bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşitlik! Çünkü birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta bulunur.” Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, ticari kapitalizm dönemine özgü yargılar bayatlarken, şimdi para sahibiyle işgücü sahibi arasındaki ilişkiden doğan değer yargıları ekonomik yaşamda egemen olur. Marx’ın çarpıcı ifadesiyle: “Bir zamanların para sahibi şimdi kapitalist olarak önden gidiyor, emek gücü sahibi de onun işçisi olarak arkasından yürüyor; birinde anlam yüklü bir bıyık altından gülümseme ve iş yapma hevesi, diğerinde, kendi derisini pazara getirip de bunu yüzdürmekten başka bir şey beklemesine imkân olmayan bir kimsenin çekingenlik ve tutukluğu.” Kapitalist üretim tarzının sihirli metası işgücüdür; işgücünün tüketimi süreci, aynı zamanda, metaların ve artı-değerin üretim sürecidir. İşgücünün tüketimi, piyasanın ve dolaşım alanının dışında, yani üretim sürecinde tamamlanır. Marx, kapitalist sömürünün sırrını çözebilmek için gereken hususa işaret eder: Kapısında “işi olmayan giremez” yazan üretim alanına kadar peşlerinden gitmek üzere, para sahibi ve işgücü sahibi arasında her şeyin açıkta ve göz önünde cereyan ettiği dolaşım alanını terk etmemiz şarttır. İlerleyen bölümlerde anlatılacağı üzere, üretim alanında yalnızca sermayenin artı-değeri nasıl ürettiği değil, aynı zamanda kendisinin de sermaye olarak nasıl üretildiği görülecektir. Böylece, “kâr yapmanın sırrı da sonunda açığa çıkacak”tır.

4 Mayıs 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /6

kapitali-okumak-c1.png

ÜÇÜNCÜ KISIM: MUTLAK ARTI-DEĞERİN ÜRETİMİ

Bölüm 5: Emek Süreci ve Değerlenme Süreci

1. Emek Süreci

İşgücünün kullanımı fiilî çalışmadır ve kapitalist satın aldığı bu kullanım değerini işçiyi çalıştırarak tüketir. Çeşitli kullanım nesnelerinin kapitalistler hesabına ve onların denetimi altında üretiliyor olması, insanın üretim faaliyetinin taşıdığı genel özellikleri değiştirmez. O nedenle Marx, emek sürecinin ilk önce tüm farklı üretim tarzlarından bağımsız olarak incelenmesi gerektiğini belirtir. “Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanılabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir. Böylece, doğada uyuklamakta olan güçleri geliştirir ve bunların hareketini kendi emri altına alır.” İşçinin kendi işgücünü piyasada meta olarak sattığı tarihsel evre ile insan emeğinin henüz hayvanların yaşam çabasını hatırlatan ilk içgüdüsel biçimlerinden sıyrılmamış bulunduğu tarihsel evre arasında ölçülemeyecek uzunlukta bir zaman aralığı yer almaktadır. Marx, üretici emeği önce tümüyle ve yalnızca insana ait bir biçimiyle ele aldığını belirttikten sonra, hayvanların faaliyetiyle aradaki farkı vurgulayabilmek için örnekler verir. “Bir örümcek, dokumacının çalışmasını andıran faaliyetlerde bulunur ve bir arı, bal peteğini yaparken bazı mimarları utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan daha en başından ayırt eden şey, mimarın, peteği balmumundan yapmadan önce kafasında kurmuş olmasıdır. Emek sürecinin sonunda, bu sürecin başında zaten işçinin imgeleminde, yani düşünsel olarak var olan bir sonuç ortaya çıkar.” İnsan ihtiyacını karşılayacak çeşitli kullanım nesnelerinin üretildiği süreci emek süreci olarak ifade edecek olursak, bu emek sürecinin temel unsurları: emeğin kendisi, emeğin nesnesi ve emeğin araçlarıdır. “Başlangıçtan beri insanlara yiyecekleri, hazır geçim araçlarını sağlayan toprak (iktisadi anlamda su da bunun içindedir), insanın faaliyetinden bağımsız olarak, insan emeğinin genel nesnesidir.” Doğanın kendiliğinden sağladığı emek nesnelerine örnek olarak, sudan çıkarılarak avlanan balık, ormandan kesilen ağaç, topraktaki damarından ayrılan maden cevheri verilebilir. Fakat emek nesnesi olan şey daha önce harcanan emeğin eleğinden geçmişse, ham madde olarak adlandırılır. O halde, her ham madde emek nesnesidir ama her emek nesnesi ham madde değildir. Doğada kendiliğinden bulunan bir emek nesnesi, ancak harcanan emek sayesinde bir değişiklik geçirdikten sonra ham madde haline gelir. Emek aracı işçiyle emek nesnesi arasına girer ve emek nesnesi üzerindeki faaliyetin yöneticisi olan işçiye hizmet eder. Geçmişi hatırlayalım. Tarihte emek araçları olarak yalnızca bedensel organların kullanıldığı dönemler vardı ve insanlar doğanın sunduğu meyveler gibi hazır geçim araçlarını toplayarak yaşamlarını sürdürüyorlardı; doğaya ait bir şey (taş, ağaç dalı vb.) insanın faaliyetinin organı oluyordu. Toprak insana ilk azık ambarını sunarken, aynı şekilde ilk emek aracı deposunu da sağlıyordu. Örneğin, fırlatması, sürtmesi, bastırması, kesmesi için taş veriyordu. Emek süreci az da olsa bir gelişme gösterir göstermez, insan işlenmiş emek araçlarına ihtiyaç duymaya başladı. Nitekim insanların çok eskiden yaşamış oldukları mağaralarda taştan yapılmış aletler ve silahlar bulundu. İnsanlık tarihinin başlangıcında, işlenmiş taş, tahta, kemik ve deniz kabuğu ile birlikte, evcilleştirilmiş, yani kendileri de emek harcanarak değiştirilmiş, yetiştirilmiş hayvanlar emek araçları olarak başrolü oynadılar. Ayrıca unutulmasın ki, toprağın kendisi doğalında bir emek aracıdır; ama toprağın tarımda emek aracı olarak kullanılabilmesi, bir dizi başka emek aracını ve emek gücünün görece yüksek bir gelişme düzeyini gerektirir. Geçmiş tarihlerde kullanılmış emek araçlarının kalıntıları bize farklı iktisadi çağlar hakkında fikir verir. “Kemik kalıntılarının yapısı, nesli tükenmiş hayvan türlerinin yapılarını anlamak için ne kadar önemliyse, emek araçlarının kalıntıları da, tarihe karışmış iktisadi toplum biçimlerinin değerlendirilmesi açısından o kadar önemlidir. İktisadi çağları ayırt eden, nelerin yapıldığı değil, nasıl, hangi emek araçlarıyla yapıldıklarıdır.” Lüks mallar ise, farklı üretim çağlarının birbirleriyle teknolojik açıdan karşılaştırılması bakımından en önemsiz olanıdır. Emek araçları yalnızca insan emek gücünün geçirmiş olduğu gelişmenin derecesini ölçmekle kalmamakta, aynı zamanda bu emek gücünün hangi toplumsal koşullar altında kullanılmış olduğunu da göstermektedir. Emek araçlarını kendi içinde sınıflandırabiliriz. Mekanik emek araçlarının tümünü üretimin kemik ve kas sistemi olarak adlandırabiliriz. Yalnızca emek nesnelerinin saklanmasına yarayan boru, fıçı, sepet, testi ve küp gibi emek araçlarına ise genel olarak üretimin damar sistemi adını verebiliriz. Mekanik emek araçları, belli bir toplumsal üretim çağını diğerlerinden ayırmak için ikinci gruba oranla çok daha belirleyici özellikler sunar. İkinci grupta yer alan üretim araçları ise ancak kimyasal üretim başladığında anlamlı bir rol oynar. Marx, o zamana kadarki yazılı tarihin, bütün toplumsal hayatın ve dolayısıyla da bütün yaşanmış tarihin temeli olan maddi üretimde meydana gelen gelişmeyi çok az ele aldığına dikkat çeker. Tarih öncesi çağlar “tarihsel araştırmalar” temelinde değil, doğa bilimleri araştırmaları temelinde, alet ve silahların yapılmış oldukları maddelere göre taş devri, bronz devri ve demir devri diye bölünmüştür. Emek aracı yalnızca doğanın sağladığı topraktaki su, taş, metal ve benzerlerinden ibaret değildir kuşkusuz, daha önce emek harcanarak yapılmış iş yerleri, kanallar, yollar vb. de emek aracıdırlar. Emek sürecinde insanın faaliyeti, emek aracı yardımıyla emek nesnesi üzerinde daha başından amaçlanmış bir değişiklik gerçekleştirir. Süreç ürünle son bulur ve sürecin bütününü ürün açısından ele alacak olursak, hem emek aracı hem de emek nesnesi üretim aracı olarak ve emeğin kendisi de üretici emek olarak görünür. Fakat üretici emeğin ne olduğunu yalnızca basit emek süreci açısından belirlemeye yarayan bu yöntem, kapitalist üretim sürecine hiçbir şekilde uygulanamaz. (İlerde görüleceği üzere, kapitalizm öncesinde herhangi bir kullanım değeri üreten emek üretici emek olarak kabul edilirken, kapitalist üretim tarzında yalnızca artı-değer üreten emek üretici emek addedilir.) Üretim sürecini en genel şekliyle gözümüzün önünde canlandıralım. Yeni üretilen bir kullanım değeri bu süreçten bitmiş bir ürün olarak çıkarken, daha önce üretilmiş başka kullanım değerleri ise bu sürece üretim araçları olarak girmektedir. Demek ki bir sürecin bitmiş ürünü olan kullanım değeri, bir diğer sürecin üretim aracı olabilmektedir. Bu nokta, diyalektik kavrayışın gerekliliğini anlatan örneklerden biridir. Vurgulayacak olursak, ürünler emek sürecinin yalnızca sonuçları değil, fakat aynı zamanda koşullarıdır. “Emek nesnelerini doğada hazır halde bulan madencilik, avcılık, balıkçılık vb. gibi (bunlara, yalnızca, henüz el değmemiş toprakları kullanıma açma aşamasındaki tarım eklenebilir) çıkarıcı sanayiler dışında, diğer bütün sanayiler, ham madde olan bir nesneyi, yani emeğin eleğinden geçmiş, kendisi de emek ürünü olan bir emek nesnesini işler. Söz gelişi, tarımda tohum böyle bir şeydir. Doğal ürünler olarak görmeye alıştığımız hayvanlar ve bitkiler, sadece, belki geçen yılın emeğinin ürünleri değil, fakat bugünkü biçimleriyle, kuşaklar boyunca insanın denetimi altında, insan emeği aracılığıyla sürdürülmüş bir dönüşümün ürünleridir. Ama özellikle emek araçları söz konusu olduğunda, bunların çok büyük çoğunluğu, en dikkatsiz gözlemcilere bile, geçmişteki emeğin izlerini gösterir.” Kömür örneğinde olduğu üzere, ham madde bazen ürünün ana maddesi olabilir ve bazen de ürünün oluşumuna yalnızca bir yardımcı madde olarak katılabilir. Yardımcı madde, ya buhar makinesinin kömürü örneğindeki gibi emek aracı tarafından tüketilir, ya da yüne eklenen boya örneğinde olduğu üzere bizzat ham maddeye katılır. Veya iş yerlerini aydınlatmak ve ısıtmak için kullanılan maddelerin örneklediği gibi, işin kendisinin yürütülmesine destek olur. Ayrıca, aynı ürün çok farklı emek süreçlerinin ham maddesi olabilir. Diyelim tahıl, hem değirmencinin, hem içki imalatçısının, hem de hayvan yetiştiricisinin kullandığı ham maddedir. Keza aynı ürün, aynı emek sürecinde, hem emek aracı ve hem de ham madde olarak kullanılabilir. Örneğin hayvan besiciliğinde hayvan, hem işlenen ham madde hem de gübre elde etmenin aracıdır. Veya üretilen bir ürün, emek sürecini bitmiş bir ürün olarak değil de sonrasında kullanılacak bir ham madde olarak terk edebilir. Bu durumu örnekleyen pamuk, dokuma ipliği gibi ürünlere yarı mamul ürün ya da Marx’ın çok daha doğru bulduğu tabirle ara ürün denir. Daha önce üretilmiş ürünler, yeni bir emek sürecine üretim aracı olarak girdiklerinde ürün niteliklerini yitirir ve yalnızca canlı emeğin maddeleşmiş unsurları olarak iş görürler. Örneğin dokumacı için dokuma tezgâhı sadece kullandığı bir araçtır. Bu şekilde örneklenen cansız emek ancak canlı emeğin hayat veren dokunuşuyla harekete geçer ve kendisine düşen görevi yerine getirebilir. Aksi halde, örnekse emek sürecinde işe yaramayan bir makine faydasız hale gelir. Kendi haline bırakılan demir doğa kuvvetlerinin bozucu etkisi altında paslanır, tahta çürür. Marx’ın ifadesiyle, canlı emeğin bu şeylere el atması, onları ölüm uykularından uyandırması, onları yalnızca olası kullanım değerleri olmaktan çıkartıp gerçek ve etkin kullanım değerleri haline sokması gerekir. Üretim süreci, emeğin kendisine ait maddi unsurları, yani üretim nesnesini ve üretim araçlarını kullandığı ve o halde bunları tükettiği bir süreçtir. Demek ki, yine diyalektik kavrayışın önemini vurgulayan bir husus olarak, üretim süreci aynı zamanda bir tüketim sürecidir. Fakat bu tüketim, bireyin kendi varlığını sürdürmek amacıyla ihtiyaç duyduğu bireysel tüketimden farklı olarak bir üretken tüketimdir. Bireysel tüketimin sonucu (ürünü) bizzat tüketicinin kendisi iken, üretken tüketimin sonucu tüketicinin dışında bir üründür. Emek araçları ve emek nesneleri genelde daha önce üretilmiş ürünlerdir. Ama unutmayalım ki, emek süreci başlangıçta yalnızca insan ile onun faaliyetlerinden bağımsız olarak zaten var olan toprak arasında gerçekleşmiştir. Nitekim günümüzde de, doğrudan doğruya doğa tarafından sağlanan üretim araçlarından hâlâ yararlanılır. Emek süreci en genel anlamıyla, insan hayatının değişmez doğal koşulunu oluşturan ve dolayısıyla onun yarattığı tüm toplum biçimlerinde bu özüyle aynı olan amaçlı faaliyettir. Marx, işte bu nedenle, henüz genelin incelendiği yerde işçiye dair özelliklerin ele alınmasının gerekmediğini belirtmiştir. Fakat böyle genel bir incelemenin, bize işlerin hangi üretim tarzında ne şekilde yürüdüğü hakkında fikir vermeyeceği de açıktır. Şöyle der Marx: “Buğdayın tadına bakarak onu kimin yetiştirdiğini ne kadar anlayabilirsek, bu sürecin hangi koşullar altında gerçekleştiğini de ancak o kadar anlayabiliriz; köle gözcüsünün vahşi kırbacı altında mı yoksa kapitalistin dehşet verici bakışı altında mı üretildi, Cincinnatus’un mütevazı tarlasını ekip biçerek yaptığı bir şey miydi yoksa bir taşla hayvan avlayan bir vahşinin işi miydi, bilemeyiz.” Emek sürecini kapitalist üretim tarzı altında inceleyecek olursak, öncelikle şunu görürüz: kapitalistimiz üretim için gerekli tüm unsurları satın alırken, artık bir meta olan işgücünü de satın almaktadır. Üretim başladığında, kapitalist, satın almış olduğu işgücünü tüketmeye koyulur. Bu eylemin asıl içeriği, o işgücünün taşıyıcısı olan işçinin emeği aracılığıyla kapitalistin üretim araçlarını tüketmeye koyulmasıdır. İşçinin bu işi kapitalist adına yapıyor oluşu sürecin genel doğasında hiçbir değişiklik yaratmaz. İşgücünün kapitalist tarafından tüketilmesi şeklinde gerçekleşen üretim süreci iki belirgin özellik gösterir. Birinci özellik, işçinin kapitalistin denetimi altında çalışması; kapitalistin de işin yöntemine uygun şekilde yapılmasına, üretim araçlarının gerektiği gibi kullanılmasına, dolayısıyla ham madde israfının önlenmesine ve emek araçlarının daha fazla eskiyip aşınmamalarına dikkat etmesidir. İkinci özellik ise, ürünün onu üreten dolaysız üreticinin değil kapitalistin malı olmasıdır. Kapitalist, bir günlük işgücü satın aldığında işgücü biçiminde bir günlük kullanım değeri satın almış olur. O bir günlük işgücü artık onu satan işçiye ait değildir. Kapitalist satın aldığı bu bir günlük işgücünü, yani canlı emeği, üretim sürecinde yine kendisine ait olan cansız emek unsurlarına bir maya olarak katar. Emek süreci diye de adlandırdığımız üretim süreci, kapitalistin satın almış olduğu ve ona ait olan şeyler arasındaki bir süreçtir. O nedenle, “kendi şarap mahzenindeki fermantasyon sürecinin ürünü ne kadar onunsa, bu sürecin ürünü de o kadar onundur”.

2. Değerlenme Süreci

Kapitalistin malı olan ürün herhangi bir kullanım değeridir ve kapitalizmde kullanım değerleri asla salt kendileri için kıymet verilen şeyler değildir. Kullanım değerleri kapitalizmde değişim değerinin taşıyıcısı oldukları için önemlidir ve zaten bir değişim değeri taşımaları koşuluyla üretilirler. Kapitalist ilk olarak, bir değişim değerine sahip olan bir kullanım değeri, yani satılacak bir nesne, bir meta üretmek ister. İkincisi, o metanın üretimi için meta piyasasından satın aldığı üretim araçlarının ve işgücünün toplam değerinden daha yüksek değere sahip olan bir meta üretmek ister. Kapitalistin amacı, bir kullanım değeri değil, bir değişim değeri ve bu sayede artı-değer üretmektir. Ayrıca, meta nasıl kullanım değeri ile değişim değerinin birliğiyse, metanın üretim süreci de emek süreci ile değer yaratma sürecinin birliği demektir. Bu gerçeklikten hareketle Marx, üretim sürecini şimdi de bir değişim değeri yaratma süreci olarak incelemeye geçer. Biliyoruz ki, her metanın değeri kendi üretimi için gerekli olan toplumsal emek-zamanla belirlenmektedir. O halde bir ürünün değişim değerini hesaplamak için, o üründe maddeleşmiş olan emek-zamanı hesaplamak gerekir. Marx iplik üretiminden örnek verir. İpliğin ham maddesi pamuktur ve demek ki ipliğin üretimi için gereken emek-zamanın bir kısmı pamuğun içerdiği emek-zamandır. Ayrıca, pamuk iplik haline getirilirken kullanılan ve dolayısıyla aşınan iğin içerdiği emek-zaman da ipliğin üretimi için gereken emek-zamanın bir kısmını oluşturur. Demek ki, ipliğin elde edilmesi için gereken emek-zaman (yani ipliğin değişim değeri) hesap edilirken, onun üretimi için gereken ham madde, yardımcı madde, araç-gereç gibi unsurların kendi üretimleri esnasında yutmuş oldukları toplumsal emek-zaman miktarları birer birer toplama katılır. Unutulmamalı ki, bu üretim unsurlarının böylece ipliğe kattığı değer aslında geçmişte harcanmış emektir. Bu geçmiş zamanın bir ay önce mi, bir yıl ya da on yıl vb. önce mi olduğunun ise hiçbir önemi yoktur. Anlatılanları, Marx’ın verdiği örneği ve onun kullandığı ölçü birimlerini değiştirmeden kısaca somutlayalım. Pamuğun ve iğin değerlerinin toplamı diyelim ki 12 şilin olsun, bu tutar üretilecek ipliğin değerinin bir kısmını oluşturacaktır. 12 şilinle ifade ettiğimiz bu değerin maddeleşmiş iki işgününe eşit olduğunu varsayalım. İpliğin değerini bulmak için şimdi geriye bir tek, pamuğa iplik işçisinin emeğinin kattığı değer kısmının hesaplanması kalmaktadır. Bunu hesaplamak için, iplik yapımında kullanılan emeğin basit emek yani toplumsal açıdan ortalama emek olduğu düşünülür. Zira ayrı niteliklere sahip vasıflı emekler, belirli büyüklükteki basit emek cinsinden ifade edilebilir ve bu yöntem değerin hesabında bir yanlışlığa yol açmaz. Üretim süreci boyunca sarf edilen emek, hareket biçiminden cisim olma biçimine geçer. Böylece, örneğin bir saatlik eğirme hareketi belli bir miktardaki iplik-ürün tarafından temsil edilir. İplik işçisi, bu bir saat boyunca kendi işgücünü sarf eder. 12 saatlik bir işgününü düşünecek olursak, işçi bu süre içinde bir saatte ürettiği ipliğin 12 katı iplik üretir. Pamuk ham maddesi, bütün bu üretim süreci boyunca harcanan 12 saatlik emeği emer. Bu emme işlemi sayesinde pamuk ipliğe dönüşürken, işgücü harcanarak ipliğin değerine eklenir. Nasıl ki ipliğin değerine giren ham madde, yardımcı madde vb. harcanmış emek-zaman (toplumsal açıdan gerekli emek-zaman) olarak ifade ediliyorsa, harcanan işgücü de bu şekilde hesaba katılır. Kapitalist tarafından satın alınan işgücünün günlük değerinin 3 şilin olduğunu ve bu 3 şilinde 6 saatlik emeğin maddeleşmiş bulunduğunu varsayalım (işgücünün günlük değeri, işgücünün yeniden üretimi için gereken ihtiyaç maddelerinin gün başına düşen değerlerinin toplamıydı). Diyelim iplik işçisi bu 6 saatte 10 libre pamuğu 10 libre iplik haline getirmiş olsun. O halde 10 libre iplik üretimi boyunca pamuk 6 saatlik emeği emmiş, yani işgücü pamuğa 6 saatlik iplik üretimi neticesinde 3 şilinlik bir değer katmıştır. Şimdi 10 libre ipliğin toplam değerini hesaplayabiliriz. Daha önce pamuğun ve iğin değerlerinin toplamını 12 şilin olarak kabul etmiş ve bu değerin maddeleşmiş iki işgününe eşit olduğunu varsaymıştık. Aynı ölçülerle devam edecek olursak, işgücünün emek-zaman olarak karşılığı da yarım işgünü olduğuna göre, 10 libre pamuğun değeri 2,5 işgünlük emek-zaman ve bunun parasal karşılığı da 15 şilin olacaktır. O halde 1 libre pamuğun değeri 1,5 şilin edecektir. Marx, şayet işler bu noktada kalakalmış olsaydı kapitalistin şaşkınlığa sürükleneceğini vurgular. Zira ürünün yukarda yaptığımız hesaplamayla ortaya çıkan değeri, yatırılmış sermayenin değerine yani onun üretimi için kapitalistin yaptığı harcamaların toplamına eşittir. Böyle olsaydı yatırılan sermaye hiç artı-değer yaratmamış olurdu. Çünkü daha önce pamuğa, iğe ve işgücüne harcanan değerlerin toplamından asla bir artı-değer doğmaz! Üretimde işler böyle olsaydı, kapitalistin parasını üretime yatırmaktan kaçacağını ve elindeki parayla üretimde bulunmadan para kazanmayı düşünebileceğini hatırlatır Marx. Örneğin bir kapitalist, Amerikan İç Savaşı sırasında Liverpool pamuk borsasında oynayabilmek için fabrikasını kapatıp işçilerini sokağa atarken böyle yapmıştır. Şayet üretim süreci artı-değer yaratmasaydı, kapitalistimiz örneğimizdeki 15 şilini boşa harcamayıp saklamak veya bunu keyfi için harcamak gibi seçenekleri de düşünüp durmaya başlayacaktı. Fakat kapitalistimiz parasını harcamayıp dünya nimetlerinden el çekmek istemezdi. O halde kapitalistimiz basitçe düşünmeyi sürdürür: Onlar olmadan emeğini ete kemiğe büründüremeyeceği maddeleri (ham madde, araç-gereçler vb.) işçiye kendisi vermemiş midir? Toplumun büyük kısmı hiçbir şeyleri olmayan böyle kimselerden oluştuğuna göre, o kendi üretim araçlarıyla, kendi pamuğuyla ve kendi iğleriyle, topluma ölçülemeyecek değerde bir hizmette bulunmuş ve üstüne üstlük işçiye geçim araçları sağlamamış mıdır? Şimdi bu hizmeti yok mu sayılmalıydı? Ama işçi de, pamuğu ve iği ipliğe dönüştürerek onun hizmetine karşılık vermedi mi? Öte yandan kendisi de iplik işçisini denetleme ve gözetleme işi yapmamış mıydı, yani bizzat çalışmamış mıydı?! Marx burada kapitalistimizin hayali düşünme sürecini noktalar ve aslında kapitalistimizin gerçek olmayan tüm bu bahaneleri ve boş laf cambazlıklarını, kendilerine zaten bu iş için para ödenen ekonomi politik profesörlerine bırakacağını hatırlatır. Zira kapitalist işinin dışında kafasız biri olsa bile, işinde ne yaptığını bilen pratik bir adamdır. İpliğin değer hesabı örneğimize geri dönelim. İşgücünün yeniden üretimi için gereken günlük geçim araçlarının maliyeti 3 şilin yani yarım işgünüydü. Fakat işçinin kendisini canlı tutmak için diyelim yarım işgününün gerekli olması, işçinin tam gün çalışmasına asla engel değildir. Böylece artı-değerin kavranması açısından önem taşıyan noktaya gelmiş bulunuyoruz. Demek ki işgücünün değeri ile o işgücünün 12 saatlik emek süreci sırasında yarattığı toplam değer birbirlerinden tamamen farklı büyüklüklerdir. Kapitalist, işgücünü satın alırken zaten işte bu farkı göz önünde bulundurmuştur. Yeni bir değer yaratabilmek için işgücünün faydalı şekilde (iplik, kumaş, çizme vb. şeklinde bir kullanım nesnesi üretmek) harcanması gerekir. Ancak hatırlayalım, işgücü denen metanın özgül bir kullanım değeri vardır, kendisinin sahip olduğundan daha fazla bir değerin kaynağıdır. Kapitalistin ondan beklediği özgül hizmet de işte budur. İşgücü alışverişinde kapitalist, aslında meta mübadelesini yöneten genel yasalara uygun hareket etmektedir. Normalde işgücü satıcısı da, diğer herhangi bir metanın satıcısı gibi metasının mübadele değerini gerçekleştirir ve metasının kullanım değerini elinden çıkarır. Bunun diğer metaların satışından hiçbir farkı yoktur. Ayrıca, satılmış olan yağın kullanım değeri yağ tüccarına ne kadar aitse, satılmış işgücünün kullanım değeri de satıcısına artık işte o kadar aittir! Para sahibi, işgücünün bir günlük değerinin karşılığını ödeyerek işgücünün gün boyunca kullanım hakkını elde etmiştir. Bir günlük emek artık ona aittir. İşgücünün bir işgünü içinde yarattığı değerin kendi maliyetinin diyelim iki katı olması, onu satın alan kapitalist açısından büyük bir şanstır. Fakat kapitalist mantık çerçevesinde bu durum kesinlikle işgücü satıcısına yönelik bir haksızlık değildir, çünkü satın alınan metanın karşılığı ödenmiştir. Şimdi tekrar üretim alanına göz atalım. İşçi işyerinde sadece altı saat değil, on iki saatlik emek süreci için gerekli olan üretim araçlarını hazır bulur. 12 saatlik işgününün yarısında, 10 libre pamuk 6 saatlik işgücünü emip 10 libre ipliğe dönüşür. 12 saatin bitiminde ise 20 libre pamuk 12 saatlik işgücünü emmiş ve 20 libre ipliğe çevrilmiş olacaktır. 10 libre ipliğin değerini emek-zaman cinsinden daha önce 2,5 işgünü olarak ifade etmiştik; o halde 20 libre iplikte demek ki 5 işgünü maddeleşmiştir. 5 işgününün parayla ifadesi 30 şilindir ve bu aynı zamanda 20 libre ipliğin fiyatıdır. Buradan bir libre iplik fiyatı hesaplandığında yine eskisi gibi 1,5 şilindir. Fakat şimdi 20 libre iplik üretimi için gereken harcamaların toplamına baktığımızda, 12 saatlik işgününün ikinci 6 saatlik diliminde harcanan işgücü için hiçbir şey ödenmediğini görürüz. Bu nedenle toplam harcamaların tutarı 30 şilin değil yalnızca 27 şilindir (24 şilin 12 saat için gerekli pamuk ve iğe yapılan harcama + 3 şilin 12 saat için işgücüne yapılan harcama). Oysa üretilen ipliğin değeri ve dolayısıyla fiyatı 30 şilindir. Demek ki işgününün ikinci yarısında işgücüne harcama yapılmadığından, 27 şilin 30 şiline dönüşmüştür; 3 şilinlik bir artı-değer elde edilmiştir. “Oyun sonunda başarıyla sonuçlanmıştır. Para, sermayeye dönüşmüştür.” Örneklenen olayda meta mübadelesinin yasalarının hiçbir şekilde ihlal edilmediğini, eşdeğerlerin değişildiğini vurgular Marx. Kapitalist, iplik üretimi için piyasada satın alma yaparken her metanın (pamuğun, iğlerin ve işgücünün) tam değerini ödemiştir ve üretim sürecinde ise satın aldığı bu metaların kullanım değerlerini tüketmiştir. 12 saatlik işgünü sonunda, işgücü kapitaliste 30 şilin değerinde 20 libre iplik-ürün vermiştir. Kapitalist pazara geri dönüp bu ürünü sattığında, başlangıçta dolaşıma soktuğundan 3 şilin fazlasını dolaşımdan çeker. Marx, paranın sermayeye dönüşmesi “hem dolaşım alanında gerçekleşir, hem de bu alanda gerçekleşmez” diyerek meseleyi yine diyalektik bütünlüğüyle ortaya koyar. Bu iş dolaşımın araya girmesiyle olmaktadır; çünkü meta piyasasında emek gücünün satın alınması gerekir. Öte yandan bu iş dolaşımda olmaz; çünkü dolaşım alanı üretim alanında gerçekleşen değer yaratma sürecinin ancak ilk adımının atıldığı yerdir. Kapitalist, üretimde iş gören metaların cansız maddelerine canlı emek gücünü katar ve “geçmişte harcanmış ve maddeleşmiş ölü emeği sermayeye, yani kendi değerini arttıran bir değere, üreyip çoğalan canlı bir canavara çevirmiş olur”. Artı-değer üretme süreci, belli bir noktanın ötesine (örneğimizde 6 saatten 12 saate) uzatılmış bir değer yaratma sürecinden başka bir şey değildir. İster daha önce üretilmiş üretim araçları tarafından emilmiş bulunsun, isterse işgücü tarafından yeni üretim sürecinde eklenmiş olsun, emek burada sadece harcandığı süreye göre ele alınır. Diyelim bir kullanım değerinin üretiminde eskisiyle ve yenisiyle toplamda harcanan şu kadar saatlik veya şu kadar günlük emek-zaman söz konusudur; ama bu zaman toplumsal olarak gerekli olan emek-zaman soyutlaması üzerinden düşünülmelidir. Ayrıca bu kavrayış, bilimsel olarak tüm ölçü birimlerinin hesaplanmasında dikkate alınan “verili koşullar” ortalamasına dayanır. Özetle, işgücü normal koşullar altında faaliyet gösteriyor olmalıdır. Örneğin üretimde artık yaygın olarak iplik makinesi kullanılıyorsa, işçinin iplik çıkrığı ile çalıştığı düşünülmemelidir. İşçinin normal nitelikte pamukla değil de her an kopan döküntü pamukla çalıştığı varsayılmamalıdır. Kullanılan işgücü, ilgili işkolundaki ortalama beceriye, el yatkınlığına ve çabukluğa sahip nitelikte düşünülmeli ve bu gücün ortalama düzeyde, toplumsal olarak alışılmış yoğunluk derecesinde harcandığı varsayılmalıdır. Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da, nitelikli ve niteliksiz emeğin somutlanması açısından farklı coğrafyalardaki farklı koşulların çok büyük rol oynadığını ve emeğin bu iki türünün zaman içinde yer değiştirdiğini unutmamaktır. “Örneğin, gelişmiş kapitalist üretimin egemen bulunduğu bütün ülkelerde olduğu gibi, işçi sınıfının fiziksel bakımdan göreli bir tükenme gösterdiği durumlarda, fazla kas kuvveti gerektiren kaba ve zor işler, genellikle, basit iş derecesine inen daha ince işlere göre yüksek nitelik gerektiren işler sayılmaya başlar; örneğin, İngiltere’de bir bricklayer’ın (duvarcının) işi Şam ipeklisi dokuyan bir dokumacının işinden çok daha yüksek bir dereceye çıkar.” Dünden bugüne genelde her değer yaratma sürecinde yüksek nitelikli emeğin her zaman ortalama toplumsal emeğe indirgenmesi gerekir. Örneğin yüksek nitelikli emeğin bir günü, basit emeğin x katı olarak dikkate alınır. Demek ki, sermaye tarafından çalıştırılan işçinin emeğinin basit ortalama toplumsal emek olduğunu varsaydığımızda, gereksiz bir işlemden kurtulmuş ve analizi basitleştirmiş oluruz. Ayrıca, üretim öğelerine onca harcama yapan kapitalistin bunların israfına göz yummayacağı bilinmelidir. İşte söz konusu “toplumsal olarak gerekli emek-zaman” kavrayışı tüm bu hususların hesaba katılmasına dayanır. Marx, kapitalizmde sermaye sahibinin üretim sürecinde israfa göz yummaması gerçeğini, eski tarihlere ilişkin örneklerle karşılaştırır. İsraf unsuru, köle emeği üzerine kurulmuş üretimin pahalılaşmasına yol açan hususlardan biridir. Eskilerin deyişiyle, işçinin “yarı konuşan alet” olarak hayvandan ve “sessiz alet” kabul edilen emek aracından tek farkı “konuşan alet” olmasıdır. Ama işçi, hayvanlara ve aletlere, onların dengi değil, insan olduğunu hissettirir. Onlara insafsızca davranarak ve “zevkle” zarar vererek kendisini onlardan farklı hissetmeyi başarır. Bundan dolayı köleci üretim biçiminde en kaba, en ağır, ama aşırı hantallıkları nedeniyle tahrip edilebilmeleri de zor olan emek araçlarının kullanılması iktisadi bir ilke olmuştur. Bu nedenle, iç savaşın patlak vermesine kadar, Meksika Körfezi çevresindeki köleci eyaletlerde toprağı bir domuz veya köstebek gibi karıştıran, ama şeritler halinde kesip tersyüz etmeyen eski Çin tipi sabanlar kullanılmıştır. Keza köle emeğinin kullanıldığı çiftliklerde atlar kara derili kölelerin onlara reva gördüğü davranışlara dayanamadığı için, at yerine her türlü ezaya ve kötü koşula dayanıklı katırlar yaygın biçimde kullanılmıştır. Marx’ın aydınlattığı son derece önemli hususlardan biri olarak, kapitalizm öncesi üretim tarzlarında (örneğin köleci toplumda) kullanım değeri yaratan emek ile kapitalizmde değişim değeri yaratan emek arasında büyük farklılıklar vardır. Kapitalist üretim süreci, çeşitli kullanım değerlerini yaratan emek süreciyle değişim değeri yaratma sürecinin birliği demektir. Kapitalist üretim süreci meta üretiminin kapitalist biçimidir ve kapitalizm genelleşmiş meta üretimi anlamına gelir.

3 Haziran 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /7

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm 6: Değişmez Sermaye ve Değişir Sermaye

Üretim sürecinin farklı unsurları, üretilen ürünün değerinin oluşumunda farklı paylara ve rollere sahiptir. Üretim için kullanılan üretim araçları (ham madde, yardımcı malzemeler, iş aletleri) yeni değer yaratmazken, üretim sürecine katılan emek (işçi) ise yeni değer yaratır. İplik üretiminden örnek verecek olursak, kullanılan pamuğun, iğin değerleri üretilen ipliğe aktarılır; bunlar yeni değer yaratmaz fakat sadece değerleri korunmuş olur. Bu cansız emeğin yeni ürüne aktarımına, üretim sürecine katılan canlı emek aracılık eder. İşçi üretim sürecinde yeni değer yaratırken, eski değeri de (daha önce üretilmiş olan pamuk ve iğin değeri) ürüne katar. Ürüne yeni değer katılması ve eski değerlerin üründe korunması tümüyle farklı iki sonuçtur ve bu çift yönlülük ancak işçinin emeğinin bu iki farklı sonucu yaratma özelliği ile açıklanabilir. Her bir işçi, kendisine özgü üretici çalışma ile üretilen ürüne değer katar. Örnekse, iplik yapımcısı iplik eğirerek, kumaş dokumacısı kumaş dokuyarak, demirci demir döverek ürüne emek-zaman ve dolayısıyla değer katar. Üretilen ürün için kullanılan üretim araçlarının kullanım değerlerinin eski biçimleri yok olur. Mesela pamuk, iplik üretimi neticesinde pamuk biçiminden sıyrılır ve yeni bir kullanım değeri biçimine (iplik) bürünür. Üretim sürecine giren canlı emek, yok olanın yerine yeni bir yaratık doğurur. Üretim sürecinde tüketilen bir kullanım değerinin (örneğimizde pamuk) üretimine ait gerekli emek-zaman, yeni kullanım değerinin (örneğimizde iplik) üretimi için gerekli emek-zamanın bir kısmını oluşturur. Bu kısım, tüketilen pamuğun değerinden yeni ürün ipliğin değerine aktarılan emek-zamandır. İşçinin üretimde kullanılan üretim araçlarının değerlerini koruyup üretilen yeni ürüne aktarması yeni bir değer yaratmaz. Bu aktarma emeğin özel bir yararlılığa (iplikçilik, dokumacılık, demircilik vb. gibi) sahip olması sayesinde gerçekleşir. Amaca uygun bir üretici faaliyet olarak bu canlı emek, “ölü” üretim araçlarını üretim sırasında ölüm uykularından uyandırır ve onlarla birleşerek yeni ürünleri oluşturur. Fakat öte yandan, işçinin emeği, emeğinin özel yararlılığı (iplikçilik, dokumacılık vb.) nedeniyle değil ama toplumsal emek gücünün harcanmış olması nedeniyle, üretim araçlarının değerine belirli büyüklükte bir yeni değer ekler. İşte en başta vurgulandığı üzere, üretim sürecinde emeğin iki yönlü sonuç yaratan özelliğinin anlamı budur. Üretim sırasında emeğin üretim araçlarının değerini ürüne aktarma özelliği ve yeni değer yaratma özelliği temelden farklıdır. Bunu bir örnekle somutlayalım. Diyelim yeni teknik buluşlar nedeniyle, iplikçi eskiden 36 saatte eğirebildiği 36 libre ağırlığındaki pamuğu şimdi 6 saatte eğirmeye başlasın. Bu durumda iplikçinin üretken bir faaliyet olarak emeğinin gücü altı katına çıkmış olur. 36 libre pamuk aynı miktar ipliğe dönüşürken, eskiden emdiği 36 saat emek-zaman yerine şimdi yalnızca 6 saat emek-zaman emmektedir. Fakat diğer yandan, şimdi 6 saat içinde yine 36 libre pamuk aynı miktar ipliğe dönüşmekte, o halde üretilen 36 libre ipliğe bir üretim aracı olarak aktarılan pamuk değeri değişmemektedir. Görülüyor ki, verimliliğin artması durumunda, emeğin iki yönlü özelliğine bağlı olarak, aktarılan ve yaratılan değerler değişmektedir. Ama asıl önemlisi, eskisiyle aynı süre içinde (36 saat) eskisinin altı katı ürün elde edilebilmektedir. Şimdi de iplik işçisinin emeğinin üretkenliğinin değişmediği, fakat kullanılan üretim araçlarının (örneğin pamuğun) fiyatının arttığı bir durumu varsayalım. Bu durumda üretilen ipliğe pamuktan doğru aktarılan değer artacaktır; pamuk fiyatının ucuzlaması durumunda da aktarılan değer azalacaktır. İplik eğirme sürecinin teknik koşullarında ve üretim araçlarının değerlerinde hiçbir değişme olmaması halinde ise, üretilen iplik değeri değişmeyecektir. Örnekse, bu durumda iplikçi diyelim iki hafta içinde bir haftada eklediğinin iki katı kadar yeni değer ekleyecek, değerleri aynı kalan ham madde ve makinelerden de iki katı kadar eski değer aktaracak ve sonuçta birim değer aynı kalacaktır. Değişim değerinin bir kullanım değerinde var olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, örneğin ceket biçimindeki bir kullanım değerinin tüketilip yok olması halinde, onunla var olan ceket-değişim değeri de yok olur. Ancak özellikle dikkat edilmesi gerekir ki, üretim aracı (örneğin pamuk) kendi kullanım değerinin yeni üründe (iplikte) tüketilip yok olmasıyla değişim değerini yitirmez! Pamuğun değişim değeri üretilen ipliğe aktarılır. Üretim araçlarının üretim sırasında kendi kullanım değerlerini yitirmeleri olgusuna daha detaylı bakılabilir. Ham maddenin üretim sırasında kendi kullanım değerini yitirmesi, gerçekte yalnızca yeni üründe başka bir kullanım değeri biçimini almak içindir. Örneğin pamuk iplik ürününün özünü oluşturur, fakat üretim sırasında biçim değiştirir ve iplik haline gelir. Yardımcı maddeler açısından ortaya çıkan sonuçlar farklıdır. Örneğin eritme kazanında enerji olarak kullanılan kömür ya da makineleri yağlamak için kullanılan yağ üretim sırasında kaybolur gider. Boya ve benzeri yardımcı maddeler ise kendileri kaybolurken izlerini ürünün özelliklerinde gösterirler. Kısacası, ham maddeler ve yardımcı maddeler üretim sürecinde kendi kullanım değerleri olarak sahip oldukları bağımsız biçimlerini (pamuk ve yağ örneği) yitirirler. Ne var ki iş (emek) araçları açısından durum farklıdır. Bir alet, bir makine, bir fabrika binası vb. ancak üretim sürecinde başlangıçtaki biçimini koruması ve daha sonraki üretim süreçlerine de aynı biçimiyle girmesi koşuluyla iş görür. Bu iş araçlarını, işyerine girdiği ilk günden hurda deposuna gitmek üzere buradan çıktığı güne kadar, iş gördüğü bütün bir süre bakımından ele almak gerekir. Bu süre, demirbaşlar, makineler, binalar gibi emek araçlarının amortisman hesaplarına esas teşkil eder. Bunların kullanım değeri bir seferde değil toplam kullanım süresi içinde emek tarafından taksit taksit tüketilir ve bunlara ait değişim değeri de toplam süre üzerinden taksit taksit ürüne aktarılır. Örneğin bir iplik bükme makinesinin ömrünün 10 yıl olduğunu varsayarsak, on yıllık üretim süreci içinde bunun toplam değeri on yılın ürününe aktarılmış olur. İş (emek) araçlarının taşıdığı bu özellikten hareketle, Marx bunların ömrünü insan ömrü ile kıyaslar. İnsan, her biten gün neticesinde bir 24 saat daha ölmektedir. “Ama bir insanın yüzüne bakarak, ömrünün ne kadarını tüketmiş olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Bununla beraber, bu durum, hayat sigortası şirketlerinin ortalama insan ömrüne dayanarak çok güvenilir ve daha da önemlisi çok kârlı sonuçlara varmalarını engellemez.” İş araçları için de durum böyledir ve bir iş aracının ortalama ömrünün ne olduğunu deneyimlerimiz sayesinde biliriz. Örneğin 6 yıllık kullanım ömrü olan bir makine her yıl ortalama olarak kullanım değerinin 1/6’sını kaybetmekte ve dolayısıyla değerinin 1/6’sını bir yılın ürününe vermektedir. İşte her tür iş aracının aşınıp yıpranması, yani üretilen ürüne kattığı amortisman payı bu tür bir hesaplama üzerinden belirlenir. Bir iş aracı bir üretim dönemi sırasında üretilen ürüne, kendi kullanım değerinde meydana gelen yıpranmayla kaybettiğinden daha büyük bir değer aktaramaz. Örnekse, 1000 sterlin değerinde ve 1000 günde hurdaya çıkacak bir makine varsayalım. Bu durumda, her gün makinenin değerinin 1/1000’i kendisinden ayrılıp bir günlük ürüne geçer. Fakat gittikçe azalan bir yaşam gücüyle de olsa, makinenin tamamı o 1000 gün tamamlanana kadar emek sürecinde iş görmeye devam eder. O halde bu iş aracı üretim sürecine bir bütün olarak katıldığı halde, değerlenme sürecine ancak hesaba konu kısmıyla (örneğimizde 1 gün) katılmaktadır. Demek ki kendi mübadele değerini ürüne taksit taksit aktaran iş araçları açısından, üretim süreci ve değerlenme süreci arasında fark vardır. Marx, derinlere inildiğinde bazı hususların yanlış anlaşılmaması için bu noktada bir uyarıda bulunur. Şöyle ki, burada sözü edilen iş araçlarının tamir edilmeleri değildir. Çünkü üretim sürecinden çekilerek tamire giden bir makine, tamir süreci boyunca artık emeğin aracı değil emeğin konusu (malzemesi) olarak işlev görür. Tamir süreci içinde o makineyle iş yapılmamakta, makine biçimindeki o kullanım değerini tamir etmek için bizzat makinenin kendisi üzerinde çalışılmaktadır. Bu tür tamir işleri için harcanan emek, ilgili iş araçlarının (diyelim söz konusu makinelerin) üretiminin gerektirdiği emeğin bir parçası sayılmalıdır. Üretim sürecine bir bütün olarak katılmakla birlikte, değişim değerinin oluşumuna ancak taksitler halinde katılan makine örneğini görmüş bulunuyoruz. Üretimde bunun tersi yönde özellik arz eden bir durum da söz konusudur ve Marx buna açıklık getirir. Bir üretim aracı üretim sürecinde fire vererek azaldığı halde, değerlenme sürecine hiç kaybı yokmuş gibi bir bütün olarak katılıyor olabilir. Örneğin iplik üretilirken, her gün diyelim 115 libre pamuğun 15 libresi iplik yerine “devil’s dust”a (“şeytan tozu”na; pamuk döküntüsüne) dönüşmektedir. Ancak bu 15 librelik fire (ziyan) pamuk işleme faaliyetinin ayrılmaz bir parçası olduğundan 100 librelik ipliğin değerine girer. Bu durum, bu atıklar yeni kullanım değerlerine dönüşmedikleri sürece geçerlidir. Marx, yeni kullanım değerlerine dönüşen atıklar için ayrıca örnek verir. “Manchester’daki büyük makine fabrikalarında dev makineler tarafından demir talaşına dönüştürülen dağ boyu demir döküntüleri birikir, bunlar akşamları büyük vagonlarla fabrikalardan dökümhanelere taşınır, ertesi gün demir kütleleri olarak dökümhanelerden tekrar fabrikalara dönerler.” Bu tür döküntüler fire değil, üretilecek yeni bir ürünün ham maddesidir. Üretici emeğin daha önce yaratılmış eski değerleri yeni ürüne aktarması konusu önemlidir ve Marx bunu veciz biçimde şöyle tasvir eder: “Üretici emek üretim araçlarını yeni bir ürünü oluşturan unsurlara dönüştürürken, bunların değerleriyle birlikte bir ruh kayması olur. Ruh, tükenmiş bedenden yeni oluşan bedene geçer. Ama bu ruh kayması sanki gerçek emeğin haberi olmadan gerçekleşir.” İşçinin üretilen ürüne yeni değer katarken, ürüne giren eski değeri koruması canlı emeğin doğal bir özelliğidir. Bu özellik işçiye hiçbir şey kazandırmaz fakat kapitaliste çok şey kazandırır ve sermayenin değerinin korunmasını ve arttırılmasını sağlar. Üstelik kapitalist, kendini parasını büyütme hırsına kaptırmış bir kişi olduğundan emeğin bu bağışını fark etmez bile. Üretim sürecinde bir üretim aracı kullanılırken aslında tüketilen şey onun kullanım değeridir; emek bu kullanım değerini tüketerek yeni ürünler meydana getirir. Üretim sırasında makinelerin tüketiminde olduğu gibi, bir metanın tüketimi yalnızca üretim sürecinin bir parçası ise bu tüketim “üretici tüketim” olarak nitelenir. Üretim sürecine katılan faaliyet halindeki işgücünün durumu ise üretim araçlarının durumundan farklıdır. “Emek, belirli bir amaca yönelik olması sayesinde, üretim araçlarının değerlerini ürüne aktarır ve korurken, hareketinin her anında ek değer, yeni değer yaratır.” Daha önceki bölümde üzerinde durulduğu üzere, örneğin 12 saatlik bir işgününde işçinin ücretinin karşılığı 6 saatlik ürüne eşitken, diğer 6 saatlik kısımda işçinin yarattığı değer ise yeni değerdir. Üretim araçları ancak kendi değerlerini ürüne katar, oysa işçi yeni bir değer üretir. İşçinin yarattığı bu artı-değer, ürünün üretiminde kullanılan üretim araçları ile işgücü değerinin toplamının ötesinde bir fazlalığı oluşturur. O halde artı-değer, üretim sonucunda elde edilen yeni toplam değerin, başlangıçta yatırılmış olan toplam sermaye değerini aşan kısmıdır. Yukarda açıklanan hususlardan hareketle, sermayenin değişmeyen ve değişen kısımları da tanımlanabilir. Açık ki, sermayenin üretim araçlarına, yani ham maddelere, yardımcı maddelere ve iş araçlarına çevrilen kısmı üretim sürecinde değer büyüklüğünü değiştirmez. Bu nedenle bu kısmı değişmeyen sermaye diye tanımlar Marx. Buna karşılık, sermayenin işgücüne yatırılan kısmı ise üretim sürecinde değerini değiştirdiğinden bunu değişen sermaye diye niteler. Değişmeyen sermaye kavramı, kuşkusuz onu oluşturan unsurların değişim değerlerindeki bir değişmeyi (artış ve azalışları) hiçbir şekilde dışlamaz. Şöyle ki, üretime giren üretim araçlarının değerlerindeki artış neticesinde elbette ki değişmeyen sermaye tutarı artar, tersi olursa azalır. Örneğin yeni bir buluş sonucunda aynı tip makineler daha az emek harcanarak üretilecek olsalar, eski makineler az çok bir değer kaybına uğrar ve bu nedenle de ürüne eskiye oranla daha küçük bir değer aktarırlar, yani değişmeyen sermaye miktarı azalır. Ayrıca, üretim aracının değerindeki bir değişme nasıl ki onun değişmeyen sermaye olma niteliğini ortadan kaldırmıyorsa, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranındaki bir farklılaşma da bunlar arasındaki işlevsel farkı ortadan kaldırmaz. Diyelim teknik gelişmeler neticesinde aynı sayıda işçi daha gelişkin ve pahalı bir makineyle daha fazla ürün üretirse, yatırılan toplam sermayenin bileşiminde değişmeyen sermaye diğerine göre büyür ve ikisi arasındaki oran da haliyle değişir. Ancak bu sayısal değişikliğe rağmen, her iki sermaye kesimi arasındaki işlevsel fark (değişmez ve değişir olma özelliği) aynen devam eder.

Bölüm 7: Artı-Değer Oranı

1. Emek Gücünün Sömürülme Derecesi

Artı-değerin niteliğini açıklığa kavuşturduktan sonra, Marx matematiksel formüller eşliğinde artı-değer oranını açıklamaya girişir. Bu bağlamda öncelikle sermaye ve onun bileşenleri ilgili formüllerde yer alacak bazı sembollerle ifade edilecektir. Marx’ın kullandığı İngilizce kavramların baş harflerinden türettiği sembollerle ilerleyecek olursak, sermaye büyük harf “C” ile gösterilir. Bu sermaye iki kısma ayrılır: üretim araçları için harcanan değişmeyen sermaye küçük harf “c”, işgücü için harcanan değişen sermaye küçük harf “v” ile temsil edilir. Buradan hareketle üretim sürecinin başındaki durumu ifade eden formül şu olur: C = c + v Marx bunu rakamsal bir örnekle de somutlar. Örneğin başlangıçta yatırılmış sermaye 500 sterlin (C) = 410 sterlin (c) + 90 sterlin (v). Üretim sürecinin sonunda ise, bu kez değeri “c + v + m” olan daha değerli bir meta elde edilir. Burada “m” sembolü artı-değeri temsil eder. 500 sterlinlik sermaye üretim sürecinde üzerine eklenen 90 sterlinlik artı-değer ile büyümüş ve 590 sterlin olmuştur. Başlangıçtaki sermayeyi C sembolüyle ifade ettiğimize göre, üzerine artı-değer eklenerek büyüyen sermayeyi ise C' sembolüyle ifade ederiz. Bu açıklananların formülü de şöyle olur: C' = c + v + m Şimdi başlangıçtaki durumla bu sonuncu durumu karşılaştıralım. Başlangıçta yatırılan değişmeyen sermaye (c), üretilen üründe aynen kendi değeriyle yeniden ortaya çıkmıştır. Daha önce de açıklandığı üzere, üretim süreci sonunda elde edilen değer artışı (artı-değer) değişmeyen sermayeden kaynaklanamaz. Biliyoruz ki, değer artışı toplam sermayenin yalnızca değişen sermayeye yatırılan (işgücüne harcanan) kısmının ürünüdür. İşte bu değişen sermayenin üretimin sonunda artı-değerle büyümüş halinin formülü ise “v+m”dir ve (m) sembolüyle ifade ettiğimiz artı-değeri şimdi de değişen sermayenin artışı olarak Δv sembolüyle gösterebiliriz. (Burada anlatılanlar matematikle sorunu olan bir okuyucuya biraz karmaşık gibi gelse de, Kapital’in ilerleyen bölümlerinde Marx’ın matematiksel formüller ve semboller eşliğinde açıkladığı çok daha karmaşık konulara hiç değilse bir giriş mahiyetinde kabul görmelidir.) Bir diğer güçlük ise değişen sermayenin başlangıçtaki biçiminden doğar. Üretim sürecinin başında değişen sermaye için yapılan harcama da sanki durgun bir büyüklükmüş gibi görünebilir (örneğimizdeki 90 sterlin). Fakat üretim süreci işlemeye başladığında bu 90 sterlinin yerini faaliyet halindeki işgücü, yani ölü emeğin yerini canlı emek, dolayısıyla durgun bir büyüklüğün yerini akan bir büyüklük, kısacası değişmeyen bir şeyin yerini değişen bir şey alır. Üretim sürecinde başlangıçta 90 sterlin olan değişen sermayenin (v) üzerine sonuçta 90 sterlinlik bir artı-değer (m ya da Δv) eklenmiş olur. Göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur ki, kapitalist üretimin mantığı açısından bakıldığında, sonuçta ortaya çıkan artışı (Δv kadar artı-değer) sanki toplam sermaye (yani değişmeyen ve değişen sermaye toplamı) sağlamış gibi görünür ve artış bu toplama atfedilir. Bu görünüm aldatıcıdır ama artı-değer aslında yatırılmış toplam sermaye bakımından da büyük bir iktisadi önem taşımaktadır. Marx bu konuyu üçüncü kitapta kapsamlı şekilde incelediğini vurgular. Artı-değer yaratmamasına rağmen, değişmeyen sermaye üretim sürecinde kuşkusuz işlevsiz değildir. Çünkü değişen sermayenin görevini yapabilmesi için, üretimin gerektirdiği teknik koşullara göre, uygun oranlarda değişmeyen sermaye yatırılması gerekir. Değişmeyen sermaye harcamalarının kalemlerini oluşturan üretim araçları, yani değişmeyen sermayenin maddi biçimleri, yalnızca değer yaratan akıcı gücün sabitlendiği maddeyi sağlar. Bu maddenin ne olduğunun (pamuk, demir vb.) önemi yoktur; bu maddenin değerinin şu ya da bu büyüklükte olmasının da kendi başına bir önemi yoktur. Yalnızca, üretim süreci sırasında harcanacak olan emek miktarını yutabilmek için bunlardan yeterli bir miktarda mevcut olması gerekir. “Bu miktar mevcutsa, ister değeri yükselsin veya düşsün, isterse toprak ve deniz gibi değersiz olsun, değer yaratımı ve değer değişmesi süreci bunlardan hiç etkilenmez.” Buradan hareketle, artı-değer oranının hesaplanmasında değişmeyen sermaye harcaması rahatlıkla ihmal edilebilir. Hatırlayalım, yukarıdaki örneğimizde artı-değer 90 sterlindi. Artı-değeri yaratan yalnızca değişen sermaye olduğuna göre, artı-değerin göreli büyüklüğü, artı-değerin mutlak miktarının değişen sermayeye oranlanmasıyla bulunacaktır. Örneğimize göre bu oran hesaplandığında, sonuç 90/90 = %100 olacaktır. İşte artı-değerin bu göreli büyüklüğüne (bir başka ifadeyle değişen sermayenin göreli değerlenmesine) artı-değer oranı adını vermiştir Marx. İşçinin üretim sürecinin bir bölümü boyunca yalnızca kendi işgücünün değerini, yani kendisi için gerekli geçim araçlarının değerini ürettiğini görmüştük. Kapitalizmde işçi toplumsal işbölümüne dayanan koşullar altında üretimde bulunmaktadır ve o nedenle de yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu geçim araçlarını (yiyecek, giyecek, barınak vb.) doğrudan doğruya kendisi üretmez. İşçi kendi geçim araçlarının karşılığını, ürettiği ürün neyse ancak o ürün biçiminde (iplik, çizme vb.) üretmiş olur. İşte işçinin diyelim 12 saatlik işgününün bu amaçla kullanılan kısmı, onun geçim araçlarının ortalama günlük değerine bağlı olarak daha büyük veya daha küçük olur. Şayet günlük geçim araçlarının değeri maddeleşmiş 6 iş saatini temsil ediyorsa, bu değeri üretmek için işçinin ortalama olarak bir işgünü içinde 6 saat çalışması gerekir. İşçi kapitalist için değil de kendi hesabına bağımsız olarak çalışıyor olsaydı, kendi emek gücünün değerini üretmek için, diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, ortalama olarak günün aynı uzunluktaki bir kısmını (örneğimizde 6 saat) çalışarak geçirmek zorunda kalacaktı. İşçi kapitalist için çalıştığında, örneğimize göre işgücünün karşılığını ürettiği 6 saatlik kısımda (ve ücret olarak bedeli de 3 şilin olsun) değişen sermayeye eşdeğer üretimde bulunur. Bir başka deyişle değişen sermayeyi yerine koyar, yani kendisi için harcananın karşılığını yeniden üretir. Marx, işgününün bu kısmına gerekli emek-zaman, bu sırada harcanan emeğe de gerekli emek adını verir. Marx, Kapital’de bu noktaya kadar “gerekli emek-zaman” ifadesini, mevcut toplumsal koşullar altında bir metanın üretimi için gerekli olan emek-zamanı ifade etmek üzere kullandığını açıklar. Takiben “Bu andan itibaren bu ifadeyi özel bir meta olan emek gücünün üretimi için gereken emek-zamanı ifade etmek için de kullanacağız” der. Aynı teknik terimlerin farklı anlamlarda kullanımı yanıltıcıdır, fakat hiçbir bilimde bundan tümüyle kaçınmak da mümkün değildir. Bir işgünü boyunca, işçinin gerekli emek sınırının ötesine geçerek çalıştığı kısım işçi için aynı şekilde bir işgücü harcamasına mal olur, fakat işçinin cebine giren bir değer yaratmaz. İşgününün bu ikinci kısmı kapitaliste yoktan yaratmanın bütün güzelliklerini sunan artı-değeri oluşturur. İşgününün bu kısmına ise artı emek-zaman ve bu kısımda harcanan emeğe de artı-emek adını verir Marx. (Orijinalinde “surplus labour” olarak geçen bu adlandırmayı, biz nasıl ki çevirideki artık-değer yerine artı-değer deyişini tercih ettiysek, artı-emek olarak kullanacağız.) Genel olarak değerin anlaşılması için, onu yalnızca emek-zamanın katılaşması, yalnızca maddeleşmiş emek olarak kavramak can alıcı bir önem taşır. Bunun gibi, artı-değerin anlaşılması için de onu yalnızca artı emek-zamanın katılaşması, yalnızca maddeleşmiş artı-emek olarak kavramak o denli önemlidir. Marx bu noktada son derece önemli bir açıklamada bulunur. “İktisadi toplum biçimlerini birbirinden, örneğin, köleliğe dayanan toplumu ücretli emeğe dayanan toplumdan ayırt eden şey, sadece, bu artı-emeğin, dolaysız üreticisinden koparılma (sızdırılma) biçimidir.” Nasıl ki tüm sınıflı toplumlarda egemenler sömürüyü haklı çıkartmak için birtakım gerekçeler icat etmişlerse, kapitalizmde de burjuva iktisatçılar bu göreve soyunmuşlardır. Kapitalistin mevcut artı-değere el koymasını haklı çıkarmak için burjuva iktisatçılar tarafından ileri sürülen gerekçeler muhteliftir. Marx, bu gerekçelerin ardında gerçek cehaletin yanı sıra, değerin ve artı-değerin dürüstçe çözümlenmesinden ve bunun toplumda doğurabileceği kuşkulu (artı-değere kapitalistçe el konulmasının yasadışı bir soygun olarak görünmesi) sonuçlardan duyulan ve özürcülere has bir korkunun yattığına dikkat çeker. Değişen sermayenin değeri, kapitalist tarafından satın alınan işgücünün değerine eşittir ve bu değer işgününün gerekli kısmını belirlemektedir. Bu durumda artı-değer ise, kolayca anlaşılacağı üzere, işgününün fazla olan kısmıyla belirlenir. Böylece şu sonuç elde edilir: artı-emeğin gerekli emeğe oranı ne ise, artı-değerin değişir sermayeye oranı da odur. Ya da artı-değer oranı olan m/v formülünün eşdeğerini “artı-emek/gerekli emek” şeklinde de ifade edebiliriz. Artı-değer oranı, işgücünün sermaye tarafından ya da işçinin kapitalist tarafından sömürülme derecesinin kesin ifadesidir. Bununla birlikte, artı-değer oranı sömürünün mutlak büyüklüğünün ifadesi değildir. Marx bunu karşılaştırmalı bir örnekle açıklar. Örneğin gerekli emek 5 saat ve artı-emek 5 saat olsun; bu durumda sömürü derecesi %100 olur. Sömürü büyüklüğü bu örnekte 5 saattir. Diğer bir örnekte ise gerekli emek 6 saat ve artı-emek 6 saat olsa, sömürü büyüklüğü %20 artar ve 5 saatten 6 saate çıkar; fakat %100’lük sömürü derecesi aynı kalır. Her iki örnekte de, işçi, işgününün yarısında kendisi için, diğer yarısında ise kapitalist için çalışmaktadır.

2. Ürün Değerinin, Ürünün Orantılı Kısımlarıyla Gösterilmesi

Bu konuyu açıklamak için, kapitalistin parayı nasıl sermaye yaptığını bize gösteren örneğe geri dönelim. Hatırlayalım, iplik işçisinin gerekli emeği 6 saat tutuyordu, artı-değer de 6 saatti ve dolayısıyla emek gücünün sömürülme derecesi %100’dü. Marx’ın verdiği örnek üzerinden, onun kullandığı sembolleri, rakamları ve ölçü birimlerini değiştirmeden devam edelim. 12 saatlik işgününün ürünü 30 şilin değerindeki 20 libre ipliktir. Pamuk ve iğ şeklindeki üretim araçlarına (c) 24 şilin harcanmıştır. 3 şilin işgücüne ( v) ödenmiştir. İşçiye 12 saatlik işgününün ikinci yarısı için hiçbir şey ödenmediğinden 3 şilinlik artı-değer (m) elde edilmiştir. O halde üretimden çıkan 20 libre ipliğin toplam değerinin bileşimi şöyledir: 30 şilinlik iplik = 24 şilin (c) + 3 şilin (v) + 3 şilin (m) Şimdi örneğimizi iş saatlerini hesaba katarak sürdürecek olursak, iplik işçisinin 12 iş saatinin (işgününün ödeme yapılan altı saatinin 3 şilin ettiğinden hareketle) 6 şilinde maddeleştiğini görürüz. O halde 2 iş saatinin 1 şilin tarafından temsil edildiğini buluruz. Bunu esas alırsak, 30 şilinlik iplik değerinde 60 iş saati maddeleşmiş olur. Üretim araçları için yapılan harcamanın toplam değerdeki oranı 24/30 yani 8/10’dur ve bu oranı 60 saate uygularsak, üretim araçlarında maddeleşmiş olan emeğin 48 iş saati (60/10=6 ve 6x8 =48) olduğunu buluruz. Buna karşılık işçilik için yapılan ödeme oranı ise 3/30’dur (yani 1/10) ve bunun 60 saat içindeki karşılığı 6 saattir. Aynı şekilde artı-değere karşılık düşen de 6 saattir. Ürün bu şekilde, emek-zaman üzerinden biri yalnızca değişmeyen sermayeyi ve diğeri değişen sermayeyi ve nihayet bir diğeri de yalnızca artı-emeği (veya artı-değeri) temsil eden ürün miktarlarına ayrılmış olur. Marx bunun, daha sonra karmaşık ve henüz çözülmemiş problemlere uygulanmasıyla görüleceği gibi, basit olduğu kadar önemli olduğunu vurgular. Ne var ki kapitalizmi barbarca savunan çıkarcılar, gerçeklerin üzerini en çirkin biçimlerde örtüp, işçinin bir işgünü boyunca “son saat” hariç kendisi için çalıştığını ve kapitaliste bıraktığı değerin ise ancak “son saat”te üretildiğini savunmuşlardır. Açgözlülüğün kişiyi bu tür mucizelere inandırdığını ve kapitalistlerin bunların doğruluğunu kanıtlayan doktriner dalkavuklardan hiçbir zaman yoksun kalmadığını tarihsel üne sahip bir örnek ortaya koymaktadır.

3. Senior’ün “Son Saat”i

İktisat bilgisiyle tanınan ve kendisi için İngiliz iktisatçılarının esprili kişisi denen Nassau W. Senior, 1836 yılının güzel bir sabahında, Oxford’da ekonomi politik öğretmek yerine onu öğrenmesi için Manchester’a çağırılmıştır. Fabrikatörler, onu yeni çıkartılmış bulunan Fabrika Yasası ve bunun da ötesine geçmeyi amaçlayan on saatlik işgünü projesine karşı baş savaşçı olarak seçmişlerdir. Profesörümüz neticede kendi payına düşeni yapmış ve Manchester’da fabrikatörlerden aldığı dersi 1837 tarihli broşüründe aktarmıştır. Fabrikanın tüm net kârının “son saat”ten elde edildiği zırvasından hareketle, şayet iş saatleri günde 1 saat azaltılacak olsa net kârın tamamının, 1,5 saat azaltılacak olsa brüt kârın tamamının yok olup gideceğini uydurmuştur. Ancak İngiltere’de, dönemin işçi haklarından yana fabrika müfettişleri bu zırvalara karşı mücadele ederek “vahşi kapitalizm” gerçeğini gözler önüne sermişlerdir. 31 Ekim 1848 tarihli bir fabrika raporunda şu satırlar yer almaktadır: “Çocukların çalıştırıldıkları keten dokuma fabrikalarının havaları tozla ve ham madde tozları zerrecikleri ile o derece yüklüdür ki, iplikhanede 10 dakika durmak bile olağanüstü bir gayreti gerektirir; gözleriniz, kulaklarınız, ağzınız ve burun delikleriniz derhal keten tozu ile dolduğu için, dayanılmaz bir acı hissetmeden burada uzun süre duramazsınız.”

4. Artı-ürün

Ürünün artı-değeri temsil eden kısmına Marx artı-ürün (artık ürün) adını vermiştir. Artı-değer oranı nasıl ki artı-değerin yalnızca değişen sermaye kısmına oranlanmasıyla belirleniyorsa, artı-ürün oranı da, artı-ürün değerinin yalnızca gerekli emeği temsil eden ürün değerine oranlanmasıyla belirlenir. Örneğimizden hareketle verili değerleri şimdi de artı-ürün ve gerekli ürün değerleri olarak düşünürsek sonuç: 90/90 = %100 olacaktır. Artı-değer üretimi kapitalist üretimin belirleyici amacıdır; zenginliğin yükseklik derecesini ölçen şey de ürünün mutlak büyüklüğü değildir, artı-ürünün bu göreli büyüklüğüdür. Vaktiyle Ricardo bu hususa dikkat çekmiş ve yıllık kârın değişmemesi durumunda, çalıştırılan işçi, üretim ve satış miktarının artmasının kapitalist için hiçbir şey fark ettirmeyeceğini belirtmiştir. Netice olarak, artı-değer üretimi kapitalist üretimin başlıca amacı ve hedefidir. O nedenle, kapitalizmde bir insanın ya da ulusun servetinin büyük­lüğünün, ürünün mutlak miktarı ile değil de artı-ürünün nispî bü­yüklüğü ile (artı-ürün oranı) ölçülmesi bu üretim tarzının mantığı gereğidir.

4 Temmuz 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /8

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm 8: İşgünü

1. İşgününün Sınırları

İşgücünün değerinin, diğer her meta için olduğu gibi, üretimi için gerekli emek-zamanla belirlendiğini biliyoruz. O halde, diyelim ki bir günlük ortalama geçim araçlarının üretimine 6 saat gerekiyorsa, işçinin bunun için günde ortalama 6 saat çalışması gerekir. Buradan hareketle, diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, bu örnekte işgününün gerekli kısmının 6 saat olduğunu buluruz. Ne var ki bu tür bir hesaplamayla işgününün gerekli kısmının belli olması, bize onun ne uzunlukta olduğuna dair fikir vermez. İşgününün uzunluğu, neticede verili tarihsel-ekonomik-sosyal-siyasal koşullara bağlı olarak değişen bir büyüklüktür. İşgünü verili koşullara göre değişen bir büyüklüktür ama sonuçta elbet bunun alt ve üst sınırları vardır. İşgücünün üretimi için gerekli emek-zaman işgününün alt sınırını oluşturur ve işgünü bu sınırın altına indirilemez. İşgününün üst sınırı ise iki faktörle belirlenir. Bunlardan biri, işgücünün fiziksel sınırlarıdır. Şöyle ki, insan 24 saatlik gün boyunca neticede ancak belli bir miktarda yaşam gücü harcayabilir. Çünkü günün bir kısmında dinlenmesi, uyuması gerekir; günün diğer bir kısmında yemek yemek, yıkanıp temizlenmek, giyinmek gibi başka fiziksel ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Bu saydıklarımız işgününün fiziksel sınırlarına işaret eder. İkinci faktör olarak, işgününün uzatılmasının önünde manevi sınırlar yer alır. Kapsamı ve çeşitleri verili genel uygarlık düzeyiyle belirlenmek koşuluyla, işçinin ruhsal ve toplumsal ihtiyaçlarını giderebilmesi için de zamana ihtiyacı vardır. Sonuç olarak, işgünündeki değişmeler bazı fiziksel ve toplumsal sınırlara tabidir. Fakat unutulmasın ki, her iki sınır da son tahlilde doğaları gereği fazlasıyla esnektir ve sermayeye işgünüyle çok geniş bir oynama alanı bırakır. Kapitalist işgücünü satın aldığında artık onun bir günlük kullanım değeri kapitaliste aittir. Böylece kapitalist işçiyi bir gün boyunca kendisi için çalıştırma hakkını elde etmiş olur. Ama bir işgününün uzunluğu ne kadardır? Kuşkusuz 24 saatlik doğal günden daha az olacaktır, fakat ne kadar az? “İşgününün gerekli sınırı hakkında kapitalistin kendine göre bir görüşü vardır. O, bir kapitalist olarak, kişileşmiş sermayeden başka bir şey değildir. Onun ruhu sermayenin ruhudur. Sermayenin ise bir tek dürtüsü vardır: değerlenmek, artı-değer yaratmak.” Sermayenin amacı, değişmeyen sermaye (üretim araçları) için yaptığı yatırım sayesinde mümkün olduğu kadar büyük bir artı-emek kütlesini yutmaktır. “Sermaye, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir. İşçinin çalışarak geçirdiği zaman, kapitalistin satın almış olduğu işgücünü tükettiği zamandır. İşçi kullanılabilir zamanını kendisi için tüketecek olursa, kapitalistten çalmış olur.” Kapitalist üretim tarzında işgücünün alınıp satılması meta mübadelesi yasasına dayanır; fakat kuşkusuz bu mübadele, alıcı ve satıcının sözde “eşit hakka” sahip olduğu eşitsiz koşullarda gerçekleşir. İşçi yaşayabilmek için eşitsiz koşullara, düşük ücretlere, uzun saatlere rağmen işgücünü satmak zorundadır. Ne var ki kapitalistin, işgücünün yeniden üretilmesi için gerekli emek-zamanı göz ardı ederek işgününü insafsızca uzatmaya kalkışması, neticede kullanılabilecek toplam emek gücünün tahrip edilmesi anlamına gelir. Kısacası, işgücünün meta mübadelesi yasalarına göre kullanılması ile onun kural tanımaz biçimde yağmalanması ayrı şeylerdir. Örneğin ortalama bir işçinin normal bir şekilde emek harcayarak yaşayabileceği ortalama zaman süresi 30 yıl ise, kapitalistin işgücünü gerekli emek-zamanın üçte birine satın alması durumunda 30 yıllık işgücü 10 yılda yağmalanmış olur. İşçinin bu tür koşullara isyan edeceği düşünülürse de, şurası açık ki, işgününün bizzat meta mübadelesinden kaynaklanan doğal bir sınırı yoktur. İşgücü satıcısıyla alıcısının kendi çıkarları açısından çatışkı içinde olduğu bu düzende son sözü kuvvet söyleyecektir. O nedenle, kapitalist üretim tarihinde işgününün standartlaştırılması, kendisini işgününün sınırlarının belirlenmesi mücadelesi olarak ortaya koymuştur. Bu, kapitalistler sınıfıyla işçi sınıfı arasındaki bir mücadeledir.

2. Artı-emeğe Duyulan Aşırı Açlık, Sanayici ve Boyar

(Boyar sözcüğü, eskiden Tuna bölgesinde, Transilvanya’da ve Rusya’da soylulara verilen unvandır.) Marx, Kapital’de çeşitli yerlerde artı-emeğin sınıflı toplumların tümüne ait bir gerçeklik olduğunu vurgular. Bu bölümde de yukarıdaki başlığı koymasının nedeni, tarihteki tüm egemen sınıfların ortak noktasını belirtmek içindir. Marx ünlü satırlarında şöyle der: “Artı-emeği sermaye icat etmemiştir. Toplumun bir kısmının üretim araçlarının tekeline sahip bulunduğu her yerde, işçi, ister özgür olsun ister olmasın, kendi devamı için gerekli olan emek-zamana, üretim araçlarının sahibinin tüketim araçlarını üretmek için, fazladan harcadığı bir emek-zamanı eklemek zorundadır.” Bu sahip, ister Atinalı aristokrat, ister Etrüsklü teokrat, ister Romalı yurttaş, ister Norman baronu, ister Amerikalı köle sahibi, ister Eflâklı boyar, isterse modern toprak sahibi veya kapitalist olsun genel kural değişmemektedir. Kapitalizm öncesi tarihsel dönemlerde, yani ürünün mübadele değerinin değil de kullanım değerinin ağır bastığı toplumlarda, artı-emek egemenlerin değişen ihtiyaçlar kümesiyle belirlenmiştir. Eski Çağ’da artı-emek, mübadelenin doğrudan altın ve gümüş parayla gerçekleştiği, yani paranın altın ve gümüş üretimiyle elde edildiği yerlerde korkunç görünümlere bürünmüştür. Zorla ölesiye çalıştırılma burada fazla çalışmanın resmî biçimi olmuştur. Marx bu konuda sadece eski Yunan tarihçisi Diodorus Siculus’u okumanın yeterli olacağını söyler ve ondan çarpıcı bir alıntı aktarır: “Vücutlarını temizleme ve çıplaklıklarını örtme olanağını bile bulamayan” (Mısır, Habeşistan ve Arabistan arasındaki altın madenlerindeki) “bu talihsizlere, acınası kaderlerine üzülmeden bakmak mümkün değildir. Çünkü hastalar, sakatlar, yaşlılar ve güçsüz kadınlar gözetilmez ve korunmaz. Herkes, acılarına ve sıkıntılarına ölüm tarafından son verilene kadar, kırbaç altında çalışmaya devam etmek zorundadır.” Üretimleri henüz köle emeği, angarya gibi geri biçimler altında gerçekleşen halklar kapitalist dünya piyasasının anaforuna kapılır kapılmaz, köleliğin, serfliğin vb. barbarca dehşetine, bir de fazla çalışmanın uygar dehşeti aşılanmıştır. Örneğin Amerikan Birliği’nin güney eyaletleri için pamuk ihracı hayati önemde bir iş haline geldiği ölçüde, “zenci”nin haddinden fazla çalıştırılması, hayatının bazı yerlerde yedi iş yılında tüketilmesi kapitalist sistemin bir unsuru olmuştur. Artık bu eyaletlerin kara derililerinden, eski ataerkil üretim biçimlerinde olduğu gibi belli bir miktarda kullanım değeri ürün üretmesini beklemek söz konusu değildir. Şimdi söz konusu olan, onların terinden ve kanından artı-değerin kendisini elde etmektir. Marx artı-emeğe Tuna prensliklerinde duyulan aşırı açlıkla, İngiliz fabrikalarında artı-değere duyulan aşırı açlığın karşılaştırılmasının ilgi çekici olduğunu söyler. Tuna prensliklerinde gözlemlendiği gibi, angaryada artı-emek bağımsız ve gözle görülür bir biçime sahiptir. Fakat kapitalist işgününe baktığımızda, gerekli emek saatinin nerede bittiğini, artı-emek saatinin ne kadar olduğunu görmek imkânsızdır. Artı-emek ile gerekli emek birbirine karışmış haldedir. Öyle ki, biz göremeyiz ama işçi diyelim her bir dakikanın 30 saniyesinde kendisi için, diğer 30 saniyesinde kapitalist için çalışmaktadır. Angaryada ise durum farklıdır. “Örneğin, Eflâklı köylünün kendi varlığını sürdürmek için harcadığı gerekli emek, boyarlar için harcadığı artı-emekten mekân itibariyle ayrılmıştır. Gerekli emek köylünün kendi tarlasında, artı-emek ise efendiye ait çiftlikte harcanır.” Angarya biçiminde artı-emek gerekli emekten kesin olarak ayrılmıştır. “Artı-emeğe duyulan aşırı açlık, kapitalistte işgününü ölçüsüz olarak uzatma hırsı şeklinde, boyarda ise daha basit olarak doğrudan doğruya angarya günü avlama şeklinde görünür.” Dikkatli bir Kapital okumasıyla, kapitalist sistemin iç yasalarını, sırlarını öğrenme şansına sahip olduğumuz gibi, bir de eski üretim tarzlarına dair tarihsel bilgiler elde edebiliriz. Marx’ın tarihsel bağlamda aktardığı örnekleri hiç değilse ana hatlarıyla göz önünde bulundurmak bir Marksist için son derece öğreticidir. Marx bu bölümde, konuyla ilgilenenler açısından önemli bir noktaya değinir. Romanya illerinde Kırım Savaşından (1853-1856) önceki durumu hatırlatır. “Tuna prensliklerinde angarya, serflik sisteminin ayni rantı ve diğer yükümlülükleri ile karışmış durumdaydı; ama egemen sınıfa ödenen en önemli haracı oluşturuyordu. Böyle durumlarda, angarya ender olarak serflikten doğuyordu; çok daha sık görülen, tersine, serfliğin angaryadan doğmasıydı.” Engels, Kapital birinci cildin üçüncü basımına koyduğu dipnotta, bu durumun aynı şekilde, Almanya ve özellikle Doğu Prusya’nın Elbe’nin doğusunda kalan kesimi için de doğru olduğunu belirtir: “15. yüzyılda, Alman köylüsü hemen hemen her yerde ürün veya emek biçiminde belli hizmetlerde bulunmakla yükümlüydü; ama bunun dışında fiilen özgür bir insandı.” Engels devam eder: “Soyluların köylülerle giriştikleri savaşta elde ettikleri zafer, bu duruma son verdi. Bunun sonucu, sadece yenilgiye uğrayan Güney Alman köylülerinin tekrar serf durumuna düşmelerinden ibaret kalmadı. Daha 16. yüzyılın ortasından itibaren Doğu Prusya, Brandenburg, Pomeranya ve Silezya ve çok geçmeden de Schleswig Holstein’ın özgür köylüleri serf durumuna indirildi.” Marx, Romanya illerinde de üretim biçimlerinin başlangıçta ortak toprak mülkiyetine dayandığını, ama bunun Slav ya da Hint tipinde bir ortak mülkiyet olmadığını belirtir. Şöyle devam eder: “Toprakların bir kısmı serbest özel mülkler olarak topluluğun üyeleri tarafından, diğer kısmı «ager publicus» (kamu toprağı) ortaklaşa ekilirdi. Bu ortak emeğin ürünleri, kısmen kötü ürün yılları ve buna benzer olasılıklar için yedek fon olarak, kısmen de savaş giderlerini, dini giderleri ve diğer topluluk harcamalarını karşılamak için kamu bütçesi olarak kullanılırdı. Zamanla, rütbeli savaşçılar ve kilise ileri gelenleri topluluk mülkleri ile birlikte bunlar için verilen hizmetleri ele geçirdi. Özgür köylülerin topluluk toprakları üzerindeki emekleri, topluluk topraklarının hırsızları için yapılan angaryaya dönüştü. Böylece, aynı zamanda, serflik ilişkileri gelişti; bununla beraber, bunlar, dünyanın kurtarıcısı rolündeki Rusya’nın serfliği kaldırma bahanesiyle bu ilişkileri yasayla düzenlemesine kadar, yasal olarak değil, yalnızca fiilen uygulandılar. Rus generali Kiselyov’un 1831’de ilan ettiği angarya kanunnamesi, şüphesiz, bizzat boyarlar tarafından dikte ettirilmişti. Rusya, böylece, bir taşla iki kuş vurmuş oluyor, bir yandan Tuna prensliklerinin ileri gelenlerini kazanıyor, diğer yandan da bütün Avrupa’nın liberal budalalarının alkışlarını topluyordu.” Eski dönemler hakkında gerekli bilgileri aktardıktan sonra, Marx, İngiltere’deki mevcut durumu incelemeye devam eder. Kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde sermaye ölçü tanımayan bir emek yutma azgınlığı sergilemiş, ama zamanla işgününün devlet tarafından yasayla sınırlandırılması gündeme gelmiştir. “Üstelik bu devlet, kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin egemenlikleri altında bulunan bir devlettir.” Marx bu vurgusuyla, yasalarla dizginlenmemiş uzun işgünlerini ilânihaye sürdürmenin olanaksızlığına işaret eder. Çünkü işçiyi aşırı çalıştırmak neticede kuşakların vücut yapısının küçülmesine, toplumun emek gücü deposunun tahrip olmasına neden olmaktadır. Nitekim İngiltere’de 1850 yılında çıkartılan yasa (Factory Act), ortalama işgününü 10 saatle sınırlandırmış, ayrıca yasanın uygulanışının izlenmesi için fabrika müfettişlerini görevlendirmiş ve bunların hazırladığı raporların parlamentonun emri uyarınca altı ayda bir yayınlanması hükmünü getirmiştir. Marx, bu raporların, kapitalistlerin artı-emeğe duydukları aşırı açlığın düzenli ve resmî istatistiklerini sağladığını belirtir ve bu raporlardan bazı çarpıcı örnekleri aktarır. Bu arada, kendisinin esas örnekleri 1848’den sonraki serbest ticaret döneminden aldığını, fakat İngiltere’de büyük sanayinin başlangıcından 1845’e kadar gelen dönem hakkında bilgi sahibi olunacaksa, Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfın Durumu” eserini okuyucuya öğütlediğini belirtir. Marx’ın vurguladığı üzere, Engels bu eserinde, kapitalist üretim tarzının ruhunu ve özünü ne kadar derinliğine kavramış olduğunu ve durumu hayret edilecek bir isabetle tarif ettiğini gözler önüne sermiştir. İşçi sınıfının çalışma koşullarına ilişkin incelemelerde İngiltere’nin ön planda yer alması, İngiltere’nin kapitalist üretimin klasik örneğini temsil etmesinden ve incelenen konu için gerekli düzenli resmî istatistiklere sahip biricik ülke olmasından ötürüdür. Marx’ın aktardığı fabrika raporlarından o dönemlere dair çarpıcı bilgiler elde ederiz. Örneğin işgününü düzenleyen yasaya rağmen, 1857-1858 bunalım günleri geldiğinde işçilerin yasayla tanınmış yemek ve dinlenme zamanlarına el atılmıştır. Bazı çocuk işçiler, yemek zamanları ve gece yarısında uyku için bir saatlik istirahat dışında başka hiçbir dinlenme imkânı tanınmaksızın, havasını yoğun bir toz ve kırıntı bulutunun kaplamış olduğu, yetişkin işçilerin bile ciğerlerini korumak için ağız ve burunlarını devamlı şekilde mendillerle bağlayıp örtmek zorunda kaldıkları paçavra inlerinde çalışmak zorunda bırakılmışlardır. Sermayenin işçinin yemek ve dinlenme zamanlarından yaptığı bu “küçük hırsızlıkları” işçiler, “yemek zamanlarının kemirilmesi ve kırpılması” diye adlandırmışlardır. Sermayenin bu “küçük hırsızlıkları”, aradan geçen onca yıllara rağmen bugün bizim hiç de yabancımız değildir!

3. Sömürünün Yasayla Sınırlandırılmadığı İngiliz Sanayi Kolları

İngiltere’de ilk sermaye birikimi dönemi, İspanyolların Amerikan Kızılderililerine reva gördükleri vahşeti bile aşan bir açgözlülükle işgününü uzatma çabalarına sahne olmuştur. Marx, Kapital’de çeşitli belgelerden aktardığı çarpıcı örneklerle, İngiltere’deki vahşi kapitalizm dönemine dair tarihe kayıt düşmüş olur. Aradan geçen uzun yıllar içinde ekonomik-sosyal ve siyasal koşullarda gerçekleşen değişimler neticesinde geçmişe dair örnekler pek çok açıdan eskimiştir. Ancak günümüzde sermayenin kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak işçi sınıfının çalışma koşullarına yönelttiği saldırı geçmiş tarihin hatırlanmasını zorunlu kılmaktadır. O nedenle Marx’ın bu bölümde uzun uzun sergilediği örneklerden özet bir aktarma yapmak yararlı olacaktır. Ayrıca unutulmasın ki, Marx’ın Kapital’i yalnızca artı-değer vb. gibi ekonomik kategorilerin sırlarını ifşa ettiği kısımlarıyla değil, çeşitli konulara değinirken verdiği tarihsel açıklama ve örneklerle de özenle değerlendirilmesi gereken bir hazinedir. Çarpıcı bir örnek, eski dönemlerin aristokrat bayanlarının balo giysilerini süsleyen dantelleri hünerli elleriyle üreten çocuklara reva görülmüş olan iş koşullarıdır. 14 Ocak 1860 günü İngiltere’nin Nottingham şehir meclisindeki toplantıda ilçe yargıcı, şehir halkının dantel iş kolunda çalışan kısmının krallığın ve hatta uygar dünyanın hiçbir yerinde görülmedik bir acı ve sefalet içinde yüzdüğünü açıklar. Marx’ın aktardığı üzere, “9 ve 10 yaşındaki çocuklar gece yarısından sonra saat iki, üç veya dörtte kirli yataklarından zorla alınıp gece saat on, on bir, on ikiye kadar boğaz tokluğuna çalıştırılıyor. Elleri, kolları ve bütün vücutları harap oluyor, kavruk ve güdük yaratıklar haline geliyorlar; yüzleri bembeyaz, bütün insanlıkları yok olup gitmiş, sanki taştan yapılmışlar gibi: görünüşleri bile insana dehşet veriyor.” O dönemlerde sermayenin yasa tanımayan azgın sömürüsü yedi yaşındaki çocukları 15 saat çalışmaya mahkûm kılmıştır. İnsafsız çalışma koşulları nedeniyle örneğin çömlek işinde çalışan her bir işçi kuşağının, bir öncekinden daha bodur ve zayıf olduğu gerçeği dönemin doktor raporlarında yer alır. Yine o dönemlerdeki kibrit işçisi çocuklar nasıl unutulabilir? Kibrit yapımında fosfor kullanıldığı için bu işte çalıştırılan 13 yaşından küçük çocuklar kısa sürede şifasız hastalıklara yakalanmış ve adeta kırıma uğramışlardır. İş kolunun sağlığa zararlılığı ve dayanılmazlığı o derece kötü bir ün salmıştır ki, burada yalnızca işçi sınıfının en sefil kısmının, yarı aç dulların gözden çıkardığı çocuklar, “lime lime giysili, yarı aç, bakımsız ve eğitimsiz çocuklar” çalıştırılabilmiştir. İşgünü 15 saati bulmuş, geceleri de çalışılmış, yemekler çok kere fosfor tozlarına bulanmış çalışma mekânlarında yenmiştir. Marx, “Bu iş kolunu görmüş olsaydı, Dante, kendi en dehşet verici cehennem tasvirlerini geride bıraktığını düşünürdü” der. İngiltere’de hiçbir sanayi kolu, o dönem yeni başlayan makineyle ekmek yapımı hesaba katılmazsa, fırıncılık kadar arkaik kalmamıştır. “Roma İmparatorluğu döneminde yaşamış şairlerin yazdıklarından öğrendiğimiz üzere Hıristiyanlık öncesi devirlerde kullanılmış olan fırıncılık yöntemleri, bugüne kadar gelmiştir. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, sermaye, başlangıçta, ele geçirdiği emek sürecinin teknik karakterine kayıtsızdır. Başlangıçta, onu nasıl bulduysa öyle alır.” İş koşulları o kadar kötüdür ki, sonunda fırıncı kalfalarının canına tak eder ve 1858-1860 yılları arasında İrlanda’da gece işine ve pazar günleri çalıştırılmalarına karşı, masraflarını kendilerinin karşıladığı büyük mitingler düzenlerler. Halk, örneğin 1860 Mayısında Dublin’de düzenlenen mitingde, İrlandalılara has bir coşkunlukla onları desteklemiş ve bu hareketin sonucu olarak pek çok bölgede yalnızca gündüzleri çalışma sistemi başarılı bir şekilde hayata geçirilmiştir. Bir başka doktor raporu ise demir haddehanelerinde çalışan işçilerin durumunu gözler önüne serer: “Şairlere inanmak gerekirse, dünyada demirciden daha canlı, daha neşeli kimse yoktur. Ama demircimizi şehre kadar bir izleyelim, bu güçlü kuvvetli adamın nasıl bir iş yükü altında ezildiğini ve ülkedeki ölüm oranı açısından durumunu görelim. O, bu gayreti gösterir; istenilen sonuç alınır, belli bir zaman aralığında dörtte bir oranında fazla iş çıkar ve 50 yerine 37 yaşında ölür gider.” Geçmiş tarihin yaprakları arasında kalan bu çarpıcı ve acı örnekler kimilerine göre artık aşılmış zamanların gerçeği olarak görünse de, günümüzde uzayan iş saatleri, düşen ücretler ve esnek çalıştırma adı altında sergilenen kuralsızlık sermayenin cibilliyetinin özde değişmediğinin kanıtıdır.

4. Gündüz ve Gece Çalışması. Vardiya Sistemi

Değişmeyen sermaye kapitalist açısından neredeyse sürekli olarak artı-emeği yutmak için vardır. Çünkü o bu işi yapmadığı sürece, kapitalist için boşa harcanmış bir parayı, yararsız bir sermaye yatırımını temsil eder. “İşgününün, doğal gündüz sınırlarını aşıp geceye doğru uzatılması, yalnızca geçici bir etkide bulunur ve canlı emeğe duyulan vampir susuzluğunu pek az giderir. Bundan dolayı, günün 24 saatinde emeğe el koymak, kapitalist üretimin temel dürtüsüdür. Ama bu fiziksel bakımdan imkânsız olduğundan, yani aynı emek gücü gece ve gündüz devamlı olarak yutulamayacağından, bu fiziksel engeli aşmak için, gündüz kullanılan emek gücü ile gece kullanılan emek gücünü değişimli olarak kullanmak gerekir.” İşte günümüzde de işçilerin çok iyi bildiği vardiya sistemi, sermayenin bu doymak bilmez sömürü hırsından doğmuştur. İngilizcede “shift” (değiştirme) sözcüğüyle anlatılan vardiya sistemi çeşitli şekillerde (haftalık veya günlük posta değiştirmeler) uygulanabilir. İngiltere’de daha sonra yasalarla sınırlanana dek 13 yaşından küçük çocuklar, 18 yaşın altındaki gençler ve kadınlar gece vardiyalarında insafsızca çalıştırılmıştır. Fabrika müfettişlerinin raporları, 12 saatlik vardiya sisteminde, kendilerinden vardiyayı devralacak işçiler gelmediğinde bazen bu çocuk ve kadın işçilerin arka arkaya iki vardiya, yani 24 saat çalışmak zorunda kaldıklarını belirtir. Sermaye, vardiya sistemiyle işgününün zalimce ve inanılmaz derecede uzatılmasını “normal” addetmektedir. Örneğin bir demir-çelik şirketinin patronu çalışma koşullarını düzeltmeye yönelik yasa teklifleri karşısında şunları söyler: “18 yaşından küçük kimseleri geceleri çalıştırma yasağı büyük güçlükler doğuracaktır, çocuk emeğinin yerini yetişkin erkek emeği ile doldurmanın yol açacağı masraf artışı bunların başında gelir.” Zamanla çalışma koşullarını düzenleyen yasalar çıksa da, günümüzde de görüldüğü üzere, sermaye çocuk, genç ve kadın işçileri koruyan yasaları hep “masraf artışı” diye görmekte ve ihtiyaç duyduğunda yasaları da takmayarak bildiğini okumaktadır. Çocuk ve kadın işçiler gece yarıları ağır iş koşulları altında inlerken, cam işçilerinin durumuna değinen bir rapordan hareketle Marx’ın dile getirdiği ironi dünden bugüne uzanır: “Bu arada, belki de, akşamın geç saatlerinde, «dünya nimetlerinden elini çekmiş» sayın camcı kapitalist, kafası porto şarabı ile dumanlı, kulüpten çıkmış, dilinde aptalca bir mırıltı, evinin yolunu tutmuştur: «Britonlar hiçbir zaman ve asla köle olmayacak!»” Ülke fark etmez, unutmayalım ki kendi ücretli kölelerinin durumu umurunda olmayan “kafası dumanlı” patronlar yalnızca geçmiş zamanların değil günümüzün de bir gerçeğidir.

1 Ağustos 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /9

kapitali-okumak-c1.png

5. Normal Bir İşgünü Sağlama Mücadelesi

(14. Yüzyılın Ortasından 17. Yüzyılın Sonuna Kadar İşgününü Uzatmak Amacıyla Çıkarılan Zorlayıcı Yasalar) Marx, “İşgünü, emek gücünün kendisini yeniden üretmek için gerekli olan emek-zamanın ne kadar ötesine uzatılabilir?” diye sorar. Bu soruya sermaye şöyle cevap verir: “İşgünü, 24 saatlik tam günün, emek gücünün yeniden işe koşulabilmesi için mutlak gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki kısmıdır.” Sermaye, insanın insan haline gelmesi, ruhen gelişmesi, toplumsal işlevlerini yerine getirmesi, fiziksel ve ruhsal yaşam güçlerini özgürce kullanması için gereken zamanı hep kendi kesesinden bir israf olarak görmüş ve işçinin dinlenme saatlerini sınırlama eğiliminde olmuştur. Bu gerçeği Marx satırlarında dile getirir: “Ama sermaye, ölçü tanımayan hırsıyla, artı-emeğe duyduğu kurtlara özgü açlıkla, işgününün manevi üst sınırını aşmakla kalmaz, fiziksel üst sınırını da aşıp geçer. İnsan bedeninin büyümesi, gelişmesi ve sağlıklı tutulması için gereken zamanı gasp eder. Sermaye, temiz hava alması ve güneş ışığı görmesi için gereken zamanı işçinin elinden zorla alır. Sermaye, yemek saatlerinden tırtıkladığı zamanları her fırsatta üretim sürecine katar; öyle ki, sadece bir üretim aracı durumunda bulunan işçiye, yemeği, buhar kazanına kömür, makineye yağ verir gibi verilir. Yaşam gücünün toplanması, yenilenmesi ve zindelik kazanması için gereken sağlıklı uyku, mutlak olarak tükenmiş bir organizmanın canlılığını tekrar kazanabilmesi için zorunlu olan süreye indirilip dondurulmuştur.” Vahşi kapitalizm döneminde işçilerin ortalama yaşam sürelerinin 30’lu yaşlara inmesi sermayenin umurunda bile olmamıştır. Çünkü Marx’ın deyişiyle, “Onu ilgilendiren biricik şey, bir günde harekete geçirilebilecek azami emek gücüdür. Sermaye, bunu elde etme hedefine, emek gücünün yaşam süresini kısaltarak varır; tıpkı, açgözlü bir çiftçinin daha fazla ürün almak için toprağın verimliliğini sömürmesi örneğinde olduğu gibi.” İşçilerin ortalama yaşam süresi zamanla yükselse de, genel ortalamaya bakıldığında günümüzde de geçerli olmak üzere, kapitalizm emek gücünün zamanından önce tükenmesine ve işçinin erken ölümüne sebep olur. Kapitalizm, işçinin belli bir zaman aralığındaki üretim süresini, onun yaşam süresini kısaltarak uzatır. Ne var ki kapitalizmin özü çelişkilerle doludur. Örneğin sermayenin ölçü tanımaz kazanç hırsıyla işgününü doğaya aykırı şekilde uzatması, emek güçlerinin ömrünü kısaltır ve o nedenle emek gücünün daha hızlı bir şekilde yenilenmesi gerekir. Bu da emek gücünü yeniden üretmenin maliyetini yükseltir. İşte kapitalizme içsel bu tür gerçeklikler, tıpkı düşen ücretlerin kitlelerin satın alma gücünü düşürüp bunalımları azdırması örneğinde olduğu gibi, sermayeyi önlemler almaya zorlamıştır. Bu ekonomik zorun oynadığı rol nedeniyle, zamanla sermaye işçilerin mücadelesi neticesinde gündeme getirilen iş yasalarına daha bir “normal” gözle bakmaya başlamıştır. Marx bu gerçekliği tarihsel bir örnek eşliğinde vurgular: “Köle sahibi, atını nasıl satın alıyorsa işçisini de aynı şekilde satın alır. Kölesini kaybederse, köle pazarında yeniden harcama yaparak yerine konması gereken bir sermayeyi kaybetmiş olur.” Fakat kölenin insanca muamele görmesinin bir tür güvencesi olabilen iktisadi kaygılar, modern çağda köle ticaretinin başlamasından sonra (vaktiyle Amerika’da görüldüğü üzere), kölenin en ölçüsüz şekilde sömürülmesinin nedenleri haline gelmiştir. “Çünkü kölenin yerini yabancı zenci kamplarından getirileceklerle doldurma olanağı bir kere doğunca, kölenin ömrünün uzunluk veya kısalığı, yaşadığı süredeki üretkenliğinden daha az önemli hale gelir.” Bu nedenle, Karayipler’de siyah derililerin insafsızca sömürülmesine dayanan tarım yüzyıllarca efsanevi zenginliklerin beşiği olurken, aynı zamanda milyonlarca Afrikalının mezarı olmuştur. Marx, “sadece bir isim değişikliğiyle anlatılan senin hikâyendir” der ve “Köle ticaretinin yerine işçi piyasasını, Kentucky ile Virginia’nın yerine İrlanda ile İngiltere’nin, İskoçya’nın ve Galler’in tarım bölgelerini, Afrika’nın yerine Almanya’yı koyarak okuyun!” diyerek geçmişi güne bağlar. Nitekim İngiltere’de pamuklu sanayisi işçilerin ömrünü kısaltmış, İngiliz ırkının yalnızca üç kuşağı boyunca pamuk işçilerinin dokuz kuşağını yiyip tüketmiştir. Ekonomide işlerin kızıştığı günler gelip de işçi piyasasında açıklar görüldüğünde ise, geçmişin Afrika köle ticaretini hatırlatırcasına, fabrikatör beyler İngiltere’nin tarım bölgelerindeki “fazla nüfus”un Manchester’a getirilmesi için listeler hazırlatmışlardır. Ortaya çıkan tablo şudur: “Fabrikatörlerin bürolara gidip kendilerine uyanları seçmesinden sonra, Güney İngiltere’de yaşamakta olan aileler gönderilmeye başlandı. Bu insan paketleri, meta balyaları gibi etiketlenerek kanallar yoluyla veya kamyonlarla sevk edildi; bazıları tabana kuvvet yürümek zorunda kaldı; birçokları yollarını şaşırdı ve sanayi bölgelerinin etrafında yarı aç dolaştılar.” Marx, bu düzenli ticaretin, insan eti üzerinde yapılan bu bezirgânlığın uzunca bir süre devam ettiğini ve Amerika’nın güney eyaletlerindeki “zenci” ticaretinde görülene benzer bir düzenliliğe ulaştığını belirtir. Bir kez daha “anlatılan senin hikâyendir” misali, günümüzde de zengin kapitalist bölgelere kölelik koşullarında çalıştırılmak üzere ithal edilen yoksul “insan balyaları”nı, iş bulma umuduyla kendi topraklarından kopup göçmenlik yollarında telef olan aç insan sürülerini unutmayalım! Marx’ın şu satırları ne kadar güncel ve çarpıcıdır: “Çevresindeki işçi kuşaklarının acılarını inkâr edebilmek için son derece «güzel nedenler»e sahip olan sermaye, pratik hareketi sırasında, insanlığın gelecekte çürümesi ve sonunda durdurulamayacak şekilde nüfus kaybına uğraması olasılığını, ancak, Dünya’nın bir gün Güneş’in üzerine düşmesi olasılığını gözettiği kadar gözetir. Her hisse senedi düzenbazlığında, er ya da geç fırtınanın bir gün mutlaka kopacağını herkes bilir; ama herkes, onun, kendisi altın yağmuruna tutulduktan ve kendisini güven altına aldıktan sonra, bir sonraki kişinin başında patlamasını ümit eder. … Benden sonra tufan! Her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolası budur. Bundan dolayı, toplumdan gelen bir zorlama olmadığı sürece, sermaye, işçinin sağlığına ve ömrünün uzunluk veya kısalığına karşı kayıtsızdır.” Ancak bu noktada tek tek kişilerin iyiliği ya da kötülüğüyle açıklanamayacak olan bir kapitalist yasa yer alır. Kapitalizmin rekabet yasası, kapitalistlerin karşısına da boyun eğmek zorunda oldukları yasalar olarak çıkar. Şöyle ki, modern fabrika yasası işgününü kısaltmaya zorlarken, rekabet faktörü kapitalisti işgününü uzatmaya zorlar. Marx’ın İngiltere için dile getirdiği dönemlerin çalışma koşulları o denli kötüdür ki, bu duruma isyan eden fabrika doktorları uzun çalışma saatlerini karanlık çağlara dönüş diye nitelemişlerdir. Keza, bazı İngiliz yazarlar bir halk deyimini hatırlatarak (“all work no play”- hep çalışmak hiç oynamamak), bu çalışma koşullarının işçileri aptallaştıracağına ve yozlaştıracağına dikkat çekmişlerdir. Fakat sermayeden yana olan yazarlarsa, bu durumu İncil’deki bazı deyişler eşliğinde haklı çıkartmaya çalışmışlardır. Nitekim Marx’ın dikkat çektiği üzere geçerken belirtmek gerekirse, Protestanlık, neredeyse bütün geleneksel tatil günlerini işgününe çevirmesiyle bile, sermayenin doğumundan itibaren önemli bir rol oynamıştır.

6. Normal İşgünü İçin Mücadele

(Çalışma Süresinin Zorlayıcı Yasalarla Sınırlanması. 1833-1864 Döneminin İngiliz Fabrika Yasaları) İngiltere’de sermaye azgın birikim günlerinde işgününü her türlü doğal sınırın ötesine uzatmak için şiddetli ve ölçüsüz bir saldırganlık başlatmıştı. Çeşitli sektörlerde, töreden ve doğadan, yaştan ve cinsiyetten, gündüzden ve geceden kaynaklanan her tür engel yok ediliyordu. Eski statülerin son derece basit gündüz ve gece kavramları bile öylesine çapraşık bir hale gelmişti ki, bir İngiliz yargıcı, gecenin ve gündüzün ne olduğunun “hukuki” açıklamasını yapmak için keskin bir zekâ sergilemek zorunda kalmıştı. Sermaye zafer sarhoşluğuyla cümbüş yapıyordu. İşçi sınıfı, üretimin gürültü ve patırtısından şaşkına dönmüş gibiydi ama bir ölçüde kendine gelir gelmez direnmeye başladı. Ne var ki işçi sınıfı tarafından büyük çabalarla koparılan ödünler, 30 yıl boyunca tümüyle kâğıt üzerinde, “ölü metinler” olarak kaldı. Marx’ın aktardığına göre, 1833 fabrika yasasından önce, çocuklar ve gençler, bütün gün, bütün gece veya keyfe göre gece de gündüz de çalıştırılıyordu. İngiltere’de modern sanayi için “normal” bir işgünü, pamuklu, yünlü, keten ve ipekli dokuma sanayilerini kapsayan 1833 tarihli Fabrika Yasası ile başladı. 1844 yılına dek değişikliğe uğramadan yürürlükte kalan yasa, olağan fabrika işgününün sabahları 5 buçukta başlayıp akşamları 8 buçukta son bulacağını ve bu zaman dilimi içinde 13-18 yaşları arasındaki kişilerin genelde ancak 12 saat çalıştırılabileceğini ilan ediyordu. 9 yaşından küçük çocukların çalıştırılması, daha sonra belirtilen istisnalar dışında yasaklanmıştı; 9-13 yaşları arasındaki çocukların çalışma süreleri günde 8 saat olarak sınırlandırılmıştı. Gece çalışması, yani bu yasaya göre akşamları 8 buçuk ile sabahları 5 buçuk arasında çalışma, 9-18 yaşları arasındaki herkes için yasaklanmıştı. Fakat sermaye, çocuk işçilerin çalışma saatlerinin sınırlandırılmasının yaratacağı kayıpları “posta değiştirme” (vardiya) sistemini getirerek aştı. “Posta değiştirme” sisteminin İngilizcedeki adı “system of relays” idi ve “relay” sözcüğü eskiden posta atlarının belirli istasyonlarda değiştirilmesi anlamına geliyordu. Böylece, sermayenin çocukları kendi kâr hırsı uğruna tüm gün koşturulacak yük atları gibi gördüğü tescillenmiş oluyordu. Şurası açık ki, “posta değiştirme” sistemi, “yalnız ruhuyla değil lafzıyla da, Fabrika Yasasının tümünü hükümsüz hale getiriyordu. Her bir çocuk ve genç için böylesine karışık hesaplar tutulurken, fabrika müfettişleri, yasanın belirlediği çalışma sürelerine uyulmasını ve yemek aralarının verilmesini nasıl sağlayacaktı? Fabrikaların büyük bir kısmında eski vahşice aşırılıklar çok geçmeden tekrar kendilerini gösterdi ve cezasız olarak sürüp gittiler.” Marx’ın vurguladığı üzere, bu arada koşullar çok değişmiş ve özellikle 1838’den beri fabrika işçileri, İngiltere’de işçi hareketine damgasını vuran Chartist hareketin bildirgesini siyasi seçim sloganları olarak ve On Saat Tasarısını da iktisadi seçim sloganları olarak benimsemişlerdi. O yıllarda yaşanan çeşitli gelişmeler neticesinde 10 Eylül 1844 tarihinde yürürlüğe giren yeni bir yasayla, 18 yaşın üzerindeki kadınlar koruma altına alındı ve çalışma süreleri 12 saatle sınırlandırıldı, gece çalıştırılmaları yasaklandı. 13 yaşından küçük çocukların çalışma süresi ise, belli koşullar altında 7 saat olabilmek üzere, günde 6 buçuk saate indirildi. Bu bilgiler bugün bazı okuyuculara, uzun yıllar önce İngiltere’de yaşanmış gelişmelere dair gereksiz ayrıntılar gibi gelebilir. Ancak unutulmasın ki, işçi sınıfının tarihi bir dünya tarihi olarak bütünseldir. Her ne kadar günümüzde tekrar büyük saldırılara maruz kalsa da, bugünün iş yasaları İngiltere başta çeşitli Avrupa ülkelerinde, Amerika’da verilen mücadelelerin ürünüdür. Zaten Marx da söz konusu yasaların hiçbir şekilde parlamentonun kafa yormasının ürünleri olmadığını vurgular ve devam eder: “Bunlar yavaş yavaş, modern üretim biçiminin doğal yasaları olarak, mevcut koşullardan doğup gelişti. Bunların formüle edilmesi, resmen tanınması ve devletçe ilan edilmesi uzun süreli sınıf mücadelelerinin sonuçlarıydı. Üretim süreçlerinin büyük bir kısmında çocukların, gençlerin ve kadınların yetişkin erkeklerle el birliği içinde çalıştırılması kaçınılmaz olduğundan, bu düzenlemelerin ilk sonuçlarından biri, yetişkin erkek işçilerin işgününün de uygulamada aynı şekilde sınırlanması olmuştu.” Ne var ki, kapitalizmin tarihinde hep görüldüğü gibi, fabrikatörler bu “ilerleme”ye, telafi edici bir “gerileme” sağlanmadan göz yummadı ve onların uğursuz çabaları neticesinde, çalıştırılabilecek çocukların en düşük yaş sınırı 9’dan 8’e indirildi. Marx, 1846-1847 yıllarının İngiltere’nin iktisat tarihinde çağ açıcı yıllar olduğunu vurgular. “Tahıl Yasaları geri çekildi, pamuk ve diğer ham maddelerden alınan ithalat vergileri kaldırıldı, serbest ticaret yasama faaliyetlerinin yol gösterici yıldızı ilan edildi! Kısacası, bin yıllık imparatorluk dönemi başlamıştı. Diğer yandan, aynı yıllarda Chartist hareket ve on saatlik işgünü mücadelesi en yüksek noktalarına ulaştı.” Ve böylece, uğrunda onca zamandır savaşılan On Saat Tasarısı parlamentodan geçti. 8 Haziran 1847 tarihli yeni Fabrika Yasası, “genç kişiler”in (13 ile 18 yaşları arasındaki kimseler) ve bütün kadın işçilerin işgününü 1 Temmuz 1847 tarihinden itibaren geçici olarak 11 saate, 1 Mayıs 1848 tarihinden itibaren de kesin olarak 10 saate indiriyordu. Fakat kapitalizmin işleyiş kuralı olarak, ekonomik yükselişi bunalım dönemi takip etti ve fabrika işçileri yaşanan bunalım neticesinde büyük acılar çektiler. İşçiler borçlarını ödemek, kendileri ve aileleri için giysi satın alabilmek, tencerede biraz daha aş kaynatabilmek için, işgününü sınırlayan yasaya rağmen uzun çalışma sürelerini tercih edeceklerdi. Bu durum, günümüzde de pek çok işçinin ilk bakışta akla ziyan gelen biçimde, eve biraz daha fazla ekmek götürebilmek için kuralsız fazla mesaileri, uzun çalışma saatlerini tercih etmelerine örnek oluşturur. Pek çok gelgite rağmen İngiltere’de neticede On Saat Yasası 1 Mayıs 1848’de yürürlüğe girdi ama bu arada işçi mücadelesinde yaşanan yenilgiler nedeniyle, ortaya Marx’ın betimlediği şu tablo çıktı: “Ne var ki, bu arada, liderleri hapse tıkılan ve örgütü dağılan Chartist partinin uğradığı fiyasko İngiliz işçi sınıfının kendine olan güvenini sarsmış oldu. Paris’teki Haziran Ayaklanmasından ve bunun kanlı bir şekilde bastırılmasından hemen sonra, kıta Avrupa’sında olduğu gibi İngiltere’de de, egemen sınıfların bütün grupları, toprak sahipleri ve kapitalistler, borsa kurtları ve küçük dükkân sahipleri, korumacılar ve serbest ticaretçiler, hükümet ve muhalefet, rahipler ve hür düşünceliler, genç fahişeler ve ihtiyar rahibeler, aynı çağrıda ortaklaştı: mülkiyetin, dinin, ailenin, toplumun kurtarılması!” “İşçi sınıfı her yerde haklarından yoksun bırakıldı. Aforoz edildiler, «şüpheliler yasası» kapsamına sokuldular. Demek ki, fabrikatör efendilerin çekinecekleri bir şey kalmamış oluyordu. Yalnızca On Saat Yasasına karşı değil, emeğin «serbestçe» yutulmasını bir dereceye kadar dizginleme amacını güden, 1833’ten bu yana çıkarılmış bütün yasalara karşı açık bir ayaklanma hareketine giriştiler. Bu, iki yıl boyunca sinik bir aldırmazlık ve teröristçe bir enerjiyle yürütülen ve isyancı kapitalistin, işçisinin derisinden başka hiçbir şeyi tehlikeye atmaması ölçüsünde ucuza mal olan küçük ölçekli bir «kölelik yanlısı» isyandı.” Fabrikatörler, bazı yerlerde çalıştırmakta oldukları küçüklerin ve kadın işçilerin bir kısmını, bazen yarısını işten atarak saldırıya geçtiler ve yetişkin erkek işçiler arasında hemen hemen unutulmuş olan gece işini tekrar ihya ettiler. “On Saat Yasası bize bir başka çıkar yol bırakmıyor” diye haykırıyorlardı! Atılan ikinci adım, yasal yemek aralarına yönelmişti. Saldırıya geçen sermaye yasa boşluklarından yararlanarak çocuk işçileri tekrar insafsızca çalıştırmayı yaygın bir uygulama haline getirmişti. Fabrika müfettişleri bu durumu sağlık ve ahlâk açısından protesto etmekteydiler. Ama Marx’ın ifade ettiği gibi, “sermaye, sekiz yaşındaki işçi çocukları saat 2’den akşam 8 buçuğa kadar sadece aralıksız çalıştırmanın değil, aynı zamanda aç bırakmanın zevkini talep etmiş ve ele geçirmişti.” Marx burada önemli bir noktaya işaret eder ve “sermayenin doğası, gelişmiş biçimlerinde ne ise gelişmemiş biçimlerinde de odur” der. Ayrıca da, yine tarihten sömürücü sınıfların benzer doğasına ilişkin bir örnek verir: “Amerikan İç Savaşı’nın patlamasından kısa süre önce New Mexico topraklarında köle sahiplerinin nüfuzunu egemen kılan yasada denir ki: İşçi, kapitalistin emek gücünü satın alması ölçüsünde, onun (kapitalistin) parasıdır. Romalı patrisyenler arasında da aynı görüş geçerli idi. Patrisyenlerin, borçlu pleplere vermiş oldukları para, geçim maddeleri aracılığıyla, borçluların vücudunda et ve kan haline gelirdi. İşte bundan ötürü de, bu «et ve kan», «onların (patrisyenlerin) paraları» idi.” Günümüzde vardiya sistemi olarak bildiğimiz İngiliz posta değiştirme sistemi, sermayenin iş saatlerini düzenleyen yasalara karşı icat ettiği bir sahne oyunu gibiydi. Çünkü “15 saatlik süre boyunca, sermaye işçiyi kâh 30 dakika, kâh bir saat işten çekiyor veya işe sokuyor, yeniden işe koşmak veya işten çekmek için, onu bölük pörçük zaman aralarında av köpeği gibi oradan oraya koşturuyor ve bu, işçinin üzerindeki kontrolü bir an kaybetmeksizin, on saatlik çalışma tamamlanıncaya kadar böyle devam ediyordu. Tıpkı aynı kişilerin, tiyatro sahnesinde, farklı perdelerin farklı sahnelerinde sıra ile görünmek zorunda olmaları gibi. Ne var ki, bir aktörün dramın devamı boyunca sahneye ait olması gibi, şimdi işçiler de, 15 saatlik süre boyunca, fabrikaya geliş ve gidiş zamanları hariç, fabrikaya ait oluyordu. Böylece dinlenme saatleri, genç erkek işçileri meyhaneye, genç kadın işçileri kerhaneye sürükleyen zoraki aylaklık zamanları haline geliyordu.” Tıpkı günümüzdeki “işçi manzaraları”nı hatırlatır şekilde, sermaye kapitalizmin beşiği İngiltere’de, çalıştırdığı kimselerin sayısını arttırmadan makinelerini 12 veya 15 saat işler halde tutabilmenin yolunu bulmuştu. Ancak bir noktadan sonra katlanılmaz koşullar başkaldırıları tetikler. Nitekim o dönem İngiltere’sinde de, sermayenin kesin görünen zaferine karşın ters yönde bir hareket başladı. İşçilerin direnişleri neticesinde, 1850 Fabrika Yasası, birkaç istisna dışında, uygulandığı bütün sanayi kollarında bütün işçilerin işgününü düzenleyen bir yasa haline geldi. Eksiklerine, istisnalarına karşın, işgününü sınırlandırma ilkesi, “modern üretim tarzının asıl yaratığı olan büyük sanayi kollarındaki zaferiyle, mücadeleden galip çıkmıştı”. Marx o dönemeçten sonra fabrika işçilerinin fiziksel ve moral bakımından yeniden doğuşu ile el ele olmak üzere, ilkenin 1853-1860 yılları arasında gösterdiği fevkalâde gelişmenin en kör gözleri bile kamaştırdığına dikkat çeker. Fabrika kodamanları kaçınılmaz olana boyun eğip onunla uzlaştıktan sonra, sermayenin direnme gücünün yavaş yavaş zayıfladığını; aynı sırada, işçi sınıfının saldırı gücünün ve sorunla doğrudan doğruya ilgili olmayan toplum katmanlarındaki müttefiklerinin sayısının arttığını belirtir. O dönem İngiltere’sinde yaşanan bu gelişmeler, Türkiye örneğinde fazlasıyla gecikmeli olduğu üzere, başka ülkelerde de tanık olunan kapitalizm tarihinin parçalarıdır.

7. Normal İşgünü İçin Mücadele

(İngiliz Fabrika Yasalarının Başka Ülkelere Etkisi) Marx, konuya dair incelemeleri daha ileriye götürmeden, yalnızca tarihsel olgular arasındaki bağlantılardan hareketle bazı sonuçlar çıkartılabileceğini belirtir. Bunlardan birincisi şudur: sermaye işgününü sınırsız ve hiçbir kayıt tanımayan bir şekilde uzatma hırsını ilk önce, su, buhar ve makineler sayesinde devrimci değişikliklere ilk uğratılmış sanayilerde sergilemiştir. İşgününün uzatılmasına karşı toplumsal tepki ve denetim ise ancak zaman içinde gelişebilmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca, bu denetim yalnızca istisnai yasalar biçiminde görünmüş ve yeni üretim tarzının ilk yayıldığı alan toplumsal denetime tabi olur olmaz, diğer birçok üretim kolu da gerçek fabrikalı üretim sistemine geçmiştir. İkincisi, yaşanan mücadele süreci, yalıtık durumdaki işçinin, modern kapitalist üretim karşısında direnme gücünden yoksun kalacağını gözler önüne sermiştir. Normal bir işgününün yaratılması, kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki uzun süreli ve az ya da çok saklı kalmış bir iç savaşın ürünüydü. Bu savaş önce modern kapitalist gelişmenin yurdu olan İngiltere’de yürütüldü, Fransa ağır aksak İngiltere’nin peşinden gitti. Bu tarihsel gerçekliği Marx çok güzel ifade eder: “İngiliz fabrika işçileri yalnızca İngiliz işçi sınıfının değil, genel olarak modern işçi sınıfının dövüşçüsüydü; sermaye teorisini düelloya davet etmek için yere ilk eldiven atanlar da, İngiliz işçi sınıfının teorisyenleri olmuştu.” Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nde ise, kölelik kurumu devam ettiği sürece, her bağımsız işçi hareketi kötürüm kaldı. Çünkü “siyah derili emeğin damgalandığı yerde, beyaz derili emek kendisini kurtaramaz”. Fakat mücadele neticesinde “köleliğin ölümünden yepyeni bir yaşam doğuverdi” ve iç savaşın ilk meyvesi, Atlantik’ten Pasifik’e, New England’dan Kaliforniya’ya dev adımlarla uzanan sekiz saat mücadelesi oldu. Ağustos 1866’da Baltimor’da toplanan Genel İşçi Kongresi 8 saatlik işgünü yasası için mücadele hedefini belirliyordu. Bundan bir ay sonra Cenevre’de toplanan “Uluslararası İşçi Kongresi” ise, Londra Genel Konseyi’nin teklifi üzerine 8 saatlik çalışma saatini işgününün yasal sınırı olarak önerme kararı alıyordu. Marx’ın açıkladığı üzere, kapitalizme has ücretli köleliğin ilginç bir özelliği vardır. İşçi üretim sürecinden, ona girdiği sırada sahip olduğundan farklı bir şekilde çıkar. Şöyle ki, işçi emek gücünü kapitaliste satarken iki taraf arasında yapılan sözleşme, işçinin kendi işgücü üzerinde serbestçe tasarrufta bulunduğunun yazılı kanıtıdır. Fakat alışveriş işlemi tamamlandıktan sonra keşfedilir ki, işçi “başına buyruk kimse” değildir. Asıl önemlisi, işçinin işgücünü satmakta sözde serbest olduğu süre, aslında onu satmak zorunda olduğu süredir! İşçinin yaşayabilmesi için bu bir zorunluluktur, işçi bu noktada canının istediğini yapma özgürlüğüne sahip değildir. Ne var ki sermayenin işçiyi canının istediği şekilde çalıştırdığı koşullara oranla, işgününü sınırlandıran yasaların çıkartılması, yine de işçi sınıfı açısından tarihsel bir kazanım olmuştur. Bu, Marx’ın deyişiyle, burjuvazinin cafcaflı “devredilemez insan hakları” katalogunun yerini, işçilerin çalışma zamanını açıkça gösteren Magna Carta’nın (Büyük Özgürlük Fermanı) alması demektir. Zira işçi ancak bu sayede, kapitalist düzene karşı mücadeleye kafa yorabileceği ve katılabileceği bir zaman elde etmiştir. Bu gerçeklik, günümüzde işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına sermayenin yönelttiği saldırılar altında sersemleyen, uzun çalışma saatleri ve fazla mesailer nedeniyle fabrikadan mücadele alanlarına uzanamayan işçilerin sergilediği durumla bir kez daha kanıtlanmış oluyor!

4 Eylül 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /10

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm 9: Artı-değer Oranı ve Kütlesi

Marx Kapital’deki analizinde, işgücünün değerinin, yani işgününün gerekli emek-zaman kısmının değişmez bir büyüklük olarak varsayılacağını belirtir. Buna göre, diyelim 12 saatlik işgününün gerekli emek-zaman kısmı 6 saatse, artı emek-zaman 6 saat ve dolayısıyla artı-değer oranı da %100 olacaktır. Daha önceki bölümlerde de örneklendiği üzere bir günlük gerekli emek karşılığını 3 şilinle ifade edersek, örneğimizde bir işçi için artı-değerin kütlesi 3 şilin değerinde demektir. Bu hesaplamayı tek bir işgücü üzerinden yaptık; oysa kapitalistin değişen sermaye için yaptığı ödeme, aynı anda kullandığı tüm işgücü miktarının para ile ifadesidir. O halde değişen sermayenin değeri, bir işgücünün değeri ile kullanılan işgüçlerinin sayısının çarpımına eşittir. Buradan çıkan sonuç şudur: İşgücünün değeri veri olduğunda, değişen sermayenin büyüklüğü aynı anda çalıştırılan işçilerin sayısı ile doğru orantılıdır. Bir işgücünün bir günlük değeri 3 şilin ise, 100 işgücünü sömürmek için demek ki 300 şilinlik değişen sermaye yatırılmalıdır. Bu örnekten ilerlersek, 100 işçinin ürettiği artı-değer kütlesinin de 100 x 3 şilin = 300 şilin olduğunu buluruz. Marx bu açıklamalardan sonra, buradan elde ettiği birinci yasayı açıklar. Şöyle ki, işgücünün değeri veri olmak koşuluyla, artı-değerin kütlesi, yatırılan değişen sermaye miktarıyla (örneğimizde 300 şilin) artı-değer oranının (örneğimizde %100) çarpımına eşittir. Değişen durumları gözden geçirecek olursak, belli bir artı-değer kütlesinin üretimi sırasında bir faktördeki azalmanın, diğerindeki çoğalma ile telafi edilebileceğini belirtmek gerekir. Örneğin değişen sermaye azalırken artı-değer oranı bu azalma ölçeğinde yükselirse, üretilen artı-değer kütlesi değişmemiş olur. Keza çalıştırılan işçilerin sayısındaki azalma, işgünündeki orantılı uzamayla telafi edilebilir. Ya da çalıştırılan işçilerin sayısı artarsa, artı-değer oranındaki bir düşme üretilen artı-değerin kütlesinde değişikliğe yol açmayacaktır. Ancak ikinci bir yasa olarak, Marx, değişen sermaye büyüklüğündeki eksilmenin, artı-değer oranındaki artışla veya işgününün uzatılmasıyla telafi edilmesinin aşılamayacak sınırları olduğunu vurgular. Bu sınır, bir işgünü içinde yer alan gerekli emek-zamanın yarattığı sınırdır. Üretilen artı-değer kütlesinin iki faktörle, yani artı-değer oranı ve yatırılmış olan değişen sermayenin büyüklüğü ile belirlenmesinden bir üçüncü yasa elde edileceğini belirtir Marx. Artı-değer oranı ile işgücünün değeri (yani gerekli emek-zamanın büyüklüğü) veri olduğunda, değişen sermaye ne kadar büyük olursa, üretilen değer ve artı-değer kütlesi de o kadar büyük olur. Demek ki, artı-değer oranı ve işgücü değeri veri olunca, üretilen artı-değer kütleleri ile yatırılan değişen sermayelerin büyüklükleri aynı yönde değişir. Kısacası, kapitalistimiz verili koşullarda daha fazla işçi çalıştırdığında kuşkusuz daha fazla artı-değer elde edecektir. Farklı üretim kollarında sermayenin farklı oranlarda değişmeyen ve değişen sermaye kısımlarına bölündüğü bilinmektedir. Aynı üretim kolunda bu oran, üretim sürecinin teknik temelinin değişmesiyle birlikte değişikliğe uğrar. Ama belli bir sermaye miktarı, değişmeyen ve değişen kısımlarına ne oranda bölünürse bölünsün, yukarda belirtilmiş olan yasa üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Çünkü yasayı belirleyen değişen sermaye miktarıdır ve hatırlanacağı üzere değişmeyen sermaye zaten artı-değer yaratmamaktadır. Bu gerçeklik temelinde yukarıda saptanmış olan yasa şu biçimi alır: Farklı sermayeler tarafından üretilen artı-değer kütleleri, işgücünün değeri veriliyse ve sömürü derecesi aynı büyüklükteyse, bu sermayelerin yalnızca değişen kısımlarının büyüklüğü ile aynı yönde hareket eder. Marx, nüfus artışının toplam toplumsal sermaye tarafından gerçekleştirilen artı-değer üretimi için matematiksel bir sınır oluşturduğunu belirtir. Şöyle ki, bir toplumun toplam sermayesi tarafından her gün harekete geçirilen emek, diyelim tek bir işgünü olarak ele alınabilir. Örneğin işçilerin sayısı bir milyon ve bir işçinin ortalama işgünü 10 saat ise, bu durumda toplumsal işgünü 10 milyon saatten meydana geliyor demektir. Sınırları ister fiziksel isterse toplumsal olarak çizilmiş olsun, bu işgününün uzunluğu verilmiş iken, artı-değerin kütlesi ancak işçi sayısının, yani işçi nüfusunun artması yoluyla arttırılabilir. Tersini düşünecek olursak, nüfusun büyüklüğü verilmiş iken, artı-değer kütlesinin ne kadar arttırılabileceğinin sınırı, nihayetinde işgününün ne kadar uzatılabileceğiyle belirlenir. Marx’ın bu bölümde vurguladığı önemli hususlardan biri, onun ifadesiyle şudur: “Artı-değer üretimi ile ilgili buraya kadarki incelememizden anlaşılır ki, elimizdeki bir parayı veya değeri her istediğimiz zaman sermayeye dönüştüremeyiz; aksine, bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için, tek bir para veya meta sahibinin elinde, belli bir asgari miktarda para veya mübadele değeri olması gerekir.” Marx konuyu bir örnek eşliğinde açıklığa kavuşturur. Değişen sermaye için yapılacak yatırımın asgari miktarı, bütün yıl boyunca artı-değer elde etmek için her gün kullanılacak olan tek bir işgücünün maliyet fiyatıdır. Ayrıca, 12 saatlik bir işgününün 8 saati işçinin yaşamını sürdürmesi için gerekli emek-zaman olsa, kapitalistin o işçiden 4 saatlik artı-emek elde edebilmesi için bu 4 saat boyunca kullanılacak ek üretim aracını da (değişmeyen sermaye) temin etmesi gerekir. Demek ki, işçinin gerekli emek-zaman süresi olan 8 saatte kullanılacak değişen ve değişmeyen sermaye yatırımını yapmak yetmez, 4 saatlik artı-emek zamanı için gerekecek değişmeyen sermaye parasını da ayrıca tedarik etmek gerekir. Şimdi düşünelim, 8 saatlik emek-zaman ancak tek bir işçi standardında yaşamayı mümkün kıldığına göre, kapitalist olmak isteyen kişinin (kendisine kalan artı-emek zaman 4 saat olduğuna göre) en azından iki işçi çalıştırması gerekirdi. Fakat bu durumda da kapitalistin üretim faaliyetinin amacı zenginliğini çoğaltmak değil, sırf hayatını sürdürmek olurdu. Kuşkusuz böyle bir durum da kapitalist üretimin mantığına uymazdı. Marx’ın örnekten hareketle vurguladığı sonuç şudur: “Herhangi bir işçiden sadece iki kat daha iyi bir hayat yaşamak ve üretilen artı-değerin yarısını sermayeye dönüştürmek için, kapitalistin, işçi sayısı ile birlikte yatırılacak asgari sermaye miktarını sekiz katına çıkarması gerekirdi.” (Marx’ın vardığı sonucu açıklayacak olursak: Örneğimize göre bir işçiden iki kat daha iyi bir hayat yaşamanın karşılığı 8 x 2 = 16 saat eder. Kapitalist, işçilerden elde edeceği 16 saatlik artı-değeri yalnızca kendine ayırsaydı dört işçi çalıştırması yeterdi. Ama üretilen artı-değerin yarısını sermayeye dönüştürebilmesi için, ilave olarak dört işçi daha çalıştırmalıdır. Böylece sekiz işçiden elde ettiği artı-değer 8 x 4 = 32 saat olur. Kapitalist bunun 16 saatini sermayeye dönüştürürse, kendisine de dilediği gibi harcamak üzere 16 saatlik artı-değer kalır. İşte bu hesaba göre, kapitalistin örneğimizin başlangıcında bir işçi için yaptığı değişen ve değişmeyen sermaye toplamının 8 katı sermaye yatırımı yapması gerekir.) Marx’ın geçerken belirttiği gibi, şayet para sahibi kendisi de, çalıştırdığı işçi gibi üretim sürecine doğrudan doğruya katılsaydı, o bu durumda ne işçi ne de kapitalisttir; ikisi arası bir şey, bir “küçük usta”dır. Oysa kapitalist üretimin belli bir gelişme düzeyi, kapitalistin kişileşmiş sermaye olarak, iş gördüğü bütün zamanı yabancı emek elde etmek ve dolayısıyla yabancı emeği kontrolü altında tutmak ve bu emeğin ürünlerini satmak için kullanabilecek durumda olmasını gerektirir. Marx’ın bu noktada eklediği tarihsel bilgi çok önemlidir: “Orta Çağın lonca sistemi, zanaat ustasının kapitalist haline gelmesini, tek bir ustanın çalıştırabileceği işçilerin sayısının üst sınırını çok düşük tutarak, zorla önlemeye çalışmıştı. Para veya mal sahibinin ilk defa fiilen bir kapitalist haline gelmesi, üretim faaliyeti için yatırılan asgari meblağın Orta Çağın azami meblağını büyük ölçüde aştığı hallerde olur. Hegel’in Mantık’ında keşfetmiş olduğu yasa, doğruluğunu, doğa bilimlerinde olduğu gibi, burada da gösterir: sırf nicel değişiklikler, belli bir noktada, nitel farklılıklara dönüşür.” Para veya meta sahibi bir bireyin kapitalist haline gelmek için elinde bulundurmak zorunda olduğu asgari değer miktarı, kapitalist üretimin farklı gelişme aşamalarına ve farklı üretim alanlarına bağlı olarak değişmiştir. Belli üretim alanları, daha kapitalist üretimin başlangıcında, henüz tek tek bireylerin ellerinde bulunmayan bir asgari sermayeyi gerektirmiştir. Bu gereklilik, Marx’ın işaret ettiği üzere, büyük yatırımlara girişmek isteyen kapitalistlere devlet yardımları uygulamasının ve hisse senetli şirketlerin oluşumunun önünü açmıştır: “Bu durum, kısmen, Colbert dönemi Fransa’sında ve bugüne kadar gelmek üzere bazı Alman eyaletlerinde olduğu gibi, bu gibi bireylere devletin yardım etmesine, kısmen de, belli sanayi ve ticaret kollarında yasal tekel olarak faaliyet gösteren şirketlerin, yani modern hisse senetli şirketlerin öncülerinin oluşumuna yol açar.” Sermaye, üretim sürecinde işgücüne kumanda eder ve kapitalist, işçinin işini düzenli bir şekilde ve uygun bir yoğunluk derecesinde yapmasına dikkat eder. Marx, artı-emek yutuculuğu bakımından sermayenin, doğrudan doğruya angaryaya dayanan geçmişteki bütün üretim sistemlerini çok gerilerde bıraktığını vurgular. Kapitalizmin tarihinin gözler önüne serdiği üzere, sermaye emeği, ilk önce hali hazırdaki teknik koşullar neyse ona dayanarak hükmü altına almıştır. Bir başka deyişle, sermaye söz konusu tarihte ve toplumda hazır bulduğu mevcut üretim biçimini hemen değiştirmemiştir. İşçi de kapitalistin üretim araçlarını sermaye olarak değil, yalnızca kendisinin belirli bir amaç doğrultusundaki üretici faaliyetinin araçları ve malzemesi olarak görmüştür. Fakat üretim sürecine meta üretimi ve değişim değeri açısından baktığımız anda işler değişir. Üretim araçları hemen başkalarının emeğini emme araçlarına dönüşür. Artık anlaşılır ki, işçi üretim araçlarını kullanmamakta, tersine üretim araçları işçiyi kullanmaktadır. Sermayenin yaşam süreci, üretim sürecinde “kendi kendini değerlendiren değer” olarak sermayenin hareketinden ibarettir. Bu yüzden, örneğin geceleri çalıştırılmayan ve canlı emek yutamayan eritme fırınlarındaki ve iş yerlerindeki boş zamanlar kapitalist için “net kayıp” oluşturur. Eritme fırınları ve iş yerlerine sahip sermaye bu nedenle işçilerin “gece çalıştırılması hakkı”nı yasalaştırmıştır. Para üretim sürecinin nesnel faktörlerine (yani üretim araçlarına) dönüştüğünde, bu araçlar da başkalarının emekleri ve artı-emekleri üzerindeki haklara ve zorlama araçlarına dönüşmüştür. Kapitalist üretime özgü olmak üzere, böylece ölü emekle canlı emek, değer ile değer yaratıcı güç arasındaki ilişki tam tersine çevrilmiştir. Bu durumun kapitalistlerin bilinçlerinde nasıl yansıdığını bir örnekle gözler önüne serer Marx. Dönem, İngiliz fabrikatörlerinin 1848-1850 yılları arasında işçilerin işgününü kısaltma mücadelelerine karşı saldırı yürüttükleri dönemdir. Batı İskoçya’nın en eski ve en saygıdeğer firmalarından birinin sahibi, dönemin gazetesinde çıkan bir mektubunda “Çalışma süresinin 12 saatten 10 saate indirilmesinden doğacak kötülükler üzerinde durmamıza izin verin. ... Böyle bir şey, fabrikatörün ümitlerinin ve mülkünün en ciddi zararlara uğramasına yol açacaktır” diye yazmıştır. Marx, “kuşaklar boyu birikmiş kapitalist niteliklerin mirasçısı olan bu Batı İskoçyalı burjuvanın kafasında” neyin yattığını açıklar. Bu burjuvanın kafasında üretim araçlarının değeri, bunların her gün belli bir miktarda yabancı emeği karşılığını ödemeden yutma özelliği ile ayrılmazcasına karışmış bulunmaktadır. O nedenle bu burjuvaların gerçekte hayal ettiği şey, fabrikalarını satarken kendilerine sadece tezgâhlarının değerinin ödenmesi değildir. Buna ek olarak, bunların artı-değer yutma güçlerinin karşılığının da ödenmesidir. Nitekim bu hayal, “peştamaliye bedeli” adı altında burjuva iş âleminin her zaman uygulanan bir gerçeğine dönüşmüştür.

DÖRDÜNCÜ KISIM: GÖRELİ ARTIK DEĞERİN ÜRETİMİ

Bölüm 10: Göreli Artı-değer Kavramı

İşgününün kapitalistin satın aldığı işgücünün değerine eş bir değer üreten kısmı (gerekli emek-zaman), toplumun belirli bir iktisadi gelişme aşamasındaki üretim koşulları veri alındığında, ortalamada değişmez bir büyüklüktür. Fakat işçi bu gerekli emek-zamanın ötesinde de çalışmaya devam etmektedir. Örneğin uzunluğu 12 saat ve gerekli emek/artı-emek oranı 10/2 şeklinde olan bir işgünü düşünelim. Kapitalist işgününü uzatmadan gerekli emek kısmını 9’a indirir ve artı-emek kısmını da 3 saate çıkartırsa elde ettiği artı-değeri büyütmüş olur. Burada meydana gelen değişiklik, işgünü sabitken bunun gerekli emek ile artı-emek arasındaki bölünme oranıdır. Diğer yandan, işgününün büyüklüğü ve işgücünün değeri bilindiğinde, artı-emeğin büyüklüğü de kolayca hesaplanır. Yukarıdaki örnekten devam edelim. Diyelim 12 saatlik bir işgünü içinde bir iş saati yarım şilinle temsil ediliyorsa, işgücünün bir günlük değeri 10 saat x 0,5 şilin hesabıyla 5 şilin ve artı-değer de 2 saat x 0,5 şilin hesabıyla = 1 şilin olacaktır. Verili bu koşullar altında artı-değerin nasıl yükseltileceğini düşünecek olursak, kapitalistin işçiye örneğin 5 şilinden daha az ücret ödeyeceğini varsayabiliriz. Bu durumda hesap değişir ve artı-emek zamanı yükselmiş olur. Fakat böyle bir sonuca ancak, işçinin ücretini, işçinin emek gücünün değerinin altına (yani yaşamını sürdürmesi için gerekli günlük asgarinin altına) düşürmek suretiyle varılmış olur. Bu da artı-emeğin normal sınırlarının ötesine uzatılması, artı-emek zamanının gerekli emek-zamanın gasp edilmesi sayesinde genişletilmesi anlamına gelir. Marx, bu yöntemin gerçek yaşamda önemli bir rol oynamasına karşın, burada metaların ve dolayısıyla işgücünün tam değerleri üzerinden alınıp satıldığının varsayıldığını ve bu nedenle gasp yönteminin şimdilik konu dışı bırakıldığını belirtir. Bu husus göz önünde bulundurulursa, demek ki örneğimizdeki gerekli emek-zaman işçinin ücretinin düşürülmesiyle değil, ancak işgücünün değerinin yeniden üretimi için gerekli emek-zamanın düşürülmesiyle (yani işgücü üretim maliyetinin ucuzlatılmasıyla) azaltılabilir. Ne var ki üretim sürecinde bir verimlilik artışı sağlamadan bunun olması olanaksızdır. Örneğin bir kunduracı bir çift çizmeyi belli araçlarla 12 saatlik bir işgününde yapmaktadır. Aynı zaman içinde iki çift çizme yapması için, kunduracının emeğinin üretici gücünün iki katına çıkması gerekir. Ancak, kunduracının emek araçlarında veya çalışma yönteminde ya da bunların her ikisinde pozitif bir değişiklik olmadan onun üretici gücü iki katına çıkamaz. Bunun olabilmesi ise, emeğin üretim tarzında ve dolayısıyla da emek sürecinin kendisinde bir devrimin olması anlamına gelir. Emeğin üretkenliğindeki yükselmeyi sağlayan, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zamanı kısaltan bir değişikliktir. Böylece belli bir emek miktarı, daha büyük bir miktarda kullanım değeri üretme gücü kazanacaktır. O halde bir işkolundaki gelişmenin anlamı, bir ürünün eskisinden daha az insanla veya daha kısa zamanda yapılmasını sağlayan yeni yolların bulunmuş olması demektir. Emeğin üretkenliğini yükselterek işgücünün değerini düşürmek ve bu sayede bu değerin yeniden üretimi için gerekli olan işgünü parçasını kısaltmak için, sermaye, emek sürecinin teknik ve toplumsal koşullarını değiştirmek zorundadır. Bunun anlamı, kapitalistin başlangıçta hazır bulduğu eski üretim tarzının kendisini kökten değiştirmek zorunda olmasıdır. Marx, işgününün uzatılması yoluyla elde edilen artı-değere mutlak artı-değer adını verdiğini belirtir. Gerekli emek-zamanın kısaltılması sayesinde, işgününün gerekli-emek ve artı-emek kısımları arasındaki oranın değişimiyle sağlanan artı-değeri ise göreli artı-değer (nispî artı-değer) diye niteler. Emeğin üretkenliğindeki yükselmenin işgücünün değerini düşürebilmesi için, bu yükselmenin gerekli-emek değerini belirleyen ürünlerin (gıda, giyecek, barınak gibi) üretildiği sanayi dallarını etkilemesi gerekir. Fakat bu durumu, o toplumdaki üretimin yalnızca son döneminde cereyan eden bir düşme etkisi olarak varsaymak doğru olmayacaktır. Çünkü bir metanın değeri, yalnızca ona son biçimini veren emek miktarını değil, o metanın üretimi sırasında kullanılan üretim araçlarının içerdiği daha önce sarf edilmiş emek kütlesini de içerir. Örneğin bir çift çizmenin değişim değeri, sadece üretimin son halkasında kunduracının harcadığı emekle değil, fakat bunun üzerine, çizme için kullanılan deri, balmumu, iplik gibi maddelerin üretimine ait değişim değerlerinin eklenmesiyle belirlenir. Marx, gerekli-emek değerini belirleyen ürünlerin dışında kalan metaları üreten sanayi kollarında (örneğin lüks mallar) emeğin üretkenliğinin yükselmesinin, işgücünün değeri üzerinde etkide bulunmayacağını vurgular. Diğer yandan, örneğin gömleğin ucuzlaması, işçinin sadece gömlek için yapacağı harcamayı azaltır. “Oysa gerekli geçim araçlarının toplamı, her biri ayrı sanayilerin ürünleri olan farklı metalardan meydana gelir ve bu metaların her birinin değeri, emek gücünün değerinin bir kesrini oluşturur.” O halde, işgücünün yeniden üretimi için gerekli emek-zamandaki kısalma, sözü edilen farklı metalara ait üretim kollarında görülen emek-zaman kısalmalarının toplamına eşit olur. Marx, kapitalistin aslında en baştan tasarlayarak değil, fakat teknik gelişme sağlayarak genel artı-değer oranının yükselmesine yardım ettiğini belirtir. “Sermayenin genel ve zorunlu eğilimleri ile bunların görünüm biçimleri birbirlerine karıştırılmamalıdır” der. Marx bu bağlamda pek çok unsuru ilerde ele alacağını vurgular ve ekler: “Ancak şurası şimdiden açık ki, rekabetin bilimsel olarak çözümlenmesi, ancak sermayenin iç doğası kavrandığında mümkün olabilir; tıpkı, uzay cisimlerinin görünüşteki hareketlerinin, sadece, bunların gerçek ama duyularla algılanamayan hareketlerini bilen bir kimse için anlaşılır olması gibi.” Bununla beraber, nispî artı-değer üretiminin daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç hususu daha açıklamak yerinde olacaktır. Unutmayalım, bir metanın gerçek değeri o metanın herhangi bir kapitalist için ne kadar emek-zamana mal olduğuyla değil, üretimi için toplumsal olarak gereken emek-zamanla ölçülür. O halde, herhangi bir kapitalistin metası gerekli geçim araçları arasında yer alsın ya da almasın, toplumsal olarak gereken emek-zamanda kısalma gerçekleştiğinde, o kapitalist de bu nispî artı-değer yükselmesinden yararlanacaktır. Ayrıca hatırlamak gerekir ki, yüksek vasıflı üretici emek, aynı zaman içinde o işkolundaki toplumsal ortalama emekten daha fazla değer yaratır. “Bunun içindir ki, iyileştirilmiş üretim yöntemini kullanan kapitalist, aynı sanayide faaliyet gösteren öbür kapitalistlere oranla, işgününün daha büyük bir kısmını artı-emek olarak kendisine mal eder.” Fakat yeni üretim yöntemi genelleşir genelleşmez, sözü edilen bu ekstra artı-değer yok olur. Zaten değerin emek-zaman ile belirlenmesi yasası, rekabetin zorlayıcı yasası olarak kapitalistin rakiplerini yeni yöntemleri kendi iş yerlerinde de uygulamaya sevk eder. Demek ki, başlangıçta sadece onu kullanan kapitalistlere nispî artı-değer sağlayan teknik ilerleme süreci, en sonunda emeğin üretkenliğindeki yükselme tüm üretim dallarına egemen olduğunda ve böylece işgücünün değerini oluşturan metalar ucuzladığında genel artı-değer oranını tüm kapitalistler lehine değiştirecektir. Marx ulaştığı sonuçları özetler: Metaların değerleri emeğin üretkenliğiyle ters orantılıdır. Meta değerleriyle belirlendiği için, işgücünün değeri de böyledir. Buna karşılık, nispî artı-değer emeğin üretkenliğiyle doğru orantılıdır. Nispî artı-değer, emeğin üretkenliği yükselirse artar ve düşerse azalır. Bundan dolayı, emeğin üretkenliğini yükselterek işçiliği ucuzlatmak ve böylece artı-değeri yükseltmek sermayenin içsel bir dürtüsü ve devamlı bir eğilimidir. Metanın mutlak değeri, onu üreten kapitalist için kendi başına önemi olan bir şey değildir. Kapitalistin ilgilendiği şey, sadece metada saklı olan ve metanın satışı ile gerçekleşebilen artı-değerdir. Marx, bu açıklamaların, kapitalistlerin neden metaların mübadele değerlerini durmadan düşürmeye çalıştıkları bilmecesini çözdüğünü vurgular. “Kapitalist üretim tarzında emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, işgününün, işçinin kendisi için çalışmak zorunda olduğu kısmını kısaltmaktır, böylece işçinin kapitalist için karşılıksız olarak çalışacağı işgününün geriye kalan kısmı uzatılmış olmaktadır.” Üretilen bir ürün için harcanan emeğin ikili karakteri nedeniyle, üretkenlikteki artış kullanım ve değişim değeri bakımından farklı sonuçlar doğurur. Diyelim eskiden 2 saatte bir ceket üretilirken, üretkenlikteki artış sayesinde şimdi 1 saatte 1 ceket üretilecektir ve bunun anlamı, neticede o toplumda çok daha fazla ceket üretilmesi yani maddi servetin artması demektir. O halde, kullanım değeri yaratan özelliğiyle emek (yani yararlı emek) kendi üretkenliğindeki artış ya da azalma ile doğru orantılıdır. Buna karşılık, aynı örneğe emeğin değişim değeri yaratması açısından baktığımızda durum değişir. Çünkü eskiden 1 ceketin değişim değeri 2 saat üzerinden belirlenirken, şimdi 1 saat üzerinden belirlenecektir. Demek ki, üretkenlikteki artış neticesinde aynı ceketin değişim değeri yarıya düşmüş olacaktır. Fakat neticede eskisiyle aynı süre içinde şimdi daha fazla miktarda meta (1 yerine 2 ceket) üretilmektedir ve sermaye sahibini ilgilendiren asıl husus da zaten budur.

1 Ekim 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /11

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm 11: Elbirliği

Marx, kapitalist üretimin gerçekte ancak, aynı sermayedarın daha çok sayıda işçiyi eş zamanlı olarak çalıştırdığı, yani emek sürecinin kapsamını genişlettiği ve böylece daha fazla ürün sağladığı yerde başladığını vurgular. Burada belirtilen koşullar, tarihsel ve kavramsal açıdan kapitalist üretimin başlangıç noktasını oluştururlar. Kapitalizmin başlangıç dönemlerine bakıldığında, yeniyi temsil eden manifaktür ile eskiyi temsil eden loncalara bağlı zanaat kolları arasındaki fark nicel bir fark olarak görünür. Şöyle ki, eskisinden farklı olarak şimdi atölyelerde bir sermayedar tarafından daha çok sayıda işçi çalıştırılmaktadır. Fakat işin gerçeğinde, eski ile yeni arasında niteliksel bir fark vardır. Manifaktür, eski dönemin lonca sistemindeki küçük ustalara bağlı atölye işleyişinden niteliksel olarak farklıdır. Manifaktürle birlikte kapitalist üretime egemen olan rekabet olgusu değişim değerlerini ortalamaya doğru çeker. O nedenle, kapitalizmde işgücünün de ortalama bir niteliğe sahip bulunduğu varsayılır. Kapitalizmde üretilen değerde nesnelleşmiş olan emek, hatırlanacağı üzere, ortalama toplumsal nitelikte emektir. Bu bir soyutlamadır ve gerçek yaşam kuşkusuz daima ortalamadan sapmalarla ilerler. Ama unutmayalım ki, bütün toplum göz önüne alındığında bu sapmalar neticede birbirini yok edecektir. Eski dönemle yeni dönemi ayırt eden şudur ki, “toplumsal emek” soyutlaması, eski lonca sisteminin yalıtıklığının son bulduğu ve piyasadaki rekabetin tüm bireysel sermayedarları ilgilendirdiği kapitalizm dönemi için geçerli olabilir ancak. O halde, değer yasasının eksiksiz şekilde gerçekleşmesi de, ancak, kişi kapitalist tarzda üretimde bulunduğu, yani aynı zamanda çok sayıda işçi çalıştırdığı ve daha işin başından itibaren ortalama toplumsal emeği harekete geçirdiği zaman mümkün olur. Marx, çok sayıda işçinin bir işlikte aynı zamanda çalıştırılmasının, çalışma tarzı aynı kaldığında bile emek sürecinin nesnel koşullarında bir devrime yol açtığını vurgular. Çünkü çok sayıda işçinin çalıştığı binalar, ham madde depoları, aynı üretim zamanında kullanılan kaplar, araç ve gereçler, kısacası üretim araçlarının önemli bir bölümü şimdi daha fazla değer üretimi için birlikte tüketilecektir. Haliyle, üretilen birim başına bu üretim araçlarından isabet eden değer daha küçük olacak ve böylece metalar ucuzlayacaktır. “Üretim araçlarının kullanımında sağlanan bu tasarruf, sadece, bunların emek sürecinde çok sayıda işçi tarafından birlikte tüketilmelerinden kaynaklanır.” Üretim araçlarında sağlanan tasarruf Kapital’de iki açıdan ele alınır. Birincisi, metaları ucuzlatması ve böylece emek gücünün değerini düşürmesidir. İkincisi ise, artı-değerin yatırılmış bulunan toplam sermayeye oranını değiştirmesidir. Marx konuyu açımlarken elbirliği olgusunu tanımlar: “Aynı üretim sürecinde veya farklı ama birbirleriyle bağlantılı üretim süreçlerinde planlı olarak yan yana ya da birlikte çalışanların çalışma biçimine elbirliği denir.” Açıktır ki, işçilerin tek başlarına ortaya koyabilecekleri mekanik güçlerin toplamı, birçok işçinin bir işi aynı zamanda birlikte yapması (örneğin bir ağırlığı kaldırması) sırasında ortaya çıkan toplumsal güç potansiyelinden azdır. Burada söz konusu olan şey, elbirliğiyle çalışma sayesinde bireyin üretici gücünde bir artma sağlanması değildir yalnızca; daha da önemlisi yepyeni bir gücün, kitlesel bir üretici gücün yaratılmasıdır. Çok sayıda gücün bir toplam güç halinde eriyip kaynaşmasından doğan yeni güç potansiyeli, üretici güçleri geliştirmesi bakımından büyük önem taşır. Ayrıca elbirliği, ona katılan her bir bireyin kişisel iş çıkarma yeteneklerini artıran bir canlılık da yaratır. Marx’ın vurguladığı gibi, bunun nedeni, insanın doğası gereği her durumda toplumsal bir hayvan olmasıdır. Ortak bir iş sürecinde birbirlerini tamamlayan çok sayıda kimsenin, aynı veya ayrı türden şeyleri yapmaları ortak çalışmanın en basit şeklidir. Fakat bu basit elbirliği şekli, elbirliğinin en gelişmiş halinde bile büyük bir rol oynar. Emek süreci karmaşıklaştığında, yalnızca çok sayıda işçinin aynı yer ve zamanda bir arada bulunmaları bile, çeşitli işlerin farklı işçiler arasında dağıtılmasını ve dolayısıyla işin eş zamanlı olarak yapılmasını mümkün kılar. Böylece toplam ürünün elde edilmesi için gerekli emek-zaman kısaltılmış olur. Birçok üretim dalında, emek sürecinin kendi doğası tarafından belirlenen ve belirli çalışma sonuçlarının hedeflenmesini zorunlu kılan zaman aralıkları vardır. Örneğin bir tarladaki ürünün biçilip harmanlanmasının gerektiği hallerde, elde edilecek ürünün nicelik ve niteliği, işin belli bir zamanda başlatılıp belli bir zamanda bitirilmesine bağlıdır. Tek bir işçi bir günde diyelim ancak 12 saatlik bir işgünü çıkartabilecekken, elbirliği içinde çalışan 100 işçi 12 saatlik bir işgününü 1200 saatlik bir işgününe uzatmış olur. Neticede elbirliği sayesinde çok daha kısa bir çalışma dönemi içinde çok daha fazla ürün elde edilebilir. Marx bu konuda kendi döneminden örnek verir; bu elbirliğinin olmayışı yüzünden Amerika Birleşik Devletleri’nin batısında büyük miktarda tahılın ve Doğu Hindistan’da büyük miktarda pamuğun her yıl heba edildiğini belirtir. Elbirliği belirli sayıda işçiyle daha çok ürün elde edilmesini mümkün kılar ve üretimin boyutlarındaki büyümeye oranla üretim alanının mekânsal açıdan daraltılmasına imkân verir. Pek çok ek harcamadan kaçınılmasını sağlayan bu daralma, işçilerin bir araya toplanması, çeşitli emek süreçlerinin birbirlerini tamamlayacak biçimde birleştirilmesi ve üretim araçlarının yoğunlaşması sayesinde olur. Birleşik işgününün özgül üretici gücü, emeğin toplumsal üretici gücünden veya toplumsal emeğin üretkenliğinden kaynaklanır. Yaşamın çeşitli alanlarında örneklendiği üzere, “başkalarıyla planlı bir şekilde birlikte çalışması sayesinde işçi kendi bireysel sınırlarını aşar ve kendi türünün yeteneklerini geliştirir”. Elbirliği temelinde çalıştırmada, ayrı ayrı işçi çalıştırmada ödenmesi gereken bir günlük veya bir haftalık vb. ücret toplamı kapitalistin kesesinde hazır olmalıdır. Değişen sermaye için söz konusu olan bu gerçeklik, değişmeyen sermaye için de geçerlidir. Fakat unutulmaması gerekir ki, birlikte kullanılan üretim araçlarının değer ve kütlesi, çalıştırılan işçi sayısı ile aynı derecede artmaz. Ama gene de önemli miktarda artar. Marx, kapitalist gelişme süreci açısından önem taşıyan bir hususa işaret eder; yanında işçi çalıştıran bir kimsenin kapitalist haline gelebilmesi için belirli bir asgari büyüklükte bireysel sermayeye sahip olması şarttır. Diğer önemli bir nokta da şudur: “Çok sayıda ücretli işçinin el birliği içinde çalıştırılmaya başlaması ile birlikte sermayenin emek üzerindeki komutası, bizzat emek sürecinin yürütülebilmesi için bir zorunluluğa, gerçek bir üretim koşuluna dönüşür. Kapitalistin üretim alanındaki komuta gücü, şimdi, generalin savaş alanındaki komuta gücü kadar vazgeçilmez olur.” Bilindiği gibi, büyük boyutlara ulaşmış ve bir arada çalışılarak yapılan bütün işler, o işe özgü koordinasyonu sağlayacak bir yönetimi gerektirir. “Tek başına çalan bir kemancı kendini yönetebilir, bir orkestra ise yönetmene ihtiyaç duyar. Emek, sermayenin emrine girip elbirliği içinde harcanmaya başlar başlamaz, yönetim, denetim ve eşgüdüm işlevi, sermayenin işlevi olur. Yönetim işlevi, sermayenin özgül işlevi olarak, özgül nitelikler kazanır.” Kapitalistlerin temel amacı daha çok artı-değer elde etmek ve dolayısıyla işgücünü mümkün olduğu kadar çok sömürmektir. Daha çok işçi çalıştırmak kuşkusuz daha çok kâr getirir. Fakat bu gelişmenin bir de sermayeyi tehdit eden bir boyutu vardır. Çalıştırılan işçi kitlesi büyüdükçe, bu kitlenin sermayenin egemenliğine karşı direnme gücü artar. Bununla birlikte, sermayenin bu direnme gücünü alt etmeye yönelik baskısı da yoğunlaşır. O nedenle kapitalistin yönetimi toplumsal emek sürecinin sömürüsü için gereklidir ve sömüren ile sömürülen arasındaki kaçınılmaz karşıtlığın zorunlu kıldığı bir işlevdir. “Aynı şekilde, işçinin karşısına yabancı bir mülkiyet olarak çıkan üretim araçlarının ölçeği büyüdükçe, bunların amaca uygun bir biçimde kullanılmasını denetleme zorunluluğu da artar.” Kapitalizmde elbirliği temelinde çalışan işçilerin üretici bir toplam gövde olarak birliklerini sağlama işi sermayeye aittir. Bu nedenle de, birlikte yaptıkları iş ilişkisi işçilerin zihnine yabancılaşarak yansır. Düşünsel düzeyden bakılırsa, işçiler bu ilişkiyi kendilerine ait olmayan bir iş planı olarak görürler. Pratik düzeyde ise, bu ilişki işçilerin karşısına kapitalistin otoritesi ve faaliyetlerini kendi amacının boyunduruğu altına alan yabancı bir iradenin iktidarı olarak çıkar. Marx bu noktada çok önemli bir hususa dikkat çeker. Kapitalist yönetim içeriği bakımından iki yönlü bir işleve sahiptir; bir yandan bir ürünün yapımı için yürütülen toplumsal bir emek sürecidir ve diğer yandan sermayenin kendisini değerlendirme sürecidir. Biçimi bakımından ise despotça, yani buyurgandır. Elbirliğinin daha büyük ölçeklere ulaşmasıyla birlikte bu despotluk da kendine özgü biçimlere bürünür. İşi büyüten kapitalist “tek tek işçilerin ve işçi gruplarının doğrudan doğruya ve devamlı şekilde kontrol edilmesi görevini, özel bir türdeki ücretli işçilere bırakır. Aynı sermayenin emri altında bir arada çalıştırılan bir işçi kitlesi, askeri bir ordu gibi, sınaî subaylara (yöneticiler) ve astsubaylara (ustabaşları, nezaretçiler) ihtiyaç duyar; bu kimseler emek süreci boyunca sermaye adına komutanlık yapar. Denetim ve gözetim işi bunların tek işlevi olarak yerleşiklik kazanır.” Bazı iktisatçıların sorunu çarpıtarak yansıtmalarına karşın, Marx işin özüne vurgu yapar: “Kapitalist, sınaî yönetici olduğu için kapitalist değildir; tersine, kapitalist olduğu için sınaî komutan olur. Nasıl ki feodalite döneminde savaşın ve yargının başkomutanlığı toprak mülkiyetinin ayırt edici bir özelliğiydi, sanayinin başkomutanlığı da sermayenin ayırt edici bir özelliği haline gelir.” Kapitalistin bir yerine 100 işgücü satın alması veya bir tek işçi yerine birbirlerinden bağımsız 100 işçi ile sözleşme yapması, işçinin kapitalistle arasındaki ücret ilişkisini değiştirmez. Kapitalist 100 bağımsız işgücünün değerini öder; ama bu yüz kişinin birleşik emek gücü için ayrıca bir ödeme yapmaz! İşçiler bağımsız kişiler olarak aynı sermaye ile ilişkiye girmişlerdir, fakat onlar kendi aralarında ilişki bulunmayan bireylerdir. Bunlar arasındaki elbirliği ancak emek sürecinde meydana gelir ve emek sürecine adımlarını attıkları andan itibaren sermayenin bir parçası olurlar. Elbirliği içinde çalışsalar da, sermayenin özel bir varlık tarzından başka bir şey değildirler. Bu nedenle, işçinin “toplumsal işçi” olarak geliştirdiği üretici güç sermayenin üretici gücüdür. Emeğin toplumsal üretici gücünün kapitaliste ayrıca hiçbir maliyeti olmadığından ve sermayeye ait olmadan önce işçi tarafından geliştirilmediğinden, bu üretici güç zaten sermayenin doğası gereği sahip olduğu bir üretici güç gibi görünür. Marx, elbirliğinin önemini vurgulama bağlamında tarihsel örnekleri hatırlatır. “Eski Asyalıların, Mısırlıların, Etrüsklerin vb. devasa eserlerinde basit elbirliğinin ne muazzam bir etki gücüne sahip olduğunu görürüz” der ve bu konuda Richard Jones adlı ünlü bir tarihçiden aktarır: “Eski zamanlarda, bu Asyalı devletlerin, sivil ve askeri harcamalarını yaptıktan sonra, kendilerini, muhteşem ve yararlı eserlerin yapımı için harcayabilecekleri bir tüketim araçları fazlasına sahip buldukları oluyordu. Tarım işlerinde çalışamayan ahalinin hemen hemen tamamının el ve kolları üzerindeki komuta güçleri ve monarklarla rahiplerin bu fazla üzerindeki münhasır tasarruf hakları onlara, ülkeyi bir baştan bir başa donatan bu muazzam anıtları dikmek için gerekli olan araçları sağlıyordu. ... Bir yerden bir yere taşınmaları insanı hayrete düşüren bu muazzam heykellerin ve dev yapılı kütlelerin hareket ettirilmesi için, neredeyse yalnızca, hovardaca harcanan insan emeğinden yararlanılıyordu. İşçilerin sayısı ve bunların bir arada harcadıkları güç yetiyordu. Her bir tortu bırakıcı unsurun küçücük, zayıf ve önemsiz olmasına karşın, okyanusun derinliklerinden yükselen göz alıcı mercan kayalıklarının da adalara dönüştüğünü ve sağlam kara parçaları oluşturduğunu görürüz. Bir Asya monarşisinde tarımla uğraşmayan işçilerin bedensel çabaları dışında bir işe katabilecekleri çok az şey vardır: ama bunların gücü, sayılarındadır ve bu kitleler üzerindeki yönetim kudreti bu muazzam eserlerin doğmasına imkân vermişti. Bu da işçilerin beslenmesini sağlayan gelirlerin, bu tür girişimleri mümkün kılmış olan bir veya birkaç elde toplanması sayesinde oluyordu.” Marx’ın Kapital boyunca aktardığı tarihsel bilgiler üzerinde durmak, kapitalist işleyişi geçmişle mukayeseli kavramak bakımından da çok önemlidir. Örneğin “Asyalı ve Mısırlı kralların ya da Etrüsk teokratlarının vb. bu kudretleri, modern toplumda, ister tek başına bir kapitalist olarak, ister hisse senetli şirketlerde olduğu gibi birleşik bir kapitalist olarak ortaya çıkmış olsun, kapitaliste geçmiştir.” Bir başka örnek: “Emek sürecinde sağlanan elbirliği, insanlık tarihinin başlangıç döneminde, avcı topluluklarda ya da örneğin Hint topluluklarının tarımsal faaliyetlerinde egemen olduğunu gördüğümüz şekliyle, bir yandan üretim araçlarının ortak mülkiyetine, diğer yandan, tıpkı arı bireyinin arı sürüsünden kopup ayrılmaması örneğinde olduğu gibi, bireyin, kabile veya toplulukla arasındaki göbek bağını henüz kesmemiş olmasına dayanır. Bunların her ikisi de onu kapitalist elbirliğinden ayırır. Eski Çağda, Orta Çağda ve modern sömürgelerde zaman zaman uygulanan büyük ölçekli elbirliği, doğrudan doğruya hükmeden-hükmedilen ilişkilerine ve çoğunlukla da köleliğe dayanır. Buna karşılık elbirliğinin kapitalist biçimi, daha başından itibaren, emek gücünü sermayeye satan özgür ücretli işçinin varlığını gerektirir. Ne var ki, kapitalist elbirliği, tarihsel bakımdan, köylü ekonomisiyle ve lonca örgütlenmesine sahip olsun ya da olmasın bağımsız olarak yürütülen zanaatlarla karşıtlık içinde gelişmiştir.” Marx’ın işaret ettiği gibi, küçük köylü ekonomisi ve bağımsız el zanaatı işletmesi feodal üretim biçiminin temelini oluşturmuş ve feodalizmin çözülüşünden sonra da yeni gelişen kapitalist işletmelerin yanı sıra varlığını devam ettirmiştir. Daha da önceki dönemlere bakılacak olursa, küçük köylü ekonomisi ve bağımsız el zanaatı işletmesi, “doğunun ilkel ortak toprak mülkiyeti ortadan kalktıktan sonra ve köleliğin üretim faaliyetinde sıkı sıkıya yer etmesinden önce, en iyi çağlarında klasik toplulukların da iktisadi temelini” oluşturmuştur. Kapitalist elbirliği bunların karşısına özel bir tarihsel elbirliği biçimi olarak çıkmamıştır. Fakat buna rağmen, kapitalizmle birlikte elbirliği, kendi başına faaliyet gösteren bağımsız işçinin ve hatta küçük ustanın üretim sürecine karşıt düşen ve yalnızca kapitalist üretim sürecine özgü bir biçim olarak görünmüştür. İşte, fiili emek sürecinin sermayenin egemenliğine girmesiyle birlikte geçirdiği ilk değişiklik budur ve bu değişiklik kendiliğinden olur. Bu değişmenin ön koşulu, çok sayıda ücretli emekçinin aynı emek sürecinde aynı zamanda çalıştırılmasıdır ve bu ön koşul kapitalist üretimin başlangıç noktasını oluşturur. Bu nokta, sermayenin kendisinin doğuşuyla çakışır. Bundan dolayı, kapitalist üretim tarzı, kendisini, emek sürecinin toplumsal bir sürece dönüşmesinin tarihsel gereği olarak ortaya koyar. Diğer yandan, emek sürecinin bu toplumsal biçimi onun üretici gücünü arttırır ve böylece bu toplumsal biçim kendisini “emek sürecini daha kârlı bir şekilde sömürmek için sermaye tarafından kullanılan bir yöntem” olarak ortaya koyar. Buna rağmen unutulmaması gerekir ki, basit elbirliği, işbölümünün veya makinenin henüz önemli bir rol oynamadığı fakat sermayenin büyük ölçeklerle iş gördüğü üretim kollarında her zaman egemen olan biçim olmuştur.

Bölüm 12: İşbölümü ve Manifaktür

1. Manifaktürü Doğuran İki Kaynak

İngilizcede manifaktür “imal etmek” anlamına gelir. Manifaktür dönemi, sanayi devrimi öncesinde çok sayıda işçiyi bir araya toplayan, mekanik güç kaynakları ve büyük ölçüde el emeği kullanan üretim yönteminin geçerli olduğu dönemdir. İşbölümüne dayanan elbirliği, manifaktür dönemi boyunca kapitalist üretim sürecinin egemen karakteristik biçimi olmuştur. Bu dönem kabaca 16. yüzyılın ortasından 18. yüzyılın son üçte-birine uzanır. Manifaktürün, kapitalizm öncesinde var olan zanaatlardan hareketle ortaya çıkışı iki ayrı yoldan olmuştur. Birinde manifaktür, eski bağımsız konumlarını yitiren ve farklı işler yapan zanaatçıların, artık aynı metanın üretiminin çeşitli parça işlemlerini gerçekleştirmek üzere bir araya getirilmeleriyle ortaya çıkmıştır. Örneğin kumaş manifaktürü ve bir dizi başka manifaktür, daha önce söz konusu malın parçalarını üretmekte ihtisaslaşmış çeşitli zanaatçıların, şimdi aynı sermayenin komutası altında birleştirilmelerinden doğmuştur. Manifaktürün bu birinci tipinin çarpıcı örneklerinden olan saat yapımında, saati oluşturan çeşitli parçalar çeşitli ustalar tarafından yapıldıktan sonra, en sonunda kendilerini mekanik bir bütün halinde bir araya getirecek olan elde toplanarak tamamlanır. İkinci şeklinde ise, manifaktür örneğin matbaa harfi imal etmek gibi aynı işi yapan çok sayıda zanaatçının, aynı sermaye tarafından aynı anda aynı atölyede çalıştırılmalarıyla biçimlenmiştir. Marx bunun elbirliğinin en basit biçimi olduğunu vurgular. Bu durumda bu zanaatçıların her biri (belki bir iki çırakla birlikte) metanın tamamını yapar ve dolayısıyla zanaatçı, eski zanaat yöntemleriyle çalışmaya devam eder. Fakat aradan çok fazla zaman geçmeden, bu zanaatçıları bir araya getiren kapitalist, işçilerin aynı yerde toplanmalarından ve çalışmalarının eş zamanlı oluşundan daha ileri bir seviyede yararlanmak ister. Metanın bütününü aynı zanaatçıya yaptırtmak yerine, farklı işlemler birbirlerinden ayrılır, her bir iş başka bir zanaatçıya verilir. Başlangıçta tesadüfî olan bu bölünmenin tekrarlanmasıyla yavaş yavaş sistematik bir işbölümü ortaya çıkar ve katılaşır. “Meta, pek çok iş yapan bağımsız bir zanaatçının bireysel ürünü olmaktan çıkar; her biri devamlı olarak yalnızca bir ve aynı parça-işlemi yapan bir zanaatçılar topluluğunun toplumsal ürününe dönüşür.”

2. Parça-İşçi ve Onun Aleti

Manifaktür üretimi eski dönem zanaat üretimine oranla emeğin üretkenliğini yükseltmiştir. Çünkü “ömrü boyunca bir ve aynı basit işi yapan bir işçi, bütün vücudunu bu işin otomatik olarak çalışan tek yönlü organına dönüştürür ve bu nedenle, bir dizi işlemi dönüşümlü olarak gerçekleştiren zanaatçıya göre daha az zaman harcar”. İşte, manifaktürün canlı mekanizmasını oluşturan birleşik toplam işçi, bir yığın böyle tek yönlü parça-işçiden oluşur. Bundan dolayı, bağımsız zanaatçıyla karşılaştırıldığında, daha az zamanda daha fazla ürün elde edilir veya emeğin üretkenliği yükseltilir. “Parça-iş bir kişinin tek işlevi olarak bağımsızlaştıktan sonra, bunun yöntemi de mükemmelleşir. Aynı sınırlı faaliyetin devamlı tekrarı ve dikkatin bu sınırlı faaliyet üzerinde yoğunlaşması, tecrübe sayesinde, amaçlanan yararlı etkiye daha az güç harcayarak ulaşmayı öğretir. Ama farklı işçi kuşakları bir arada yaşadığından ve aynı manifaktürlerde bir arada çalıştıklarından, bu şekilde kazanılan teknik beceriler kısa sürede oturur, birikir ve aktarılır.” Manifaktür, bir yandan bütünün bir parçasını yapan işçinin ustalaşmasını sağlarken, diğer yandan herhangi bir parça-işi bir insanın ömrü boyunca yaptığı bir iş haline getirir. Bu durum, daha önceki toplumların, zanaatları kastlar içinde taşlaştırarak veya belli loncalar içinde katılaştırarak veraset yoluyla sahip olunur şeyler haline getirme eğilimine tekabül eder. Kastlar ve loncalar, bitki ve hayvanların türler ve alt türler şeklinde farklılaşmasını düzenleyen doğa yasasına benzer şekilde vücut bulmuştur. Bu noktada Marx’ın Eski Yunan tarihçisi Diodorus Siculus’tan aktardığı bilgi ilginçtir: “Mısır’da ... sanatlar da ... gerekli mükemmellik derecesine ulaşmıştı. Çünkü zanaatçıların başka bir yurttaş sınıfının işlerine hiçbir şekilde karışmayıp yalnızca yasal miras olarak kendi klanlarına ait olan mesleği yürütmelerine izin verilen tek ülke budur. ... Diğer ülkelerde zanaat erbabının dikkatini pek çok konuya dağıttığı görülür. ... Bunların kâh tarım yaptıkları, kâh ticaretle uğraştıkları, kâh aynı anda iki ya da üç sanatı birden yürüttükleri olur. Bu gibi kimseler özgür ülkelerde çoğunlukla halk meclisi toplantılarına katılır. ... Buna karşılık Mısır’da devlet işlerine karışan ya da aynı anda birden fazla sanatı yürüten her zanaatçı ağır cezalara çarptırılır. Böylece onların mesleklerindeki çalışkanlıklarını hiçbir şey bozamaz.” Bir nihai ürünün üretimi sırasında farklı parça-süreçleri arka arkaya yürüten bir zanaatçı, kâh yerini kâh aletlerini değiştirmek zorundadır. Bir işlemden diğerlerine geçiş, işinin akıcılığını keser ve işgününde bir kısım zamanın boşa gitmesine sebep olur. Bu zaman kayıpları, zanaatçı bütün gün devamlı olarak bir ve aynı işi yapmaya başlar başlamaz azalır. Üretkenlikteki yükselme burada ya belli bir zaman aralığında harcanan emek gücünün arttırılması veya emek gücünün verimsiz şekilde tüketilmesinin azaltılması sayesinde olur. Fakat diğer yandan, sürekli aynı işi yapmak, aslında faaliyetin kendisindeki değişme sayesinde yenilenen ve canlanan yaşama gücünün dayanıklılığına ve diriliğine zarar verir. Emeğin üretkenliği yalnızca işçinin yeteneğine değil, onun çalıştığı aletlerin yetkinliğine de bağlıdır. Bu nedenle, zamanla, daha önce birden fazla amaç için kullanılan aletlerde değişiklik yapılması zorunlu hale gelir. Manifaktür, emek araçlarında işi daha iyi yapmaya yönelik farklılaşmalarla karakterize olur ve neticede belli türdeki aletler kullanıldıkları işe uygun sabit şekiller alırlar. Bu aletlerin uzmanlaşması sonucunda da, bunlar ilgili işi yapan parça-işçisinin elinde en verimli biçimde kullanılabilirler. Böylece manifaktür dönemi, iş aletlerini parça-işçinin işlevine uygun hale getirme yoluyla iyileştirmiş, çoğaltmış ve nihayet basit araçların bileşiminden oluşan makinelerin maddi koşullarından birini yaratmıştır.

3. Manifaktürün İki Temel Biçimi: Heterojen Manifaktür ve Organik Manifaktür

Daha önce üzerinde durulduğu üzere, manifaktürün esas itibariyle farklı türler oluşturan ve özellikle de daha sonra makineli büyük sanayiye dönüşmesi sırasında tamamıyla farklı roller oynayan iki temel biçimi vardır. Bu ikili karakter bizzat üretilen şeyin doğasından kaynaklanır. Üretilen nesne ya sadece bağımsız parça ürünlerin mekanik bir şekilde birleştirilmesiyle elde edilir ya da ürün son biçimini birbirleriyle ilişkili bir süreçler ve işlemler dizisine borçlu bulunur. Sonuç olarak, manifaktürün elbirliği sayesinde üretici güçlerde gelişme sağlanır. Manifaktür, yalnızca kendinden önceki tarihsel döneme ait zanaatlar ve loncalar sayesinde elbirliğinin koşullarını hazır bulmakla kalmaz, elle yapılan faaliyeti parçalama yoluyla bu koşulları ayrıca kendisi de yaratır. Şurası önemli ki, manifaktürde emek sürecinin bu toplumsal örgütlenmeye ulaşması, aynı işçinin aynı parça-işin başına perçinlenmesiyle mümkün olur. Her parça-işçisinin ürettiği parça-ürün aynı malın üretim sürecinde yalnızca belli bir aşamadır. Böylece her işçi ya da işçi grubu bir diğer işçiye ya da işçi grubuna üzerinde çalışacakları hammaddeyi sağlar. Birinin işinin sonucu olan şey, diğerinin işinin başlangıç noktasını oluşturur. İşte, işler ve dolayısıyla da işçiler arasındaki bu dolaysız bağımlılık sayesinde, manifaktürde, bağımsız zanaatlarda ve hatta basit elbirliğinde görülenden bambaşka bir süreklilik, eşbiçimlilik, kurallara bağlılık, düzen ve hatta iş yoğunluğu elde edilir. Manifaktür öncesinde kendi başına faaliyette bulunan her bir üreticinin, bir meta üretimi için optimum emek-zaman harcamaya zorlanması yalnızca rekabetin etkili olması ölçüsünde dışsal bir zorunluluktur. Oysa manifaktürde belli bir ürün miktarının belli bir emek-zaman içinde üretilmesi, bizzat üretim sürecinin teknik yasası olur. Manifaktüre uyan işbölümü, toplumsal toplam işçinin nitelikçe birbirinden farklı organlarını basitleştirir ve çoğaltır. Ayrıca, her bir özel işte çalıştırılacak işçi sayıları için toplama oranla sabit bir matematiksel oran da yaratır. Bütünün parçası olan ayrı ayrı işlerin belli ve özel işçilerin işleri haline gelmeleri, ancak çalıştırılan işçilerin sayıları büyüdüğü zaman avantajlı olur; fakat bu büyümenin orantılı olarak tüm gruplarda gerçekleşmiş olması gerekir. Aynı parça-işlevi yerine getiren tek bir işçi grubu homojen unsurlardan meydana gelir ve mekanizmanın bütününün özel bir organını oluşturur. Manifaktür, kısmen çeşitli zanaatların birleşmesiyle meydana geldiği gibi, çeşitli manifaktürlerin birleşmesi halinde de gelişir. Örneğin İngiltere’de büyük cam imalathaneleri, topraktan yapılma eritme potalarını kendileri imal eder. Çünkü ürünlerinin başarılı ya da başarısız olması esas itibariyle bu potaların iyi ya da kötü olmalarına bağlıdır. Burada bir üretim aracının manifaktürü, nihai ürünün manifaktürüne bağlanmış olur. Meta üretimi için gerekli emek-zamanı azaltan manifaktür dönemi, özellikle büyük ölçekli ve büyük ölçüde güç kullanılarak yürütülen birtakım basit işler başta olmak üzere, zamanla makine kullanımını geliştirmiştir. Tarihte bütün makinelerin ilk ve basit biçimi Roma İmparatorluğu’ndan devralınan su değirmenidir. Marx, makinenin bütün gelişme tarihini tahıl değirmenlerinin tarihinden izleyebilmenin mümkün olduğunu belirtir. Bu tarihsel orijin nedeniyle İngilizcede fabrikaya “mill” (değirmen) denilmiştir. Manifaktür öncesi zanaatçılık dönemi insanlığa pusula, barut, matbaacılık ve otomatik saat gibi büyük buluşlar armağan etmiştir. 17. yüzyılda makinenin orada burada kullanılmaya başlaması ise ilerleme açısından büyük bir önem taşır. Makine o zamanın büyük matematikçilerine, modern mekaniğin yaratılması işinde dayanak noktaları sağlamış ve özendirici olmuştur. Marx, manifaktür döneminin özgül makinesinin, bizzat çok sayıda parça-işçinin birleşmesinden meydana gelen toplam işçinin kendisi olduğunu vurgular. Manifaktür tipi üretim bir kere başlatılınca, doğaları gereği tek yönlü özel işlevlere yatkın emek güçlerini geliştirir. Bu sayede toplam işçi, aynı mükemmellik derecesinde olmak üzere, üretim faaliyetinin gerektirdiği bütün özelliklere sahip bulunur. Aynı zamanda, özel işçiler veya işçi grupları halinde bireyselleşmiş bütün organlarına yalnızca kendi özgül işlevlerini gördürür ve bu sayede işgücünü en ekonomik şekilde kullanır. “Parça-işçinin tek yönlülüğü ve eksikliği bile, toplam işçi içinde yer aldığında onun mükemmelliği haline gelir. Tek yönlü bir işleve alışması, işçiyi hiç şaşmayan bir alet durumuna sokar; işçinin mekanizmanın bütünüyle bağlantısı ise onu bir makinenin parçalarında görülen uyumla çalışmaya zorlar.” Manifaktür emek güçleri arasında bir hiyerarşiye yol açar; işçi ücretleri bu hiyerarşiye uygun bir kademelenme gösterir. Manifaktür daha önce bütünsel beceriye dayanan işleri çeşitli parçalara ayırdığından, parça işler bağımsız işlevler halinde katılaşırlar. Bundan dolayı manifaktür, el attığı bütün zanaatlarda, zanaatçılığın kesin olarak dışladığı ve niteliksiz (vasıfsız) işçiler denilen bir sınıf yaratır. Manifaktür tamamıyla tek yönlü ve sınırlı bir uzmanlaşmayı, bir kimsenin çalışma güç ve yeteneğinin aleyhine olmak üzere yetkinleştirir ve her türlü gelişmeden yoksunluğu da bir uzmanlık haline getirir. Böylece hiyerarşik kademelenmenin yanı sıra, işçiler arasında nitelikli ve niteliksiz olanlar diye bir ayrım kendini gösterir. Bu sonuncular için öğrenim ve eğitim masrafları hiç söz konusu olmaz. Birinciler içinse, yapılan işin basitleşmesi sonucunda eskiye oranla bu masraflarda azalma olur. Netice olarak işgücünün değeri düşer ve işgücü değerindeki düşüş artı-değerde doğrudan bir artış sağlar. Çünkü emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanını kısaltan her şey, artı-emek alanını genişletir. Çok sayıda parça-işçisinden oluşan manifaktür işleyişi kapitaliste aittir. Bu nedenle de, işçilerin birleşmesinden doğan üretken güç tamamen sermayenin üretken gücüymüş gibi görünür.

3 Kasım 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /12

kapitali-okumak-c1.png

4. Manifaktür İçinde İşbölümü ve Toplum İçinde İşbölümü

Marx, manüfaktürdeki işbölümü ile, her türlü meta üretiminin temelini oluşturan toplumsal işbölümü arasındaki ilişkiye kısaca değineceğini belirtir. Yalnızca işin kendisi göz önünde tutulduğunda, toplumsal üretimin tarım, sanayi vb. gibi büyük türlere ayrılmasını genel işbölümü diye adlandırır. Tarım, sanayi gibi üretim türlerinin tiplere ve alt-tiplere ayrılmasını özel işbölümü diye niteler. Bir atölyenin içinde meydana gelen işbölümünü ise tekil işbölümü diye isimlendirir. Toplum içindeki işbölümünü ve buna uygun olarak bireylerin belli özel meslek alanlarına bağlanmalarını anlamak için tarihe bakmak gerekir. “Bir aile içinde ve daha sonraki bir gelişme aşamasında bir klan içinde, cins ve yaş farklılıklarına, yani sırf fizyolojik bir temele dayanan doğal bir iş bölümü meydana gelir; bu iş bölümü, topluluğun genişlemesi, nüfusun artması ve özellikle farklı klanlar arasındaki çatışmaların artması ve bir klanın bir diğeri tarafından boyunduruk altına alınması olaylarının çoğalması ile birlikte alanını genişletir.” Öte yandan “ürün mübadelesi, farklı ailelerin, klanların ve toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları noktalarda kendini gösterir; çünkü uygarlığın başlangıç döneminde birbirlerinin karşısına bağımsız olarak çıkanlar, özel kişiler değil, aileler, klanlar vb.’dir. Farklı topluluklar kendi doğal çevrelerinde farklı üretim araçları ve farklı geçim araçları bulur. Bu nedenle bunların üretim biçimleri, yaşayış biçimleri ve ürünleri farklı olur. Toplulukların birbirleriyle karşılaştıkları temas noktalarında ürünlerini karşılıklı olarak değiştirmelerine ve dolayısıyla da bu ürünlerin yavaş yavaş metaya dönüşmesine yol açan, işte bu doğal farklılıktır. Üretim alanları arasındaki farklılıkları yaratan mübadele değildir; zaten farklılaşmış bulunan alanlar arasında mübadele ile ilişki kurulur ve böylece bunlar toplumsal toplam üretimin az çok birbirine bağlı dalları haline gelirler.” İşte toplumsal işbölümü, ortaya çıkışları farklılıklara bağlı olan ve birbirinden bağımsız üretim alanları arasındaki ürün mübadelesi ile doğar. “Kent ile kırın ayrılması, her tür gelişkin ve meta mübadelesinin aracılık ettiği iş bölümünün temelidir. Toplumun bütün iktisadi tarihinin, bu karşıtlığın hareketinde özetlendiği söylenebilir.” Nüfusun büyüklüğü ve yoğunluğu, toplumun içindeki işbölümünün maddi koşulunu oluşturur. Fakat unutulmamalı ki, nüfus yoğunluğu neticede oldukça göreli bir şeydir. Örneğin bir diğerine göre daha az nüfusa sahip bir ülke şayet daha gelişmiş ulaşım araçlarına sahipse, nüfusu fazla olan ülkeye oranla daha yoğun bir nüfusa sahip olur. Meta üretimi ve meta dolaşımı kapitalist üretim tarzının genel koşuludur. Manifaktür biçimindeki işbölümü, işbölümünün toplum içinde önceden belli bir gelişme derecesine kadar olgunlaşmış bulunmasını gerektirir. Diğer taraftan, manifaktür tipi işbölümü de devraldığı toplumsal işbölümünü geliştirir ve karmaşıklaştırır. Emek araçlarının farklılaşması ile birlikte, bu araçları üreten iş kolları da gittikçe artan ölçüde farklılaşır. Örneğin mekik yapımı Hollanda’da daha 17. yüzyılda özel bir sanayi dalı meydana getirmiştir. Manifaktür döneminin genel varoluş koşulları arasında yer alan iki önemli unsur vardır. Bunlar, dünya piyasasının büyümesi ve sömürgecilik sistemidir. Bu iki unsur toplum içindeki işbölümüne bol miktarda malzeme sağlamıştır. Önemli bir hususu gözden kaçırmamak gerekir. Toplum içindeki işbölümü ile bir atölye içindeki işbölümü arasında bağlantılar vardır; fakat bunlar birbirlerinden sadece derece bakımından değil temelden farklı şeylerdir. Manifaktürde çok sayıda parça-iş tek bir mekânda topluca görülür. Oysa toplumda çeşitli işler geniş bir alana dağılmıştır. Buna rağmen, toplumsal işbölümünde farklı şeyler üreten üreticilerin bağımsız emekleri arasında bir bağlantı vardır ve bağlantıyı kuran şey, her birinin ürününün bir meta olmasıdır. Manifaktürdeki işbölümünün karakteristik özelliği ise, parça-işçinin meta üretmiyor olmasıdır. “Meta haline gelen şey, ancak, parça-işçilerin ortak ürünüdür.” Toplumdaki işbölümü tarım, sanayi gibi farklı iş kollarının ürünlerinin alınıp satılmalarıyla meydana gelir. Manifaktürdeki parça-işler arasındaki bağlantı ise, farklı emek güçlerinin birleşik emek gücü olarak ürettiği tamamlanmış ürünün kapitaliste satılmasıyla kurulur. Manifaktürdeki işbölümü, üretim araçlarının bir kapitalistin elinde toplanması anlamını taşır; toplumsal işbölümü ise üretim araçlarının birbirinden bağımsız birçok meta üreticisi arasında dağılmış olması demektir. Manifaktürdeki işbölümü, kapitalistin, sahibi bulunduğu toplam bir mekanizmanın parçalarından başka bir şey olmayan parça-işçiler üzerinde kayıtsız ve koşulsuz bir otorite kurmuş olmasını gerektirir. Toplumsal işbölümü ise, hayvanlar âleminde “herkesin herkese karşı savaşının” az çok bütün türlerin varoluş koşullarını içermesine benzer şekilde, rekabetten ve karşılıklı çıkarların yarattığı zorunluluktan başka hiçbir otorite tanımayan bağımsız meta üreticilerini birbirlerinin karşısına çıkarır. Marx Felsefenin Sefaleti'nde, manifaktür işbölümüyle toplumsal işbölümü arasındaki ilişki hakkında genel bir kural olarak şu söylenebilir der: “İşbölümünün toplumdaki otoritesi ne kadar zayıf olursa, atölyenin içindeki işbölümü o kadar gelişir ve bu işbölümü tek bir bireyin otoritesine o kadar tabi olur. Buna göre, atölyedeki otorite ile toplumdaki otorite arasında, işbölümü bakımından, ters orantılı bir ilişki vardır.” Burjuva kafası, manifaktür tipi işbölümünü, işçinin ömrü boyunca tek bir parça-işe bağlanmasını ve parça-işçinin kayıtsız koşulsuz sermayenin hükmü altına alınmasını, emek üretkenliğini yükselten bir iş örgütlenmesi olarak göklere çıkartmıştır. Aynı burjuva kafası, bundan dolayı, toplumsal üretim süreciyle ilgili her toplumsal kontrol ve düzenleme çabasını, dokunulmaz mülkiyet hakkına, özgürlüğe ve bireysel kapitalistin kerameti kendinden menkul “dehası”na bir müdahale diye yerin dibine batırır. Marx’ın tarihten verdiği bir örnek, eski Hint toplumunda işbölümüne bağlı yapıyı anlamak bakımından çok önemlidir: “Bazıları bugüne kadar ulaşan çok eski ve küçük Hint toplulukları toprağın ortak mülkiyetine, tarım ile zanaatçılığının dolaysız bağına ve yeni bir topluluk kurulurken hazır bir plan ve çerçeve hizmetini gören katılaşmış bir iş bölümüne dayanır. Bu topluluklar, üretim alanları 100 ile birkaç 1000 acre arasında değişen, kendine yeterli üretim bütünleri oluşturur. Ürünlerin büyük kısmı meta olarak değil, topluluğun kendi ihtiyaçları için üretilir ve bundan dolayı Hint toplumunun bütününde, üretimin kendisi, meta mübadelesinin meydana getirdiği iş bölümünden bağımsızdır. Yalnızca ürün fazlası metaya dönüşür; bu da, kısmen, bilinmeyecek kadar eski zamanlardan beri ürünün belirli bir miktarının aynî rant olarak aktarıldığı devletin elinde gerçekleşir. Hindistan’ın farklı kesimlerinde farklı topluluk biçimleri görülür. Bunların en basitinde, topluluk, toprağı birlikte işler ve elde edilen ürün topluluğun üyeleri arasında bölüşülür; aynı zamanda her aile tamamlayıcı bir ev içi üretim faaliyeti olarak iplik eğirme, kumaş dokuma vb. işleri yapar.” “Aynı biçimde çalışan ve aynı işleri yapan bu kitlenin yanı sıra yargıçlık, polislik ve vergi toplayıcılığı görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bir “önder kişi”; tarım faaliyeti ile ilgili hesapları tutan ve gerekli her türlü işlem ve kayıtlarla uğraşan bir muhasebeci; yasaya karşı gelenleri izleyip cezalandırılmalarını sağlayan, dışarıdan gelenleri koruyan ve diğer köye kadar onlara eşlik eden bir üçüncü memur; topluluğun sınırlarını komşu topluluklardan koruyan bir sınır bekçisi; suyu, topluluğa ait su depolarından tarlalara dağıtan bir su denetim memuru; din işlerini yöneten bir Brahman; topluluğun çocuklarına kum üzerinde okuyup yazma öğreten bir öğretmen; astrolog olarak ekim, hasat zamanlarını ve tüm diğer tarımsal faaliyetler için iyi ve kötü olan saatleri bildiren takvimci Brahman; her türlü tarım araçlarını yapan ve tamir eden bir demirci ve bir marangoz; köyün ihtiyacı olan her türlü kap kacağı yapan bir çömlekçi; bir berber, elbise ve çamaşırları yıkayan bir çamaşırcı; gümüş işleyen bir kuyumcu; bazı yerlerde de, bazı topluluklarda kuyumcunun, diğer bazı topluluklarda öğretmenin yerine geçen bir şair görülür. Bu bir düzine insana topluluğun bütünü bakar. Nüfus artarsa, ekilmeyen topraklar üzerinde, eski örneğe göre yeni bir topluluk kurulur. Topluluk, faaliyetlerini planlı bir işbölümü içinde yürütür; fakat bunun manifaktür biçiminde bir işbölümü olması imkânsızdır; çünkü demirci, marangoz vb.’nin pazarı aynı kalır ya da en fazla, köylerin büyüklük farkına göre değişmek üzere, bir demirci, bir çömlekçi vb. yerine iki veya üç demirci, çömlekçi vb. olur.” Marx, bu örnekte topluluktaki işbölümünü düzenleyen yasanın, bir doğa yasasının karşı konulmaz otoritesine sahip olduğunu vurgular. Hindistan’da Java’nın tarihini inceleyen bir tarihçiden aktardığı üzere, ülkenin yerlileri, hatırlanmayacak kadar eski zamanlardan beri bu basit biçim altında yaşamışlardır. Köy alanının sınırları ancak ender olarak değişmiştir; köyler, savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar yüzünden zaman zaman perişan olmuş ve hatta baştan sona yakılıp yıkılmış olmakla beraber, aynı isim altında, aynı sınırlar içinde, aynı çıkarlara sahip olarak ve hatta aynı ailelerle kuşaklar boyu var olmaya devam etmiştir. Bu toplumsal yapıda, krallıkların parçalanıp bölünmeleri ahaliyi hiç ilgilendirmez. Köye dokunulmadığı sürece, köyün hangi iktidara bırakıldığı veya hangi hükümdarın eline geçtiği, köy halkının hiç umurunda değildir. Böylece, köyün iç iktisadi yapısı olduğu gibi, hiç değişmeden devam eder. Marx verdiği tarihsel örnekten sonra, Asyatik yapılarla ilgili son derece önemli bir saptama yapar: “Kendilerini devamlı olarak aynı şekilde yeniden üreten ve tesadüfen dağıtıldıklarında, aynı yerde, aynı isim altında yeniden kurulan bu kendine yeterli kapalı toplulukların basit üretim organizması, Asya devletlerinin durmadan yok olmaları ve yeniden kurulmaları ve ardı arkası kesilmeyen hanedan değişmeleri karşısında bu derece göze batıcı bir tezat oluşturan Asya toplumlarındaki değişmezliğin sırrının çözülmesi konusunda bir anahtar sağlar. Toplumun temel iktisadi unsurlarının yapısı, siyaset bulutlarının yarattığı fırtınalardan etkilenmez.” Neden bazı toplumlarda kapitalizmin geliştiği, bazılarında ise durağan yapının devam ettiği konusunda ise Marx lonca sisteminin etkisi ile tüccar sermayesinin etkisinin farklılığına işaret eder. Bu ikisi arasında bir karşılaştırma yapar. “Daha önce belirtilmiş olduğu gibi lonca yasaları, bir lonca ustasının çalıştırabileceği kalfa ve çırakların sayısını sıkı sıkıya sınırlayarak, onun bir kapitalist haline gelmesini önlüyordu. Ayrıca, lonca ustası, kalfa ve çırakları yalnızca kendisinin ustası olduğu zanaat kolunda çalıştırabilirdi. Loncalar, karşılarında yer alan ve sermayenin biricik serbest biçimi olan tüccar sermayesinin her tür tecavüzüne kıskançlıkla karşı durmuştu. Tüccar her tür metayı satın alabiliyordu, ama meta olarak emek satın alamıyordu. Tüccarın varlığına zanaat ürünlerinin satışına aracılık eden bir kimse olarak göz yumuluyordu. Dış koşullar iş bölümünde daha ileri gelişmelere yol açtıkça, mevcut loncalar kendi içlerinde bölünüp yeni loncalar doğuyor ya da eski loncaların yanında yepyeni loncalar türüyordu; ama bu, çeşitli farklı zanaatların bir atölyede toplanmasına yol açmıyordu. Bundan dolayı, her ne kadar iş kollarını özelleştirerek, yalıtarak ve oluşturarak manifaktür döneminin varlık koşullarını yaratmış olsa bile, lonca sistemi, manifaktür tipi iş bölümünü dışlıyordu. Genel olarak bakıldığında, işçi ile üretim araçları, sümüklü böcekle kabuğu gibi, birbirlerine bağlı kalmışlardı; dolayısıyla, manifaktürün ilk temel koşulu, üretim araçlarının işçi karşısında sermaye olarak bağımsızlaşması gerçekleşmemişti.” Ortaya çıkan sonuç açıktır. Toplumdaki işbölümü meta mübadelesine bağlı olmaksızın çok farklı iktisadi toplumsal biçimlenmelerde görülür; fakat manifaktürdeki işbölümü yalnızca kapitalist üretim tarzının yarattığı tamamıyla özgül bir işbölümüdür.

5. Manifaktürün Kapitalist Karakteri

Daha çok sayıda işçinin aynı sermayenin komutası altında bulunması, genelde elbirliğinde olduğu gibi, manifaktürün de kendiliğinden ortaya çıkan hareket noktasıdır. Fark şu ki, manifaktürdeki işbölümü, çalıştırılan işçi sayısındaki artışı teknik bir zorunluluk haline getirir. Tek başına bir kapitalistin çalıştırmak zorunda olduğu asgari işçi miktarı mevcut işbölümü tarafından belirlenirken, işbölümünü ilerletmenin avantajlarından yararlanmak işçi sayısını daha da arttırmayı gerektirir. Bu durumda kuşkusuz değişen sermaye ile birlikte değişmeyen sermayenin de büyümesi gerekir. Neticede, kullanılan üretim araçları ve hammaddedeki artış işçi sayısındaki artıştan çok daha hızlı olur. Demek oluyor ki, her bireysel kapitalistin elindeki sermayenin asgari miktarının gittikçe artması manifaktürün teknik karakterinden doğan bir yasadır. Gerçek manifaktür, geçmişte bağımsız olan işçiyi sermayenin komuta ve disiplini altına sokarken, işçilerin kendi aralarında da hiyerarşik bir kademelenme yaratır. Manifaktür, işçinin bir yığın üretken içgüdü ve eğilimini baskı altında tutarak onu bir hilkat garibesine çevirir. Sadece özel parça-işler farklı bireyler arasında dağılmakla kalmaz, bireyin kendisi de bölünür ve işçi bir parça-işin otomatik motoru haline gelir. İşçi başlangıçta, bir metanın üretimi için gerekli maddi araçlara sahip olmadığı bir durumda işgücünü sermayeye satmak zorunda kalıyordu. Oysa manifaktür yaygınlaştıkça onun işgücü sermayeye satılmadığı anda iş görmez hale gelir. Böylece manifaktür işçisi, artık üretici faaliyetini ancak kapitalistin sahibi bulunduğu atölyenin bir eklentisi olarak sürdürür. Marx’ın benzetmesiyle, Jehova’nın malı olduğu nasıl seçilmiş kavmin (Yahudilerin) alnında yazılı ise, işbölümü de manifaktür işçisine sermayenin malı olduğunu gösteren bir damga vurur. Maddi üretim sürecinin düşünsel güçlerinin, işçilerin karşısında bir yabancının mülkü ve kendilerine hükmeden bir kudret olarak yer alması manifaktür tipi işbölümünün sonucudur. Kafa ve kol gücünün bu şekilde ayrılması basit elbirliği aşamasında başlar, işçiyi parça-işçi şeklinde güdükleştiren manifaktürde gelişir, bilimi bağımsız bir üretim gücü olarak emekten ayıran ve sermayenin hizmetine sokan büyük sanayide tamamlanır. Manifaktürde bir arada çalışan işçilerden oluşan toplam işçinin ve dolayısıyla sermayenin toplumsal üretici güç bakımından zenginleşmesi, işçinin bireysel üretici güç bakımından yoksullaşmasını gerekli kılar. Manifaktürler en büyük gelişme olanaklarına, akla en az başvurulan ve atölyenin parçaları insanlardan oluşan bir makine gibi ele alınabildiği yerlerde kavuşmuştur. 18. yüzyılın ortalarında bazı manifaktürlerde basit fakat meslek sırrı sayılan belli işlerde tercihen yarı aptal kimseler çalıştırılmıştır. Zaten vaktiyle A. Smith’in belirttiği gibi, bütün ömrünü birkaç basit işi yapmakla tüketen bir kimse aklını kullanma fırsatını bulamaz. Durağan hayatın tekdüzeliği, doğal olarak işçinin aklının atılganlığını bozar. Bu işbölümü, onun vücudunun enerjisine bile zarar verir ve onu bağlanmış olduğu parça-işin dışında gücünü canlı ve azimli bir şekilde kullanma yeteneğinden yoksun bırakır. Böylece, onun kendi parça işindeki becerikliliği, kendisinin zihinsel, sosyal ve mücadeleci özelliklerinin körelmesi pahasına kazanılmış görünür. Ne var ki bu durum, sanayileşmiş ve uygarlaşmış her toplumda, çalışan yoksulların yani nüfusun büyük kitlesinin zorunlu olarak içine yuvarlandığı bir durumdur. Söz konusu işbölümü yüzünden halk yığınının tümüyle kötürümleşmesinin engellenmesi için, A. Smith, devlet tarafından sağlanacak sınırlı bir halk eğitimini salık vermiştir. Buna karşılık, Birinci Fransız İmparatorluğu döneminde senatörlüğe yükselmiş olan olan Garnier adlı zat, “halk eğitimi işbölümünün temel yasalarına aykırıdır” diye buyurmuştur. Marx, “böyle bir eğitim işbölümü ile birlikte bütün toplumsal sistemimizi ortadan kaldırabilir” diyen Garnier’in, sermayenin halk eğitimine bakışını dile getirdiğini vurgular. Manifaktür başlangıç dönemlerinde kendiliğinden gelişen bir biçimken, belirli bir derecede kararlılık ve genişlik kazanır kazanmaz kapitalist üretim tarzının bilinçli, planlı ve sistematik biçimi haline gelir. Gerçek manifaktürün tarihi, manifaktüre özgü işbölümünün önce nasıl geçmişten devralınan tecrübeler sayesinde doğal biçimde geliştiğini (örneğin ciltçiliğin manifaktür haline getirilmesi) gözler önüne serer. Fakat bu sayede bir kez bulunmuş çalışma biçimi, tıpkı lonca sistemindeki zanaatlar gibi bazı hallerde yüzyıllarca devam ettirilmiştir. Büyük biçimsel değişiklikler ise ancak devrimsel buluşlar sayesinde gerçekleşmiştir. Manifaktür tipi işbölümü, üretim sürecinde toplumsal emeğe eskiye oranla daha ileri düzeyde bir örgütlenme kazandırmış ve böylece toplumsal emeğe yeni bir üretici güç sağlamıştır. Manifaktür, toplumsal üretim sürecinin özgül kapitalist biçimi olarak, işçilerin sırtından sermayenin öz değerlenmesinin özel bir yönteminden başka bir şey değildir. Manifaktür, emeğin toplumsal üretici gücünü kapitalist yararına geliştirir ve sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin yeni koşullarını üretir. Manifaktür bir yandan toplumun iktisadi oluşum süreci içinde tarihsel bakımdan bir ilerleme ve zorunlu bir gelişme uğrağı olarak görünürken, diğer yandan da uygarlaştırılmış ve inceltilmiş bir sömürü aracı olarak kendini gösterir. Manifaktür döneminde ortaya çıkan ekonomi politik, toplumsal işbölümünü, sadece manifaktür sayesinde aynı emek miktarı ile daha fazla metanın üretilmesini, dolayısıyla da metaların ucuzlatılmasını ve sermaye birikiminin hızlanmasını sağlayan bir araç olarak ele almıştır. Böylece ekonomi politik, toplumsal üretim sürecinde esasen miktarla ve mübadele değeriyle ilgilendiğini ortaya koymuştur. Oysa klasik Eski Çağların yazarları, yalnızca niteliğe ve kullanım değerine önem vermiştir. Bu yazarların eserlerinde zaman zaman ürün kütlesinin büyüdüğünden söz edilse bile, bu yalnızca kullanım değerlerinin daha fazla bollaşmasıyla ilgili olmuştur. Marx, Antik Yunan düşünürleri için dönemin parlak ülkesi Mısır’ın büyük bir önem taşıdığını vurgular. Nitekim Platon’un Cumhuriyet ideası, devleti esas alan Mısır kast sisteminin Atina’ya özgü bir şekilde idealleştirilmesinden başka bir şey değildir. Mısır’ın Yunanlılar için taşıdığı bu önem Roma İmparatorluğu zamanında da devam etmiştir. Marx’ın aktardığı gibi, Antik Yunan felsefecilerinden Platon’da da, Ksenefon’da da kullanım değerini esas alan görüş egemendir. Örneğin Platon, toplum içindeki işbölümünü bireylerin ihtiyaçlarının çeşitliliği ve yeteneklerinin sınırlılığı ile açıklar. Görüşünü dayandırdığı temel nokta, işin işçiye değil işçinin işe uyması gerektiğidir. Platon, iş işçiyi beklerse çok kere üretimin kritik anı kaçırılmış, nihai ürün bozulmuş ve iş için doğru olan zaman kaybedilmiş olur der. Marx bu Platoncu düşüncenin, Fabrika Yasası’nın bütün işçiler için belli bir yemek saatini öngören hükmüne karşı çıkan bazı İngiliz atölye sahiplerinin protestosunda hortladığını hatırlatır. Bu patronlar, bütün işçiler için aynı yemek saatinin zorunlu hale getirilmesinin, emek sürecinin tamamlanmamış olması yüzünden değerli malları tehlikeye sokabileceğini ileri sürmüşlerdir. Platon’dan manifaktür çağına ve oradan da günümüz kapitalizmine nice yıllar geçmiş olsa da, günümüzde de kapitalistler için söz konusu “tehlike” doğduğunda ilk fırsatta işçilerin yemek saatine göz dikilmektedir. Kapitalizmin manifaktür dönemi boyunca, manifaktürün kendine özgü eğilimlerinin tam olarak hayata geçirilmesinin önüne çok yönlü engeller çıkmıştır. Örneğin manifaktür nitelikli ve niteliksiz işçiler ayrımını yaratmıştır, fakat nitelikli işçilerin ağır basan etkisi yüzünden niteliksiz işçilerin sayısındaki artış sınırlı kalmıştır. Keza manifaktür üretim kadınların ve çocukların üretici bir şekilde sömürülmesini zorlarken, bu eğilim alışkanlıklar ve erkek işçilerin direnişi karşısında başarısızlığa uğramıştır. Zor olan parça-işlerin öğrenilmesi için gereken süre uzun olduğundan, eski çıraklık sistemi nitelikli işçiler tarafından kıskançlıkla korunmuştur. Örneğin, yedi yıllık çıraklık süresini öngören yasanın İngiltere’de manifaktür döneminin sonuna kadar yürürlükte kaldığını ve ancak büyük sanayi tarafından bir yana itildiğini görürüz. Ayrıca, zanaatçılık hüneri manifaktürün temelini oluşturduğundan, sermaye sürekli olarak nitelikli işçilerin itaatsizlikleri ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Nitekim dönemin yazarlarından biri, “işçi ne kadar hünerli ise o kadar dik başlı ve başa çıkılması o kadar zor olur ve bunun sonucu olarak dik kafalılığıyla mekanizmanın bütününe büyük zarar verir” diye yazmıştır. Bütün manifaktür dönemi boyunca, işçilerin disiplin tanımadıklarından şikâyet edilmiştir. Özetle, sermaye manifaktür işçilerinin bütün çalışma zamanının efendisi olmayı başaramamıştır. Manifaktür, toplumsal üretimi ne bütün genişliği içinde kavrayabilmiş ne de kökünden değiştirebilmiştir. Manifaktür, iktisadi bir yapı olarak, şehirlerdeki zanaatlar ile taşradaki ev sanayilerinin birlikte meydana getirdikleri genel temel üzerinde yükselmiştir. Manifaktürün dayandığı kendine özgü bu dar teknik temel, belirli bir gelişme aşamasında, bizzat kendisi tarafından yaratılmış olan üretim ihtiyaçları ile artık çatışır hale gelmiştir. Böylece, kapitalist üretimi geliştirecek olan ve makineleri yaratan büyük devrimsel buluşların damga bastığı sanayileşme çağına geçilmiştir.

30 Kasım 2019
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /13

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm13: Makineler ve Büyük Sanayi

1. Makinelerin Gelişmesi

Mekanik buluşlar insanın günlük yükünü hafifletme potansiyeline sahiptirler. Fakat kapitalizmde makine kullanımı, insanın günlük yükünü hafifletmek gibi bir amaç taşımaz. Kapitalistlerin makine kullanımından muradı, işçinin işgününün karşılığını almadan kapitaliste bıraktığı kısmı (artı-değeri) büyütmektir. Emeğin üretkenliğini arttıran diğer her araç gibi, makineler de metaları ucuzlatan bir etki yaratır ve işgününün gerekli emek-zaman kısmını kısaltırlar. Makineler artı-değer üretmez, işçinin daha fazla artı-değer üretmesine aracılık ederler. Kapitalizme geçişte üretim tarzındaki köklü değişmenin hareket noktası, önce manifaktür döneminde işgücünün daha yoğun ve verimli şekilde kullanılması olmuştur. Fakat sanayileşme dönemiyle birlikte esas faktör, makinelerin icadı ve onların üretim sürecine sokulmasıdır. Bu nedenle, emek aracının bir alet olmaktan çıkıp nasıl bir makine haline geldiğini veya makinenin bir zanaat aletinden nasıl farklılaştığını incelemek önemlidir. Marx bunun gerekli olduğunu belirtir ve “Burada sadece göze çarpan ve genel özellikler söz konusu edilecektir; çünkü yerkürenin tarihinde olduğu gibi toplum tarihinde de, dönemleri birbirinden ayıran soyut ve kesin sınır çizgileri yoktur” diye ekler. Matematikçiler, mekanikçiler ve bazı İngiliz iktisatçıları aleti basit bir makine, makineyi ise karmaşık bir alet olarak nitelemişlerdir. Bunlar alet ve makine arasında hiçbir temel fark görmemiş ve hatta kaldıraç, eğik düzlem, vida gibi basit mekanik güçlere makine ismini vermişlerdir. Gerçekte her makine, ne denli şekil değiştirmiş ve karmaşıklaşmış olsa da neticede bu gibi basit güçlerden oluşur. Fakat Marx, ekonomik bakış açısından bu açıklamanın hiçbir işe yaramayacağını, çünkü bu tür açıklamalarda tarihsel unsurun yer almadığını vurgular. Alet ile makine arasındaki farka dair diğer bir açıklama tarzı ise, aletin kullanımında hareket gücünün insandan; oysa makine kullanımında hayvan, su, rüzgâr vb. gibi insan dışındaki bir doğa gücünden geliyor olması şeklindedir. Bu yaklaşım da tarihsel unsuru hesaba katmamaktadır. Çünkü hayvan gücü kullanımı insanlığın en eski buluşlarından biridir ve söz konusu yaklaşım kabul edilseydi, tarihte makineli üretim zanaat üretimini öncelemiş olurdu. Marx, insanlık tarihi açısından teknoloji tarihinin önemine dikkat çekerken, o dönemde ne yazık ki bu konuda yeterli tarihsel araştırmaların yapılmamış olduğuna esef eder. Oysa “Darwin, ilgimizi doğal teknoloji tarihi, yani bitki ve hayvan organlarının bitki ve hayvan hayatı için üretim araçları olarak oluşumları üzerinde toplamıştır. Toplumsal insanın üretim organlarının, yani her tür toplumsal örgütün maddi temeli olan bu organların oluşum tarihi aynı derecede dikkate değer değil midir?” Marx’ın teknoloji konusundan hareketle yaptığı açıklama son derece önemlidir: “Teknoloji, insanın doğa ile arasındaki aktif ilişki tarzını, insan yaşamının dolaysız üretim sürecini ve dolayısıyla da aynı zamanda onun toplumsal yaşamının ilişkilerini ve bunlardan kaynaklanan zihinsel tasarımlarını açığa çıkarır. Bu maddi temeli hesaba katmayan her din tarihi de eleştirel olmayan bir tarihtir. Analiz yoluyla dinin puslu varlıklarının bu dünyadaki özlerini bulmak, gerçekte, ters yoldan giderek, yaşamın her zamanki gerçek ilişkilerinden hareketle bunların doğaüstüleştirilmiş biçimlerine ulaşmaktan çok daha kolaydır. Bu ikinci yol, biricik maddeci ve dolayısıyla da bilimsel yöntemdir. Tarihsel süreci dışarıda bırakan soyut doğa bilimleri materyalizminin yetersizliği, bunun sözcülerinin, kendi uzmanlık alanlarının dışına çıkar çıkmaz benimsedikleri soyut ve ideolojik düşüncelerden hemen anlaşılır.” İnsanlık tarihini materyalist tarzda kavramadan, zaman içinde üretim tarzlarındaki değişimlerin genelde insan zihniyetinde ve özelde egemenlerin zihniyetinde nasıl büyük farklılıklar yarattığını anlamak da mümkün olamaz. Kapital, Marx’ın bu konuya açıklık getirmek üzere aktardığı zengin tarihsel örneklerle bezelidir. Bu örneklerden biri olarak, Marx, çok eski dönemler ile Avrupa’da feodal dönem zihniyeti arasındaki farklılığa işaret eder. Eski çağlarda Mısırlı Musa, “Harman döven öküzün ağzını bağlamayacaksın” diye buyurmuştur. Oysa Almanya’daki Hristiyan “insanseverler” tahıl öğüten serflerin boyunlarına, elleriyle ağızlarına un götüremesinler diye büyük bir yuvarlak tahta levha geçirmişlerdir. Kapitalizmin sanayileşme döneminin incelendiği bu Kapital bölümünde Marx, makinelerin özelliklerine değinir. “Bütün gelişkin makineler, temelden farklı üç kısımdan meydana gelir: hareket makinesi (motor), iletim mekanizması ve son olarak işleme makinesi veya iş makinesi. Hareket makinesi, tüm mekanizmanın hareket ettirici gücü olarak iş görür. Kendi hareket gücünü buhar makinesi, ısıl makine, elektromanyetik makine, vb. örneklerinde olduğu gibi kendisi yaratır ya da itici gücünü, şelalelerdeki su çarkları, rüzgâr değirmenleri vb. örneklerde olduğu gibi, kendisi dışındaki hazır bir doğa gücünden alır. Volanlar, miller, dişli çarklar, kasnaklar, şaftlar, halatlar, kayışlar ve birbirinden son derece farklı küçük çark ve dişlilerden meydana gelen iletim mekanizması, hareketi düzenler, gerektiği hallerde hareketin biçimini değiştirir, örneğin doğrusal hareketi dairesel harekete dönüştürür, onu iş makineleri arasında böler ve bunlara aktarır. Toplam mekanizmanın bu ilk iki kısmı yalnızca iş makinesine hareket sağlamak ve iletmek için mevcuttur; böylece harekete geçirilen iş makinesi, iş nesnesini kavrar ve onu istenen şekilde değiştirir.” Marx’ın vurguladığı üzere, 18. yüzyılda Sanayi Devrimini başlatan, makinelerin işte bu kısmı yani iş makinesi olmuştur. İş makinesinin parçaları (aletleri) başlangıçta büyük ölçüde zanaat veya manifaktür ürünü olarak elde edilmiş ve makine ürünü olarak elde edilen iş makinesinin gövdesine ancak sonradan monte edilmiştir. İngiltere’de 1850’den sonra ise, iş makinelerindeki aletlerin gittikçe artan bir kısmı makinelerle yapılmaya başlanmıştır. “İş makinesi, harekete geçirildikten sonra, kendi aletleri ile daha önce işçinin benzer aletlerle yaptığı aynı işlemleri yapan bir mekanizmadır. Hareketi sağlayan gücün insandan mı yoksa yine bir makineden mi geldiği, konunun özünde herhangi bir değişikliğe yol açmaz. İnsanoğlunun kullandığı bir aracın onun elinden çıkıp bir mekanizma içinde yer almasıyla birlikte sırf alet olan bir şeyin yerine bir makine geçmiş olur. İnsanoğlunun kendisi hâlâ ilk motor olmaya devam etse bile aradaki fark hemen göze çarpar. İnsanın aynı zamanda kullanabildiği emek araçlarının sayısı, onun doğal üretim araçlarının, yani kendi vücudunun organlarının sayısı ile sınırlıdır.” Buna karşılık iş makinesinin aynı anda işlettiği aletlerin sayısı, işçinin elle alet kullanmasının dayattığı organik sınırdan kurtulmayı sağlamıştır. Örneğin Jenny (iplik makinesi) doğduğunda bile 12-18 iğle iplik eğiriyor, çorap örme tezgâhı aynı anda birkaç bin iğne ile çalışıyordu. Daha manifaktür döneminden çok önce, bazı yerlerde ve sınırlı ölçüde olmak üzere, su boşaltan tulumbalar gibi çeşitli araç ve gereçlerin makine haline geldikleri olmuştur; ne var ki üretim tarzı henüz bunlarla kökten bir değişikliğe uğramamıştır. Manifaktür döneminde de, 17. yüzyılın sonunda icat edildiği ve 18. yüzyılın 80’li yıllarının başına kadar korunduğu biçimiyle buhar makinesi bile herhangi bir sanayi devrimine yol açmamıştır. Fakat daha sonra, köklü değişiklik geçirmiş haliyle buhar makinesini gerekli kılan şey iş makinelerinin icadı olmuştur. Böylece “İnsan, bir emek nesnesi üzerinde bir aletle çalışmak yerine, artık bir iş makinesinin hareket gücünü sağlamaktan öteye bir iş yapmaz hale gelir” ve rüzgâr, su, buhar, vb. insan adalesinin yerini alabilir. Sanayi devriminin başlangıç noktasını oluşturan iş makinesinin boyutlarının büyümesi ve aynı anda işlettiği aletlerin sayısının artması, kendisine insanın sağlayacağından çok daha büyük bir hareket gücünü gerektirmiş ve neticede doğal güçler güç kaynağı olarak insanın yerini almıştır. Bu doğal güçler arasında beygir gücü, kısmen beygirin itaatsizliği ve kısmen de bakımının pahalılığı ve fabrikalarda kullanım alanının sınırlılığı dolayısıyla manifaktür döneminden devralınan büyük güçler arasında en kötüsü olmuştur. Buna rağmen, büyük sanayinin çocukluk çağında beygir geniş ölçüde kullanılmış ve bu durum mekanik güç için beygir gücü ölçü biriminin kullanılmasının da nedeni olmuştur. İlerleyen tarihlerde beygir gücünün yerini rüzgâr veya su gücü almış ve buna bağlı olarak manifaktür döneminde volan gibi, iplik eğirme sistemi gibi büyük sanayinin ilk bilimsel ve teknik unsurları geliştirilmiştir. Rüzgâr gücünün kontrolünde karşılaşılan zorluklar nedeniyle su gücü tercih edilse bile, su gücünün de istenildiği gibi arttırılamaması ve mevsimlere bağlı olması engeller yaratmıştır. Bu engeller modern türbinlerin icadıyla aşılmaya çalışılmıştır. “Ancak ilk defa olarak Watt’ın ikinci ve «çift etkili» denilen buhar makinesi ile kendi hareket gücünü kömür ve sudan gene kendisi sağlayan, gücü insanın kontrolü altında bulunan, taşınabilir ve taşınmaya araçlık edebilir, su çarkı gibi taşralı değil şehirli olan, üretim araçlarının şehirlerde toplanmasına imkân veren, bunları su çarkının yaptığı gibi taşranın farklı yerlerine dağıtmayan, teknolojik uygulama ve kullanım bakımından her yere yatkın, bulunduğu yerin yerel koşullarının görece az etkisinde kalan bir ilk motor bulunmuş oluyordu” der Marx. Watt’ın dehasının büyüklüğü, 1784 Nisanında aldığı patent belgesinden anlaşılır. Bu belgede buhar makinesi, yalnızca belirli bir amaç için kullanılacak bir buluş olarak değil, makineli sanayiye genel olarak uygulanabilecek bir öğe olarak tarif edilmiştir. Aletlerin, insan elinin kullandığı aletler olmaktan çıkıp mekanik bir cihazın, yani iş makinesinin aletleri haline gelmelerinden sonra, hareket gücü sağlayan makine de bağımsızlık kazanmış ve insan gücünün sınırlılığından tamamıyla kurtulmuştur. “Artık birçok iş makinesini, aynı anda, tek bir hareket makinesi işletebiliyordu. Aynı anda işletilen iş makinelerinin sayısı ile birlikte hareket makinesi büyür ve iletim mekanizması, alanı genişlemiş bir cihaz haline gelir.” Nihai ürünün bütünü aynı iş makinesi tarafından yapılacağı gibi, çok sayıda makinenin işbirliğine dayanan makine sistemiyle üretilen ürünler olduğu da unutulmamalıdır. Marx birincisine örnek verirken, 1862 Londra Sanayi Sergisi’nde sergilenen ve Amerika’dan gelme kese kâğıdı yapma makinesini hatırlatır. Bu makine kâğıdı kesmekte, tutkallayıp yapıştırmakta, katlamakta ve dakikada 300 tanesini tamamlayıp bitirmektedir. Çeşitli işleri yapıp ürünü tamamlayan böyle tek bir iş makinesinden birçoğunun bir araya getirilmesi sistemini, Marx, manifaktürdeki basit işbirliğine benzetir. Ama manifaktüre özgü bu işbirliği şimdi karşımıza aynı türden ve aynı anda çalışan iş makinelerinin (yani parça-işçiler yerine parça-makineler) mekân itibarıyla bir yerde toplanmaları biçiminde çıkar. Çeşitli parça-işçilerin özgül aletleri şimdi özgülleşmiş iş makinelerinin aletleri haline gelmiştir ve “bu iş makinelerinden her biri, birleşik bir alet mekanizması olan sistemin bütünü içinde belli bir işi gören özel bir organ durumundadır. Makine sisteminin ilk girdiği iş kollarında, genel olarak üretim sürecinin bölünmesinin ve dolayısıyla örgütlenmesinin kendiliğinden temelini bizzat manifaktür sağlar.” Bununla beraber, esaslı bir farkın hemen kendini gösterdiğine dikkat çeker Marx. “Toplam süreç artık nesnelleşmiştir ve her bir parça-sürecin nasıl yürütüleceği ve çeşitli parça-süreçler arasındaki bağın nasıl kurulacağı sorunu mekanik, kimya vb. bilimlerinden sağlanan teknik uygulamalar yardımı ile çözülür.” Her bir parça-makine, kendisinden sonra gelen parça makineye ham maddesini sağlar. Parça-makinelerin hepsi aynı anda çalıştıkları için, ürün, bir yandan devamlı olarak toplam üretim sürecinin farklı aşamalarında bulunur ve diğer yandan da devamlı olarak bir üretim evresinden diğerine geçer. Birleşik iş makinesi, tek tek iş makinelerinin ve bunların oluşturduğu grupların meydana getirdiği yapılandırılmış bir sistemdir. Ve “birleşik iş makinesi, yürüttüğü toplam süreç ne kadar sürekli olursa, yani ham madde ilk evreden son evreye ne kadar az kesintiyle ulaşırsa, bir başka deyişle, ham maddenin bir üretim evresinden diğerine aktarılmasında mekanizmanın kendisi insan elinin yerini ne kadar alırsa, o kadar mükemmelleşir.” İster aynı türden iş makinelerinin işbirliğine isterse farklı türden iş makinelerinin birleşimine dayanıyor olsun, bir makine sistemi, kendi kendine hareket eden bir ilk motor tarafından işletilmeye başlar başlamaz, bizzat büyük bir otomat meydana getirir. Böyle bir sistemin bütünü, örneğin bir buhar makinesi tarafından çalıştırılabilir. Marx’ın öngörüleri, günümüz gelişmiş robotlarının da neticede mükemmelleştirilmiş bir iş makinesinden başka bir şey olmadığına ışık tutar. Örneğin Marx yıllar öncesinden şu öngörüde bulunur: “İş makinesi ham maddenin işlenmesi için gerekli bütün hareketleri insanın yardımı olmadan yapabilecek ve insana sırf kontrol bakımından ihtiyaç duyuracak hale gelir gelmez, ayrıntıları gittikçe mükemmelleştirilmeye yatkın bir otomatik makine sistemi elde etmişiz demektir.” Marx’ın belirttiği üzere, hareketini yalnızca iletim makineleri aracılığıyla merkezi bir otomattan alan yapılandırılmış iş makineleri sistemiyle, makineli üretim, en gelişmiş biçimine kavuşur. “Burada tek tek makinelerin yerini, gövdesi bütün fabrika binasını dolduran, azmanlaşmış parçalarının ağır ve ölçülü hareketlerinin başlangıçta gizlediği şeytani gücünü sayısız asıl iş organlarının baş döndüren hızlı hareketleriyle açığa vuran mekanik bir dev alır.” Buhar makinesini icat eden Watt ve diğerlerinin buluşlarının uygulanabilmesi, ancak, bunların her birinin, manifaktür döneminin yetiştirdiği önemli miktarda hünerli mekanik işçisini hazır bulmaları sayesinde olmuştur. Buluşların çoğalmasıyla ve yeni bulunan makinelere talebin artmasıyla birlikte, bir yandan makine sanayisinin çeşitli bağımsız kollara ayrılması, diğer yandan makine yapan manifaktürlerin kendi içlerindeki işbölümü giderek daha hızlı bir şekilde gelişmiştir. Marx gelişmeyi şu şekilde açıklar: “Demek ki, burada, manifaktürde, büyük sanayinin dolaysız teknik temelini görüyoruz. Manifaktür makineleri yapıyor, bunlar da ilk ele geçirdikleri üretim alanlarında zanaat ve manifaktür tipi işletmelerin hayatına son veriyordu. Dolayısıyla, makineli işletme, kendisine uygun olmayan bir maddi temel üzerinde, kendiliğinden bir şekilde yükselmişti. Makineli işletme, belli bir gelişme derecesine gelindiğinde, başlangıçta hazır bulduğu ve arada geçen süre boyunca eski biçimi içinde gelişmeye devam etmiş olan bu temeli kökünden değiştirmek ve kendi üretim tarzına uygun yeni bir temel yaratmak zorunda kaldı.” Büyük sanayi, ancak belli bir gelişme aşamasında, kendisinin zanaatlar ve manifaktür tarafından atılmış temeli ile teknik bakımdan da çatışma haline girmiştir. Bu durumu, “Söz gelişi, modern hidrolik pres, modern buharlı dokuma tezgâhı ve modern tarama makinesi gibi makineler manifaktür tarafından sağlanamazlardı” diye örnekler Marx. Üretim araçlarında sağlanan gelişmeye bağlı olarak üretim tarzında meydana gelen değişim devrimsel bir süreçtir: “Sanayinin bir alanındaki üretim tarzında meydana gelen köklü bir değişiklik, diğer alanlarda da köklü değişiklikleri gerektirir.” Bu değişiklikler toplam bir sürecin evreleri olarak birbirine bağlanan sanayi kollarında geçerli olmuştur. Örneğin makineli iplik yapımı, makineli kumaş dokumacılığını ve ikisi birlikte ağartmacılıktaki, baskıcılıktaki ve boyamacılıktaki mekanik-kimyasal devrimi bir zorunluluk haline getirmiştir. Pamuk ipliği yapımında meydana gelen devrim, çekirdeği pamuk lifinden ayırmak için çırçır makinesinin icadına yol açmış ve artık gerekli hale gelen büyük ölçekli pamuk üretimi ancak bu buluş sayesinde mümkün olmuştur. Marx’ın önemle işaret ettiği üzere, sınaî ve tarımsal üretim tarzlarında meydana gelen devrim, özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, yani haberleşme ve ulaştırma araçlarında da bir devrimi zorunlu kılmıştır. Marx, haberleşme ve ulaşım araçlarında meydana gelen devrimi, manifaktür döneminde gerçekleşen köklü değişikliklerle karşılaştırarak açıklar. Şöyle ki, manifaktür öncesi dönemin (yan ev sanayisi ile birlikte küçük tarım ve şehir zanaatlarının oluşturduğu bir toplum) haberleşme ve ulaştırma araçları, toplumsal işbölümünü yaygınlaştıran, emek araçlarını ve işçileri bir araya toplayan ve sömürge pazarlarına sahip olan manifaktür döneminin üretim koşulları için tümüyle yetersiz kalmışlardı. İşte bundan dolayı da köklü bir değişikliğe uğratılmışlardı. Tıpkı bunun gibi, “manifaktür döneminden devralınan haberleşme ve ulaştırma araçları da, çok geçmeden, üretimin baş döndürücü bir hız kazandığı, yığınsal bir düzeye ulaştığı, sermaye ve işçi kitlelerinin devamlı biçimde bir alandan çekilip bir başka üretim alanına sokulduğu ve dünya piyasalarında yeni ilişkilerin ortaya çıktığı büyük sanayi için tahammül edilmez ayak bağları olmuştu. Bundan dolayı, baştan sona köklü bir değişikliğe uğramış olan gemi yapımı sanayisi bir yana bırakılırsa, haberleşme ve ulaştırma araçları, nehir vapurlarından, demir yollarından, transatlantiklerden ve telgraflardan meydana gelen bir sistemle yavaş yavaş büyük sanayinin üretim tarzına uyduruldu.” Kapitalizmin tarihinin gözler önüne serdiği üzere, sanayileşme geliştikçe yeni buluşları zorunlu kıldı, örneğin muazzam demir kitlelerine biçim vermek manifaktürün olanaklarıyla üstesinden gelinemeyecek dev boyutlu makineleri gerektirdi. “Dolayısıyla, büyük sanayi, kendi karakteristik üretim aracını, yani makineyi, bizzat ele almak ve makineleri makinelerle üretmek zorunda kaldı. Ancak bunu yaptığında, kendisi için uygun olan teknik temeli yaratmış ve kendi ayakları üzerinde doğrulmuş oldu. 19. yüzyılın ilk on yıllarında makineli üretim yapan işletmelerin artmasıyla birlikte makine, iş makinelerinin üretimi işini yavaş yavaş fiilen eline geçirdi. Ne var ki, ilk motorların üretimi için kullanılan dev makineler, ancak son on yıllarda, muazzam demir yollarının inşası ve transatlantikler sayesinde ortaya çıktı.” Marx burada, makinelerin makinelerle yapımı için temel üretim koşulunun, istenilen miktarda güç sağlayabilen ve aynı zamanda da gücü tam kontrol altında tutulabilen bir makine olduğunu vurgular. Bu koşul buhar makinesi ile zaten sağlanmıştır; ama peşi sıra tek tek makine parçaları için gerekli olan çeşitli geometrik biçimli eklentilerin de makineyle üretilebilmesi gerekmiş ve bu tür ihtiyaçlar da yeni icatlarla giderilmiştir. O dönemin yayınlarında torna tezgâhına yapılan ekin, makinelerin iyileştirilmeleri ve kullanım alanlarının genişlemesi üzerindeki etkisinin Watt’ın buhar makinesinde yaptığı iyileştirmeler kadar büyük ve önemli olduğu ifade edilmiştir. Bu ek ile birlikte, çok geçmeden bütün makinelerin daha mükemmelleştiği ve ucuzladığı görülmüş; böylece yeni icatlar ve düzeltmeler için bir dürtü sağlanmıştır. Emek aracının makine haline gelmesi, insanlık tarihinin ilerleyişi içinde muazzam bir dönemeç oluşturur. Böylece makine, “insan gücünün yerine doğa güçlerinin ve deneyimlere dayalı alışkanlıkların yerine doğa bilimlerinin bilinçli şekilde kullanımının konmasını gerektiren bir maddi varoluş biçimi kazanır”. Toplumsal emek sürecinin manifaktürdeki yapılanmasından farklı olarak, büyük sanayi tamamen nesnel bir üretim organizmasına sahiptir ve işçi bunu, üretimin son biçimini almış maddi koşulu olarak karşısında hazır bulur. Makineler bazı istisnalar dışında, yalnızca ve dolaysız olarak toplumsallaşmış ya da ortaklaşa emekle işletilebilir. “Demek ki, emek sürecinin iş birliğine dayalı karakteri, artık, bizzat emek aracının doğasının dikte ettiği teknik bir zorunluluktur.”

2. Makineden Ürüne Aktarılan Değer

Marx, elbirliğinden ve işbölümünden doğan üretici güçlerin, sermaye için bir maliyetinin bulunmadığı hususunun daha önce ele alındığını hatırlatır. Bunlar toplumsal emeğin doğal güçleridir ve aynı şekilde üretim süreçlerine dahil edilen buhar, su gibi doğa güçlerinin de bir maliyeti yoktur. “Ama insanın, nefes almak için nasıl ciğere ihtiyacı varsa, doğa güçlerini üretken bir tarzda tüketebilmek için de «insan elinin eseri olan bir şey»e ihtiyacı vardır. Suyun sağladığı hareket gücünden yararlanmak için bir su çarkının, buharın sahip bulunduğu esneklikten yararlanmak için bir buhar makinesinin varlığı gereklidir.” Marx, doğa güçleri için geçerli olan bu durumun bilim için de geçerli olduğunu belirtir ve örnekler. Diyelim, çevresinden bir elektrik akımı geçirilen bir demirin mıknatıslanacağı yasası, bir kere keşfedilince, bir metelik masrafa bile neden olmaz. Fakat bu yasalardan telgrafçılıkta vb. yararlanmak için çok pahalı ve karmaşık bir cihaza ihtiyaç duyulur. “Makine, görmüş olduğumuz gibi, alet denilen şeyi ortadan kaldırmaz. Alet, insan organizmasının cüce bir aracı olmaktan çıkar, büyüyerek ve çoğalarak insan tarafından yaratılmış bir mekanizmanın aleti haline gelir.” Marx burada bir dipnot düşerek çok önemli bir gerçekliğe işaret eder: “Bilimin kapitaliste «hiçbir» maliyeti yoktur; ama bu, onun bilimden yararlanmasını kesinlikle engellemez. «Başkalarının» bilimi de, başkalarının emeği gibi, sermayeye bağlanır. İster bilim isterse maddi zenginlik söz konusu olsun, «kapitalist biçimde» sahip oluşla «kişisel biçimde» sahip oluş birbirinden tamamıyla farklı şeylerdir.” Makineli üretime geçilmesiyle birlikte, sermaye şimdi işçiyi elle kullanılan bir aletle değil, kendi aletini kendisi yönetip işleten bir makine ile çalıştırmaya başlamıştır. Büyük sanayi muazzam doğa güçlerini ve doğa bilimini üretim sürecine katarak emeğin üretkenliğini olağanüstü bir derecede arttırmıştır. Bu husus son derece açıktır ama Marx’ın dikkat çektiği üzere, “bu artmış üretici gücü elde etmek için fazladan bir emek harcaması gerekmediği kesinlikle aynı açıklıkla görülmez”. Makineler değişmeyen sermayenin parçasıdırlar ve unutulmamalı ki yeni bir değer yaratmazlar. Ancak, üretimine hizmet ettikleri ürüne değişmeyen sermayenin parçası olarak kendi değerlerini aktarırlar. Makineler zanaatçılık ve manifaktürde kullanılan emek araçlarıyla karşılaştırıldıklarında, kıyaslanamayacak ölçüde daha fazla değer taşırlar ve pahalıdırlar. Fakat makinenin makineyle üretilmesi, makinenin değerini, onun büyüklük ve etkisine oranla azaltır. Makine diğer üretim aletlerine göre çok daha dayanıklı ve uzun ömürlü olduğundan, katıldığı üretim sürecine aktardığı pay neredeyse hazır bulunan doğa güçlerine benzercesine bedava gibi olur. Marx buradan hareketle makinelerle ilgili önemli bir değerlendirme yapar: “İnsanoğlu, geçmişte harcanmış ve nesnelleşmiş bulunan emeğinin ürününe, büyük ölçekli olarak, tıpkı bir doğa gücü gibi bedavaya iş gördürmeyi ancak büyük sanayide öğrenir.” Marx, kapitalistlerin insan emeği yerine makine kullanımına nasıl bir hesapla karar verecekleri hususuna açıklık getirir. Diyelim ki bir makinenin üretilmesi için, bu makinenin üretim sürecinde kullanımı sayesinde tasarruf edilen miktarda emek gerekmektedir. Bu durumda emek yalnızca yer değiştirmiş olur ve neticede bir metanın üretimi için gerekli emeğin toplam miktarında bir azalma olmaz. Fakat makinenin yapımı için gereken emek harcaması ve dolayısıyla makinenin ürüne kattığı değer parçası, işçinin bir aletle ürüne kattığı değerden daha küçük ise o takdirde önemli bir fark ortaya çıkacaktır. “Bundan dolayı, makinenin sağladığı üretkenliğin derecesi, yerini makineye bırakan insan emek gücünün miktarı ile ölçülür.” Makinelere ürünü ucuzlatma aracı olarak bakılırsa, demek ki makine kullanımı için geçerli bir kural vardır: “makinenin yapımı için harcanan emek, bunun kullanımı ile yol verilen emekten daha az olmalıdır.” Ayrıca unutulmasın ki, sermayenin karşılığını ödediği şey işgücünün harcadığı emeğin tümü değil yalnızca gerekli-emek kısmıdır. O nedenle sermaye makine kullanımına, makinenin değeri ile makinenin yerine geçtiği işgücünün değeri arasındaki farka bakarak karar verir. Buradan hareketle Marx son derece önemli bir noktaya işaret eder ve bu tür kâr-zarar hesaplarının sona erdiği komünist toplumda makinelerin kullanım alanının burjuva toplumundakinden tümüyle farklı olacağına dikkat çeker. Kapitalizmin daha erken geliştiği ülkelerde, yalnızca bazı iş kollarında kullanıldıkları zaman bile makineler azımsanmayacak bir işsiz nüfusun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle ücretler işgücü değerinin altına düşmüş ve bu durum da işçilerden gelen direnişler nedeniyle bir dönem makine kullanımının artmasını önlemiştir. Marx o yıllarda İngiliz yünlü dokuma manifaktürünün bazı dallarında çocukların çalıştırılmasının çok azaldığını, bazı yerlerde ise tamamen ortadan kalktığını vurgular. Bunun nedeni, dönemin “Fabrika Yasası” ile çocukların iki posta halinde çalıştırılması zorunluluğunun getirilmiş olmasıdır. Buna göre bu iki posta, ya biri 6 diğeri 4 saat olarak düzenlenecek ya da her iki posta 5’er saat çalışacaktır. Fakat çocuk işçilerin ebeveynleri half-times’ı (yarı zamanlıları), geçmişte full-times’ı (tam zamanlıları) sattıklarından daha ucuza satmak istemediklerinden direnmişler ve neticede “half-times çocuk işçi çalıştırmanın” yerini makineler almıştır. Marx’ın o döneme ilişkin aktardığı bir gerçeklik de makine kullanımına ilişkin dikkat çekici bir örnektir: “Kadınların ve (10 yaşın altındaki) çocukların madenlerde çalıştırılmaları yasaklanmadan önce, sermaye çıplak kadınları ve genç kızları pek çok örnekte erkeklerle birlikte kömür madenlerinde ve diğer madenlerde çalıştırmayı kendi ahlak ilkeleriyle ve özellikle de muhasebe defterleriyle öylesine bağdaşır bulmuştu ki, ancak bunun yasaklanmasından sonra makineye el attı.” Diğer bir örnek de şudur: Yankee’ler o dönemlerde taş kırma makinelerini icat etmişlerdir fakat İngilizler bunları kullanmamaktadır. Çünkü bu işi yapan “zavallı” tarım işçisi, emeğinin o kadar küçük bir kısmının karşılığını almaktadır ki, makine kullanılması “üretimi” kapitalistler için pahalılaştıracaktır. Makineler işçilerin yaptığı son derece ağır işlerin yükünü hafifletecekken, sermayenin her şeye kâr-zarar hesabı açısından yaklaştığı açıktır. Nitekim o dönemin İngiltere’sinde sermayenin yarattığı gerçeklik Marx’ın çarpıcı satırlarında ifadesini bulur: “İngiltere’de kanallarda kullanılan tekneleri çekmek vb. işler için zaman zaman hâlâ beygirler yerine kadınlar çalıştırılır, çünkü beygirlerin ve makinelerin üretimleri için gerekli emek miktarı belli bir matematiksel büyüklüktür; oysa surplus-population (artık nüfus) içindeki kadınların ayakta tutulmaları için gereken emek miktarı her türlü hesabın altında kalır. Bundan ötürü, insan gücü, hiçbir yerde, en değersiz işler için, makineler ülkesi İngiltere’de olduğundan daha utanmazca çarçur edilmez.”

1 Ocak 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /14

kapitali-okumak-c1.png

3. Makineye Dayanan Üretim Sisteminin İşçi Üzerindeki İlk Etkileri

Emek aracında meydana gelen devrim, büyük sanayinin hareket noktasını oluşturmuştur. Köklü bir değişikliğe uğrayan emek aracı en gelişmiş biçimine ise, fabrikanın yapılandırılmış makine sisteminde ulaşmıştır. Marx, bir nesnel organizma olarak adlandırdığı bu sisteme insan unsurunun nasıl katıldığını görmeden önce, bu devrimin bizzat işçinin üzerindeki bazı genel etkilerini gözden geçireceğini belirtir.

a. Ek emek güçlerine sermaye tarafından el konulması. Kadınların ve çocukların çalıştırılması

Makineler adale gücünü vazgeçilmez olmaktan çıkardıkları ölçüde, adale gücü olmayan veya vücut gelişmesi tamamlanmamış ama organları daha kolay biçim alabilen işçiler, işe koşulacak araçlar haline gelmiştir. “Bu nedenle, makinelerin kapitalist tarzda kullanımının ilk sonucu, kadın ve çocuk emeğidir!” Bu muazzam yedek emek ve işçi kaynağı, işçi ailelerinin bütün üyelerini, yaş ve cinsiyet farkına bakmaksızın, doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına alarak ücretli işçi sayısını arttırmakta yararlanılan bir araç haline gelmiştir. “Kapitalist için çalışma zorunluluğu, çocukların oyun zamanlarına el koymakla kalmaz; ev içinde, geleneksel sınırlar dahilinde, ailenin kendisi için özgürce harcanabilecek emeğe de el koyar.” Hatırlayalım, işgücünün değeri, yalnızca ailenin çalışan yetişkin erkeğinin ayakta tutulması için değil, fakat işçi ailesinin tümünün ayakta tutulması için gerekli olan emek-zamanla belirleniyordu. Fakat makine işçi ailesinin bütün üyelerini emek piyasasına çıkartarak, yetişkin erkeğin işgücünün değerini işçinin bütün ailesine dağıtır ve dolayısıyla onu değersizleştirir. Diyelim şimdi aynı aileden 4 işgücünün satın alınması, daha önce aile reisinin işgücüne yapılandan daha büyük bir harcama gerektirir. Ancak buna karşın, satın alınan bu 4 işgücü üzerinden kapitalistin elde ettiği artı-değer eskisinden çok büyüktür. “Böylece, makine daha başından itibaren sermayenin asıl sömürü alanı olan beşerî sömürü malzemesini çoğaltmakla kalmaz, aynı zamanda sömürü derecesini de yükseltir.” Nitekim kapitalizm gelişirken, erkek işçilerin yerine gittikçe artan ölçüde kadın işçileri ve her şeyden önce de yetişkin işçilerin yerine çocuk işçileri geçirmiştir. Ailenin belirli işlevleri (örneğin çocukların bakımı ve beslenmeleri vb.), artık kendilerine sermaye tarafından el konulmuş anne durumundaki işçiler tarafından yerine getirilemeyeceğinden, bunların yerini tutacak bazı şeyler bulmak gerekmiştir. Böylece, dikiş, sökük ve yırtık tamiri vb. gibi aile hayatının gerekli kıldığı işlerin yerine hazır metaların konması zorunlu hale gelmiştir. Bunun sonucunda, daha önce evde bu işler için harcanan emek azalırken, evdeki para harcaması artmıştır. Neticede işçi ailesinin üretim masrafları artmış ve bu artış şimdi ailede daha fazla sayıda kişinin çalışmasından kaynaklanan gelir fazlasını alıp götürmüştür. Marx, makinenin işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiyi biçimsel olarak kuran sözleşmeyi de kökünden değiştirdiğine dikkat çeker. Şöyle ki, ailenin erkeği daha önce biçimsel açıdan özgür bir kimse olarak üzerinde tasarrufta bulunduğu kendi emek gücünü satıyordu. Şimdi ise sermayeye karısını ve çocuğunu satmakta ve bir anlamda “köle tüccarı” olmaktadır. Marx buraya düştüğü dipnotta önemli bir bilgi verir. İngiliz fabrikalarında kadın ve çocuk işçilerin çalışma saatlerinin sınırlandırılması, yetişkin erkek işçilerin mücadelesiyle sermayeden koparılmış bir haktır. Fakat buna karşın dönemin raporlarının ortaya koyduğu üzere, işçi ana ve babaların çocuklar üzerindeki bezirgânlıklarında gerçekten dehşet verici ve tümüyle köle ticaretini andıran izlere rastlanmaktadır. Ne var ki yine bu raporlarda görülebileceği üzere, ikiyüzlü kapitalist, bizzat kendisi tarafından yaratılan, devamlı hale getirilen ve yararlanılan ve üstelik yine onun tarafından “çalışma özgürlüğü” diye vaftiz edilen bu canavarlığı, timsah gözyaşları dökerek yermiştir. Nitekim çocuk işçi aranırken verilen ilanlar, çoğu zaman biçimsel olarak da, daha önce zenci köle arayanların Amerikan gazetelerinde görülen ilanlarını andırır. Ayrıca, dönemin Fabrika Yasasının 13 yaşından küçük çocukların günlük çalışma süresini 6 saatle sınırlaması nedeniyle, çocukların yaşları “kapitalistlerin sömürü hırslarına ve ana ve babaların bezirgânca ihtiyaçlarına uygun olarak” büyütülmüştür. Makinelerin fabrikalarda ve bütün sanayi kollarında sermayenin sömürüsüne tabi kıldığı kadın işçilerin, çocuklarla gençlerin uğradıkları fiziksel bozukluklar ve işçi çocukları arasında hayatlarının ilk yıllarında görülen korkunç yükseklikteki ölüm oranı çarpıcıdır. 1861 yılında yapılan resmî bir sağlık araştırmasının ortaya koyduğuna göre, ölüm oranlarının yüksek olmasının başlıca nedeni, annelerin dışarıda çalışmaları ve bunun neticesinde çocukların yetersiz ve afyonlu mamalar gibi uygun olmayan gıdalarla beslenmeye maruz kalmalarıdır. Ayrıca dönemin vahşi çalışma koşulları anneleri de çürüterek çocuklarına yabancılaştırmış ve bunun sonucunda çocukları bilerek aç bırakma ve zehirleme vakalarının sayısı artmıştır. Önceleri kırsal kesimde durum daha farklıyken, toprağı işleme biçiminde meydana gelen devrimle birlikte tarıma da sanayi sistemi sokulmuştur. Böylece kapitalizm kırsal kesimde de kadını yozlaştırmış ve çocuğuna yabancılaştırmıştır. Marx, sanayi bölgelerindeki bütün görüntülerin burada da yeniden üretildiğine dikkat çeker ve “üstelik gizli çocuk öldürme ve çocuklara afyon verilmesi burada daha yüksek bir dereceye varmıştır” diye ekler. “İngiliz fabrika bölgelerinde olduğu gibi tarım bölgelerinde de afyon tüketimi, yetişkin erkek ve kadın işçiler arasında günden güne artmıştır. Üstelik afyonlu ilaçların satışını artırmak bazı girişimci toptancı tüccarların büyük amacı haline gelmiştir. Afyonlu ilaçlarla beslenen bebekler, küçücük yaşlı adamlar halinde güdükleşmekte ya da küçük maymunlar gibi buruşup kartlaşmaktadırlar.” Kadın ve çocukların kapitalist sömürü elinde uğradıkları ahlâki soysuzlaşma, “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı eserinde F. Engels tarafından çıplak bir biçimde gözler önüne serilmiştir. O nedenle, “burada konuyu sadece anmakla yetiniyorum” der Marx. Çocukları yıkıma sürükleyen bu koşullar o denli ağır bir hal almıştır ki, en sonunda İngiliz parlamentosu Fabrika Yasasına tabi bütün sanayilerde ilköğretimi, 14 yaşından küçük çocukların “üretici” şekilde kullanılmalarının yasal koşulu haline getirmiştir. Fakat kapitalizmde işçi sınıfı lehine yasalar çoğunlukla kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Nitekim Marx’ın satırlarında bu gerçeklik ifadesini bulur: “Kapitalist üretime egemen olan ruh, fabrika yasalarının «eğitim hükümleri»nin gelişigüzel bir biçimde kaleme alınışlarında, bu öğretim zorunluluğunun büyük ölçüde gene hayalden ibaret bir şey kalmasına yol açan yönetim mekanizması yetersizliğinde, bizzat fabrikatörlerin kendilerinin bu öğretim yasasına karşı gösterdikleri muhalefette ve bunun üstesinden gelmek için pratikte bulup uyguladıkları hile ve hurdada pırıl pırıl parlıyordu.” 1844 tarihli yasanın hazırlandığı sırada fabrika müfettişleri, okul denilen yerlerin utanç verici durumlarını yerin dibine batırmışlardır. “Öğretmenin en iyi durumda sefalet düzeyinde olan geçim durumu, tamamen, bir odaya tıkılabilecek olan en fazla sayıda çocuktan alınan penilerin sayısına bağlıdır. Bunlara ek olarak, okullarda pek az eşya vardır; kitaplar ve diğer öğretim malzemesi yetersizdir; kapalı ve pis havanın zavallı çocuklar üzerinde çok zararlı bir etkisi olur ve bu çocuklar resmî istatistiklerde eğitim görmüş (educated) olarak gösterilir.” “Bazen çocukların 3 hafta veya tam bir ay okula gittiği görülmez; işlerin gevşek olduğu birkaç gün, işverenin ona tesadüfen ihtiyacı olmadığı bir zamanda birkaç saatliğine tekrar okula gider; böylece, çocuk, 150 saat doluncaya kadar, fabrika ile okul arasında, deyim yerindeyse oradan oraya itilip kakılır.” Makineli üretimle birlikte çalışan işçiler topluluğuna çok büyük sayıda çocuğun ve kadının eklenmesiyle, erkek işçinin sermayenin despotizmine karşı manifaktür döneminde gösterebildiği direnç de nihayetinde kırılmıştır. Pek çok fabrikatör, mekanik dokuma tezgâhlarının başında yalnızca kadın işçi çalıştırmayı tercih etmiştir. Özellikle de ailelerinin geçimine destek olan aile sahibi evli kadınlar tercih edilmiş ve kapitalistler bunların evli olmayan kadın işçilerden çok daha dikkatli ve uysal olduklarını, gerekli geçim araçlarını tedarik edebilmek için güçlerini son zerresine kadar harcamak zorunda kaldıklarını anlatmışlardır. Böylece kadın karakterine özgü erdemler kadınlara zarar vermeye başlamış ve kadın doğasındaki ahlâk ve incelikle ilgili her şey kadının köleleşmesine ve acı çekmesine yol açan araçlar haline getirilmiştir.

b. İşgününün uzatılması

Makine, emeğin üretkenliğini yükseltmenin, yani bir metanın üretimi için gerekli emek-zamanı kısaltmanın en güçlü aracıdır. Bu nedenle, “sermayenin taşıyıcısı olarak, öncelikle doğrudan doğruya el attığı sanayilerde, iş gününü her türlü doğal sınırın ötesine uzatmaya yarayan en güçlü araç haline gelir. Makine, bir yandan sermayeye kendisinin bu sürekli eğiliminin dizginlerini serbest bırakan yeni koşullar yaratırken, diğer yandan da onun başkalarının emeğine duyduğu doymak bilmez iştahı daha da artıran yeni nedenler yaratır.” Makinelerle birlikte emek aracının hareketi ve işleyişi işçiden bağımsızlaşır. Böylece emek aracının kendisi, şayet insan yardımcılarının bedensel zayıflıkları ve dik başlılıkları gibi belirli doğal engellerle karşılaşmazsa, kesintisiz olarak üretimde bulunacak olan bir “sürekli hareketli sanayi makinesi” (otomat) haline gelir. Otomat haline gelen makine, kapitalizmde sermayenin parçası ve dolayısıyla kapitalistin bilinç ve iradesinin taşıyıcısı olarak, beşeri doğal engelleri asgari direnme düzeyine indirme güdüsüyle donanmıştır. “Bu direnme, ayrıca, makine başında çalışmanın görünürdeki kolaylığı ve kadın ve çocuk işçilerin eğilip bükülmeye daha yatkın unsurlar olmaları ile daha da azalır.” Makinenin üretkenliği, hatırlanacağı üzere, nihai ürüne aktardığı değer parçasının büyüklüğü ile ters orantılıdır. Makinenin faaliyet gösterebildiği süre ne kadar uzun olursa, makinenin kattığı değerin dağıldığı ürün kitlesi o kadar büyük, fakat tek bir metaya kattığı değer parçası ise haliyle o kadar küçük olur. Makinenin faal ömrü ise, işgününün uzunluğu ile bunun tekrarlandığı günlerin sayısının çarpımı ile belirlenir. Bir makinenin maddi aşınması iki boyutludur. Birincisi kullanımdan kaynaklı aşınmadır, ikincisi ise kullanılmadan kınında tutulan kılıcın paslanması gibi makinenin kullanılmamasından ileri gelir. Makine bu iki boyutlu maddi aşınmanın yanı sıra, deyim yerindeyse manevi aşınmaya da uğrar. Şöyle ki, bir makine aynı tür makinelerin daha ucuza üretilmeleri ya da daha iyi makinelerin rakip olarak karşısına çıkması ölçüsünde mübadele değerini yitirir. Bu durumda, makine henüz yeni gibi bile olsa, değeri, üretimi sırasında kendisinde nesnelleşmiş bulunan emek-zamanla değil, kendisinden daha iyi makinenin yeniden üretimi için gereken emek-zamanla belirlenir. Bu nedenle az ya da çok değer yitirir. Makine herhangi bir üretim koluna ilk kez girdiğinde, onun yeniden üretimini ucuzlatıcı yeni metotlar ve parçalarıyla birlikte makinenin bütün yapısını etkileyen iyileştirmeler birbirini kovalar. Kapitalist, yatırım yaptığı makinesi henüz manevi aşınmaya uğramadan ondan istediği verimi elde etmeye bakar. Bu yüzden de kapitalistin işgününü uzatarak, makinesi sayesinde işçiden daha çok artı-değer sızdırma güdüsü, makinenin ömrünün ilk döneminde kendini en şiddetli biçimde hissettirir. Diyelim diğer bütün koşullar aynı kalmak üzere ve işgünü uzatılmadan, sömürülen işçilerin sayısı iki katına çıkartılsın. Böyle bir durumda üretim artsa da değişmeyen sermayenin iki katına çıkartılması gerekirdi. Fakat bu durumdan farklı olarak, bu kez makinelere ve binalara yatırılan sermaye değişmeden kalırken şayet işgünü uzatılacak olsa üretimin hacminde yine bir büyüme olurdu. Açıktır ki, işgünü uzatıldığında artı-değer artmakla kalmaz, aynı zamanda bunun elde edilmesi için gereken harcamalar da azalır. Üretim sürecinde faal kaldığı sürece çok pahalı makineler sayesinde artı-değer yumurtlatılan işçinin fabrikayı terk etmesi sermaye için büyük bir kayıptır. Marx, İngiliz pamuklu sanayisinin önde gelen patronlarından biri olan Ashworth’un bir söyleminden bu durumu örnekler: “Bir tarım işçisi çapasını elinden bıraktığı zaman, bu süre için 18 penilik bir sermayeyi faydasız bırakmış olur; oysa fabrika işçilerinden biri fabrikayı terk ettiği zaman, 100.000 sterline mal olmuş bir sermayeyi faydasızlaştırır.” Sermayenin canını yakan bu gerçeklik, makinenin kullanım alanı genişledikçe işgününün durmadan uzatılmasını “arzu edilir” bir şey haline getirir. Makine kullanımı sayesinde kapitalistin işçiden daha çok artı-değer elde etmesi, yalnızca işgücünün yeniden üretimi için gerekli metaların ucuzlaması sayesinde işgücü değerinin düşmesiyle olmaz. Aynı zamanda, makinenin ilk kez kullanıma sokulduğu yerde, bu durum emeği potansiyeli daha yüksek emeğe dönüştürür ve dolayısıyla artı-değer artar. Kısacası, makine belirli sayıda işçiyi işinden ederek kapitalisti o işçilerin yaratacağı artı-değerden mahrum etse bile, makine kullanan kapitalistin eskiye oranla daha az sayıda çalıştırdığı işçiden elde ettiği artı-değer büyür. Bundan dolayı, makineli üretimin henüz az sayıda kapitalist tarafından kullanıldığı “geçiş döneminde” olağanüstü kârlar elde edilmiştir. Marx’ın ifadesiyle, “kapitalist, iş gününü mümkün olduğu kadar uzatarak, bu «yeni aşkın ilk dönemi»nden son saniyesine kadar yararlanmaya çalışır. Kârın büyüklüğü, daha çok kâra duyulan doymak bilmez açlığı daha da artırır.” Aynı üretim kolunda makine kullanımının genelleşmesiyle birlikte, makine kullanımının ilk dönemine özgü avantaj son bulur ve kapitalistler bundan böyle makinenin başında çalıştırdıkları işgücünden normal artı-değer elde etmeyi sürdürürler. Hatırlansın, artı-değer sermayenin sadece değişen kısmından elde edilir ve artı-değer kütlesi iki faktörle belirlenir: artı-değer oranı ve aynı anda çalıştırılan işçilerin sayısı. İşgününün uzunluğu verili ise, artı-değer oranı, işgününün artı-emek kısmının gerekli-emek kısmına bölünmesiyle bulunacaktır. Makineli üretim, emeğin üretkenliğinde meydana gelen artış sayesinde artı-emeği gerekli emek aleyhine büyütür ve bu sonucu belli bir sermaye tarafından çalıştırılan işçilerin sayısını azaltarak sağlar. “Makineli üretim, sermayenin daha önce değişir nitelikte olan, yani canlı emek gücüne çevrilmiş bulunan bir bölümünü makineye, yani artık değer üretmeyen değişmez sermayeye dönüştürür.” İşçiden daha çok artı-değer sızdırmak için makine kullanılması kendi içinde bir çelişkiyi de barındırır. Şöyle ki, kapitalist, makine sayesinde verimi ne denli arttırmış olsa bile, diyelim eskiden çalıştırdığı 24 işçiden sızdırdığı artı-değeri şimdi sayısı 2’ye inen işçiden sızdıramaz. Çünkü diyelim 24 işçinin her biri 12 saatlik çalışma süresi içinde 1 saat artı-emek sağlasaydı toplamı 24 saat ederdi. Oysa 2 işçinin toplam emek saati 24 saat eder. Marx, işte bu durumun, işçi sayısındaki azalmadan kaynaklanan artı-değer kaybını mutlak artı-değer artışıyla dengelemek için kapitalisti işgününü uzatmaya zorlayan bir dürtü yarattığını vurgular. Demek oluyor ki, makinenin kapitalist biçimde kullanımı, bir yandan işgününün ölçüsüz bir biçimde uzatılması için güçlü yeni dürtüler yaratır. Diğer yandan, kısmen işçi sınıfının daha önce el atamadığı katmanlarını sermayenin hizmetine sunarak, kısmen de makineyle yerlerinden edilen işçilerin açıkta kalmalarına yol açarak sermayenin yasasına boyun eğmek zorunda bulunan bir artı-işçi nüfusu meydana getirir. Marx, makineyi sadece meta üretim aracı olarak değil, aynı zamanda “ihtiyaç fazlası nüfus” üretim aracı olarak kavramanın, Ricardo’nun büyük hizmetlerinden biri olduğunu belirtir. Kapitalist üretim kendi içinde çeşitli çelişkiler barındırır. Bunlardan biri de, üretimde emek-zamanı kısaltabilecek en güçlü araç olan makinenin, sermayenin değerlenmesi için işçinin ve ailesinin bütün ömrünü kapitalistin tasarrufu altında bulunan emek-zamana dönüştüren bir araç haline gelmesidir. Bu durum makinelerin kapitalizm altında insanı “kölece” çalışma mecburiyetinden kurtarmadığının ifadesidir. Oysa insanı bu mecburiyetten kurtarma hayali nice yıllar önce Eski Çağ düşünürü Aristo tarafından dile getirilmişti. Aristo, şayet “mekikler kendi kendilerine işleyip kumaş dokusalardı, ne ustaların çıraklara ve ne de efendilerin kölelere ihtiyacı olurdu” demişti. Keza “Çiçero zamanında yaşamış Yunan şairi Antipatros, tahıl öğütmek için icat edilmiş olan su değirmenini, üretim işinde kullanılan bütün makinelerin bu ilk basit biçimini, kadın kölelerin kurtarıcısı ve altın çağın başlatıcısı olarak selamlamıştı!” Marx istihzayla “Ekonomi politikten ve Hristiyanlıktan hiç haberleri yoktu bunların. Başka şeylerin yanında, makinenin, iş gününü uzatmanın en güvenilir aracı olduğunu da anlamamışlardı” der.

c. Çalışmanın yoğunlaşması

Daha önce üzerinde durulduğu gibi, makineler önce kapitalistlerin elinde işgününü ölçüsüz bir biçimde uzatma aracı olarak kullanılmış, fakat sonradan işçilerin direniş ve mücadeleleri neticesinde sınırları yasayla saptanan normal bir işgününe varılmıştır. Normal işgününe ulaşılmasıyla birlikte, emeğin yoğunlaşması büyük bir önem kazanır. Makine kullanımının gelişmesi ve makinelerle çalışan işçilerin deneyimlerinin birikmesiyle, üretimdeki hız ve dolayısıyla emek yoğunluğu kendiliğinden artar. Bu nedenle İngiltere’de yarım yüzyıl boyunca, işgününün uzatılması ile fabrika işinin gittikçe yoğunluk kazanması elele yürümüştür. Fakat nihayetinde işler kaçınılmaz olarak, daha yüksek emek yoğunluğunun ancak işgününün kısalmasıyla bağdaşabileceği bir düğüm noktasına gelip dayanmıştır. Çünkü işçi sınıfının giderek büyüyen başkaldırısı, devleti normal işgününü yasal işgünü haline getirmek zorunda bırakmıştır. Bunun sonucunda, artı-değer üretimini işgününü uzatarak artırmanın yolları tıkanmıştır. Sermaye de o andan itibaren bütün gücüyle ve bilinciyle, makine sisteminin gelişmesini gittikçe daha fazla hızlandırıp nispî artı-değer üretmeye koyulmuştur. İşte bu noktada Marx, bu gelişmeyle birlikte nispî artı-değerin karakterinde bir değişmenin meydana geldiğini belirtir. Şöyle ki, genel anlamıyla nispî artı-değerin üretilmesi yöntemi, emeğin artan üretkenliği sayesinde işçiyi aynı zaman aralığında aynı miktarda emek harcayarak daha fazla üretimde bulunabilecek hale getirmekten ibaretti. Fakat işgünü yasa zoru ile kısaltılır kısaltılmaz, bir başka gelişme olur. Yeni durum, üretkenliğin geliştirilmesi ve üretim araçlarında tasarruf sağlanması yönünde muazzam bir dürtü sağlar. İşçi, aynı zaman aralığında harcadığı emeği arttırmaya, emek gücünün gerilimini yükseltmeye, emek-zamanın her zerresini işle doldurmaya, yani emeğin yoğunluğunu arttırmaya, kısaltılmış bir işgününde ulaşılabilecek son nokta neyse oraya dek zorlanır. Böylece eskisiyle aynı olan bir zaman aralığına şimdi daha büyük bir emek kitlesi (emek miktarı) yerleştirilmiş olur. Bu nedenle, emek-zamanın uzunluk ölçüsünün (işgünü uzunluğu) yanına, emeğin yoğunluk derecesi ölçüsü de (birim zamana düşen emek miktarı) eklenir. Emeğin yoğunluğunun artması sayesinde, kısalan işgününe rağmen her bir saatte harcanan işgücü miktarı artar. Marx’ın ifadesiyle, “On saatlik bir iş gününün yoğun saatleri şimdi on iki saatlik iş gününün daha az yoğun saatleri kadar ya da bunlardan daha fazla emek, yani harcanmış emek gücü içerir.” Böylece, birim zaman içinde kapitalistin işçiden sızdırabileceği artı-değer yükselmiş olur. “Emek nasıl yoğunlaştırılır?” diye sorar Marx ve öncelikle kısalan işgününün ilk etkisine dikkat çeker. Bu etki açık bir yasaya dayanır: emek gücünün etkinliği, harcandığı sürenin uzunluğu ile ters orantılıdır. Şöyle ki, iş saatleri belirli bir sınırın ötesine uzatıldığında yorgunluk ve dikkat kaybı nedeniyle işçinin verimi düşmektedir. İşte bu nedenle, işgünü kısaltıldığında, kapitalist, işgücünün harcanma süresinin kısalması dolayısıyla uğranılan kaybı işgücünün harcanma derecesindeki artışla telafi edecektir. Bu etki makinenin rolünün önemsiz olduğu manifaktürlerde Fabrika Yasasının uygulanmaya başlamasıyla birlikte çarpıcı biçimde görülmüştür. Fakat işçinin makinenin sürekli ve tek biçimli hareketine bağımlılığı nedeniyle zaten çoktan en sıkı disiplinin yaratılmış olduğu makineli sanayide aynı etkinin doğup doğmayacağı tartışılmıştır. Örneğin İngiltere’de 1844 yılında işgününün 12 saatin altına indirilmesi sorunu tartışılırken, fabrikatörler işgününün kısaltılmasından emek yoğunluğunu arttırıcı bir sonuç beklemenin abes olacağını hemen hemen oy birliğiyle ilan etmişlerdir. Marx bu iddianın deneylerle çürütüldüğünü vurgular. Nitekim bazı fabrikalarda deney yapılmış ve elde edilen sonuç olumlu olmuştur. 12 saat yerine 11 saatte aynı miktarda ürün aynı maliyetle elde edilmiştir; bu örnekte işçiler de, parça başına ücret aldıklarından, eskiden 12 saatte aldıkları kadar ücret almışlardır. Başka örneklerde ise, tümüyle işçilerin daha büyük bir tek biçimlilikle çalıştırılmaları ve zamandan tasarruf sağlanması sonucunda, 11 saat içinde eskiden 12 saatte üretildiğinden daha fazla ürün elde edilmiştir. İşçiler aynı ücreti alır ve bir saatlik serbest zaman kazanırken, kapitalist de aynı ürün kütlesini elde etmiş fakat üstüne bir de bir saatlik kömür, gaz vb. masrafından tasarruf etmiştir. Marx işgününün kısalması neticesinde ulaşılan bu sonuçla birlikte makinenin rolünü açıklar: “İlk önce emeğin harcanma yoğunluğunu artırmanın öznel koşulunu, yani işçinin belli bir zaman aralığında daha fazla güç harcama yeteneğini yaratan iş günü kısalması, yasaya dayanan bir zorunluluk haline gelir gelmez, makine, kapitalistin elinde, aynı zaman aralığında sistematik olarak daha fazla emek sızdırmaya yarayan nesnel bir araç haline gelir.” Bu, iki biçimde olmaktadır: bir yandan makinelerin hızındaki artışla, diğer yandan aynı işçinin kontrolündeki makinelerin sayısının artması veya işçinin iş alanının genişlemesiyle. “Makinenin yapımının gittikçe iyileştirilmesi, kısmen, işçiyi daha fazla baskı altına alabilmek için gereklidir, kısmen de emek yoğunluğunun artışına kendiliğinden eşlik eder, çünkü iş gününün sınırlandırılması kapitalisti üretim masraflarında en yüksek tasarrufu sağlayacak biçimde hareket etmeye zorlar.” Nitekim İngiltere’de 1844 yılında, Avam Kamarası’nda belgelere dayanan açıklamalar yapan bir Lord şöyle demiştir: “Fabrika süreçlerinde çalıştırılan kimselerin yapmakta oldukları iş, şimdi bu işlemlerin ilk ortaya çıktıkları zamana göre üç katına çıkmış bulunuyor. Makineler, hiç şüphesiz, duyu ve adaleleri ile çalışan milyonlarca insan tarafından yapılabilecek bir işi yapmış bulunmaktadır, ne var ki makine, korkunç hareketi ile hükmü altına aldığı insanların işini de hayret edilecek bir derecede artırmıştır.” On Saat Yasasının İngiliz pamuklu, yünlü, ipekli ve keten dokuma fabrikaları için yürürlüğe girdiği 1847 yılından sonra, makinelerin iyileştirilmeleri neticesinde varılan sonuç, dönemin mühendislerinin raporlarına yansıdığı üzere şöyledir: “Fabrika sistemi hızla gelişmekte, makinelere oranla çalıştırılan işçi sayısı azalmakta, harcanan güçte sağlanan tasarruf ve diğer yöntemler sayesinde buhar makinesi daha büyük bir makine ağırlığını işletmekte ve iş makinelerinde yapılan iyileştirmeler, fabrikasyon yöntemlerinde yapılan değişiklikler, makinelerin hızındaki artışlar ve diğer birçok şeyin sonucu olarak, daha büyük miktarlarda nihai ürün elde edilmektedir.” İşgününde yapılan kısaltma sermayede makinelerin iyileştirilmesi doğrultusunda dürtü yaratmış ve nihayetinde kısalan işgününe rağmen elde edilen ürün azalmamış, tersine artmıştır. Fakat bu arada, yeni çalışma koşullarının işçiler üzerindeki tahrip edici etkisi o kadar açıktır ki, dönemin fabrika müfetişleri, işgünündeki kısalmanın çoktandır işçinin sağlığını ve dolayısıyla da bizzat emek gücünün kendisini tahrip eden bir emek yoğunlaşmasına yol açtığını itiraftan geri duramamışlardır. Marx, işgününü uzatmak yasal açıdan tümüyle olanaksız hale geldiğinde, sermayenin bunu telafi etmek için işin yoğunluğunu sistematik bir biçimde arttırma ve makinelerde yapılan her iyileştirmeyi emek gücünü daha büyük ölçüde emebilmek için daha mükemmel bir araca dönüştürme eğilimine dikkat çeker. Bu nedenle, gelişimin çok geçmeden işgününde yeni bir kısaltmanın kaçınılmaz olacağı bir dönüm noktasına varmak zorunda kalacağı açıktır. Nitekim sekiz saatlik işgünü hareketi 1867 yılında Lancashire’da fabrika işçileri arasında başlamıştır. Fakat asıl çarpıcı olan şudur: Yıldırım hızıyla gelişen İngiliz sanayisinin, on saatlik işgününün geçerli olduğu dönemdeki gelişme hızı, on iki saatlik işgününün yürürlükte olduğu 1833-1847 dönemindeki gelişme hızını, eski dönemlerle karşılaştırılamayacak ölçüde geride bırakmıştır. Sermayenin egemenliği koşullarında makinelerin gelişmesinden işçi sınıfının payına düşen ise, hareketleri olağanüstü bir hız kazanmış olan makinelerin başında çalışabilmek için gereken yıpratıcı tempo nedeniyle solan yaşamlar, iş kazalarında yitirilen canlar ve ağır hastalıklardan ölümler olmuştur. O dönemin doktor raporlarında, hızlanan makinelerin akciğer hastalıklarından ileri gelen aşırı işçi ölümlerinin nedenlerinden biri olduğunun belirtilmesi gerçekliğin itiraflarından biridir.

31 Ocak 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /15

kapitali-okumak-c1.png

4. Fabrika

Modern fabrika sistemi makinelerin kapitalist biçimde kullanımına dayanır. Bu sistemde makineler, işgününü ölçüsüz bir biçimde genişleterek işçinin bütün ömrüne el koyan, muazzam biçimde artan ürünün gittikçe kısalan sürelerde elde edilmesine olanak tanıyan ve işgücünün gittikçe daha yoğun bir biçimde sömürülmesini sağlayan sistematik araçlardır. Fabrika sisteminde makinelerin egemen oluşu, manifaktürde işbölümünün üzerine kurulduğu teknik temeli ortadan kaldırır. “İş aleti ile birlikte işçinin bunu kullanırken gösterdiği hüner de makineye geçer. Aletin iş yapma yeteneği, beşeri emek gücünün kişisel sınırlarından kurtulur. Böylece, manifaktürdeki iş bölümünün üzerine kurulduğu teknik temel ortadan kalkar.” Manifaktürü, uzmanlaşmış işçiler arasındaki hiyerarşi karakterize eder. Otomatik fabrikada ise bu hiyerarşi son bulur ve makinelerin yardımcıları durumuna indirgenmiş işçilerin yapacağı işlerin eşitlenmesi veya aynı düzeye indirilmesi eğilimi hükmünü icra eder. Manifaktürde parça-işçiler arasında hünere göre üretilmiş (yapay) farklılıklar egemenken, fabrika sisteminde bunun yerini özellikle yaş ve cinsiyetten ileri gelen doğal farklılıklar alır. Otomatik fabrikada işbölümü, artık özel hünerlere göre yapılandırılmış gruplar oluşturmayan işçi kümelerinin fabrikanın her bir ayrı departmanında yan yana dizilmiş iş makinelerinin başında çalışmak üzere dağıtılmaları biçiminde olur. İşçiler arasında yalnızca basit el birliği söz konusudur. Eskiden manifaktürün niteliklerine göre yapılandırılmış işçi grupları, şimdi yerini, baş işçi ile birkaç yardımcısı arasındaki bağlantıya bırakmıştır. Şimdi işçiler arasındaki temel ayrım, fiilen iş makinelerinin başında çalışan işçilerle bu makine işçilerinin çırakları (neredeyse yalnızca çocuklar) arasındaki ayrımdır. “Bu ana sınıfların yanında işleri makinelerin tamamını kontrol etmek ve sürekli olarak bunları onarmak olan mühendisler, teknisyenler, marangozlar vb. gibi sayıca önemsiz bir personel yer alır.” Diğer işçilerin dışındaki bu küme, kısmen bilimsel eğitim görmüş kısmen zanaatçı olarak yetişmiş kimselerden oluşur ve Fabrika Yasasına göre kapsam dışı tutulur. Bu işbölümü tümüyle fabrika sistemindeki teknik bir işbölümüdür. “Makinelerin başında yapılan bütün işler, işçinin kendi hareketini bir otomatın tek biçimli ve sürekli hareketine uydurmayı öğrenmesi için çırak olarak erken yaşlarda işe başlamasını gerektirir. Makine sistemi bir bütün olarak aynı anda ve uyum içinde işleyen çok sayıda makinenin birleşmesiyle oluşan bir sistem olduğu ölçüde, buna dayanan iş birliği de çeşitli işçi gruplarının farklı makineler arasında dağılmalarını gerektirir. Ama ne var ki, makineli üretim, manifaktürde olduğu gibi aynı işçiyi sürekli olarak aynı işleve bağlama yoluyla bu dağılımın sabitlenmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır.” Fabrikanın bütün olarak hareketi işçiden değil makineden başlar. Bu nedenle personelin emek sürecinde bir kesinti olmadan, her zaman değiştirilmesi mümkündür. Ayrıca, makine başında yapılan işin küçük yaşlardan itibaren öğrenilmesi nedeniyle, sırf makine işçileri olmak üzere özel bir sınıf işçi yetiştirme zorunluluğu da ortadan kalkar. “Çırakların yaptıkları işlere gelince, fabrikada bunların yerini kısmen makineler alabilir, kısmen de, pek basit işler oldukları için, bu zahmeti yüklenmiş kişileri hızla ve sürekli olarak değiştirmek mümkündür.” Manifaktürdeki işbölümü sistemi teknik bakımdan makine tarafından bir yana itilmiştir. Fakat bir süre sonra işgücünü sömürme aracı olarak sermaye tarafından daha iğrenç şekilde biçimlendirilip yerleştirilir ve manifaktürden arta kalan bir gelenek olarak fabrikaya da taşınır. “Aynı parça-aleti ömür boyu kullanma uzmanlığı, aynı parça-makineye ömür boyu hizmet etme uzmanlığı haline gelir. İşçinin kendisini küçük yaşından itibaren bir parça-makinenin parçasına dönüştürmek için makine kötüye kullanılır. Böylece, yalnızca işçinin kendisinin yeniden üretimi için gerekli masraflar önemli miktarda azaltılmış olmaz, aynı zamanda işçinin fabrikanın bütününe, yani kapitaliste, çaresiz bir biçimde tam olarak bağımlı hale gelmesi de sağlanır.” Manifaktürle fabrika sistemi arasındaki fark şudur: “Manifaktürde ve zanaatçılıkta işçi aletten yararlanır, fabrikada ise işçi makineye hizmet eder. İlk ikisinde emek aracının hareketi işçiden başlar; sonuncuda ise, işçi emek aracının hareketini izlemek zorundadır. Manifaktürde işçiler canlı bir mekanizmanın organlarını oluşturur. Fabrikada işçilerden bağımsız bir cansız mekanizma vardır ve işçiler buna canlı eklentiler olarak katılır.” Engels’in belirttiği gibi, tekrar ve tekrar, durmadan aynı mekanik işi yapmanın doğurduğu sonu gelmez acının kahır yüklü tekdüzeliği Sisyphus’un işine benzer. Çünkü sırtlanılan iş yükü, Sisyphus adlı efsanedeki gibi, bitip tükenmiş haldeki işçinin durmadan gerisin geriye üzerine yuvarlanan kayayı andırmaktadır. Nitekim o dönemde çeşitli vesilelerle dile getirildiği üzere, uzun saatler boyunca bir mekanizmanın aynı hareketini gözleme işi zihne de bedene de zarar verir. “Makine işi, sinir sistemini en ölçüsüz bir biçimde zorlarken, aynı zamanda adalelerin farklı şekillerde hareket etmelerini olanaksızlaştırır ve beden ile aklın her tür özgürce etkinliğini ortadan kaldırır.” O nedenle, makine sayesinde işin hafiflemesi bile işçi açısından bir tür işkence haline gelir. Fabrika sisteminde işçi emek aracını değil, tersine, emek aracı işçiyi kullanır. Bu durum her türlü kapitalist üretim için ortak bir niteliktir, çünkü bu üretim tarzı yalnızca bir emek süreci olmayıp, aynı zamanda sermayenin değerlenmesi sürecidir. Fakat emek aracının işçiyi kullanması ilk kez makineyle teknik bakımdan somut bir gerçeklik kazanır. “Emek aracı bir otomat haline gelerek, emek sürecinde işçinin karşısına sermaye olarak, canlı emeğe hükmeden ve onu yutan ölü emek olarak çıkar.” Üretim sürecinin zihinsel güçlerinin el emeğinden ayrılması ve bunların sermayenin emek üzerindeki güçleri haline gelmesi, makinelerin oluşturduğu temel üzerinde kurulan büyük sanayide tamamlanır. Yaptığı iş içeriksizleşmiş olan bireysel makine işçisinin özel hüneri, makine sistemine eklemlenen ve bu sistemle birlikte “patron”un kudretini meydana getiren bilim, muazzam doğa güçleri ve yığınsal toplumsal çalışma karşısında küçücük bir yan unsur halinde kaybolur. “İşçinin teknik bakımdan emek aracının tekdüze işleyişine tabi oluşu ve her iki cinsiyetten ve çeşitli yaşlarda işçilerden meydana gelen işçi organizmasının kendine özgü bileşimi, bir kışla disiplini yaratır; bu disiplin, eksiksiz fabrika rejimine dönüşür.” Bu kışla disiplini, manifaktürde el işçileri ile iş gözcüleri arasındaki bölünmeyi, sıradan sanayi erleri ile sanayi astsubayları arasındaki bölünme düzeyine ulaştırır. Marx, “Sermayenin, başka alanlarda burjuvaların pek sevdiği güçler ayrılığı ilkesini ve bundan da fazla sevdikleri temsilî sistemi hiç işe karıştırmadan, özel bir yasa olarak ve kendi keyfine göre formüle ettiği ve çalıştırdığı işçiler üzerindeki otokrasisini kuran fabrika yönetmeliği” diye vurgular. Bu fabrika yönetmeliği, “büyük boyutlu el birliğinin ve emek araçlarının, özellikle makinelerin, ortak kullanımının emek sürecinde gerekli kıldığı toplumsal düzenlemenin kapitalistçe bir karikatüründen başka bir şey değildir.” Marx, “köle güdücülerinin kırbaçlarının yerini gözcülerin ceza kitabı aldı” diye devam eder. Bütün cezalar, doğal olarak sonunda para cezaları ve ücret kesintileri biçimini almaktadır. Fakat fabrika yönetmeliği yasa koyuculuktaki ince zekâsı ile cezaları öyle düzenlemektedir ki, sonuçta sermaye için yasaların ihlal edilmesi, bunlara uygun hareket edilmesinden daha da kârlı olmaktadır. Engels, İngiltere’de emekçi sınıfların durumunu tasvir eden yazılarında fabrika sistemini çarpıcı biçimde dile getirmiştir: “Burjuvazinin proletaryayı içine soktuğu kölelik durumu hiçbir yerde fabrika sisteminde olduğu kadar gün ışığına çıkmaz. Burada bütün özgürlükler hukuken de fiilen de son bulur. İşçi sabahleyin saat 5 buçukta fabrikada olmak zorundadır; birkaç dakika geç kalsa, cezalandırılır, 10 dakika geç gelse, kahvaltı sona erinceye kadar içeriye alınmaz ve günlük ücretinin dörtte birini kaybeder. İşçi emre göre yemek, içmek ve uyumak zorundadır. ... Despot çan, onu yatağından çağırır, kahvaltıdan ve öğle yemeğinden çağırır. Peki, fabrikanın içinde işler nasıl gider? Burada fabrikatör, mutlak yasa koyucudur. Fabrika kurallarını keyfinin istediği gibi saptar; dilediği zaman bunları değiştirir ve kendi yönetmeliğine eklemelerde bulunur; saçmalığını son haddine vardırdığı zaman da mahkemeler işçiye şöyle der: siz bu sözleşmeyi kendi iradenizle yaptığınıza göre, şimdi ona uymak zorundasınız. ... Bu işçiler dokuz yaşından itibaren ölünceye kadar bu ruhsal ve bedensel işkence altında yaşamaya mahkûmdur.” Marx’ın işaret ettiği üzere, fabrika işinde işçilerin bütün duyu organları, yapay olarak yükseltilmiş sıcaklık, hammadde atıklarıyla yüklü hava, sağır edici gürültü vb. yüzünden aynı derecede zarar görür. Çok dar aralıklarla yan yana dizilmiş makinelerin arasında yüz yüze kalınan ölüm ve yaralanma tehlikesininin sonuçları ise, “sınaî savaş alanının ölü ve yaralı listelerinde” görülmektedir. Marx’ın dipnotta fabrika müfettişlerinin raporlarından aktardığı satırlar, günümüzde de işçi sınıfının yaşamını tehdit eden gerçekliği yansıtmaktadır: “Evet, tehlikeli makinelere karşı korunmayı sağlamak için çıkarılmış olan yasalar olumlu etkiler yaratmıştır. Fakat daha sonra daha önce mevcut olmayan yeni felaket kaynakları ortaya çıkmıştır; bunların en önemlisi, makinelerin yükselmiş olan hızlarıdır. Kazaların çok büyük bir kısmı işçilerin işlerini çabuk bitirme telaşından ileri gelir. Makineleri aralıksız olarak hareket halinde tutmanın, yani iplik ve kumaş üretmenin, fabrikatörler için son derece önemli bir şey olduğunu hatırlamak gerekir. Her bir dakikalık durma, sadece hareket gücünden bir kayıp değil, üretim bakımından da bir kayıptır. Bundan ötürü, bütün derdi elde edilecek ürün miktarı olan iş gözcüsü, işçileri, makineleri hareket halinde tutmaya zorlar; ağırlık ya da parça hesabına göre ücret alan işçiler için makinelerin hareket halinde tutulmaları daha az önemli bir şey değildir.” Ve “fabrikaların çoğunda, makinelerin hareket halinde iken temizlenmelerinin resmen yasak olmasına rağmen, bu, genel bir uygulamadır.” Toplumsal üretim araçlarında ilk defa fabrika sisteminde gösterilen özen sayesinde sağlanmış olan tasarruf, sermayenin elinde aynı zamanda sistematik bir soygunculuk haline gelmiştir. “İşçiye çalışırken gerekli olan hayat koşulları üzerinde, yani mekân, hava, ışık ve işçiyi emek sürecinin tehlikelerine veya sağlığa zarar veren etkilerine karşı alınması gereken koruyucu tedbirler üzerinde yapılan bir soygundur bu.” Marx, “Fourier fabrikalar için «koşulları hafifletilmiş çalışma kampları» derken haksız mıydı” diye sorarak, fabrika sisteminin gerçek yüzüne dikkat çekmiştir.

5. İşçi ile Makine Arasındaki Mücadele

Kapitalistle ücretli işçi arasındaki mücadele sermaye ilişkisinin kendisiyle başlar. Bütün manifaktür dönemi boyunca olanca şiddetiyle devam eder. Ama işçi, sermayenin maddi varlık biçimi olan emek aracının kendisiyle mücadele etmeye, makinenin ortaya çıkışından sonra başlamıştır. İşçi, bu özel üretim aracı biçimine karşı, bu biçim kapitalist üretim tarzının maddi temeli olduğu için başkaldırmıştır. 17. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün Avrupa’da, kurdele ve şerit dokumakta kullanılan bir makine olan kurdele tezgâhına karşı işçi ayaklanmaları olmuştur. 17. yüzyılın ilk üçte birinin sonunda, bir Hollandalının Londra yakınlarında kurduğu rüzgârla işleyen bir bıçkıhane, halkın taşkınlıklarına maruz kalmış ve yıkılmıştır. Everett adlı mucit 1758 yılında su gücü ile işletilen ilk yün kırpma makinesini yaptığı zaman, makine, işlerinden olan 100.000 kişi tarafından ateşe verilmiştir. İngiltere’nin manifaktür bölgelerinde 19. yüzyılın ilk 15 yılında görülen ve özellikle buharla işleyen dokuma tezgâhlarının kullanılmaya başlamasının neden olduğu Luddite hareketi (kitlesel makine yıkıcılığı), dönemin egemenlerine en gerici baskı önlemleri için bahane sunmuştur. Marx, “İşçinin makine ile bunun kapitalistçe kullanımı arasındaki farkı görmesi ve dolayısıyla saldırılarını maddi üretim araçlarının kendilerine değil, bunların toplumsal sömürü aracı olarak kullanılmalarına yöneltmeyi öğrenmesi, zaman ve deneyim gerektirdi” diye vurgular. Marx’ın işaret ettiği üzere, manifaktürde ücret için yapılan mücadeleler asla manifaktürün varlığına yöneltilmemişti. Manifaktürlerin kuruluşlarına karşı mücadeleler olmuşsa da, bu, ücretli işçilerin değil genelinde lonca ustalarının ve ayrıcalıklı kentlerin işi olmuştu. Bundan dolayı, manifaktür dönemi yazarları, işbölümünü, ağırlıklı olarak işçiyi işinden etmeyen bir araç olarak ele almışlardı. Oysa buharla işleyen dokuma makineleri İngiltere’de 800.000 dokuma işçisini kapı dışarı etmişti. Manifaktür dönemi boyunca işler parçalanmış olsa da, el işçiliği yine de manifaktür döneminde üretim sürecinde temeli oluşturmaya devam etti. Marx’ın, İngiltere’de manifaktür dönemine geçişte meydana gelen değişimi dile getirdiği satırlar önemlidir. “Yeni sömürge pazarları, Orta Çağdan devralınan görece az sayıdaki şehirli işçilerle sağlanacak üretimle doyurulamazdı ve asıl manifaktür, aynı zamanda, feodalitenin çözülmesiyle topraktan sürülmüş bulunan köylülere yeni üretim alanları açmıştı. Demek ki o zamanlar, iş yerlerindeki iş bölümünün ve el birliğinin olumlu yönü, çalıştırılan işçilerin daha üretken olmalarını sağlayan tarafı ağır basıyordu. Gerçi, iş birliği ve emek araçlarının az sayıda elde toplanması, bu yöntemlerin tarımda uygulandığı birçok ülkede, büyük sanayi döneminden çok önce, üretim tarzında ve dolayısıyla kır halkının yaşam koşullarında ve istihdam araçlarında, büyük, ani ve şiddetli devrimlere yol açmıştı. Ama bu mücadele, başlangıçta, sermaye ile ücretli işçi arasında olmaktan çok, büyük ve küçük toprak sahipleri arasında olur; diğer yandan, işçilerin emek araçları, koyunlar, beygirler vb. tarafından işlerinden ve yerlerinden sürülüp atılmaları ölçüsünde, buradaki zora dayanan dolaysız hareketler, ilk aşamada, sanayi devriminin ön koşulunu oluşturur. İlk olarak işçiler topraklardan sürülüp çıkarılır ve sonra koyunlar gelir. İngiltere’deki biçimiyle büyük çaplı toprak gaspı, büyük boyutlu tarım için gerekli alanın yaratılmasında ilk adım olur. Bundan dolayı, tarımda meydana gelen bu köklü dönüşüm, ilk başladığı zamanlar, daha çok bir politik devrim görünüşünde olur.” Engels, Kapital’in dördüncü Almanca basımına eklediği notta, bu durumun Almanya için de geçerli olduğunu belirtir. Almanya’da “bu ancak tarımın büyük boyutlar içinde yapıldığı yerlerde, yani özellikle doğuda, 16. yüzyıldan itibaren, fakat özellikle de 1648’den bu yana, köylülerin «büyük malikaneler»den uzaklaştırılması ile mümkün olabilmiştir” der. Makinelerin üretim sürecine girişiyle yeni bir dönem başlamıştır. İşçilerin yeni makineler karşısındaki direnişlerinin yarattığı korku nedeniyle, icat edilen dokuma makineleri yasaklanmış, yetkililerin emriyle yakılmış ve hatta bazı örneklerde mucitler boğdurulmuştur. Marx, “Emek aracı makine biçimini alır almaz, işçinin kendisinin rakibi olur” der. Sermayenin makine aracılığıyla kendini değerlendirmesi ile varlık koşullarını yok ettiği işçilerin sayısı doğru orantılıdır. Bütün kapitalist üretim sistemi işçinin emek gücünü meta olarak satmasına dayanır ve makineler nedeniyle işini kaybeden işçiler “dolaşımdan çekilmiş kâğıt para gibi” işgüçlerini satamaz hale gelirler. Makineli üretim böylece, işçi sınıfı içinde bir “fazla nüfus” yaratmıştır. Makinenin, sermayenin kendini değerlendirmesi için hemen gerekli olmayan fazla nüfusa dönüştürdüğü işçi sınıfının bu kısmı, bir bölümüyle eski zanaat ve manifaktür işletmelerinin makineli işletmelere karşı eşitsiz koşullarda yürüttükleri mücadele içinde yok olup gider. Diğer bir bölümü ise, kolay girilebilen sanayi kollarına akarak emek piyasasını doldurur ve dolayısıyla da emek gücünün fiyatını onun değerinin altına düşürür. “Makine, bir üretim alanını yavaş yavaş ele geçirdiği zaman, onunla rekabet halindeki işçi katmanlarında kronik bir sefalet yaratır. Geçiş hızlı olduğunda, makinenin etkisi kitlesel ve anidir. Dünya tarihi, İngiliz el dokuma işçilerinin yavaş yavaş, on yıllarca devam eden, sonunda 1838 yılında tescil edilen yok olma sürecinden daha korkunç bir dram sunmaz. Bunların pek çoğu açlıktan ölmüş, pek çoğu da aileleriyle birlikte uzun bir süre boyunca günde 2½ peniyle hayatta kalmaya çalışmıştı.” Marx bu örneğin yanı sıra, İngiliz pamuk makinelerinin Doğu Hindistan’daki ani etkisine de dikkat çeker. Buranın genel valisi 1834 yılında şunları bildirmiştir: “Buradakine benzer bir sefalete ticaret tarihinde hemen hemen rastlanamaz. Hindistan ovaları, pamuklu dokumacılarının kemikleriyle bembeyaz oldu.” Açıktır ki, “genel olarak kapitalist üretim tarzının, işçinin karşısındaki emek araçlarına ve emek ürününe verdiği bağımsız ve yabancılaşmış biçim, makine ile birlikte tam bir karşıtlık halini” almıştır. Bu nedenle de, ilk kez makine ile birlikte, işçinin emek aracına karşı şiddetle başkaldırdığı görülmüştür. “Emek aracı işçiyi yere serer. İkisi arasındaki bu doğrudan karşıtlık, kuşkusuz, en somut biçimde, kullanıma yeni sokulan makinelerin eskiden kalma zanaatlar ya da manifaktürlerle rekabet ettiği zamanlarda görülür. Ama büyük sanayide de makinelerde yapılan sürekli iyileştirmeler ve otomatik sistemin geliştirilmesi buna benzer bir etki yapar.” İngiltere örneği, birikmiş pratik deneyimlerin, el altında bulunan mekanik araçların ve tekniğin sürekli ilerlemesinin sonucu olarak makine sisteminin ne kadar olağanüstü bir esneklik kazandığını ve işgünündeki kısalmanın baskısı altında bu sistemin dev adımlarıyla ilerlediğini göstermiştir. “Ne var ki, Amerikan İç Savaşı’nın dürtüsü ile birbirini izleyen üç yıl içinde makinelerde bu derece hızlı iyileştirmelerin olacağını ve bu gelişmeye uygun olarak el işçilerine aynı ölçüde yol verileceğini, İngiliz pamuklu sanayisinin en parlak yılı olan 1860’da kim düşünebilirdi?” diye sorar Marx. İngiltere’de pamuk bunalımının işçiler için yarattığı “geçici” sefalet, makinelerdeki hızlı ve kalıcı gelişmelerle artmış ve yerleşiklik kazanmıştır. Marx, makinenin ücretli işçinin karşısına yalnızca onu hep yenen ve “fazlalık”haline getiren aşırı güçlü bir rakip olarak çıkmakla kalmadığını belirtir. Sermaye, makineyi aynı zamanda işçi düşmanı bir güç ilan eder ve bundan kendi çıkarı yönünden yararlanır. Çünkü işçilerin sermayenin otokrasisine karşı belirli aralıklarla giriştikleri ayaklanma, grev vb. hareketlerini ezmekte, makine sermayenin en güçlü savaş aracı olur. 1830’dan sonra, yalnızca işçi ayaklanmalarına karşı sermayenin savaş aracı olarak kullanılmak amacıyla yapılmış makine icatları üzerine koca bir tarih yazmanın mümkün olduğunu vurgular Marx.

6. Makinelerin İşsiz Bıraktığı İşçilerle İlgili Telafi Teorisi

Sermayenin özürcüsü iktisatçılar, zaman içinde çeşitli akla ziyan teoriler ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda Marx’ın verdiği bir örnek çarpıcıdır. “Ricardo hariç bir dizi burjuva iktisatçısı, işçileri işlerinden eden bütün makinelerin aynı zamanda ve zorunlu olarak, işsiz kalan aynı işçileri çalıştırmaya yetecek miktarda bir sermayeyi de serbest bıraktığını ileri sürmüştür.” Marx bu iddiaları çeşitli varsayımlarla ilerlettiği bir irdelemeyle çürütür. Örneğin makinelerle işinden edilen işçilere ödenen ücret tutarındaki değişen sermayenin yerini, yeni makinelere ödenen değişmeyen sermaye alabilir ve bu durumda ne sermayenin serbest kalması ne de yeni işçi istihdam edilmesi söz konusu olabilir. Tersine genelde makinelerde meydana gelen her iyileşmeyle birlikte, bunların çalıştırdığı işçilerin sayısı azalır. Bir başka varsayım olarak, diyelim yeni makinelerin yapımı işinde daha fazla sayıda tekniker çalıştırılmaya başlansa, bu durumda yeni makinelerin işsiz bıraktığından daha az işçiye iş sağlanabilir. Marx bu varsayımlarla iddiaların bir kısmını çürüttükten sonra, aslında söz konusu özürcülerin bir miktar sermayenin serbest kalmasıyla, “serbest” (işsiz) bırakılan işçilerin geçim araçlarını kastettiklerini belirtir. Fakat unutulmasın ki, söz konusu geçim araçları metadır ve bu metalar için alıcı olanlar işten atılan işçilerdir. O halde netice bellidir. Makinelerin bir kısım işçiyi işinden ederek “serbest bırakması”nın anlamı, o işçileri alıcı olmaktan çıkartıp alıcı olmayan kişiler haline sokmasıdır. Bu yüzden bu metalar için talep azalır ve “talepteki bu azalma bir başka taraftaki talep artışıyla telafi edilmezse, bu durumda metaların piyasa fiyatı düşer. Bu, uzun bir süre devam eder ve daha büyük ölçekte gerçekleşirse, bu metaların üretimi için çalıştırılan işçilerin bir kısmına yol verilmesi sonucunu doğurur.” Kısacası Marx’ın vurguladığı üzere, sermaye özürcüsü iktisatçıların iddiaları palavradır ve gerçek durum makinenin “sadece kullanılmaya başladığı üretim kolunda değil, henüz kullanılmadığı üretim kollarında da işçilerin işten atılmasına neden olduğunu kanıtlar.” Marx burada, Kapital’in başka bir bölümünde ele aldığı önemli bir hususu hatırlatır. “Makinenin bize burada işçi sınıfı için bir telafiymiş gibi gösterilen bu etkisi, tam tersine, işçinin karşısına en korkunç bir kırbaç olarak çıkar.” Bir sanayi kolundan atılan işçiler, bir başka sanayi kolunda iş bulsalar bile, “işçilerin hayal edebilecekleri şeyler o kadar sınırlıdır ki!” Çünkü “İş bölümünün güdükleştirmiş olduğu bu zavallıcıklar, kendi eski işlerinin dışında o kadar düşük değerlidir ki, ancak, aşağı türden ve dolayısıyla her zaman işçi ile dolup taşan ve emeğe değerinin altında ücret ödenen birkaç iş koluna girebilirler.” Belli bir sanayi kolunda o zamana kadar çalıştırılmakta olan bir kısım işçiye makine kullanılması yüzünden yol verilir verilmez, yedek durumundaki işçilerin dağılımında da değişiklik meydana gelir. Bunların bir kısmı diğer iş kolları tarafından soğurulur ama bu sırada ilk kurbanların büyük bir kısmı yeni bir iş bulacakları geçiş dönemi boyunca sefil ve perişan olurlar. Marx’ın dikkat çektiği diğer bir önemli husus ise şudur: “İşçilerle geçim araçları arasındaki bağın kopuşundan aslında makinelerin sorumlu olmadığı, hiç şüphe götürmeyen bir olgudur. Makineler, kullanılmaya başladıkları kolda ürünü ucuzlatır ve artırır.” Netice olarak, işten atılmış işçiler için toplumun sahip bulunduğu geçim araçları miktarı daha fazla olur. Evet, ortada fazlalaşan bir şey vardır ama makinenin işsiz bıraktığı işçiler tarafından satın alınamayan (“serbest kalan”) bir fazlalıktır bu. İşte sermayenin özürcüsü iktisatçılar akla ziyan iddialarını bu gibi geçersiz noktalara dayandırmaktadırlar. Fakat unutulmasın, ortaya çıkan çelişki ve karşıtlıklar makinenin kendisinden değil, onun kapitalist tarzda kullanımından kaynaklanmaktadır. Kısacası, makinenin “aslında çalışma süresini kısalttığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında iş gününü uzattığı; aslında işi kolaylaştırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında emeğin yoğunluğunu artırdığı; aslında insanın doğa güçleri üzerindeki zaferi demek olduğu halde, kapitalist tarzda kullanıldığında insanı doğa güçlerinin boyunduruğuna soktuğu; aslında üreticilerin zenginliğini artırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında bunları sefilleştirdiği” açıktır. Burjuva iktisatçısı ise, makine kullanımının etkilerine ilişkin bütün bu somut çelişkilerin yalnızca o anki bir görünümden ibaret olduğunu ve aslında teoride mevcut olmadıklarını iddia eder. Böylece, başını daha fazla ağrıtmaktan kurtulur ve makinenin kapitalist tarzda kullanımına karşı değil de makinenin kendisine karşı savaşmak gibi bir aptallığın günahını da hasmının sırtına yükler. Dolayısıyla burjuva iktisatçısına göre, her kim ki makinenin kapitalist tarzda kullanımının gerçek yüzünü ortaya koyuyorsa, bunların kullanılmasını hiç istemiyordur ve toplumsal ilerlemenin düşmanıdır! Marx, burjuva iktisatçıların bu akıl yürütmesini İngiltere’deki meşhur cani Bill Sikes’ın mahkemedeki ifadesinden aktararak hicveder: “Jürinin sayın üyeleri, bu gezgin tacirlerin boyunları, şüphesiz, kesilmiş bulunuyor. Ama bu benim suçum değil, bıçağın suçudur. Bu tür geçici münasebetsizlikler oluyor diye bıçak kullanımına son mu verelim? Düşününüz bir kere! Bıçak olmasaydı tarım ve zanaatlar bugün nerede olurdu? Bıçak, anatomide öğretildiği üzere cerrahide de yararlı bir araç değil midir? Ayrıca, neşeli sofraların gönüllü yardımcısı değil midir? Bıçağı ortadan kaldırırsanız, bizi gerisin geriye barbarlığın en derin uçurumlarına yuvarlarsınız.” İşin gerçeğinde, makine kullanılmaya başladığı iş kollarında işçilere zorunlu olarak yol vermekte ama başka iş kollarında belirli bir istihdam artışına yol açabilmektedir. Ama Marx’ın vurguladığı gibi, “bu etkinin telafi teorisi denilen teori ile hiçbir ilişkisi yoktur”. Bir sanayi kolunda makineli üretimin yayılmasıyla birlikte, ilk olarak, bu sanayi koluna üretim araçlarını sağlayan diğer sanayi kollarının üretimi artmaktadır. “Çalıştırılan işçi kitlesinin bu yolla ne kadar büyüyeceği, iş gününün uzunluğu ve emeğin yoğunluğu veri ise, kullanılmakta olan sermayenin bileşimine, yani sermayenin değişmez ve değişir unsurlarının oranına bağlıdır. Bu oran, sözü edilen iş kollarına makinenin ne ölçüde girmiş veya girmekte olduğuna bağlı olarak büyük değişiklikler gösterir.” Ayrıca, makinelerle birlikte “makine yapımcısı” diye adlandırılan yeni bir işçi tipi ortaya çıkmıştır. Makineli üretim, bizzat makine üretiminin kendisini gittikçe büyüyen bir ölçüde hükmü altına almıştır. Marx’ın incelemesine konu olan dönemlerde, hammadde üretimindeki gelişmeler de çok önemli sonuçlara yol açmıştır. “Örneğin, pamuk ipliği üretimindeki çok hızlı ilerlemenin, Amerika Birleşik Devletleri’nde pamuk üretiminde çok büyük bir gelişmeye yol açtığına ve bu gelişme ile birlikte kaynağı Afrika olan köle ticaretini sadece muazzam bir biçimde artırmakla kalmayıp aynı zamanda zenci üretimini, sınır köle eyaletleri diye bilinen eyaletlerin başlıca işi haline getirdiğine hiç şüphe yoktur. 1790 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk köle sayımı yapıldığı zaman, kölelerin sayısı 697.000’di; buna karşılık 1861 yılında bu sayı yaklaşık dört milyonu bulmuştu.” Keza, İngiltere’de mekanik yünlü dokuma üretiminin büyümesi neticesinde tarım toprakları giderek koyun yetiştirilen meralar haline dönüştürülmüş ve bu durum tarım işçilerinin yığınlar halinde topraktan kovulmalarına ve “fazlalık” durumuna getirilmelerine yol açmıştır. Bir emek nesnesinin son biçimini alıncaya kadar geçtiği ön ve ara aşamalarda makine kullanılmaya başlandığı zaman ise, makineyle üretilen ürün ne ise onun gerektirdiği iş malzemesine ve bu malzemeyi henüz manifaktür tarzıyla üreten emeğe duyulan talep de artar. Örneğin İngiltere’de Jenny, Throstle ve Mule gibi makinelerin yünlü dokuma sanayisine çekmiş olduğu 800.000 dokuma işçisi en sonunda buharla işleyen dokuma tezgâhının darbesini yiyinceye kadar, bu alana insan akımı devam etmiştir. Makineleşmeyle birlikte toplumsal üretim kolları çeşit ve sayıca artar. “Makineli işletme, girdiği iş kollarının üretici gücünü o zamana kadar görülenlerden çok daha yüksek düzeylere çıkardığı için, toplumsal iş bölümünü manifaktüre göre çok daha ileri noktalara taşır.” Marx’ın vurguladığı üzere, makinelerin doğurduğu diğer bir sonuç da, artı-değeri ve bunu temsil eden ürün kütlesini, haliyle kapitalistler sınıfının tükettiği şeyleri arttırmak ve bu toplum katmanlarını büyütmektir. Bu kimselerin artan zenginliği yeni lüks ihtiyaçlarla birlikte bunların karşılanmalarını sağlayacak yeni araçları da doğurur. Böylece toplumsal ürünün daha büyük bir kısmı artı-ürüne dönüşür ve lüks şeylerin üretimi de artar. “Ürünlerin incelmesi ve çeşitlenmesi, büyük sanayinin dünya piyasasında yarattığı yeni ilişkilerden de ileri gelir. Yerli ürünler karşılığında sadece daha fazla yabancı lüks mallar alınmakla kalmaz, yerli sanayide üretim aracı olarak kullanılmak üzere daha fazla miktarda yabancı ham madde, yarı işlenmiş madde ve diğer çeşitli maddeler alınır. Dünya piyasası ile olan bu ilişkilerin artmasıyla birlikte ulaştırma sanayisinde emek talebi yükselir ve bu sanayinin kendisi sayısız yeni kollara bölünür.” “Çalıştırılan işçi sayısında göreli bir azalma olurken üretim ve geçim araçlarının artması, kanallar, doklar, tüneller, köprüler vb. gibi, meyveleri daha ileriki bir zamanda alınacak olan ürünlerin üreticisi olan sanayi dallarındaki işlerin büyümesine yol açar. Ya doğrudan doğruya makinelerin meydana getirdiği temel üzerinde ya da genel sınaî değişmenin gerekli kıldığı bir sonuç olarak, yepyeni üretim kolları ve dolayısıyla yeni iş alanları oluşur. Bununla beraber, bunların toplam üretim içinde işgal etmekte oldukları yer, en gelişmiş ülkelerde bile önemli olmaktan uzaktır.” Büyük sanayinin kollarını meydana getiren alanlardaki olağanüstü üretkenlik artışı, diğer bütün üretim alanlarında da işgücünün hem yoğunluk hem genişlik itibarıyla daha fazla sömürülmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Bu durum, işçi sınıfının gittikçe büyüyen bir kısmının üretken olmayan işlerde kullanılmasına ve böylece, özellikle de eskiden ev işlerini yapan kölelerin (erkek ve kadın hizmetçiler, uşaklar vb.) “hizmetçiler sınıfı” adı altında sürekli olarak büyüyen bir ölçekte yeniden üretimine olanak vermiştir. Kapitalist gelişme hizmetçilerin sayısını arttırırken, Londra’da küçük-burjuva hanımlara hizmet eden ve halk dilinde “little slaves” denilen genç kızlardan oluşan “küçük köleler” ortaya çıkmıştır. Bunların, dönemin öykü ve romanlarına esin kaynağı oluşturduğunu da unutmamak gerekir.

2 Mart 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /16

kapitali-okumak-c1.png

7. Makineye Dayanan Fabrika Sisteminin Gelişmesiyle İşçilerin İtilmesi ve Çekilmesi.

(Pamuklu Sanayiinin Bunalımları) Kullanıma yeni sokulan makinelerin, rekabet içine girdikleri eskiden kalma zanaatlardaki ve manifaktürlerdeki işçiler üzerinde veba gibi bir etki yarattığı açıktır. Marx, ekonomi politiğin aklı başında bütün temsilcilerinin bu gerçeği itiraf ettiğini belirtir. Bu tür iktisatçıların hemen hepsi, fabrika işçisinin içine girdiği kölelik durumundan yakınmıştır. Fakat bu timsah gözyaşlarının arkasına sığınan burjuva iktisatçıların asıl derdi, kapitalizmi savunacak özürler yaratmaktır. Bu bağlamda en somut örneklerden biri, ilk başlangıç ve gelişme döneminin dehşeti yatıştıktan sonra, makinelerin uzun dönemde çalıştırılan işçilerin sayısını arttıracağı iddiasıdır. Oysa İngiliz yünlü ve ipekli dokuma fabrikalarında yaşananların örneklediği gibi, makineli sistemin belli bir gelişme aşamasında, çalıştırılan işçi sayısında sadece göreli bir azalma değil mutlak bir azalma gerçekleşmiştir. Dönemin gelişmelerini gözler önüne seren Marx, pamuklu sanayii gibi bazı örneklerde makinenin devreye girmesiyle başlangıçta bu alandaki fabrika işçilerinin sayılarında bir artış görünse de, bu artışın toplamda yalnızca geçici bir görüntü olduğunu belirtir. Çünkü genelde makineli üretime geçemeyen üretim kollarındaki işçilerin büyük çoğunluğu işini kaybederken, ancak bir kısım işçi bu yeni fabrikalara kaydırılmıştır. Marx, makineli üretimin başarı şansı hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Makineli üretim bir sanayi kolunda eskiden kalma zanaatlar veya manifaktür aleyhine gelişip yayıldığı sürece, makineli üretimin başarıya ulaşacağı, ateşli silâhlarla donatılmış bir ordunun, silâhları ok ve yaydan ibaret olan bir ordu karşısında başarıya ulaşacak oluşu kadar kesindir.” Makinenin faaliyet göstereceği bir alanı ilk kez ele geçirdiği dönem, henüz makineleşmeye geçmemiş alanlara oranla olağanüstü kârlar elde edilmesine fırsat verir. Ve bu yüzden bu dönem can alıcı bir önem taşır. Bu kârlar bir yandan hızlandırılmış bir sermaye birikiminin kaynağını oluşturur; diğer yandan durmadan birikmekte olan ve yeni yatırım alanları arayan ek toplumsal sermayenin büyük bir kısmını elverişli üretim alanlarına çeker. Bu ilk atılım döneminin özel avantajları, makinenin yeni girdiği her üretim kolunda kendisini gösterir. Ne var ki makineli üretim belli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle de makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz, büyük sanayinin gerekli kıldığı genel üretim koşulları yaratılmış olur. Böylece, makineli üretim biçimi “ham madde ve sürüm pazarları temininden başka hiçbir engelle karşılaşmayan esneklik, ani ve sıçramalı bir yayılma yeteneği kazanır”. Makine, bir yandan diyelim çırçır makinesinin pamuk üretimini arttırmasında olduğu gibi, doğrudan doğruya hammaddeleri çoğaltıcı bir etki yapar. Diğer yandan ise, makine ile elde edilen ürünlerin ucuzluğu ve köklü değişmeler neticesinde ulaştırma ve haberleşme sistemi geliştirilir ve bu geliştirilmiş sistem yabancı piyasaların ele geçirilmesi için kullanılan silâhlar haline gelir. Makineli üretim, diğer ülkelerin el emeğine dayanan üretim sistemlerini yıkar ve bu ülkeleri kendisinin ihtiyaç duyduğu hammaddeleri üreten tarlalar haline getirir. Zor yoluyla dayatılan bu değişim neticesinde örneğin Doğu Hindistan, Büyük Britanya için pamuk, yün, kenevir, jüt vb. üretmek zorunda bırakılmıştır. Büyük sanayi kök saldığı ülkelerde işçi nüfusunu durmadan “fazla nüfus” haline getirir ve bu durum büyük çapta dış göçlere, yabancı ülkelerin sömürgeleştirilmesine yol açar. Sonuçta “bu ülkeler sanayici ülkenin ihtiyaçlarını karşılayan ham madde plantasyonları haline getirilir; örneğin, Avusturalya’nın bir yün plantasyonu haline getirilmesi gibi. Böylece, başlıca modern sanayi merkezlerinin ihtiyaç ve çıkarlarına uygun bir yeni uluslararası iş bölümü doğar; dünyanın bir kısmı, esas itibarıyla sınaî üretim alanı olarak kalan diğer kısmına ham madde sağlamak üzere, esas itibarıyla tarımsal üretim yapan bir alan haline çevrilir. Bu devrim, tarım alanında meydana gelen ve burada üzerlerinde daha fazla durulması gerekmeyen köklü değişikliklerle ilişkilidir.” Marx, ABD’nin iktisadi gelişmesinin Avrupa’nın, özellikle de İngiliz büyük sanayisinin ürünü olduğunu belirtir ve bu noktadan hareketle, 1866’da ABD’yi hâlâ bir Avrupa sömürgesi olarak değerlendirir. Fakat ilerleyen yıllar içinde nice gelişim kaydedilecek ve Engels Kapital’in Almanca dördüncü basımına (1890) bu noktada şu eki yapacaktır: “O zamandan beri ABD, bu gelişme dolayısıyla sömürge karakterini tümüyle kaybetmeksizin, dünyanın ikinci büyük sanayi ülkesi haline gelmiş bulunuyor.” Makineli üretimin başlıca iki özelliği “muazzam bir şekilde ve sıçramalarla yayılma yeteneği” ve “dünya piyasasına olan bağımlılığı”dır; bu özellikler hummalı bir üretim faaliyetine yol açar. Bunun neticesinde pazarlar dolup taşar ve sürüm alanlarının daralmasıyla üretim felce uğrar. Sanayi yaşamı, orta karar canlılık, refah, aşırı üretim, bunalım ve durgunluk gibi birbirini izleyen dönemlerin bir bütünü haline gelir. Sınaî çevrimdeki bu dönemsel değişmeler nedeniyle, makineli üretim işçilerin çalışma ve dolayısıyla da yaşam koşullarında güvensizlik ve kararsızlık durumu oluşturur. Refah dönemleri haricinde kapitalistler piyasada kendilerine bir yer sağlayabilmek için kıyasıya bir rekabet mücadelesine girişirler. Bir kapitalistin piyasada kendisine sağlayabileceği alanın genişliği, ürününün ucuzluğu ile doğru orantılıdır. Bu nedenle, kapitalistler emek gücünün yerine daha iyi makineleri kullanarak ve daha yeni üretim yöntemleri uygulayarak kendi ürünlerini daha ucuza maletme yarışı içindedirler. Fakat bunun dışında da kapitalistler olağanüstü kârlar sağlamak için, ücretleri haddinden fazla düşürerek, yani işçinin en gerekli geçim araçlarını düpedüz gasp ederek sanayinin kötü zamanlarından yararlanırlar. Sınaî çevrimin gelgitlerine ve eski işçilerin yenileriyle değiştirilmesini gerektiren teknik ilerlemeye bağlı olarak işçiler durmadan işten çıkartılır, tekrar işe alınır, oradan oraya atılır; bu sırada işe alınan kimselerin cinsiyet, yaş ve hünerleri durmadan değişir. Marx, o dönemde fabrika işçilerinin kaderinin en iyi biçimde, İngiliz pamuklu sanayiinin durumunun gözden geçirilmesiyle ortaya konabileceğini belirtir. Dönem incelendiğinde görülür ki, 1770’den 1815’e kadar pamuklu sanayiinde işler sadece beş yıl kötü gitmiştir. Fakat bunun esaslı bir nedeni vardır; çünkü bu 45 yıllık dönem, İngiliz pamuklu sanayii fabrikatörlerinin makine ve dünya piyasasını tekellerinde tuttukları bir dönemdir. Daha sonra gelen 1815-1863 yılları arasındaki 48 yıllık dönemin ise sadece 20 yılı yeniden canlanma ve refah yılı olmuş; geriye kalan 28 yıl depresyon ve durgunlukla geçmiştir. Bu arada belirtmek gerekir ki, 1815-1830 yılları arasında Kıta Avrupasının ve Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabeti başlamıştır. 1833 yılından itibaren İngiliz sömürgeciliği Asya pazarlarını, “insan soyunu tahrip ederek” zorla genişletmiştir. 1860 yılında İngiliz pamuklu dokuma sanayisi en parlak noktasındadır ve bu nedenle Hindistan, Avustralya ve diğer pazarlar metayla o kadar dolar ki ardından bunalım gelir. O dönemde İngiltere’de pamuklu dokuma fabrikaları arasında kuşkusuz pek çok küçük fabrika vardır ve bunalım sırasında küçük fabrikatörlerin çoğu batar. Bunalım dönemi aynı zamanda, kapitalistlerin fırsattan istifade parça başına işçi ücretlerini alabildiğine düşürdükleri bir dönemdir. Öyle ki, işçilerin oturdukları baraka tipi evlerin fabrikatörlere ait olduğu durumlarda, fabrikatörler işçilerin ücretlerinden ev kirası kesmiş ve bu yüzden bazı bölgelerde işçiler arasında açlık humması baş göstermiştir. “Ama” der Marx, “üretim sürecinde işçi aleyhine meydana getirilen köklü değişiklik bunların hepsinden daha karakteristikti. İşçiler, anatomi uzmanlarının deneylerinde kurbağaları kullanmaları gibi, experimenta in corpore vili (üzerlerinde deneyler yapılan değersiz bedenler) haline getirilmişlerdi. Bu deneyler sadece işçinin tüketim araçları üzerinde yapılmakla kalmıyordu. Duyu organlarının beşi de nasiplerini alıyordu.” Böylece işçiler çeşitli hastalıkların pençesinde kıvranırken, 1861 yılında pamuk kıtlığı yüzünden işlerini kaybeden kadınlar toplumun dışına atılmış ve genç fahişelerin sayısı son 25 yıl içinde olduğundan daha fazla artmıştır.

8. Büyük Sanayinin Manifaktürde, Zanaatlarda ve Ev Sanayiinde Neden Olduğu Köklü Değişiklikler

a. El işçiliğine ve işbölümüne dayanan elbirliğinin ortadan kaldırılması

Hatırlanacağı üzere, makinenin el işçiliğine dayanan elbirliğini ve el işleri arasındaki işbölümüne dayanan manifaktürü nasıl ortadan kaldırdığı bilinmektedir. Elbirliğinin veya manifaktürün yerini tek bir makine aldığında, bu makine gene henüz el işçiliğinin ağır bastığı atölye-fabrika tipi bir işletmenin temeli olabilir. Fakat böyle bile olsa, makineyi hareket ettirmek için insan adalesi yerine buhar veya su gücü gibi mekanik bir güç kullanılmaya başlanır başlanmaz, bu durum fabrika tipi üretime geçiş sürecidir. Bu süreç İngiltere’de çarpıcı biçimde yaşanmış ve atölye-fabrikalar ile asıl fabrikalar arasındaki mücadele 12 yıl devam etmiştir.

b. Fabrika sisteminin manifaktür ve ev sanayii üzerindeki etkisi

Fabrika sistemi gelişirken tarımda da bu gelişmeye eşlik eden köklü değişiklikler olur. Ayrıca, bütün sanayi kollarında yapılan üretimin sadece boyutları büyümekle kalmaz, aynı zamanda karakteri de değişir. Manifaktürlere peyderpey makine girerken, “manifaktürün eski iş bölümüne dayanan kaskatı yapısı dağılmaya başlar ve sürekli değişmelerin yolu açılmış olur”. Bu süreç toplam işçinin bileşiminde de köklü bir değişiklik yaratır ve yeni tip işbölümü, artık mümkün olan her yerde, kadın emeği, her yaştan çocuk emeği, hünersiz işçi emeği (kısacası ucuz emek) kullanımına dayanır. Bu değişim yalnızca büyük boyutlu üretim faaliyetleri için geçerli olmakla kalmaz; aynı zamanda, ister işçinin özel meskeninde ister küçük işyerlerinde yürütülüyor olsun, ev sanayii denilen üretim faaliyetini de kapsamına alır. “Eski tarz ev sanayisi, şimdi fabrikanın, manifaktürün veya meta ve eşya deposunun bir dış departmanı haline gelir. Sermaye, büyük kitleler halinde bir yerde topladığı ve doğrudan doğruya kumandası altında bulundurduğu fabrika işçilerinden, manifaktür işçilerinden ve zanaatçılardan başka, şimdi görünmeyen iplerle bir diğer işçi ordusunu da hareket ettirir: bunlar büyük şehirlerde olanlarla birlikte bütün ülke sathına yayılmış bulunan ev sanayisi işçileridir.” Küçük ve genç yaştaki kişilerle, emek güçleri ucuza satın alınan kişilerin modern manifaktürde sömürülmeleri, kuşkusuz gerçek fabrikada olduğundan daha yüz kızartıcıdır. Çünkü fabrikalarda adale gücünün yerini makine alınca iş görece hafifler, oysa manifaktürde bu hemen hemen hiç söz konusu olmaz. Manifaktürde kadınlar ve küçücük çocuklar, zehirli ve türlü biçimlerde zararlı maddelerin etkileri ile yüz yüze bırakılır ve en vicdansız biçimde harcanırlar. Kadınlar ve küçük çocukların ev sanayiinde uğradıkları sömürü ise manifaktürdekinden daha yüz kızartıcıdır; “çünkü bunlar dağınık oldukları için direnme güçleri zayıftır; çünkü kendileri ile asıl işverenler arasında bir sürü soyguncu asalak yer almış bulunur; çünkü ev sanayisi her zaman ve her yerde makineli üretimle veya en azından aynı üretim kolundaki manifaktürlerle rekabet etmek zorundadır; çünkü yoksulluk ve sefalet işçiyi yer, ışık, havalandırma vb. gibi en gerekli çalışma koşullarından yoksun bırakır; çünkü burada yapılan işle sağlanan istihdam gün geçtikçe düzensizleşir; ve çünkü büyük sanayi ve tarımın «fazlalık» haline getirdiği kimselerin son sığınakları olan bu yerlerde işçiler arası rekabet zorunlu olarak doruğuna ulaşır.”

c. Modern manifaktür

Marx, yukarıda belirttiği hususları açıklamak üzere çeşitli manifaktürlerde sağlığa son derece zararlı koşullar altında çalıştırılan işçilerden örnekler verir. Küçük-büyük bütün işçilerini aşırı biçimde çalıştıran bazı Londra gazete ve kitap matbaalarında koşullar o denli berbattır ki, bu yerler çok hak ettikleri uğursuz bir isimle, “mezbaha” diye anılmışlardır. Marx’ın verdiği bir diğer çarpıcı örnek ise şudur: En rezil, en pis ve en düşük ücret ödenen işlerden biri paçavra ayıklamaktır; bu işte tercihen genç kızlar ve kadınlar çalıştırılır. Büyük Britanya kendisine ait çok büyük paçavra stoklarının yanı sıra, bütün dünyadaki paçavra ticaretinin merkezidir. Japonya’dan, Güney Amerika’nın en uzak ülkelerinden ve Kanarya Adaları’ndan Büyük Britanya’ya paçavralar akar. Ama paçavranın ana kaynakları Almanya, Fransa, Rusya, İtalya, Mısır, Türkiye, Belçika ve Hollanda’dır. Paçavra, gübre elde etmekte, yatak içi ve yapay yün yapmakta işe yarar ve kâğıt hammaddesi olarak kullanılır. Paçavra ayıklayıcı kadınlar çiçek ve diğer bulaşıcı hastalıkların taşıyıcı ve yayıcılarıdır; bunların ilk kurbanları da kendileri olur. Keza manifaktürlerdeki çalışma ortamı o kadar olumsuzdur ki, örneğin dönemin tuğla ve kiremit sanayiinde çalışan çocukların oralardan manevi soysuzlaşmaya uğramadan çıkabilmesinin olanaksız olduğu belirtilmiştir. Sabah saat 5’ten akşam saat 7’ye kadar devam eden uzun işgünlerinde yaşları 6’ya, hatta 4’e kadar inen oğlan ve kız çocuklar çalıştırılır. Yaptıkları iş çok ağırdır; yazın sıcağı, bitkinliği ve yorgunluğu daha da arttırır. İngiltere’nin, genç kadınların ve küçücük çocukların bedenini ve ruhunu mahvederek ilerleyen bu vahşi kapitalizm dönemi, o yılları yansıtan pek çok öykü ve romanın yanı sıra, çarpıcı inceleme ve raporların da konusu olmuştur. Marx’ın buradan hareketle aktardığı üzere, “En narin oldukları yaşlardan itibaren kulaklarını dolduran pek düzeysiz konuşmalar, en küçük bir eğitim ve terbiye görmeden yarı vahşi yaratıklar halinde büyürlerken edindikleri çirkin, adi ve yüz kızartıcı alışkanlıklar, bunları hayatlarının daha sonraki dönemlerine yasa ve nizam tanımaz, ahlâksız, sefih bir serseriler güruhu olarak hazırlar. ... Korkunç bir ahlâksızlaşma kaynağı da buradaki yaşam tarzıdır”. Kiremitçilik manifaktüründe yetişkin erkekler, oğlan ve kız çocuklar küçücük kulübelerde birlikte uyurlar. “Bu kulübelerin pek çoğu gerçek bir düzensizlik, pislik ve toz toprak yuvasıdır. ... Genç kız ve çocukları böylesine bir işte kullanan bu sistemin en büyük fenalığı şuradadır: bu insancıklar çocukluk çağından itibaren daha sonraki bütün hayatları boyunca içinden çıkamayacakları bir sefihler ve ahlâksızlar güruhuna bağlanırlar. Bu kızcağızlar, doğa kendilerine kadın olduklarını öğretmeden önce, kaba, ağzı bozuk oğlan çocukları gibidir. Sırtlarında elbise diye pislik içinde birkaç paçavra vardır; bacakları dizlerinin çok yukarılarına kadar meydandadır; burada her türlü edep ve ar duygusuyla alay etmeyi, bunları hiçe saymayı öğrenirler. Yemek zamanlarında çayırlara sere serpe yatarlar veya yakındaki bir kanalda yüzen oğlanları seyrederler. Günün yorucu işi sonunda tamamlanınca, biraz daha iyi olan elbiselerini giyerler ve erkeklerle birlikte meyhanelere yollanırlar.” Marx’ın aktardığı bir başka çarpıcı örnek de kiremit işçilerinin durumunu gözler önüne serer. Kendilerini iflah olmaz bir ümitsizliğe kaptırmış olan kiremit işçilerinden iyice biri yaşadığı bölgenin papaz yardımcısına demiştir ki: “bir kiremitçiyi kötülüklerden sıyırıp iyi bir insan haline getirebildiğiniz zaman, şeytanı da bir kiremitçi olarak düzeltip yüceltmeyi deneyebilirsiniz, efendim!”

d. Modern ev sanayii

Marx, “ev sanayii” ile ilgili olarak “büyük sanayinin gerisinde yer alan bu kapitalist sömürü alanı” nitelemesini yapar ve buradaki durumun dehşet verici olduğunu belirtir. O dönem İngiltere’sinde henüz hiç makine kullanmayan veya fabrika ve manifaktür tipi işletmelerle rekabet etmeyen dantelcilik kolunda, dantel işçisi kadınlar arasında verem artış hızındaki ilerleme dönemin ağır koşullarını gözler önüne sermiştir. Özetle değinilecek olursa, yine yoksul kadınların işlettiği “patroniçe evleri” denilen yerlerde ya da çocukları ile birlikte çalışan dantelci kadınların evlerinde koşullar rezalettir. Bunlar, oturdukları yerin bir kısmını atölye olarak kullanılırlar ve uzun iş saatleri boyunca nefes alınamayacak ölçüde tıkım tıklış odalarda havanın oksijeni, gaz lambaları tarafından yutulur. Yerlerin taş veya tuğla ile döşenmiş olmasına rağmen, dantelleri temiz tutmak için, çocuklar kışın bile ayakkabılarını çıkarmak zorundadır. Küçücük çocuklar insanı hayrette bırakan gergin bir dikkat ve hızla çalışırlar ve bu tam anlamıyla köle çalışmasıdır. Çocukların 12 veya 14 yaşlarına kadar yaşama zevki diye tattıkları şey budur. Yarı aç yarı tok durumdaki ana ve babaların düşündükleri tek şey ise, çocuklarından mümkün olduğu kadar fazla yararlanmaktır. O nedenle, yaşları büyüyünce çocuklar ana ve babalarına, doğal olarak, on paralık ilgi göstermezler ve onları terk ederler. Dönemin raporları, böyle yetişen bir nüfusta cehaletin, ahlâksızlık ve fenalıkların diz boyu olmasının şaşılacak bir şey olmadığını vurgulamıştır.

e. Modern manifaktür ve ev sanayiinden büyük sanayiye geçiş. Fabrika Yasalarının bu işletme biçimlerine uygulanmasıyla söz konusu devrimin hız kazanması.

Kadınları ve çocukları kötü şekillerde kullanarak, her türlü normal çalışma ve yaşama koşulunu ortadan kaldırarak ve aşırı çalıştırma, geceleri çalıştırma vahşetiyle işgücünün ucuzlatılmasının, en sonunda gelip dayanacağı doğal sınırlar vardır. İşler artık aşılması mümkün olmayan bu sınırlara gelip dayandığında, metaların bu temelde ucuzlatılmasının ve kapitalist sömürünün bu şekilde sürdürülebilmesinin de sınırına varılmış olur. Sonunda işler gelip bu noktaya dayandığında, dönüşüm uzun yılları alsa bile, artık makine kullanma ve oraya buraya dağılmış bulunan ev sanayiini (ve hatta manifaktürü) fabrikalı sanayiye dönüştürme saati gelip çatmış demektir. Marx, bu hareketin en muazzam örneğinin giyim eşyası üretimi alanında görüldüğünü belirtir. Makineleşme öncesinde giyim eşyası üretiminin bir kısmı manifaktür atölyelerinde yapılmış; diğer bir kısmı manifaktürler ve mağazalar için çalışan küçük zanaat ustaları tarafından yürütülmüş; ama üretim büyük oranda bunlara bağlı ev sanayii işçileri tarafından sağlanmıştı. Fakat kullanılan iş malzemesini, hammaddeyi, yarı işlenmiş maddeyi vb. büyük sanayi sağlıyordu. Başlangıçta bu alandaki manifaktürler, talepte herhangi bir hareket olması halinde kapitalistin hemen kullanabileceği donatılmış bir emek ordusunu el altında hazır bulundurma ihtiyacından doğmuştu. Bu manifaktürler, dağınık zanaat işletmeleri ile ev sanayii işletmelerinin geniş bir temel oluşturacak şekilde varlıklarını sürdürmelerine engel olmamıştı. Bu işkollarında sağlanan büyük artı-değer miktarı ve aynı zamanda üretilen nesnelerin fiyatlarında meydana gelen devamlı ucuzlama, esas itibarıyla iki faktör sayesinde mümkün olmuştu: Ancak ölmeyecek kadar yaşamaya yetecek düzeyde alt sınıra düşürülmüş ücretler ve insan olarak artık daha fazlasına dayanılmayacak derecede üst sınıra çıkarılmış çalışma süreleri! Marx’ın çarpıcı ifadesiyle: “Piyasayı ve bu arada özellikle İngiltere için söz konusu olmak üzere, İngiliz zevk ve alışkanlıklarının hüküm sürdüğü sömürge piyasalarını, şimdiye kadar durmadan genişletmiş ve bugün de genişletmekte bulunan şey, aslında, metaya dönüştürülen insan kanının ve alın terinin fiyatında sağlanmış olan ucuzluktan başka bir şey değildi.” Fakat nihayetinde kritik noktaya varıldı. Eski yöntemlerin dayandığı temelin ve insan malzemesinin açıkça ve düpedüz sömürülmesi, büyümekte olan piyasaların ve bundan da hızlı büyüyen kapitalistler arası rekabetin doğurduğu ihtiyaçlara artık cevap veremez oldu. Böylece makinenin günü gelip çattı. Elbisecilik, terzilik, kunduracılık, şapkacılık gibi sayısız üretim alanlarına aynı derecede el atan ve kesin biçimde devrim yaratan bu makine, dikiş makinesiydi. Büyük sanayi döneminde yeni işkollarını ele geçiren diğer bütün makinelerin işçiler üzerindeki etkileri ne idiyse, dikiş makinesinin işçiler üzerindeki dolaysız etkisi de aşağı yukarı o oldu. En küçük çocuklar işten uzaklaştırıldı. Makinelerin kendilerine rakip olduğu görece iyi durumdaki zanaatçıların ücretleri düştü. Makine ile çalışan yeni işçiler yalnızca genç kızlardan ve genç kadınlardan oluştu. Bu işçiler, mekanik güç yardımı sayesinde erkek işçilerin daha ağır işlerdeki tekeline son verdiler ve daha hafif işlerde çalışmakta olan yaşlı kadınların ve küçük yaştaki çocukların yerlerine geçtiler. Çok güçlü rekabet karşısında zanaatçıların en güçsüzleri ezilip perişan oldular. Bu dönem boyunca Londra’da açlıktan ölenlerin sayısındaki korkunç artış, dikişle ilgili işkollarında makine kullanımının yayılmasıyla el ele gitti. Marx, üretim araçlarındaki değişmenin zorunlu bir sonucu olarak toplumsal işletme biçiminde kendini gösteren değişikliğin bir dizi karmakarışık geçiş biçimleri ile gerçekleştiğini vurgular. İngiltere’de kapitalistlerin çok sayıda dikiş makinesini kendilerine ait binalarda toplamaları, daha önce birbirlerinden ayrı olarak yürütülen işkollarının aynı çatı altında toplanmalarına ve aynı sermayenin kumandası altına girmelerine yol açmıştır. Dikiş makinelerine yatırılan sermayenin durmadan büyümesi üretimi arttırmış ve piyasada tıkanıklık yaratmıştır. Bu gelişme, ev sanayii işçilerinin ellerindeki dikiş makinelerini satışa çıkarmaları için harekete getirici bir işaret olmuştur. “Bizzat bu makinelerin üretiminde meydana gelen aşırı üretim, bunların sürüm zorluğu içinde kıvranan üreticilerini ellerindeki makineleri haftalık sürelerle kiraya vermeye zorlamış ve böylece makine sahibi küçük işletmeciler için öldürücü bir rekabetin doğmasına yol açmıştır.” Makinelerin durmadan değişikliğe uğraması ve gittikçe daha ucuza mal edilmesi bu makinelerin eski tiplerinin değerini durmadan düşürmüş ve bu eski tip makineler artık ancak yığınlar halinde ve gülünç denecek fiyatlarla büyük kapitalistlere satılmıştır. Bu örnekte görüldüğü gibi, makineleri öyle ya da böyle kârlı bir biçimde işletebilecek olan kimseler artık sadece büyük kapitalistler olurken, nihayet insanın adele gücünün yerini buhar makinesinin alması dönüşüm sürecinde eski döneme son darbeyi indirmiştir. Üretimde buhar gücünün kullanılmasıyla birlikte iş makineleri büyük fabrikalarda toplanmış ve bu kendiliğinden başlayıp gelişen sanayi devrimi, Fabrika Yasalarının kadın, genç ve çocuk işçi çalıştırılan bütün sanayi dallarına uygulanmasıyla yapay olarak hızlandırılmıştır. Çünkü işgününün süre, yemek ve dinlenme araları, başlama ve son bulma saatleri açısından yasal bir düzene sokulması, çocuk işçilere uygulanan vardiya sistemi ve belli bir yaşın altındaki çocukların çalıştırılması yasağı daha fazla makine kullanılmasını ve buharın hareket sağlayıcı güç olarak adalenin yerini almasını zorunlu kılar. Bunun yanı sıra, topluca kullanılan üretim araçlarında, yani fırınlarda, binalarda vb. bir genişleme olur. Netice olarak, üretim araçlarında daha büyük bir yoğunlaşma ve buna uygun olarak aynı yerde çalıştırılan işçilerin sayısında bir büyüme meydana gelir. Fabrika sisteminin varlığının temel koşulu, özellikle işgünü yasayla sınırlandığında, hedeflenen miktarda metanın belli bir zaman aralığında üretilmesidir. İşin kesintilerden zarar görmeden yürütülebilmesi fabrika sisteminde esastır. Bunu sağlamak, yalnızca mekanik bir işin yapıldığı sanayilerde, kimyasal ve fiziksel süreçlerin rol oynadığı sanayilere oranla daha kolaydır. “Sınırsız bir iş gününün ve gece çalışmasının bulunduğu ve insanların serbestçe harap edildiği çalışma koşulları altında, kendiliğinden ortaya çıkan her engel, çok geçmeden üretim için ebedi bir «doğal sınır» haline gelir. Haşaratı yok etmek için kullanılan hiçbir zehir, bu tür «doğal sınır»ların kökünü kazımakta Fabrika Yasası kadar etkili olamaz.” İngiltere’de Fabrika yasaları, iş koşullarının eski tip düzenlenmesinden kaynaklanan iş kesintilerini ortadan kaldıran bir zorlayıcı oldu. İş koşullarında yeni düzenlemeleri daha önce “olanaksızlıklar” bahanesiyle reddeden patronlar bu zorlama neticesinde hizaya geldiler ve fabrikalarda daha modern makine ve teçhizat kullanmaya başladılar. İngiliz yasa koyucusu bu tip tecrübelere dayandı ve bir sanayi kolu Fabrika Yasası kapsamına sokulduğu zaman, patronlara değişim için 6 ay ile 18 ay arasında bir süre verildi. Fabrika Yasası, böylece manifaktür tipi işletmelerin fabrika tipi işletmeler haline dönüşmesi için gerekli maddi unsurları yapay olarak olgunlaştırdı. Fakat aynı zamanda da, daha büyük sermaye yatırımlarını zorunlu kılarak, küçük patronların çöküşünü ve sermayenin yoğunlaşmasını hızlandırdı. Marx, işgününün düzene sokulması çabasının önüne dikilen bir başka engele dikkat çeker: “Tümüyle teknik olan ve teknik yollarla bertaraf edilebilecek engeller bir yana, iş gününün düzene sokulması çabası bizzat işçilerin gelişigüzel alışkanlıklarının neden olduğu güçlüklerle karşılaşır. Bu, özellikle, parça başına ücret ödeme usulünün egemen olduğu, günün ya da haftanın bir kısmında uğranılan zaman kaybının daha sonra normalden fazla çalışılarak veya gece işi ile telafi edilebildiği durumlarda söz konusu olur. Bu, yetişkin işçileri vahşileştiren, karısı ve çocukları için yıkıcı bir yöntemdir.” Kapitalist üretimin karakteri anarşiktir; kapitalizm bir yandan işgücünün sermaye tarafından dizginsiz biçimde sömürülmesine dayanır, diğer yandan üretimin kendisindeki anarşi büyük bir düzensizlik kaynağıdır. Kapitalizm sınaî çevrimler sırasında görülen genel dönemsel değişmeler olmadan yol alamaz. Böylece her sanayi kolu için söz konusu olan özel piyasa dalgalanmalarının yanı sıra, işkolunun özelliğine bağlı olarak mevsimsel ya da sezonsal değişmeler de görülür. 19. yüzyılda demiryolları ve telgraf kullanımının gelişmesiyle birlikte “kısa süreli siparişler” verme alışkanlığı da gelişmiştir. Demiryolu sisteminin genişlemesi, ani siparişler verme alışkanlığını fazlasıyla teşvik etmiştir ve işçiler açısından bunun sonuçları, aşırı yüksek çalışma temposu, yemek saatlerinin ihmal edilmesi ve fazla çalışma olmuştur. Sipariş azaldığı zaman işçiler işten atılır ve böylece burada her zaman kullanıma hazır bir yedek sanayi işçisi ordusu meydana getirilmiş olur; bu ordu yılın bir kısmında en insanlık dışı koşullar altında çalışarak perişan olurken diğer kısmında da işsizlikten kırılır. İngiltere’de o dönemin iş koşullarına dair raporlar, işgününün bir düzene bağlanmasıyla, bazı sanayilerde daha önce harcanmakta olan emek kütlesinin bütün bir yıla daha eşit bir biçimde dağıtıldığını ortaya koymuştur. İşgününün düzen altına alınması, ayrıca büyük sanayi sistemi ile bağdaşmayan uygulamaları ortadan kaldırmıştır. Fabrikaların yeni binalar, ek makineler vb. ile modernize edilmesi, daha önce kontrol altına alınamayan güçlük ve koşulları silip yok etmiştir. Fakat bizzat o dönemin sermaye temsilcileri tarafından itiraf edildiği üzere, sermayenin kendisini bu tür değişikliklere uydurması patronların kendiliğinden girişimleriyle değil, ancak işgününü zorunlu bir düzene bağlıyan “genel bir yasanın baskısı” ile mümkün olabilmiştir.

30 Mart 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /17

kapitali-okumak-c1.png

9. Fabrika Mevzuatı. (Sağlık ve Eğitim ile İlgili Hükümler) İngiltere’de Bunların Genelleştirilmesi

Fabrika mevzuatı, kendi iç dinamiği temelinde biçimlenen kapitalist üretim sürecine karşı toplumun ilk bilinçli ve yöntemli tepkisidir. Marx, bunun otomatik makineler ve elektrikli telgraf kadar büyük sanayinin zorunlu bir ürünü olduğunu belirtir. İngiliz Fabrika Yasalarının işgünü saatlerini düzenleyen maddelerinin yanı sıra, işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili hükümleri de vardır. Fakat bu hükümler genelde kapitalistlerin denetimden kaçmalarını kolaylaştıran biçimde kaleme alınmışlardır. Fabrikatörler, işçilerinin kollarını ve bacaklarını tehlikelerden korumak için çok küçük bir masrafa katlanma yükümlülüğünü getiren hükme karşı bile fanatik bir mücadele yürütmüşlerdir. Herkesin kendi özel çıkarlarını gözeterek, toplumda sözümona ortak çıkarları destekleyeceği yönündeki serbest ticaret dogmasının bu noktada kendini parıltılı bir tarzda açığa vurduğunu hatırlatır Marx. Devlet nihayetinde işçi sağlığının korunmasıyla ilgili zorlayıcı yasalar çıkartmasa, kapitalist üretim tarzı bu sorunları hiç de umursamayan bir doğaya sahiptir. İngiliz Fabrika Yasası, getirdiği uygulanması zorunlu hükümlerle küçük işyerlerinin fabrikalara dönüşmesini de dolaylı olarak hızlandırmıştır. Çünkü fabrikaların gücünün yettiği bazı zorunlu uygulamalara küçük işyerlerinin gücü yetmemiştir. Dönemin müfettiş ve komisyon raporlarında ifade edildiğine göre, fabrikalarda işçi başına yeterli hava olması gibi yaşamsal bir zorunluluğa uymayı ise, büyüğüyle küçüğüyle tüm sermaye reddetmiştir. Marx’ın belirttiği gibi, bu durum, işçilerin tutuldukları verem ve diğer göğüs hastalıklarının aslında sermayenin varoluş koşulu olduğunu açığa vurmaktadır. Bu durum aynı zamanda, kapitalist üretim tarzının, özü gereği, belli bir noktanın ötesindeki her tür akılcı iyileştirmeyi dışladığını da gözler önüne serer. Fabrika Yasasının eğitime ilişkin hükümleri, olması gerekene oranla tüm zavallılığına karşın, yine de çocuk işçilere ilköğretimin sağlanmasını çalışmanın ön şartı olarak ilan etmiştir. İngiliz Fabrika Yasası, ilk eğitim sağlanmadan ebeveynlerin 14 yaşından küçük çocuklarını bu yasaya tâbi fabrikalara gönderemeyeceği hükmünü de getirmiştir. Ayrıca, yasa hükümlerinin yerine getirilmesinden fabrikatörleri sorumlu tutmuştur. İlgili hükme göre, “fabrikanın sağlayacağı eğitim zorunludur ve bu çalışma koşullarından biridir”. Bu hükümlerin başarısı, eğitim ve jimnastiği el işiyle birleştirmenin mümkün olduğunu kanıtlamış olmasıdır. Dönemin fabrika müfettişleri, fabrikalarda çalışan çocukların okula düzenli devam eden çocukların ancak yarısı kadar eğitim aldıkları halde, öğrendiklerinin onlarınkiler düzeyinde ve hatta çoğunlukla daha fazla olduğunu ifade etmişlerdir. Dönemin müfettiş raporlarında bunun nedeni ifade edilmiştir: “Mesele basit. Okulda ancak yarım gün kalan çocuklar, her zaman uyanık ve söylenilenleri kavramaya neredeyse her zaman hazır ve istekli oluyor. Yarım gün çalışma ve yarım gün okulda eğitim görme sisteminde bu işlerden her biri diğerinin verdiği yorgunluk ve bıkkınlığı giderici bir etki yapıyor; bunun sonucu olarak, her iki iş de çocuğa, bunlardan devamlı olarak sadece birini yapmak zorunda olması durumuna göre, çok daha makul geliyor. Sabahleyin erkenden okula gelip oturan bir çocuğun, özellikle sıcak bir havada, işten gelen uyanık ve canlı bir çocukla yarışması olanaksızdır.” Marx bu noktadan hareketle şu önemli değerlendirmeyi yapar: “Robert Owen’ın ayrıntıları ile göstermiş olduğu gibi, gelecekteki eğitimin tohumu fabrika sistemi içinde atıldı ve ilk sürgünlerini vermeye başladı: bu eğitim sisteminde belli bir yaşın üstündeki bütün çocuklar için üretici faaliyet ile eğitim ve jimnastik birleştirilmiş olacaktır; bu yöntem, sadece toplumsal üretimi artırmaya yarayan bir yöntem olarak kalmayacak, aynı zamanda bütün yönleri ile gelişmiş bir insan üretmenin de biricik yöntemi olacaktır.” Büyük sanayi, bir insanı bütün ömrü boyunca tek bir parça-işe bağlayan manifaktür tipi işbölümünü teknik olarak ortadan kaldırırken, aynı zamanda aynı işbölümünü çok daha büyük boyutlarda yeniden üretmiştir. Marx şu değerlendirmeyi yapar: “Manifaktür tipi işbölümü ile büyük sanayinin özü arasındaki karşıtlık kendisini zorla ortaya koyuyor. Bu karşıtlık, şu korkunç olguyla da kendini açığa vuruyor: modern fabrikalarda ve manifaktürlerde çalıştırılan çocukların büyük bir kısmı, küçücük yaşlardan itibaren son derece basit bir işin başında tutularak yıllarca sömürülür; bunlar bu süre boyunca kendilerini hiç değilse çalıştırıldıkları manifaktür veya fabrikalarda olsun işe yarayacak kimseler haline getirebilecek herhangi bir iş öğrenmez.” Oysa eskiden İngiltere’de örneğin kitap basımı işkolunda çalışan çıraklar, zamanla daha basit işlerden daha karmaşık işlere geçerler, tam bir matbaa ustası oluncaya kadar işi öğrenirlerdi. Okuyup yazabilmek, bu işkolunda çalışan her işçi için zanaatın bir gereğiydi. Marx, baskı makinesi ortaya çıkınca bütün bunların değiştiğini belirtir. Makine ile birlikte bu işkolunda iki tür işçi çalıştırılmaya başlanmıştır: yetişkin işçiler ve genç işçiler. Bu genç işçiler Londra matbaalarında bazen sadece 2 saatlik bir yemek ve uyku tatili verilerek durmaksızın 36 saat olmak üzere usanç verici biçimde uzun saatler boyunca çalıştırılmışlardır. Kapitalist sömürünün toplumun gençliğini nasıl heba ettiğini Marx’ın satırları gözler önüne serer: “Büyük bir kısmı okuma ve yazma bilmeyen bu gençler, genellikle, son derecede vahşileşmiş anormal yaratıklardır.” Ve bunların büyük çoğunluğunun, ileride daha iyi ücret alan ve daha fazla sorumluluk üstlenen bir makine operatörü olma ümidi yoktur. “Çocuk işi için fazla sayılacak yaşa gelir gelmez, yani en geç 17’sinde, çocuk işçiye yol verilir. İşten atılan gençler, suçlular takımına yazılır. Bazıları bir başka yerde iş bulmaya çalışır; fakat cehaletleri, kabalıkları, maddi ve manevi düşkünlükleri buna olanak vermez.” İşyerindeki manifaktür tipi işbölümü için söylenenler, toplumdaki işbölümü için de geçerlidir. Zanaatçılık ve manifaktür toplumsal üretimin genel temelini oluşturduğu sürece, üreticinin tek bir üretim koluna bağlı kalması ve yaptığı işlerin başlangıçtaki çok yönlülüğünün ortadan kalkması gelişmenin zorunlu bir uğrağı olmuştur. İşte üretimin böyle bir temele dayandığı dönemler boyunca, her özel üretim kolu kendine uyan teknik biçimi bulmuş ve bunu mükemmelleştirdiği noktada da katılaştırmıştır. Sanayi devrimi neticesinde eski yapı tarümar edilinceye dek bu katılaşmış yapıda değişimi yaratan tek şey, (ticaretin sağladığı yeni iş malzemesi dışında) iş aletinde zamanla meydana gelen değişme olmuştur. Deneyimlere dayanılarak uygun biçimi bulunup katılaştırılan kurallar, 18. yüzyıla kadar özel zanaatların sırları olarak adlandırılmıştır. Bu sırların karanlık dünyasına yalnızca pratik ve mesleki açıdan kabul edilen insanlar girebilmiştir. Bir kalfanın ustalar arasına katılması sırasında uyması gereken bir ritüel vardır. Dönemin eserlerinde yansıtıldığı üzere, bu ritüel sırasında kalfaların “kardeşlerini kardeşçe bir sevgi ile seveceğine, onlara işlerinde destek olacağına, meslek sırlarını bilerek ve isteyerek açığa vurmayacağına ve hatta ortak çıkarları gözeterek, müşterilerin dikkatlerini başkalarının mallarındaki kusurlara çekip kendi metalarını tavsiye etmeyeceğine” yemin etmesi gerekmektedir. Marx, kapitalizmin yarattığı değişim sürecindeki önemli bir noktayı vurgular: “Büyük sanayi, insanlardan kendi toplumsal üretim süreçlerini saklamış olan ve kendiliğinden farklılaşmış çeşitli üretim dallarını sadece kendi dışlarında kalan kimselerden değil, kendi içlerine kabul edilmiş kimselerden de bir bilmece gibi saklamış olan örtüyü yırttı.” Büyük sanayi tümüyle modern olan teknoloji bilimini ortaya çıkardı. Eski toplumsal üretim sürecinin kendiliğinden ve katılaşmış biçimlerinin yerini, bilinçli bir plana göre ve varılmak istenen yararlı sonuca götürecek biçimde yürütülen doğa bilimi uygulamaları aldı. “Tıpkı mekaniğin, makinelerin en karmaşıklaşmış biçimlerinde bile basit mekanik güçlerin devamlı bir tekrarını görmesi gibi, teknoloji de, kullanılan aletlerin bütün çeşitliliğine rağmen, insan vücudunun tüm üretici faaliyetlerinde kaçınılmaz olarak yer alan az sayıdaki önemli temel hareket biçimlerini keşfetti.” “Modern sanayi, bir üretim sürecinin mevcut biçimini hiçbir zaman kesin bir biçim olarak görmez ve böyle ele almaz. İşte bu nedenle, önceki tüm üretim tarzlarının özleri açısından tutucu olmasına karşın, onun teknik temeli devrimcidir.” Ve burada Marx bir dipnot düşerek, Engels’le birlikte daha Komünist Manifesto’da dile getirmiş oldukları o çarpıcı değerlendirmeyi hatırlatır: “Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim tarzının olduğu gibi korunması daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varoluş koşuluydu. Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini önceki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar.” Makineler, kimyasal süreç ve diğer yöntemler aracılığıyla üretimin teknik temeliyle birlikte işçilerin işlevlerini ve emek sürecinin toplumsal bileşimlerini sürekli değişikliğe uğratır. Böylece toplumun içindeki işbölümünde de sürekli dönüşümlere yol açar; sermaye ve işçi kitlelerini durup dinlenmeksizin bir üretim kolundan çekip bir başka üretim koluna fırlatır. Büyük sanayi bu özellikleriyle bir yandan iş için değişmeyi, işlevler için akıcılığı, emek için tam bir hareketliliği gerekli kılarken, bir yandan da kendi kapitalist biçimi içinde, eski işbölümünü, bunun katılaşmış özellikleriyle birlikte yeniden üretir. Marx, bu mutlak çelişkinin, işçinin hayatında huzur ve sükûndan, kararlılık ve güvenden eser bırakmadığını; işçiyi emek araçlarından yoksun kılarak devamlı bir biçimde geçim araçlarından da yoksun kıldığını; işçiyi bir bütünün ancak bir parçasını yapan bir kimse haline soktuğunu ve işçileri mevcut işlere oranla bollaştırdığına dikkat çeker. “Bu çelişki işçi sınıfının ardı arkası kesilmeksizin kurbanlar vermesinde, insan emek gücünün ölçüsüz bir biçimde israf edilmesinde ve nedeni olduğu toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile kendini gösterir. Bu, bu gelişmenin olumsuz yönüdür.” Ama diğer taraftan, büyük sanayi mevcut üretim koşullarını kendi esnekliğine uygun biçime getirir. Sermayenin değişen sömürü ihtiyacını karşılamak için yedekte tutulan, her an kullanıma hazır ve sefil durumdaki işçi nüfusunun yerini, zamanla, değişen iş ihtiyaçlarına uygun olarak her an mutlak olarak kullanılabilir durumdaki insanlar alır. Yaptığı iş bütünün ancak küçük bir parçası olan parça-bireyin yerini bütün yönleriyle gelişmiş, farklı toplumsal işlevleri birinden diğerine kolaylıkla geçerek yapabilen bir bireye bırakır. Marx bu değişimin, büyük sanayiyle bir ölüm kalım meselesi haline gelmiş bulunduğunu belirtir. Politeknik okullar ve tarım okulları, bu değişme sürecinin büyük sanayi ile birlikte kendiliklerinden ortaya çıkan ürünleri olmuştur. Bir diğer örnek, işçi çocuklarına bazı teknoloji derslerinin verildiği ve farklı üretim araçlarını kullanma yeteneğinin kazandırıldığı meslek okullarıdır. Marx buradan hareketle geleceğe ilişkin önemli bir noktaya işaret eder. Siyasal gücün işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesiyle, teknolojik eğitimin de hem teorik hem de pratik olarak işçi okullarındaki yerini alacağını belirtir. Kapitalizmde üretimin kapitalist biçimi ile işçilerin bunlara karşılık düşen iktisadi koşulları tam bir çelişki içindedir. Fakat zaten bir tarihsel üretim biçiminin çelişkilerinin gelişimi, bunların çözülmesinin ve üretim ilişkilerinin yeniden biçimlenmesinin tek tarihsel yoludur. Fabrika mevzuatı getirdiği düzenlemelerle sermayenin sömürü hakkına bir müdahale olarak görünmüşken, “evde çalışma”ya yönelik her tür düzenleme de kendisini hemen patria potestas’a (babanın iktidarına), yani modern ifadesiyle ebeveynlerin otoritesine yönelik doğrudan bir saldırı olarak görülmüştür. Bu nedenlerle, başlangıçta İngiliz parlamentosu iş yasalarını onaylamaktan uzun süre kaçınmıştır. Ama en sonunda, gerçeklerin baskısı altında, büyük sanayinin eski aile biçiminin ekonomik temelini ve buna karşılık düşen aile çalışmasıyla birlikte eski aile ilişkilerini de çözdüğü kabul edilmiştir. Büyük sanayi, çocuk haklarının ilan edilmesini gerekli kılmıştır. İngiltere’de dönemin çocuk haklarıyla ilgili raporunda şöyle denilmektedir: “Çocuklar ve gençler, ana baba haklarının, fiziksel kuvvetlerini zamanından önce tahrip edecek, manevi ve zihinsel kişiliklerini soysuzlaştıracak biçimde kötü kullanılmasına karşı yasama organı tarafından korunma hakkına sahiptir.” Marx ise, eski düzeni tarümar eden kapitalizmin tahripkâr sonuçlarını gözler önüne sererken, bu değişimin aynı zamanda nasıl gelecek için yolu temizlediğini açıklığa kavuşturur. “Ancak, ergin olmayan emek güçlerinin sermaye tarafından dolaylı veya dolaysız olarak sömürülmelerini sağlayan şey, ana baba haklarının kötüye kullanılması değildir; tersine, ana baba haklarını, bunlara uygun düşen iktisadi temeli ortadan kaldırarak kötüye kullanılır hale getirmiş olan, kapitalist sömürü tarzıdır.” Eski aile ilişkilerinin kapitalist sistem içinde uğradığı çözülme ne derece korkunç ve iğrenç görünürse görünsün, büyük sanayi kadınlara, gençlere ve çocuklara ev alanı dışında toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçlerinde belirleyici roller vermiş; ailenin ve cinsler arası ilişkinin daha yüksek bir biçiminin yeni ekonomik temelini de yaratmıştır. Marx, ailenin Hristiyan-Cermen biçimini mutlak kabul etmenin, her biri tarihsel gelişimin bir evresini oluşturan eski Roma veya eski Yunan ya da Doğu aile biçimini mutlak kabul etmek kadar saçma olduğunu vurgular. Her iki cinsiyetten ve her yaştan bireylerden birleşik bir işçi topluluğunun oluşması, üretim sürecinin işçiye değil işçinin üretim sürecine hizmet ettiği acımasız kapitalist biçim altında, çürümenin ve köleliğin veba benzeri kaynağıdır. Fakat tersine, bu oluşumun uygun koşullar oluştuğunda insanca gelişmenin kaynağına dönüşmek zorunda olduğu da açıktır. Fabrika Yasasının makineli işletmelerin ilk görüldüğü üretim alanlarını düzenleyen istisnai bir yasa olmaktan çıkartılıp, toplumsal üretimin bütününü düzenleyen genel bir yasa haline getirilmesi bir zorunluluktur. Bu zorunluluk büyük sanayinin tarihsel gelişim tarzından doğmuştur. Büyük sanayinin peşi sıra geleneksel manifaktür, zanaatçılık ve ev sanayisi biçimleri baştanbaşa değişmiş, manifaktürler durmadan fabrikalar haline ve zanaat işletmeleri de durmadan manifaktür haline gelmiştir. Ve bu dönüşüm neticesinde, zanaatçılık ve ev sanayii alanları, hayret edilecek derecede görece kısa bir zaman içinde, kapitalist sömürünün en vahşi azgınlıklarını serbestçe gösterdiği sefalet yuvalarına dönüşmüştür. Marx bu sürece damga vuran iki unsuru vurgular: “Birincisi, tekrar ve tekrar görülmüştür ki, sermaye, toplumsal üretim alanının yalnızca bazı noktalarında devlet denetimi altına sokulur sokulmaz, uğradığı kaybı diğer noktalardaki çok daha ölçüsüz bir sömürüyle telafi etmektedir; ikincisi, bizzat kapitalistlerin kendileri, rekabet koşullarında eşitlik, yani emeğin sömürüsü konusunda uyulacak sınırlarda eşitlik için feryat eder hale gelmektedir.” Bu yüzden, iş yasalarına uyan kapitalistler, bu yasalara uymayanların yarattığı haksız rekabet durumundan daima şikâyetçidirler. Fabrika yasaları büyük ve küçük işkolları için olumlu görünen düzenlemeler getirse de, örneğin maden işletmelerinde görevlendirilen müfettişlerin gülünç denecek derecede az sayıda olmaları ve yetkilerinin darlığı gibi çeşitli nedenler yüzünden ölü bir belge olarak kalmıştır. Ayrıca, bu yasaların dikkat çeken özelliklerinden biri de işçiler için alınan önlemleri uygulamaktaki tereddüt, isteksizlik ve kötü niyettir. Nitekim bu yüzden, yasalara rağmen iş kazalarında ve buna bağlı işçi ölümlerinde dün de bugün de hep artış olmuştur. Marx bunun hiç de şaşılacak bir şey olmadığını belirtir ve ekler: “Serbest” kapitalist üretimin güzellikleridir bunlar! Fabrika yasaları tarıma da uygulanmak istendiğinde dirençle karşılaşmıştır ama bu yasaların genel bir uygulamaya kavuşturulması yönünde karşı konulmaz bir eğilim hükmünü icra etmiştir. “İşçi sınıfının maddi ve manevi korunma aracı olarak fabrika mevzuatının genelleştirilmesi, yani bütün üretim kollarına uygulanması kaçınılmaz hale gelirken, daha önce görmüş olduğumuz gibi, aynı gelişme, bir yandan da, küçük boyutlu ve dağınık halde bulunan emek süreçlerinin büyük boyutlu ve birleşik emek süreçlerine dönüşmesini ve dolayısıyla da sermayenin yoğunlaşmasını ve fabrika sisteminin tek başına egemenliğini genelleştirmiş ve hızlandırmıştır. Bu genelleşme, sermayenin egemenliğinin henüz kısmen arkalarında saklı halde bulunduğu eski biçimlerin ve geçiş biçimlerinin hepsini tahrip edip bunların yerine sermayenin doğrudan ve apaçık egemenliğini getirmiştir.” Bu gelişim süreci diğer yandan sermayenin egemenliğine karşı yürütülen doğrudan mücadeleyi de genelleştirmiştir. Yasalar bir yandan kurallara uygunluk, düzen ve tasarrufu zorunlu kılarken, bir yandan da işgününün sınırlandırılması ve düzene bağlanmasıyla teknik gelişmeleri hızlandıran muazzam dürtü ile kapitalist üretimin yol açtığı anarşi ve yıkımları her yerde alabildiğine çoğaltmıştır. Bu gelişme emek yoğunluğunu arttırmış ve makinenin işçi ile rekabetini şiddetlendirmiştir. Küçük işletmeler ve ev sanayiiyle birlikte, “fazla nüfusun” son sığınakları ve böylece bütün toplum mekanizmasının emniyet supapları yok edilmiştir. Bu nedenle Marx bu gelişim sürecini şöyle değerlendirir: “Üretim sürecinin maddi koşulları ve toplumsal birliği ile birlikte, bunun kapitalist biçiminin çelişki ve karşıtlıklarını ve dolayısıyla da aynı zamanda yeni bir üretim sürecinin kurucu unsurlarını ve eski toplumu devirecek güçleri olgunlaştırıyor.” Örneğin Robert Owen, sadece kendi deneylerinde fiilen fabrika sisteminden hareket etmekle kalmamış, bu sistemi teorik olarak da toplumsal devrimin hareket noktası olarak açıklamıştır.

10. Büyük Sanayi ve Tarım

Marx, büyük sanayinin tarımda ve tarım üreticilerinin toplumsal ilişkilerinde yol açtığı devrimin etraflıca daha sonra inceleneceğini ve burada kısaca değinileceğini belirtir. Tarımda makine kullanımının çalışanlar üzerindeki zararlı fiziksel etkileri, makinaların fabrika işçisine verdiği zarara oranla daha azdır. Fakat tarımda makine kullanımı yüzünden ortaya çıkan işsizlik, sanayiye oranla daha büyük olur. Büyük sanayi tarım alanında diğer alanlardan daha büyük bir devrimci etki yaratır ve bu nedenle de eski toplumun kalesi olan köylüyü yok ederek yerine ücretli işçiyi koyar. “Toplumsal dönüşme ihtiyacı ve sınıflar arası çıkar çatışmaları, böylece, kırda da şehirlerdeki düzeye yükselir. Alışkanlıkların ötesine geçemeyen ve akıl dışı tarım yöntemlerinin yerini bilimin bilinçli, teknolojik kullanımı alır. Tarımın da manifaktürün de çocukluk çağlarının ötesinde bir gelişme göstermelerine olanak vermeyen ve bunları bir arada tutan eski bağların kopuşu, kapitalist üretim tarzıyla tamamlanır.” Fakat kapitalist üretim tarzı, aynı zamanda, gelecekteki daha üst düzey bir sentezin, yani tarım ve sanayinin birbirlerinden ayrı ve birbirlerine karşıt olarak geliştikleri dönemde ulaştıkları yetkin biçimlere dayanan bir birliğin maddi koşullarını yaratır. Kapitalist üretim tarzı, nüfusu büyük merkezlerde toplar ve kent nüfusuna gittikçe artan bir ağırlık kazandırırken, bir yandan da toplumun tarihsel hareket gücünün yoğunlaşmasını sağlar. Ancak diğer yandan, insanla toprak arasındaki madde alışverişini, yani insanın topraktan alıp besin maddesi ve giyim eşyası olarak yararlandığı unsurların toprağa dönüşünü ve dolayısıyla topraktaki verim gücünün devamı için gerekli olan ebedî koşulu ihlal eder. Böylece kapitalist üretim tarzı, aynı zamanda, hem kentli işçinin fiziksel sağlığını ve hem de kır emekçisinin zihinsel hayatını tahrip eder. “Ne var ki, kapitalist üretim tarzı sözü edilen madde alışverişinin sürekliliğini sağlayan ve kendiliğinden ortaya çıkan koşulları tahrip etmekle, aynı zamanda, bu madde alışverişinin, bir sistem, toplumsal üretimi yöneten bir yasa olarak ve insanlığın tam anlamıyla gelişimine uygun bir biçim içinde tekrar kurulmasını zorunlu kılar.” Üretim sürecinin kapitalist tarza dönüşmesi, tıpkı manifaktürde olduğu gibi, tarım alanında da üreticinin yok olması ve emek aracının işçi için kölelik, sömürü, yoksulluk aracı haline gelmesi demektir. Kapitalizmde emek süreçleri arasında meydana gelen toplumsal birleşme, işçiye karşı onun bireysel canlılığını, özgürlüğünü ve bağımsızlığını ezip yok eden örgütlenmiş bir güç halini alır. Kır emekçilerinin geniş alanlara dağılmış olmaları onların direnme güçlerini kırarken, şehirli işçilerin toplu halde bulunmaları onların direnme güçlerini arttırır. “Şehir sanayilerinde olduğu gibi modern tarımda da emeğin üretkenliğinin ve hareketliliğinin artması bizzat emek gücünün israfı ve kemirilip tüketilmesi pahasına olur. Ayrıca, kapitalist tarımdaki her ilerleme, sadece işçiyi soyma sanatında bir ilerlemeden ibaret olmayıp, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman aralığı için toprağın verimliliğinin yükseltilmesinde kaydedilen her ilerleme, aynı zamanda, bu verimliliğin sürekli kaynaklarının mahvedilmesi yolunda da bir ilerlemedir. Bir ülkenin, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin, gelişmesini büyük sanayi ile başlatması ölçüsünde bu tahrip süreci hızlanır. Bundan dolayı, kapitalist üretim, tekniği ve toplumsal üretim süreçlerinin birleşmesini, ancak, bütün zenginliğin iki kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutarak ilerletir.”

1 Mayıs 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /18

kapitali-okumak-c1.png

BEŞİNCİ KISIM: MUTLAK ve GÖRELİ ARTI-DEĞERİN ÜRETİMİ

Bölüm 14: Mutlak ve Göreli Artı-Değer

Marx daha önce değindiği üzere, emek sürecini ilk önce soyut, yani tarihsel biçimlerinden bağımsız şekilde ve insanla doğa arasındaki bir süreç olarak ele almıştır. Bu temelde bakılırsa ve emek sürecinin bütünü onun sonucu olan ürün açısından ele alınırsa, emeğin üretken emek olduğu görülür. Fakat burada önemli bir ayrım noktası belirir. Marx ilgili yere düştüğü dipnotta, üretken emeğin ne olduğunu yalnız başına basit emek süreci açısından belirlemeye yarayan bu yöntemin, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan uygulanamayacağını belirtir. Bu hatırlatmalardan sonra, Marx, konuyu daha geniş biçimde incelemeye girişir. Kişi doğal nesnelere kendi geçimini sağlamak üzere el koyarken, faaliyetini yalnızca kendisi denetler. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında kaslarını harekete geçirmeden doğa üzerinde etkide bulunamaz. Fakat tarihte bu böyle devam etmez ve kişi üretim sürecinde daha sonra başkalarının denetimi altına girer. “Doğal sistemde kafa ile el nasıl bir bütün oluşturuyorsa, emek süreci de kafa emeği ile el emeğini birleştirir. Daha sonra bunlar birbirlerinden ayrılır, bu ayrılma bunlar arasında düşmanca bir karşıtlığın doğacağı noktaya kadar devam eder. Ürün, genel olarak, bireysel üreticinin dolaysız ürünü olmaktan çıkar, bir toplam işçinin, üyeleri emek nesnesi üzerine uygulanan işin ancak büyük veya küçük bir parçasını yapan bir bileşik işçinin ortak ürünü haline gelir.” İşte emek sürecinin böylece kolektif bir nitelik kazanmasıyla birlikte, zorunlu olarak üretken emek ve bunun taşıyıcısı olan üretken emekçi kavramı da genişlik kazanır. Üretken biçimde çalışmak için artık bizzat elle çalışmak bile gerekmez. Kolektif emekçinin bir parçası olmak, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmak yeterlidir. Kapitalizmle birlikte “üretken işçi” kavramı genişlerken, diğer yandan “üretken emek” kavramı daralmıştır. Çünkü kapitalist üretim yalnızca meta üretimi değil, özünde “artı-değer” üretimidir. İşçi kendisi için değil, sermaye için üretmektedir. Bu açıdan bakıldığında, kişinin artık genel olarak bir şey üretmiş olması yetmez, artı-değer üretmek zorundadır. “Yalnızca, kapitalist için artık değer üreten ya da sermayenin değerlenmesine hizmet eden işçi, üreticidir. Maddi üretim alanı dışından bir örnek alacak olursak, bir öğretmen, öğrencilerin kafalarını işlemekle kalmadığı, ama aynı zamanda girişimcinin zenginleşmesi için çalıştığı durumda üretken işçidir. Girişimcinin sermayesini bir sucuk fabrikasına yatıracak yerde bir eğitim fabrikasına yatırması, bu ilişkide herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Bundan dolayı, üretken işçi kavramı, kesinlikle, faaliyet ile yararlı etki arasındaki, işçi ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiden ibaret değildir; aynı zamanda, işçiyi, sermayenin dolaysız değerlenme aracı olarak damgalayan, özgül, toplumsal, tarihsel gelişimin ürünü bir üretim ilişkisidir.” Marx, bu nedenle kapitalizmde üretken işçi olmanın bir şans değil, şanssızlık olduğunu vurgular. Klasik ekonomi politik yazarları artı-değer üretimini üretken işçinin belirleyici özelliği olarak ifade ederlerken, fizyokratlar ise yalnızca tarımsal emeğin üretken olduğunu savunmuşlardır. Çünkü onlar için artı-değerin tek varoluş biçimi toprak rantıdır. Hatırlayalım, kapitalist sistemde işgünü daha baştan “gerekli emek ve artı-emek” olarak iki kısma bölünmüştür. İşgününün, işçinin kendi işgücünün değerini ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artı-emeğe sermaye tarafından el konulması mutlak artı-değer üretimidir. O halde mutlak artı-değer üretimi sadece işgününün uzunluğuna bağlıdır. Nispi artı-değer üretimi ise, işgününü uzatmadan onun artı-emek parçasını büyütmek üzere işin teknik süreçlerini giderek köklü değişikliklere uğratmaya dayanır. İşgününün uzatılması sayesinde üreticiden daha fazla (mutlak) artı-emek sızdırılması yalnızca kapitalizme özgü olmayan genel bir konudur. Fakat nispi artı-değer üretimi, kendine özgü yöntemleri, araçları ve koşullarıyla birlikte özgül bir üretim tarzını, yani kapitalist üretim tarzını gerektirir. Artı-emeğin üreticiden doğrudan veya zorla alınmadığı ve üreticinin henüz sermayenin biçimsel boyunduruğu altına girmediği ara biçimler yaşanmıştır. Marx bu konuya burada şöyle bir değinmekle yetineceğini belirtir. “Bu ara biçimlerde sermaye, emek sürecini henüz doğrudan doğruya denetimi altına almış değildir. Zanaatlarını ya da tarımsal faaliyetlerini geleneksel tarzlarda yürüten bağımsız üreticilerin yanında, bunları asalakça sömürerek beslenen tefeci veya tüccar, tefecilik sermayesi veya ticaret sermayesi vardır. Bir toplumda bu sömürü biçiminin egemen olması durumunda, burada kapitalist üretim tarzına yer olmaz; öte yandan, Orta Çağın sonlarına doğru görülmüş olduğu gibi, bu sömürü biçimi, köprü işlevi görebilir.” Bir de bu gibi örneklerin tamamen dışında, modern ev sanayii örneğinin de gösterdiği gibi, bazı ara biçimler büyük sanayinin arka planında ve tamamen değişik görünüşler altında yer yer ortaya çıkmıştır. İşgününün ölçüsüz bir biçimde uzatılması, kendisini büyük sermayenin en kendine özgü ürünü olarak ortaya koyar. Kapitalizme özgü üretim tarzı bütün bir üretim koluna ve bundan da ileri olarak bütün önemli üretim kollarına egemen olur olmaz, toplumsal açıdan egemen biçim haline gelir. Marx, mutlak ve nispi artı-değer arasındaki diyalektik ilişkiye dikkat çeker ve belli bir açıdan bakıldığında, mutlak artı-değer ile nispi artı-değer arasındaki farkın tamamıyla aldatıcı görüneceğini belirtir. Zira nispi artı-değer üretimi de, neticede işgününün saat olarak değil, fakat işçinin kendi varlığı için gerekli olan emek-zamanın ötesine uzatılmasına dayandığı için mutlaktır. Diğer yandan mutlak artı-değer de bir açıdan görelidir, çünkü işgününü uzatırken emeğin üretkenliğini gerekli emek-zamanı uzatmayacak sınırlarda tutmaya olanak veren nispi bir gelişmeyi şart koşar. Ne var ki artı-değerin hareket şeklini göz önünde tuttuğumuzda, bu özdeşlik görüntüsü yok olur gider. Kapitalist üretim tarzı bir kere yer edip genelleşir genelleşmez, artı-değer oranında bir yükselmenin söz konusu olduğu durumlarda, mutlak artı-değer ile nispi artı-değer arasındaki fark her zaman ve her yerde kendisini duyurur. Emek gücüne değerinin ödendiğini varsayacak olursak, şu alternatifle karşı karşıya kalırız: emeğin üretkenliği ve yoğunluğu veri ise, artı-değer oranı ancak işgününün mutlak olarak (fiilen) uzatılması ile yükseltilebilir. Diğer yandan, işgününün sınırları ve dolayısıyla uzunluğu veri ise, artı-değer oranı ancak işgününü oluşturan kısımların, yani gerekli emek ve artı-emeğin birbirine oranında gerekli emek aleyhine bir değişiklik yapmakla yükseltilebilir. Bu da, eğer ücret emek gücünün değerinin altına düşmeyecek olursa, emeğin üretkenliğinde veya yoğunluğunda bir değişme olmasını gerektirir. Emekçi kendisinin ve soyunun hayatta kalabilmesi için gereken geçim araçlarını elde etmek üzere, sahip bulunduğu bütün zamanını kendisine harcamak durumunda ise, üçüncü kişiler için bedavaya çalışmasına zaman kalmaz. Emek belli bir üretkenlik derecesine ulaşmadan, emekçinin bu biçimde kullanabileceği zamanı olmaz. “Böyle bir artık zaman olmadan, artık emek olmaz; dolayısıyla, kapitalistler de olmaz; ama ayrıca, köle sahipleri, feodal beyler de olmaz; kısaca, büyük mülk sahipleri sınıfı olmaz.” Bu açıdan bakıldığında, artı-değerin doğal bir temele dayandığı söylenebilir. Şöyle ki, bir artı-emekten söz edebilmek için insanın hem kendi varlığını sürdürebilmesi hem de başkası için üretimde bulunmasına yetecek bir üretkenlik düzeyine ulaşılmış olması şarttır. “Ancak insanların kendilerini başlangıçtaki hayvan durumlarının üstüne yükseltmelerinden ve dolayısıyla emeklerini belli bir derecede toplumsallaştırmalarından sonradır ki, bir kimsenin artık emeğinin bir başkasının varoluş koşulu haline geldiği durumlar doğmuştur. Uygarlığın başlangıç döneminde emeğin edinilmiş üretici güçleri sınırlıdır; ama tatminlerini sağlamakta yararlanılan araçlarla birlikte gelişen ihtiyaçları da azdır. Bundan başka, bu ilk dönemde toplumun başkalarının emekleri ile yaşayan kısmı, doğrudan doğruya üreticilerin oluşturduğu kitle karşısında, yok denecek kadar küçüktür. Emeğin toplumsal üretici gücünde meydana gelen ilerleme ile birlikte bu oran hem mutlak ve hem de göreli olarak büyür. Ayrıca, beraberinde getirdiği ilişkilerle birlikte sermaye, kaynağını uzun bir gelişme sürecinin ürünü olan bir ekonomik temelden alır. Sermayenin temeli ve hareket noktası hizmetini gören mevcut emek üretkenliği bir armağandır; ancak bu, doğanın değil, binlerce yüzyılı kucaklayan bir tarihin armağanıdır.” Marx, insanların doğasındaki ve doğal çevrelerindeki farklılıkların emeğin üretkenliği üzerindeki etkisine dikkat çeker: “Toplumsal üretimin az ya da çok gelişmişlik düzeyi bir yana, emeğin üretkenliği doğal koşullara bağlı kalır. Bunların hepsi, bizzat insanın kendi doğasına (ırk vb. gibi) ve doğal çevresine indirgenebilir. Dış doğal koşullar ekonomik bakımdan iki büyük sınıfa ayrılır: birincisi, verimli topraklar, balık dolu sular vb. gibi geçim araçları biçimindeki doğal zenginlik; ikincisi, güçlü şelaleler, ulaştırmaya uygun nehirler, odun, madenler, kömür vb. gibi emek araçları biçimindeki doğal zenginlik. Uygarlığın başlangıç döneminde birinci, daha yukarı gelişme aşamalarında ikinci tür doğal zenginlik daha ağır basar. Söz gelişi, İngiltere ile Hindistan, ya da Eski Çağda Atina ve Korint ile Karadeniz’in kıyı ülkeleri karşılaştırılabilir.” Mutlak olarak tatmin edilmeleri gereken ihtiyaçlar ne kadar az ve toprağın doğal verimliliğiyle iklimin uygunluğu ne kadar yüksek olursa, üreticinin yaşaması ve devamı için gerekli emek-zaman o kadar kısa olur. Ve dolayısıyla, emeğinin kendisi için harcadığı kısmını aşan ve bir başkası için harcanacak parçası o kadar büyük olabilir. Diodorus (MÖ 90-MÖ 30), eski Mısırlılarla ilgili olarak daha o zamanlar şunları yazmıştı: “Çocuklarını yetiştirmek için katlandıkları zahmet ve masraf inanılamayacak kadar az. Onlara en basit yiyecekleri pişiriyorlar; bir de ateşte kızartabildikleri kadar papirüs sapını veriyorlar; bataklık bitkilerinin kök ve saplarını çiğ, haşlanmış ya da kızartılmış olarak yediriyorlar. Çocukların çoğu, hava çok yumuşak olduğu için yalın ayak ve çıplak dolaşıyor. Bunun için, bir çocuk yetişip büyüyünceye kadar ana ve babasının katlandığı bütün masraf yirmi drahmiyi geçmiyor. Mısır’da nüfusun niye bu kadar büyük olduğu ve dolayısıyla bunca büyük eserin nasıl meydana getirilebildiği esas itibarıyla bu durumla açıklanabilir.” Fakat Marx, eski Mısır’ın büyük yapılarının nüfusun büyüklüğünden çok bunun serbestçe kullanılabilen kısmının büyüklüğü sayesinde ortaya çıkabilmiş olduğuna dikkat çeker. “Bir bireysel işçi, kendisi için gerekli emek zaman ne kadar kısa olursa, o kadar fazla artık emek sağlayabilir; aynı şekilde, çalışan nüfusun, zorunlu geçim araçlarının üretimi için gerekli olan kısmı ne kadar küçük olursa, bunun başka işler için kullanılabilecek kısmı o kadar büyük olur.” Kapitalist üretim bir kere varsayılınca, diğer bütün koşullar aynı kalmak ve işgünü verili bir uzunlukta olmak kaydıyla, artı-emek miktarı emeğin fiziksel koşullarına ve özellikle de toprağın verimliliğine bağlı olarak değişir. Ama bu hiçbir zaman, en verimli toprağın kapitalist üretim tarzının gelişmesi için en uygun ortam olduğu anlamına gelmez. Çünkü kapitalist üretim tarzı, insanın doğa üzerindeki egemenliğine dayanır. Fazla cömert bir doğa, insanın, yürüme dönemindeki çocuk gibi elinden tutar. Bu durumda doğa insana, kendisini geliştirmesi için herhangi bir zorunluluk yüklemez. Fakat sermayenin anayurdu, gür ve yoğun bitki doğurma gücüne sahip tropik iklim kuşağı değil, ılıman kuşaktır. Yalnızca toprağın verimliliği değil, özelliklerine bağlı farklılık, doğal ürünlerindeki çeşitlilik ve mevsimlerdeki değişiklik toplumsal işbölümünün fiziksel temelini oluşturur. Yaşadığı doğal çevrede bulduğu bu değişiklikler, insanı gereksinmelerini, yeteneklerini, emek araçlarını ve tarzlarını çeşitlendirip çoğaltmaya iter. “Sanayi tarihinde en belirleyici rolü, bir doğa gücünün toplumun denetimi altına alınması, onun idareli bir şekilde kullanılması, insan elinin eserleriyle ona ilk kez büyük ölçüde sahip ya da egemen olunması zorunluluğu oynar. Mısır’da, Lombardiya’da, Hollanda’da suyun denetim altına alınması örneğinde olduğu gibi. Ya da, Hindistan’da, İran’da vb., insan eseri olan kanalların, yalnızca toprak için vazgeçilmez olan suyu değil, aynı zamanda dağların tepelerinden sürükleyip bıraktıkları tortularla mineral gübreleri de sunması gibi. İspanya ve Sicilya’da Arap egemenliği sırasında sanayinin serpilip gelişmesinin sırrı sulama kanallarının inşasıydı.” Marx bu noktada tarihten açıklayıcı iki dipnot düşer. Birincisi, Mısır’la ilgili olarak şunu der: “Nil’in yükselip alçalma zamanlarını hesaplayıp bulmak zorunluluğu Mısır astronomisini doğurdu ve bununla birlikte rahipler sınıfını tarımın yöneticileri olarak egemen duruma getirdi.” Takiben Cuvier adlı kişiden aktarır: “Gündönümü, Nil’in yükselmeye başladığı an idi ve bunun için de Mısırlılar bu gündönümünü bütün dikkatleriyle gözlemek zorundaydı. ... Onların tarım faaliyetlerini ayarlamak için tespit etmek zorunda kaldıkları gündönümü yılı bu idi. Bundan ötürü, Mısırlılar gökyüzünde onu gösterecek açık bir işaret aramak zorunda kalmışlardı.” Diğeri Hindistan’la ilgilidir ve Marx belirtir: “Hindistan’da birbirleriyle ilişkisiz küçük üretim organizmaları üzerindeki devlet iktidarının maddi temellerinden biri, su kullanımının düzenlenmesiydi. Hindistan’ın Müslüman yöneticileri bunu İngiliz haleflerinden daha iyi anlamışlardı.” Uygun doğa koşulları bize yalnızca bir olanak sağlar, fakat ne artı-emeği ne de artı-değeri ve dolayısıyla artı-ürünü bize kendiliğinden hazır durumda sunmaz. Çalışmanın farklı doğal koşulları, aynı miktarda emeğin farklı ülkelerde farklı büyüklükteki ihtiyaç kütlelerini tatmin etmesine, dolayısıyla gerekli emek-zamanın farklı olmasına neden olur. Marx dipnotta, J. Massie adlı bir yazarın çığır açıcı çalışmasından aktarır: “Yeryüzünde, aynı sayıdaki gerekli geçim araçlarını aynı bollukta ve aynı miktarda emek harcayarak sağlayan iki ülke yoktur. İnsanların ihtiyaçları, içinde yaşadıkları iklimin sertlik ya da ılımlılığına göre çoğalır ya da azalır; bunun sonucu olarak, farklı ülkelerin insanlarının zorunlu biçimde yürütmek durumunda oldukları iktisadi faaliyetlerin göreli büyüklükleri aynı olamaz; farklılık derecesinin ise sıcaklık ve soğukluk derecelerinin sebep olacağından daha büyük olması düşünülemez. Bundan dolayı şu genel sonuca varabiliriz: belli bir sayıda insanın yaşaması için harcanması gerekli emek miktarı, soğuk iklimlerde en yüksek, sıcak iklimlerde en alçak düzeyde olur; soğuk iklim bölgelerinin sıcak iklim bölgelerinden farkı, sadece birincilerde insanların daha fazla giyim eşyasına ihtiyaç duymalarından ibaret değildir, bunlarda toprağın da ikincilere oranla daha fazla işlenmesi gerekir.” Marx, üretimin farklı doğal koşullarının artı-emek üzerinde doğal sınırlar olarak etkide bulunduğunu ve bu sınırların emeğin başkaları için harcanmaya başlanabileceği noktayı belirlediğini vurgular. Sanayileşmenin ilerlemesi oranında bu doğal sınırlar geriye çekilmiştir. “İşçinin, kendi varlığı için çalışma iznini, ancak artık emek karşılığında elde ettiği Batı Avrupa toplumunun ortasında, bir artık ürün sağlamanın, insan emeğinin özünde bulunan bir nitelik olduğu kolayca düşünülebiliyor. Ama bu yanlış düşünceyi çürütmek için, örneğin ormanlarında sago palmiyesinin kendi kendine yetiştiği Asya Takımadaları’nın doğusundaki adalarda yaşayan bir yerliye bakalım.” Orada yerliler ormana gidip kendilerine yetecek yiyecek ekmeklerini sago palmiyesinden elde ederek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Buradan hareketle Marx, artı-emeğin insan emeğinin özünde saklı bir gizli nitelikten doğmadığını kanıtlar: “Şimdi, diyelim, böyle bir ada insanı olan ekmek kesicimizin bütün ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için haftada 12 saat çalışması gerekmektedir. Doğanın ona doğrudan doğruya verdiği armağan, bol boş zamandır.” Fakat buraya zamanla kapitalist üretim girecek olsa, “günahsız dostumuz, kendisine bir iş gününün ürünü olan şeyi sağlayabilmek için haftada belki 6 gün çalışmak zorunda kalabilirdi. Doğanın cömertliği, onun artık haftada 6 gün çalışmasının ya da 5 gün artık emek sağlamasının nedenini açıklamaz. O, yalnızca, gerekli emek-zamanın niçin haftanın bir günüyle sınırlı olduğunu açıklar. Ama hiçbir durumda, onun artık ürünü, insan emeğinin özünde saklı, gizli bir niteliğinden doğmaz.” Buradan anlaşılır ki, kapitalizmle birlikte yalnızca emeğin tarih boyunca gelişen toplumsal üretkenliği değil, aynı zamanda doğal üretkenliği de, artık bir parçası haline geldiği sermayenin üretkenliği gibi görünmektedir. Klasik burjuva iktisatçıların önemli örneği Ricardo bile, artı-değerin kaynağı ile hiçbir zaman ilgilenmemiştir. O, artı-değeri, toplumsal üretimin doğal biçimi addettiği kapitalist üretim tarzının özünde yatan bir şey diye görmüş ve böyle ele almıştır. Ricardo, emeğin üretkenliğini ele aldığında onda artı-değerin varlık nedenini değil, yalnızca bu değerin büyüklüğünü belirleyen nedeni aramıştır. Buna karşılık, Ricardocu okul ise emeğin üretkenliğini, kârı (artı-değeri diye okuyun) doğuran neden olarak ilan etmiştir. Marx Ricardocu okulun bu yaklaşımını, kârın, ürünün üretim maliyetinin (değerinin) üzerinde bir fiyatla satılmasından ileri geldiğini düşünmüş olan merkantilistlere oranla gene de bir ilerleme olduğunu vurgular. Ne var ki, Ricardocu okul da problemin sırf etrafında gezinmiş ama bir çözüm getirmemiştir. Bunun nedeni, artı-değerin kaynağının ne olduğu ile ilgili yakıcı sorunun cevabını ararken, çok derinlere inmenin pek tehlikeli bir şey olduğunu bu burjuva iktisatçıların isabetli bir içgüdü ile sezmiş olmasıdır. Ricardo’nun vülger izleyicilerinin zavallıca kaçamaklarını yineleyen ve merkantilistlerden üstün olmakla övünen ünlü İngiliz iktisatçısı John Stuart Mill ise, “sermayenin bir kâr sağlamasının nedeni, besinlerin, giyim eşyasının, ham madde ve emek araçlarının, üretimleri için gerekenden daha uzun süre dayanmalarıdır” gibi saçma görüşler ileri sürmüştür. Mill böylece, metanın üretimi boyunca içerdiği emek-zamanın süresi ile üretilen ürünün dayanma sürelerini karıştırdığını ortaya koymuştur. Marx, Mill’in saçmalamalarından hareketle, burjuvazinin bu gibi düşünürlerini şu veciz ifadeyle eleştirir: “Düzlük yerlerde küçücük tümsekler tepe gibi görünür; bugünkü burjuvazinin ahmaklık ovaları, yüce zekâlarının yüksekliği ile ölçülmek gerekir.”

Bölüm15: Emek Gücü Fiyatında ve Artı-Değerde Büyüklük Değişmeleri

Emek gücünün değeri, ortalama işçinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli geçim araçlarının değeriyle belirlenir. Bu geçim araçlarının miktarı ve biçimleri zaman içinde değişse bile, belli bir toplumun belli bir döneminde veri olan bir büyüklüktedir; bundan dolayı değişmez bir büyüklük olarak ele alınabilir. İşte inceleme boyunca değişikliğe uğrayan, bu varsayılan büyüklüğün değeri olacaktır. Emek gücünün değerinin belirlenmesinde ayrıca iki faktör daha rol oynar. Bunlardan biri, emek gücünün, üretim tarzı ile birlikte değişen yetişme ve gelişme giderleri; diğeri ise, erkek ya da kadın, çocuk ve yetişkin emek gücü arasındaki farklardır. Üretim tarzına bağlı olarak bu farklı emek güçlerinin değişen kullanımı, işçi ailesinin yeniden üretim maliyetinde ve yetişkin erkek işçinin emek gücü değerinde büyük bir fark yaratır. Ancak, Engels’in Üçüncü Almanca baskıya koyduğu notta da belirttiği gibi, daha önce ele alınan bu husus burada doğal olarak inceleme dışında tutulmuştur. Marx bu inceleme sırasında “metaların değerleri üzerinden satıldıklarını” ve “emek gücü fiyatının zaman zaman kendi değerinin üstüne çıktığını, ama hiçbir zaman altına düşmediğini” varsayacağını belirtir. Bu varsayımlara göre, emek gücü fiyatının ve artı-değerin nispi büyüklüklerinin üç şey tarafından belirlendiği zaten daha önceki açıklamalar ışığında anlaşılır. Bu üç faktör kısaca şöyledir: İşgünün uzunluğu; emeğin yoğunluğu ve emeğin üretkenliği. Bu üç faktörün farklı varsayımlar temelinde değişimine göre çok farklı durumların ortaya çıkacağı açıktır. Marx, aşağıda sadece başlıca durumların ele alınacağını söyler. (Konunun temel noktalarını öne çıkartabilmek amacıyla aşağıdaki bölümlerde gerekli özetleme yapılmıştır.)

I. İşgününün Uzunluğu ve Emek Yoğunluğu Değişmez (Veri), Emeğin Üretkenliği Değişir

Bu varsayıma göre, emek gücünün değeri ve artı-değerin büyüklüğü üç yasa tarafından belirlenir. Birincisi: İşgünü ve emek yoğunluğu verili (değişmez) ise, emeğin üretkenliğindeki değişime bağlı olarak üretilen kullanım değerlerinin kitlesi değişir. Böylece üretilen toplam kitlenin değeri neticede daha çok ya da daha az sayıda metaya bölünecektir. İkincisi: Emeğin üretkenliği yükselmeden emek gücünün değeri düşemez ve dolayısıyla artı-değer artamaz. Emeğin üretkenliğindeki yükselme emek gücünün değerini düşürür ve böylece artı-değeri artırır. Bunun tersi, yani emeğin üretkenliğindeki düşme ise emek gücünün değerini yükseltir ve dolayısıyla artı-değeri azaltır. Üçüncüsü: Artı-değerdeki artma veya azalma, emek gücünün değerinde buna karşılık gelen azalma veya artmanın her zaman sonucudur, ama asla nedeni değildir. Marx, buraya düştüğü dipnotta önemli bir hususa değinir. İşverenin kendi payına düşen artı-değerden ödediği vergilerin kaldırılması durumunda, emek gücünün değeri değişmeden artı-değerin artabileceğini düşünenler olmuştur. Ricardo’nun görüşlerini vülgerize ederken saçmalayan iktisatçı MacCulloch buna örnektir. Oysa Marx’ın vurguladığı üzere, söz konusu “vergilerin kaldırılması, sanayici kapitalistin, işçiden ilk elden sızdırdığı artık değer miktarında mutlak olarak hiçbir değişiklik yapmaz. Bu, ancak, onun kendi cebine atacağı artık değer miktarı ile üçüncü kişilere bırakacağı artık değer miktarının toplam artık değer miktarı içindeki oranlarını değiştirir. Bu, emek gücünün değeri ile artık değer arasındaki oranı da değiştirmez.” Üçüncü yasaya göre, artı-değer büyüklüğündeki değişmenin sınırını emek gücünün yeni değer sınırı belirler. Bunun en alt sınırı ise, bir yandan sermayenin baskısının diğer yandan işçilerin dirençlerinin terazinin kefelerine koydukları göreli ağırlığa bağlıdır. Yukarıda sözü edilen üç yasayı ilk defa kesin bir şekilde formüle eden Ricardo olmuştur. Fakat onun formülasyonunda da hatalar vardır. Örneğin ne işgününün uzunluğunda ve ne de çalışma yoğunluğunda değişme olabileceğini hesaba katmıştır. Ayrıca, o da, artı-değeri “kâr, toprak rantı” gibi özel biçimlerinden bağımsız olarak inceleme konusunda diğer iktisatçıları aşan bir başarı gösterememiştir. Bundan ötürüdür ki, Ricardo artı-değer oranıyla ilgili yasaları kâr oranıyla ilgili yasalarla bir tutar. Oysa daha önce üzerinde durulduğu gibi, kâr oranı, artı-değerin yatırılmış bulunan toplam sermayeye oranıdır. Artı-değer oranı ise artı-değerin bu toplam sermayenin yalnızca değişen sermaye kısmına oranı demektir.

II. İşgünü Değişmez, Emeğin Üretkenliği Değişmez, Emek Yoğunluğu Değişir

Emeğin yoğunluğu, aynı zaman içinde daha fazla emek harcanması demektir. Bundan dolayı, çalışma saatlerinin uzunluğu aynı kalırken, emek yoğun bir işgünü daha az yoğun bir işgününe oranla daha fazla üründe maddeleşir. Fakat unutulmasın, aynı uzunluktaki bir işgünü de, şayet emeğin üretkenliği yükselmişse daha fazla ürün sağlar. Ne var ki, emeğin yoğunluğunun değişmesi ile emeğin üretkenliğinin değişmesinin yarattığı sonuçlar farklı olacaktır. Emeğin üretkenliğinin değişmesi durumunda, birim ürün eskisine oranla daha az emeğe mal olduğu için ürünün değeri düşer. Emeğin yoğunluğunun değişmesi durumunda ise, birim ürün neticede eskiden olduğu kadar emeğe mal olur ve dolayısıyla değeri aynı kalır. Emeğin ortalama yoğunluk dereceleri farklı ülkelerde farklı olur ve bu nedenle değer yasasının uluslararası uygulanışında değişik durumlara yol açabilir. Neticede, bir ulusun daha emek yoğun olan işgünü, başka bir ulusun daha az yoğun olan işgününe oranla daha fazla miktarda bir meta-para ile temsil edilebilir.

III. Emeğin Üretkenliği ve Yoğunluğu Değişmez, İşgünü Değişir

Açık ki, işgünü iki yönde değişebilir, kısaltılabilir veya uzatılabilir. 1. Verili koşullar altında (yani emeğin üretkenliği ve yoğunluğu aynı kalırken) işgününün kısaltılması, emek gücünün değerinde ve dolayısıyla gerekli emek-zamanda hiçbir değişiklik yapmaz. Bu durum yalnızca artı-değeri (artı-emeği) azaltır. Böylece artı-değerin gerekli emek-zamana oranı (yani nispi artı-değer) düşer. Fakat kapitalist artı-değer azalmasını, işgücünün fiyatını işgücü değerinin altına düşürmekle telafi etmek isteyebilir. Daha önce incelendiği üzere, işgünü kısaldığında artı-değerin mutlaka düşeceğini iddia edip kısaltmaya karşı propaganda yürüten iktisatçılar olmuştur. Ne var ki gerçek yaşamda genelde bunun tersi olmakta, işgünü kısalsa bile, kapitalist, emeğin üretkenliği ve yoğunluğunda değişmeler sağlayarak kaybını telafi etmektedir. 2. İşgününün uzatılması: Marx burada bir örnek eşliğinde konuyu inceler. Diyelim işgünü 12 saat olsun ve 6 şilinlik bir ürün-değerle temsil edilsin. Gerekli-emek zaman 6 saat (işgücü değeri 3 şilin) artı-emek zaman da 6 saat olsun. Açık ki artı-değer de 3 şilin olacaktır. İşgünü 2 saat uzatılacak ve işgücünün fiyatı aynı kalacak olsa, haliyle artı-değerin mutlak büyüklüğüyle birlikte nispi büyüklüğü de artacaktır. Fakat buna karşılık, işgücünün saat başına düşen ücreti düşecektir. Fakat bu düşüşte bir sınır vardır. Çünkü emek gücü gerekli geçim araçlarıyla kendisini yeniden üretemediğinde yıpranır ve bu yıpranma sınır noktasının ötesine geçildiğinde geometrik dizi halinde artar. Böylece emek gücünün her tür normal yeniden üretim ve faaliyet gösterme koşulu altüst olur.

IV. Emeğin Harcanma Süresinde, Üretkenliğinde ve Yoğunluğunda Eş Zamanlı Değişiklikler

“Burada çok sayıda değişik kombinasyonun mümkün olduğu açıktır” der Marx. Ancak her ne olursa olsun, mümkün olabilen bütün durumlar, yukarıda I., II. ve III. durumlarda ulaşılan sonuçlara göre kolaylıkla incelenebilir. Bu bağlamda bazı önemli hususlar üzerinde durur Marx. Örneğin İngiltere’de emeğin yoğunluğunun artması ve işgününün zorla uzatılması sayesinde, artı-değerin hem mutlak hem göreli olarak arttığı dönem olmuştur. İşgününü ölçüsüz bir biçimde uzatmanın bir hak haline geldiği bir dönemdir bu ve bu dönemin ayırt edici özelliği, bir yanda sermayenin öte yandan sefaletin hızlandırılmış büyümesidir. Marx dipnotta, işgününün uzatılması üzerinde ısrarla durmanın bütün şerefinin Malthus’a ait olduğunu belirtir. Ne var ki, Malthus’un hizmetçisi olduğu tutucu çıkarlar, onu, işgününde yapılacak ölçüsüz bir uzatmanın giderek işçi sınıfının büyük bir kısmını zorunlu olarak “fazlalık” hale getireceğini görmekten alıkoymuştur. Malthus bu “fazla nüfusu”, kapitalist üretimin tarihsel yasaları ile açıklamak yerine, doğanın ezelî ve ebedî yasalarıymış gibi açıklamıştır. Marx Malthus’u eleştirirken, bu “elbette, çok daha rahat bir işti ve Malthus’un gerçek bir papaza yaraşır biçimde kul olup taptığı egemen sınıfların çıkarlarına çok daha uygun düşerdi” demiştir. Diğer bir husus, işgünü kısalırken emeğin yoğunluğunun ve üretkenliğinin artmasıdır. Emeğin üretkenliğinin ve yoğunluğunun artması aynı yön ve biçimde etki yaratır. Her ikisi de belli bir zaman aralığında elde edilen ürün kütlesini büyütür. Bu nedenle de, bu iki artış, işçinin kendi tüketeceği geçim araçlarının eşdeğerini üretmek için harcamak zorunda olduğu işgünü parçasını kısaltır. İşte işgününün asgari uzunluğu, bu zorunlu ama daraltılabilir bölümle belirlenir. Eğer işgünü gerekli emek bölümünün uzunluğu kadar daraltılmış olsaydı, artı-emek ortadan kalkardı ve böyle bir şey kuşkusuz sermayenin rejimi altında olanaksızdır. Ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla, işgününün uzunluğu gerekli emek-zamana indirgenebilir. Marx, bu durumda bile bu sürenin sınırlarının bir süre genişletilebileceğini vurgular. Bunun nedenini şöyle açıklar: “çünkü bir yandan, işçinin yaşam koşulları ve yaşamdan beklentileri artardı, diğer yandan, bugünün artık emeğinin bir bölümü, yani bir toplumsal yedek fonun ve birikim fonunun oluşturulması için ihtiyaç duyulan emek, gerekli emek sayılırdı.” Açıktır ki, emeğin üretkenliği ne kadar artarsa işgünü o kadar kısaltılabilir ve işgünü ne kadar kısaltılırsa emeğin yoğunluğu o kadar arttırılabilir. Toplumsal açıdan bakıldığında, emek üretkenliği, emeğin harcanmasında sağlanacak tasarrufla aynı oranda artar. Böylece yalnızca üretim araçlarının kullanımında bir tasarruf sağlanmakla kalınmaz, tüm yararsız emek harcamalarından da kaçınılmış olur. Kapitalist üretim tarzı, bir yandan her bir girişimciyi tasarrufa zorlarken, diğer yandan bu üretim tarzının anarşik rekabet sistemi yüzünden, toplumsal üretim araçlarının ve emek gücünün kullanımında en ölçüsüz israfları üretir. Marx ayrıca, bugün için vazgeçilmez görülen ama aslında gereksiz olan bir yığın işin yaratılmış olması gerçeği üzerinde burada durmadığını da belirtir. Marx’ın konu bağlamında vurguladığı son bir husus ise, emeğin yoğunluğunun ve üretkenliğinin veri olması halinde toplumsal işgününün kısaltılabileceğine ilişkindir. İşin aslında, emeğin yoğunluğu ve üretkenliği veri ise, çalışma toplumun çalışabilir durumdaki tüm üyeleri arasında ne kadar eşit dağıtılırsa toplumsal işgününün maddi üretim için gerekli kısmı o kadar kısa olur. Dolayısıyla da bireylerin özgür, zihinsel ve toplumsal faaliyetleri için ele geçirilecek zaman o kadar uzar. İşgününün kısaltılmasının bu yöndeki mutlak sınırı ise, çalışmanın genelleşmesidir. Fakat kuşkusuz, kapitalizm altında “serbest zaman” konusundaki büyük eşitsizliğin ortadan kalkması mümkün değildir. “Kapitalist toplumda bir sınıfın serbestçe kullanabildiği zaman, kitlelerin bütün ömürlerini emek-zamana dönüştürerek üretilir.”

31 Mayıs 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /19

kapitali-okumak-c1.png

Bölüm16: Artı-Değer Oranı İçin Çeşitli Formüller

Marx bu bölümde, artı-değer oranının hangi formüllerle temsil edilebileceğini açıklar. Bir grup formül dizisi şöyledir: Artı-Değer/Değişen Sermaye = Artı-Değer/Emek Gücü Değeri = Artı-Emek/Gerekli Emek. Bu dizide ilk iki formül değerler oranını gösterirken, üçüncüsü ise bu değerlerin üretimi için harcanan zamanların oranını göstermektedir. Bu formüller kavramsal açıdan güçlü ve doğrudur fakat klasik ekonomi politik bunlardan bilinçli olarak uzak durmuştur. Bunun yerine sömürü derecesini gözlerden gizleyecek formüller türetmiştir. Örneğin: Artı-Emek/İşgünü = Artı-Değer/Ürün Değeri = Artı-Ürün/Toplam Ürün. Görüleceği üzere, bu formül dizisinde emeğin gerçek sömürülme derecesi ya da artı-değer oranı yanlış ifade edilmiştir. 12 saatlik bir işgünü, 6 saatlik artı-emek, 6 saatlik gerekli emek, 3 şilinlik değişen sermaye (yani 3 şilinlik ücret) varsayımı üzerinden önce neticeyi Marx’ın doğru formülüne göre hesap edelim: 6 saatlik artı-emek/6 saatlik gerekli emek = 3 şilinlik artı-değer/3 şilinlik değişir sermaye = %100. Fakat klasik ekonomi politiğin yanlış formülüne göre hesap edersek şu sonucu elde ederiz: 6 saatlik artık-emek/12 saatlik işgünü = 3 şilinlik artı-değer/6 şilinlik değer-ürün= %50. Açıktır ki, Marx’ın formülü artı-değer oranını %100 olarak doğru şekilde ortaya koyarken, burjuva iktisadının formülü ise bunu %50 olarak göstermektedir. Marx, diğer bir formül olarak “karşılığı ödenmemiş emek/karşılığı ödenmiş emek” üzerinde durduğunu belirtir. Bu formül doğrudur ve bu sayede kapitalistin emek gücüne değil de sanki emeğe para ödediği şeklindeki yanlış kavrayış çöker. Bu formül artı-emek/gerekli emek formülünün yalnızca yaygın bir ifadesidir. Hatırlanacağı üzere, artı-emek süresi içinde emek gücünün kullanımı kapitalist için bir artı-değer yaratır ve emek gücünün bu kısmı ona bedavaya malolur. İşte bu nedenle artı-emeğe karşılığı ödenmemiş emek denilebilir. Zaten sermaye yalnızca emek üzerinde egemen değildir, temelde karşılığı ödenmemiş emek üzerinde egemendir. “Her tür artık değer, sonradan kâr, faiz, rant vb. gibi hangi özel biçimde billurlaşırsa billurlaşsın, özü itibarıyla, karşılığı ödenmemiş emeğin maddeleşmiş biçimidir. Sermayenin kendi kendini değerlendirmesinin sırrı, onun, başkalarının belli bir miktar karşılığı ödenmemiş emeği üzerindeki tasarruf yetkisi olarak kendini açığa vurur.”

ALTINCI KISIM: ÜCRET

Bölüm17: Emek Gücü Değerinin ya da Fiyatının Ücrete Dönüşmesi

Burjuva toplumunun yüzeyinde işçinin ücreti, onun emeğinin karşılığı olarak ödenen paraymış gibi görünür. Böylece herkes emeğin değerinden söz eder ve bunun parasal ifadesine emeğin gerekli ya da doğal fiyatı der. Bunun yanı sıra bir de emeğin piyasa fiyatlarından, yani emeğin gerekli fiyatının üstünde veya altında oynamalar gösteren fiyatlardan bahsedilir. Fakat aslında işçinin kapitaliste sattığı şey kendi emek gücüdür. İşçi çalışmaya, yani emek harcamaya başlar başlamaz, emeği işçiye ait olmaktan çıkar ve dolayısıyla da artık onun tarafından satılamaz. Kısacası, meta piyasasında para sahibi ile doğrudan doğruya yüz yüze gelen gerçekte emek değil, işçidir. İşçinin emek gücü kapitalizmde bir metadır ve bu metanın değişim değerini belirleyen de onun üretimi için gerekli olan emek miktarıdır. İşçi ayrıca emeğini satın alan için artı-değer üretmelidir, aksi halde kapitalist üretimin temeli yok olur. “Emek, değerin özü ve onun içkin ölçüsüdür, ama kendisinin bir değeri yoktur.” “Emeğin değeri” ifadesi aslında “yeryüzünün değeri” gibi hayalî bir ifadedir. Fakat unutulmasın ki, bu tür hayalî ifadeleri ve buna denk düşen kategorileri doğuran aslında üretim ilişkilerinin kendileridir. Kapitalizmde, görünümler düzeyinde “şeyler” kendilerini çoğu kez ters dönmüş şekilde ortaya koymaktadırlar. Genelde tüm bilimlerde dikkate alınan bu gerçekliğe rağmen, aslen bir bilim olmayan ekonomi politik “emeğin fiyatı” kategorisini, üzerinde düşünmeye hiç gerek görmeden günlük hayattan olduğu gibi almış ve sonra da bu fiyatın arz talep ilişkisiyle belirlendiğini iddia etmiştir. Fakat arz talep arasındaki ilişkide meydana gelen değişmelerin piyasa fiyatlarındaki oynamalar dışında hiçbir şeyi açıklamadığını çok geçmeden klasik ekonomi politik de görmüştür. Düşünelim, diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, arz ve talep dengelendiğinde fiyat oynamaları sona erer ve böylece arz ve taleple herhangi bir şeyin açıklanamayacağı anlaşılır. Mevcut arz mevcut taleple dengede olduğu an, demek ki asıl inceleme konusunun emek gücünün arz ve talepten bağımsız olarak belirlenen bir doğal fiyatı olduğu ortaya çıkar. Ekonomi politik, “emeğin değeri” noktasından hareketle bu değeri acaba “emek üretim maliyeti”nin nasıl belirlediği şeklindeki bir kısır döngünün içinde kaldı. Ekonomi politiğin “emeğin değeri”, “emeğin doğal fiyatı” gibi kategorileri hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden söz konusu değer ilişkisinin uygun ve nihai ifadeleri olarak kabul etmesi, onu içinden çıkılmaz karışıklıklara ve çelişkilere sokup bıraktı. Oysa “emeğin değeri” dedikleri, aslında işçinin kişiliğinde mevcut olan emek gücünün değeriydi. Marx, emek gücünün değerinin ve fiyatının, kendilerini kılık değiştirmiş biçimleri içinde yani ücret olarak nasıl ortaya koyduklarını açıklığa kavuşturdu. Daha da önemlisi, işçinin bir işgünü içinde yarattığı değerin onun işgücüne karşılık gelen değerden daha büyük olduğunu ortaya koydu. Örneğin 12 saatlik bir işgününde 6 şilinlik bir değer yaratan emek gücü 3 şilinlik bir değere sahipti. Böylece 12 saatlik bir işgünü, 6 saatlik gerekli emek ve 6 saatlik artı emek-zaman şeklinde bölünmüş oluyordu. Fakat işçiye o işgünü karşılığıymış gibi ödenen ücret biçimi, işgününün karşılığı ödenmiş ve karşılığı ödenmemiş emek-zaman diye bölünüşü ile ilgili her türlü izi siliyordu. Bu nedenle, kapitalizmde her tür emek, karşılığı ödenmiş emek olarak görünür. Oysa angarya olarak yapılan işte, angaryaya katlanmak zorunda olan kimsenin kendisi için harcadığı emekle toprak sahibi için harcadığı yükümlü emek birbirinden zaman ve mekân açısından en açık şekilde farklıdır. Köle emeği söz konusu olduğunda ise, “işgününün kölenin sırf kendi tükettiği geçim araçlarının değerini yerine koymak için, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmında harcadığı emek bile efendisi için harcanmış emek olarak görünür. Kölenin bütün emeği karşılığı ödenmemiş emek olarak görünür. Buna karşılık ücretli emek söz konusu olduğunda, tersine, artı emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile karşılığı ödenmiş emek olarak görünür.” Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği o dönemin mülkiyet ilişkisi gözlerden gizler, diğerinde ise ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeği para ilişkisi ile gözlerden saklanır. Marx, hem kapitalistin hem de işçinin hukuk konusundaki bütün düşüncelerinin, kapitalist üretim tarzının bütün gizemlileştirmelerinin, bütün özgürlük yanılsamalarının, bayağı iktisadın bütün özürcü laf ebeliklerinin, işte gerçek ilişkiyi görünmez kılan ve tam karşıtını gösteren bu görünüm biçimine dayandığını vurgular. Sermaye ile emek arasındaki mübadele, ilk olarak, bütün öteki metaların alım satımları gibi algılanır. Alıcı (kapitalist) belli bir miktarda para, satıcı (işçi) ise paradan farklı bir nesne (emek gücü) vermektedir. Mübadele değeri ve kullanım değeri aslında ölçülemeyen şeyler oldukları için, alışverişte de “emeğin değeri” veya “emeğin fiyatı” gibi ifadeler, sanki “pamuğun değeri”,“pamuğun fiyatı” ifadeleri gibi olağan görünür. Üstelik işçiye parası, o emeğini harcadıktan sonra ödenir. O halde ödeme aracı olma görevi ile para, karşılık olarak verilen nesnenin (emek gücü) değerini veya fiyatını bir süre sonra gerçekleştirir. Ayrıca unutulmasın ki, işçinin kapitaliste sağladığı “kullanım değeri” işçinin emek gücü değil, bunun işlevidir, yani işçinin bu emek gücüyle yaptığı terzilik işi, kunduracılık işi, iplik eğirme işi gibi, belli bir faydası olan bir iştir. İşçinin emek gücünün değeri, kendisinin kullanacağı geçim araçlarının değeri ile birlikte değişebilir, örneğin 3 şilinden 4 şiline çıkabilir ya da 3 şilinden 2 şiline düşebilir. Ya da aslında emek gücünün değeri aynı kalırken piyasadaki arz ve talep ilişkisine göre fiyatı 4 şiline yükselebilir ya da 2 şiline düşebilir. Fakat örneğin değişmeyen 12 saatlik bir işgününde işçi hep 12 saat çalışmış, 12 saat süresince emek harcamış, emek gücü 12 saat kullanılmıştır. Sonuç olarak, 12 saatlik işgününde harcadığı bu aynı miktar emek gücü için işçiye farklı bir karşılık verilmesi, sanki onun emek gücünün değerinde meydana gelmiş bir değişme gibi görünür. Kapitalist açısından sorun, mümkün olduğu kadar az para karşılığında mümkün olduğu kadar çok emek elde etmektir. O nedenle pratikte onu yalnızca emek gücünün fiyatı ile bunun faaliyetinin yarattığı değer arasındaki fark ilgilendirir. Kapitalist kişi, işçinin yarattığı artı-değer sayesinde sağladığı kârı, emek gücü metasını değerinden azına alıp fazlasına satma şeklindeki basit bir aldatmaca, yalnızca ticaret sayesinde elde edilen bir fazlalık olarak açıklar. Kapitalist, şayet işgünü boyunca kullandığı emek gücünün tüm değerinin karşılığını ödese, sermaye diye bir şeyin var olamayacağını, parasının sermayeye dönüşemeyeceğini anlayamaz. İşte klasik ekonomi politik de, olgular arasındaki gerçek ilişkiye neredeyse değinir gibi olduğunda bile bunu bilinçli olarak formülleştirmez. Marx’ın deyişiyle, sırtındaki burjuva postuna sarıldıkça da bu işi zaten hiç beceremez.

Bölüm18: Zamana Göre Ücret

İşçiye ödenen ücretin iki temel biçimi vardır ve bunlar zamana göre ücret ve parça başına ücret olarak adlandırılır. Emek gücünün satışı her zaman belli bir zaman dönemi için olur. Emek gücünün günlük, haftalık, aylık vb. değerinin kendisini dolaysız olarak ortaya koyduğu ücret biçimi “zamana göre ücret” biçimidir. Marx buradaki incelemesini, zamana göre ücretin ayırt edici özelliklerini oluşturan birkaç nokta üzerinde toplayacağını belirtir. İşçinin kendi işgücünü yeniden üretmesi için gerekli olan üzerinden, günlük veya haftalık, aylık vb. çalışmasının karşılığı olarak alacağı para miktarı, işçinin işgücü değerine göre hesaplanan ücretinin tutarını oluşturur. Fakat işgününün uzunluğuna, yani bir günde sağlanan emek miktarına göre, günlük, haftalık ya da aylık gerekli ücretin birbirinden çok farklı fiyatlarla temsil edebileceği de açıktır. O halde zamana göre ücreti incelerken, günlük, haftalık, aylık vb. ücretin toplamı ile bir saatlik emeğin fiyatı (saat ücreti) arasındaki ayrımı dikkate almamız gerekecektir. Öyleyse harcanan bir saatlik emeğin gerekli fiyatı (yani gerekli saat ücreti) nasıl bulunacaktır? Gerekli saat ücreti, emek gücünün günlük ortalama değerinin, ortalama işgününü oluşturan saat sayısına bölünmesiyle bulunur. Örneğin emek gücünün günlük değeri 6 iş saatinin karşılığı olan 3 şilin ise ve işgünü 10 saatse, bu durumda bir iş saatinin fiyatı, 3 şilin/10 olurdu. Fakat işçiye ödenen ücret değişmeden iş saati 12 saate çıkartılsaydı, bu kez bir iş saatlik emeğin fiyatı (saat ücreti) daha düşük, yani 3 şilin/12 = 3 peni olurdu. Ancak saat ücreti, kapitalistin işçiye günlük ya da haftalık gerekli ücreti ödemesi temelinde saptanmaz ve işçiyi keyfine göre seçtiği saatlerde çalıştırarak keyfine göre ücret ödeyecek şekilde belirlenecek olursa, o zaman tüm hesaplar değişir. Ve yukarda açıklanan gerekli ücret birimleri doğal olarak bütün anlamını kaybeder. Bu durumda karşılığı ödenmiş emekle, karşılığı ödenmemiş emek arasındaki bağlantı da ortadan kalkar. Kapitalist şimdi, işçiye kendi varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan emek-zamanı bırakmadan, ondan istediği artı-emek miktarını sızdırabilir. Böylece kapitalist, çalışmada söz konusu olabilecek her türlü düzeni ve belirliliği yok edebilir. Kendisine uygun gelişine, keyfine ve o andaki çıkarlarının gereklerine bağlı olmak üzere, işçiyi korkunç derecede aşırı çalıştırma ile göreli ya da mutlak işsiz bırakma uçları arasında istediği gibi hareket edebilir ve bir anda bir uçtan diğer uca geçebilir. Kapitalist, emeğin normal fiyatını ödediği bahanesiyle, işçiye karşılığında herhangi bir ek ödemede bulunmaksızın, işgününü anormal bir biçimde uzatabilir. 1860’ta Londra’daki inşaat işçileri, kapitalistlerin kendilerine bu keyfi sistem üzerinden hesaplanan saat ücretini dayatmaları üzerine haklı olarak ayaklanmışlardı. 1800’ler İngiltere’sinde, çalışılan zamana göre hesaplanıp ödenen ücret sisteminin hüküm sürdüğü ve çalıştırma süresinin yasayla sınırlandırılmadığı birçok sanayi kolunda, işgününü örneğin onuncu saatin bitimine kadar normal işgünü sayma alışkanlığı yer etmişti. Bu sınırın ötesinde çalışılan süre ise fazla mesai sayılır ve bunun için çoğu kez gülünç derecede küçük bir oranda olsa bile daha iyi bir karşılık ödenirdi. Fakat bu biçimde kazanılan küçücük fazlanın çoğu, kıt kanaat karın doyuran işi aileleri tarafından ek besin maddeleri almak için hemen harcanırdı. Normal denilen çalışma süreleri için işçiye ödenen düşük saat ücretleri, işçiyi karşılığında nispeten daha iyi para verilen fazla mesai yapmak zorunda bırakırdı. Çünkü fazla mesai yapmadan ücret asla yeterli olmamaktaydı. İşte, işgününün yasayla sınırlandırılması kapitalistler için aşırı tatlı olan bu durumlara son verdi.

Bölüm19: Parça Başına Ücret

Parça başına ücret, aslında zamana göre ücretin değişikliğe uğramış biçiminden başka bir şey değildir. Parça başına ücrette, işçinin sattığı kullanım değeri, ilk bakışta sanki işçinin emek gücünün, onun canlı emeğinin işlevi değilmiş de, ürettiği üründe zaten gerçekleşmiş emeğiymiş gibi görünür. Bu bağlamda harcanan emeğin fiyatı da, zamana göre ücrette olduğu gibi “Emek Gücünün Günlük Değeri/Toplam İşgünü Saati” oranıyla değil ama üreticinin iş yapma yeteneğiyle belirleniyormuş gibi algılanır. Eski İngiltere’deki uygulamalara bakılacak olursa, örneğin Londra’da aynı saraçhanelerde çoğu zaman aynı iş için Fransız işçilere parça başına, İngiliz işçilere ise zamana göre ücret ödenmiştir. Parça başına ücret sisteminin genel bir uygulama bulduğu fabrikalarda bazı işler için teknik nedenlerle bu gibi işleri yapan kimselere ödenen ücretler zamana göre hesaplanmıştır. Marx, ücretin bu iki biçiminin aynı anda ve yan yana olmasının, düzenbazlıklarını yürütmede kapitalistlerin işlerine yaradığını belirtir. Fakat her ne olursa olsun, ücretin ödenmesindeki bu biçim farkı, ücretin özünde hiçbir değişiklik yaratmaz. Parça başına ücret aslında doğrudan doğruya bir değer ilişkisini ifade edemez. Çünkü burada, “parçanın değerinin bu parçada maddeleşmiş olan emek-zaman ile ölçülmesi değil, bunun tersine, işçi tarafından harcanmış olan emeğin işçinin üretmiş bulunduğu parçaların sayısı ile ölçülmesi söz konusudur. Zamana göre ücrette emek doğrudan doğruya kendi devam süresi ile, parça başına ücrette ise belli bir süre içinde emeğin kendisinde maddeleştiği ürün miktarı ile ölçülür”. Ancak neticede emek-zamanın fiyatı, “Günlük Çalışmanın Değeri = Emek Gücünün Günlük Değeri” denklemiyle belirlenir. Demek ki, parça başına ücret, zamana göre ücretin değişik biçiminden başka bir şey değildir. İşçiye parça başına fiyatın tam ödenmesi için ürünün ortalama kalite düzeyinde olması esastır ve sonuç ortaya konan nihai ürünün kendisiyle kontrol edilir. Böylece harcanan emeğin niteliği, burada işin kendisi tarafından denetlenebilir. Parça-başı fiyatın tam olarak ödenebilmesi için bu niteliğin ortalama bir yetkinlikte olması esastır. “Parça başına ücret bu bakımdan ücret kesintilerinin ve kapitalist dolandırıcılığın en korkunç kaynağı haline gelir.” Çünkü parça başına ücret sistemi, emek yoğunluğunu keyfince ölçmek için kapitaliste mükemmel bir ölçü aracı oluşturur. Bu sistemde, önceden belirlenmiş ve deneylere dayanılarak yerleşiklik kazanmış belli bir meta miktarında maddeleşen emek-zamanı, toplumsal olarak gerekli emek-zamanı kabul edilir ve gerekli emek-zaman için ödenen ücret buna göre belirlenip ödenir. “İşçi, ortalama iş çıkarma yeteneğine sahip değilse, belli bir asgari günlük işi çıkaramayacağı için, kendisine yol verilir.” Parça başı ücret sisteminde emeğin kalitesi ve yoğunluğu bizzat ödenecek ücreti belirlediğinden, bu ücret biçimi işe nezaret edilmesini de büyük ölçüde gereksiz kılar. Bu nedenle, bu ücret biçimi hem modern ev sanayisinin, hem de hiyerarşik olarak düzenlenmiş bir sömürü ve baskı sisteminin temelini oluşturmuştur. Marx bu sömürü ve baskı sisteminin başlıca iki biçimi olduğunu belirtir. Birincisi, parça başına ücret, kapitalist ile işçi arasına asalakların girmesini, yani emeğin bir aracı tarafından kiralanmasını kolaylaştırır. “Aradaki kişilerin kazancı, tümüyle, emeğin kapitalist tarafından ödenen fiyatı ile bu fiyatın fiilen işçinin eline geçmesine izin verdikleri kısmı arasındaki farktan doğar.” Bu yüzden bu sisteme İngiltere’de “terletme sistemi” gibi karakteristik bir isim verilmiştir. İkincisi, parça başına ücret, kapitaliste, bir işçi başıyla fabrikadaki asıl makine işçileri için sözleşme yapma olanağını sağlar. “Böyle bir sözleşme ile kapitalist, parça başına belli bir fiyat ödemeyi, işçi başı da yardımcılarını bulup çalıştırmayı ve bunlara ücretlerini ödemeyi taahhüt eder. İşçinin sermaye tarafından sömürülmesi, burada işçinin işçi tarafından sömürülmesi yoluyla gerçekleştirilir.” Parça başına ücretin büyüklüğü baştan kararlaştırılmış ise, kendi emek gücünü mümkün olduğu kadar yoğun bir şekilde kullanmak işçinin kişisel çıkarı haline gelir ve bu da kapitalistin işin normal yoğunluk derecesini yükseltmesini kolaylaştırır. Böylece işgününün uzatılmasında da işçinin kişisel çıkarı vardır; çünkü işçi bu yolla günlük ya da haftalık ücretini artırır. Zamana göre ücrette aynı türden işler için, bazı istisnalar dışında, aynı ücret ödenir. Oysa parça başına ücrette, emek-zamanın fiyatı her ne kadar belli bir ürün miktarı ile ölçülüyor olsa da, günlük ya da haftalık ücret işçilerin bireysel farklılıklarına göre değişir. Örneğin “belli bir zaman aralığında işçilerden biri ancak asgari miktarda, bir diğeri ortalama miktarda, bir üçüncüsü ise ortalamayı aşan miktarda ürün sağlar. Demek ki, burada fiilen ele geçen gelir bakımından, tek tek işçilerin farklı hüner, güç, enerji, dayanıklılık vb. düzeylerine göre büyük farklılıklar ortaya çıkar”. Kuşkusuz bu durum, sermaye ile ücretli-emek arasındaki genel ilişkileri değişikliğe uğratmaz. Neticede bireysel farklılıklar, işyerinde bir bütün olarak birbirini dengeler ve böylece belli bir emek-zamanında ortalama miktarda ürün sağlanmış olur. Ödenen toplam ücret de, bu özel sanayi kolundaki ortalama ücrete denk gelir. Ayrıca, ücret ile artı-değer arasındaki oran da değişmez, çünkü her bireysel emekçinin sağladığı artı-değer kitlesi sonuçta aldığı ücrete tekabül eder. Parça başına ücret bireyselliğe daha geniş bir hareket alanı sağlarken ve işçilerin bireyselliklerinin ve bununla birlikte de özgürlük duygularının, bağımsızlıklarının ve kendi kendilerini kontrol yeteneklerinin gelişmesi için bir dürtü yaratırken, öte yandan, işçilerin kendi aralarındaki rekabet duygusunu körükler. Bundan dolayı, parça başına ücret bir yönüyle bireysel ücretleri ortalama düzeyin üzerine çıkarırken, diğer yönüyle bu ortalama düzeyi düşürme eğilimine sahiptir. Fakat ortalama parça başı ücretin uzun bir süre boyunca geleneklerle saptanmış olması halinde, bu ücretin düşürülmesi özel güçlükler gösterecektir. Nitekim bu gibi durumlarda patronlar ücret sistemini zorla zamana göre ücrete dönüştürme yoluna başvurmuşlardır. Bu nedenle, örneğin 1860’da İngiltere’nin Coventry bölgesinde kurdele ve şerit dokuma işçileri arasında bu yüzden büyük bir grev de patlak vermiştir. Marx parça başına ücretin, daha önce zamana göre ücretin yanı sıra görülmesine rağmen daha büyük bir uygulama alanına ilk kez ancak gerçek manifaktür döneminde kavuştuğunu belirtir. Bu ücret sistemi, büyük sanayinin coşkunluk ve atılım döneminde, özellikle de 1797-1815 yılları arasında, çalışma süresini uzatma ve ücreti düşürme aracı olarak kullanılmıştır. O dönemin İngiltere’sinde Fabrika Yasası kapsamına alınmış olan atölyelerde parça başına ücret genel kural haline gelmiştir. Çünkü yasanın işgününün uzunluğunu sınırlandırması durumunda, sermaye işgününü ancak derinliğine büyütebilir ve parça başı ücret sistemi sermayeye bu olanağı sağlar. Fakat parça başına ücrette meydana gelen değişmelerin, kapitalist ile işçi arasında sürekli mücadelelere yol açtığını da unutmamak gerekir.

Bölüm 20: Ülkeler Arasındaki Ücret Farkları

Daha önce de belirtildiği gibi, emek gücünün değerinin ücret ya da fiyat biçimine çevrilmesi, bu değere ilişkin bütün yasaları, ücretlerin dalgalanmalarını yöneten yasalar haline getirir. Ücretin emek gücünün değerine bağlı olarak değişkenlik göstermesi, gerek ulusal düzeyde gerek çeşitli ülkeler arasında ücret farklılıkları olarak kendini ortaya koyar. Bu noktadan hareketle Marx önemli bir hususa dikkat çeker: “Farklı ülkelerdeki ulusal ücretleri birbirleriyle karşılaştırırken, emek gücünün değer büyüklüğündeki değişmeleri belirleyen bütün faktörleri, doğal ve tarihsel olarak gelişmiş birincil yaşamsal ihtiyaçların fiyat ve kapsamlarını, işçinin eğitilme giderlerini, kadın ve çocuk emeğinin oynadığı rolü, emeğin üretkenliğini, emeğin genişliğine ve derinliğine büyüklüğünü hesaba katmamız gerekir.” Her ülkede emeğin belli bir ortalama yoğunluğu vardır. Eğer yoğunluğu ortalama yoğunluktan düşük bir emek kullanılmışsa, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli olandan daha fazla zaman gerekir ve bu nedenle de bu emek normal nitelikte bir emek sayılmaz. Kuşkusuz emeğin ortalama yoğunluğu ülkeden ülkeye değişir ve örneğin birinde daha büyük, diğerinde daha küçük olur. Buradan hareketle ulusal ortalamaların toplamı üzerinden, evrensel emeğin ortalama birimi olan bir ölçek oluşturulabilir. Unutulmamalı ki, “daha yoğun bir ulusal emek, daha az yoğun bir ulusal emeğe oranla, aynı zaman aralığında, daha çok para ile ifade edilen daha fazla değer üretir”. Değer yasasının uluslararası kullanımında değişikliğe yol açan asıl neden, daha üretken ulus şayet dünya pazarındaki rekabet tarafından metalarının satış fiyatını bunların değerine indirmeye zorlanmamışsa, daha üretken ulusal emeğin aynı zamanda daha yoğun emek sayılmasıdır. “Bir ülkede kapitalist üretim ne kadar gelişmişse, orada emeğin ulusal yoğunluğu ve üretkenliği de uluslararası düzeyin o kadar üstüne çıkar. Bu nedenle, farklı ülkelerde aynı uzunlukta emek-zaman harcanarak üretilen aynı türden metaların farklı miktarları, farklı fiyatlarla, yani uluslararası değerlere göre değişen farklı para tutarları ile ifade edilen, farklı uluslararası değerlere sahiptir. Dolayısıyla, paranın göreli değeri, kapitalist üretim tarzının daha fazla gelişmiş bulunduğu bir ülkede, bunun daha az gelişmiş olduğu bir ülkedekinden daha düşük olacaktır.” Buradan, emek-gücünün para ile ifade edilen eşdeğerlerinin de (ücretlerin), birinci ulusta ikincisine kıyasla daha yüksek olacağı sonucu çıkar. Son olarak, Marx’ın o dönemin İngiliz ve Rus kapitalizminin gelişme düzeyindeki büyük farka dikkat çeken satırları, henüz gelişmemiş bir kapitalizmin kendini ancak korumacı önlemlerle ayakta tutmaya çalıştığını ortaya koyar: “Her türlü kötülüğün kolayca boy attığı bu Rus toprağında İngiliz fabrikalarının çocukluk dönemine ait eski dehşeti de eksiksiz olarak hüküm sürmektedir. Yerli Rus kapitalisti fabrika işlerine yatkın olmadığı için yöneticiler doğal olarak İngilizdir. Aşırı çalıştırma gece ve gündüz devamlı biçimde uygulandığı halde ve işçilere utanılacak derecede düşük ücret verilmesine rağmen, Rus fabrikatörü ancak yabancı rekabetinin yasaklanması sayesinde ayakta durabilmektedir.”

1 Temmuz 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /20

kapitali-okumak-c1.png

YEDİNCİ KISIM: SERMAYENİN BİRİKİM SÜRECİ

Sermaye birikim sürecinin anlaşılabilmesi açısından en önemli husus, sermayenin dolaşım hareketinin bütünselliği içinde kavranmasıdır. Marx öncelikle bu hususu açıklığa kavuşturur. Belirli bir miktarda paranın üretim araçlarına ve emek gücüne dönüşmesi, sermaye olarak iş görecek bir miktar değerin yapacağı ilk harekettir. Bu dönüşüm piyasada, yani dolaşım alanında olur. Hareketin ikinci aşaması ise, üretim sürecine başlangıçta yatırılmış bulunan sermaye bir artı-değeri de içeren metalara dönüşür dönüşmez tamamlanmış olur. Fakat bu metaların da yeniden dolaşım alanına sokulmaları gerekir. Bu ise, üretilen metaların dolaşıma sokularak satılmaları, değerlerinin para olarak gerçeklik kazanması, bu paranın yeniden sermayeye dönüşmesi ve bu hareketin durmadan yenilenmesi demektir. İşte “sürekli birbirini izleyen aynı aşamalardan geçerek oluşan bu döngü sermayenin dolaşım hareketini oluşturur”. Açıktır ki, sermaye birikiminin ilk koşulu, kapitalistin metalarını satmayı ve bu yolla elde ettiği paranın büyük bir kısmını yeniden sermayeye çevirmeyi başarmış olmasıdır. Marx, takip eden bölümde sermayenin dolaşım sürecini normal bir biçimde tamamladığının varsayılacağını ve bu sürecin daha yakından analizinin ise ikinci ciltte yapılacağını belirtir. Artı-değeri ürettiren, karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan doğruya işçilerden emen ve bunu metalarda sabitleyen kapitalist, bu artı-değere ilk el koyan kimsedir, ama hiçbir biçimde bunun son sahibi değildir. “O, bunu, sonradan toplumsal üretimin bütünü içinde başka işlevleri yerine getiren kapitalistlerle, toprak sahipleriyle vb. paylaşmak zorundadır.” Bundan dolayı, artı-değer çeşitli parçalara bölünür. “Bu parçalar çeşitli kategoriler meydana getiren kimselerin payları olur ve kâr, faiz, ticari kâr, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız biçimlere bürünür.” Marx, artı-değerin bu dönüşmüş biçimlerinin ancak üçüncü ciltte ele alınabileceğini belirtir. Burada Marx, metayı üreten kapitalistin bunu değeri üzerinden sattığının ve kapitalist üreticinin artı-değerin bütününün sahibi olduğunun varsayılacağını vurgular. Bu nedenle, bu analizde sermaye birikimini soyut bir açıdan, yani fiili üretim sürecinde salt bir evre olarak inceleyecektir. Analizdeki bir diğer varsayım da, birikim gerçekleştiği sürece, kapitalistin üretilen metaların satışını ve buradan elde ettiği paranın yeniden sermayeye çevrilmesi işini başarıyla yürütüyor olmasıdır. Ayrıca, artı-değerin çeşitli parçalara bölünüşü (kâr, faiz, ticari kâr, toprak rantı) artı-değerin doğasında bir değişikliğe yol açmaz. Sanayici kapitalistin artı-değerden kendisi için alıkoyduğu ve başkalarına bıraktığı kısımlar hangi oranlarda olursa olsun, o her zaman bu artı-değere ilk el koyan kimsedir. Unutulmasın ki, artı-değerin çeşitli parçalara bölünmesi ve aracılık işlevi gören dolaşım hareketi birikim sürecinin basit temel biçimini bulanıklaştırmaktadır. “Bundan dolayı, birikim sürecinin saf analizi, bunun iç mekanizmasının işleyişini gözlerden saklayan bütün görüngülerin geçici olarak yok sayılmalarını gerektirir.”

Bölüm 21: Basit Yeniden Üretim

Bir toplumda üretim sürecinin şekli ne olursa olsun, bu sürecin sürekli olması, devresel olarak aynı evrelerden geçerek sürüp gitmesi zorunludur. Bir toplum, nasıl ki tüketmekten vazgeçemezse, üretmekten de vazgeçemez. Bu nedenle, üretim-tüketim bütünlüğü ve bir akış halinde durmadan yenilenişi açısından bakıldığında, her toplumsal üretim süreci aynı zamanda bir yeniden üretim sürecidir. Üretimin verili koşulları aynı zamanda yeniden üretimin de koşullarıdır. Hiçbir toplum, ürünlerinin bir kısmını sürekli olarak üretim araçlarına ya da yeni üretim unsurlarına dönüştürmeden, sürekli olarak üretimde yani yeniden üretimde bulunamaz. Diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, toplumun zenginliğini aynı düzeyde yeniden üretebilmesi veya tutabilmesi için, diyelim bir yıl içinde harcanmış olan üretim araçlarının (yani emek araçlarının, hammaddelerin ve yardımcı maddelerin), yıllık ürün kitlesinden aynı cins ve miktarlarda ayrılıp yeniden üretim sürecine katılmaları zorunludur. O halde, yıllık ürünün belli bir miktarı üretime ayrılmalıdır. Daha en başta üretken tüketim için üretilmiş olan bu ürünlerin büyük bölümü, niteliksel olarak zaten bireysel tüketimi kendiliğinden dışlayan doğal biçimlere sahiptir. Önemli bir husus şudur: Üretim kapitalist tarzda olursa, kuşkusuz yeniden üretim de kapitalist tarzda olacaktır. “Kapitalist üretim tarzında emek süreci nasıl değerlenme sürecinin aracı olmaktan başka bir şey olarak görünmüyorsa, bunun gibi, yeniden üretim de yatırılmış değeri sermaye olarak, yani kendi kendini değerlendiren değer olarak, yeniden üretmenin aracından başka bir şey olarak görünmez. Bir kimse, yalnızca parası sürekli biçimde sermaye olarak iş gördüğü için, ekonomik bakımdan kapitalist sıfatını alır.” Örnekse, 100 sterlin tutarında bir para bu yıl içinde sermayeye çevrilmiş ve 20 sterlinlik bir artı-değer üretmişse, bu paranın ertesi yıl ve ondan sonra gelecek yıllarda da aynı şeyi tekrar etmesi gerekir. Böylece sermaye değerindeki dönemsel artış, yani süreç içinde yatırılan sermayenin dönemsel meyvesi olan artı-değer, sermayeden doğan bir gelir biçimini alır. Bu gelir kapitalist tarafından yalnızca tüketim fonu olarak kullanılırsa, yani sermayeyi genişletmek için tekrar yatırıma dönüşmezse, o takdirde basit yeniden üretim gerçekleşmiş olur. Basit yeniden üretim, üretim sürecinin aynı düzeyde yinelenmesinden ibarettir. Fakat yalnızca bu yinelenme ve bu süreklilik bile, sermaye birikim sürecine bazı yeni karakterler kazandırır. Üretim sürecinin akışına bakalım. Üretim süreci emek gücünün belli bir süre için satın alınmasıyla başlatılır. Bu başlangıç, emeğin satın alındığı süre dolduğunda (gün, hafta, ay, vb.) ve böylece belli bir üretim dönemi sona erdiğinde durmadan yenilenir. Ne var ki işçiye emek gücünün karşılığı ancak emek gücü kullanıldıktan ve böylece üretim bitip hem emek gücünün değeri hem de artı-değer üretilen metalarda gerçekleştikten sonra ödenir. O halde işçi, basit yeniden üretimi varsayıyorsak, hem kapitalistin özel tüketim fonuna giden artı-değeri, hem de kendi ücret fonunu (yani değişen sermayeyi) üretir. İşçinin çalıştırılması da ancak bu fonu yeniden ürettiği sürece devam eder. Üstelik de işçi bunu kendisine ait olan kısım henüz kendisine ücret biçiminde geriye gelmeden önce yapar. Burjuva iktisatçıların, ücreti bizzat üretilen üründen alınan bir pay olarak gösteren formüllerinin dayanağı da işte budur. Evet, işçiye ücret şeklinde geri dönen şey onun sürekli olarak yeniden ürettiği ürünün bir kısmıdır. Kapitalistin işçiye ücretini para olarak ödediği de doğrudur. “Ne var ki, bu para emeğin ürününün kılık değiştirmiş biçiminden başka bir şey değildir. İşçi, üretim araçlarının bir kısmını ürüne dönüştürürken, kendisinin daha önceki ürününün bir kısmı da gerisin geriye paraya dönüşür. İşçinin bugünkü ya da gelecek altı aylık emeğinin karşılığı ödenirken kullanılan şey onun geçen haftaki ya da geçen altı aylık emeğidir.” Tek bir kapitalist ile tek bir işçiyi ele almak yerine kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfını göz önüne aldığımızda, paranın işe karışmasıyla ortaya çıkan yanılsama hemen yok olur. Şöyle ki, kapitalistler sınıfı, işçi sınıfına, aslında işçi sınıfı tarafından üretilen ve fakat kapitalistler sınıfı tarafından el konulan ürünün bir kısmını, işçilerin gerekli ihtiyaç maddelerini satın alabilmesi için para şeklinde ödeme makbuzları (ücret) olarak verirler. İşçiler gerekli tüketim maddelerini satın aldıklarında (böylece üretilen ürünlerden ancak kendilerine düşen payı aldıklarında), bu ödeme makbuzlarını (para, kredi vb.) kapitalistler sınıfına geri vermiş olurlar. Bu iş böyle devam eder. Ne var ki ürünün meta şeklini ve metanın da para şeklini alışı, bütün bu olanları bir örtü ile gizler. Marx bu işleyişten hareketle kapitalizme özgü olan görünümü vurgular: “Demek ki, değişen sermaye, işçinin kendisinin ve ailesinin varlığını sürdürmek için muhtaç olduğu ve toplumsal üretim sisteminin biçimi ne olursa olsun, her zaman bizzat üretmek ve yeniden üretmek zorunda bulunduğu geçim araçları fonunun veya emek fonunun özel bir tarihsel görünüş biçimidir.” İşgücünün karşılığı olan fon (emek fonu) işçiye sürekli olarak ücret-para olarak geri dönüyorsa, bu durum onun kendi ürününün sermaye biçiminde sürekli olarak kendisinden uzaklaşması yüzünden böyle olmaktadır. Ne var ki, işçilik fonunun bu görünüş biçimi, işçiye kapitalist tarafından aslında işçinin bizzat kendi nesnelleşmiş emeğinin (bir üründe gerçekleşen emeğinin) bir kısmının geri verildiği olgusunu hiçbir biçimde değiştirmez. Marx kapitalizme özgü bu durumu feodalizmde serfin durumuyla karşılaştırır: “Efendisi için angaryayla yükümlü bir köylüyü ele alalım. Kendi toprağı üzerinde kendi üretim araçları ile diyelim haftanın 3 günü çalışır. Diğer 3 gün ise efendisinin malikânesinde zoraki çalışır. Bu köylü durmadan kendi emek fonunu yeniden-üretmektedir ve bu durumda, bu fon, hiçbir zaman emeğinin karşılığının ödenmesi için bir başkası tarafından ödenen para şeklini almamaktadır. Ama buna karşılık, efendisi için harcadığı karşılığı ödenmeyen yükümlü emek de, hiçbir zaman karşılığı ödenen gönüllü emek niteliğini (kazanmaz-E.Ç). Eğer güzel bir sabah, efendisi, toprağa, hayvanlara, tohumluğa, kısacası köylünün üretim araçlarına el koyarsa, köylü bundan böyle artık emek-gücünü, efendiye satmak durumunda kalacaktır. O, (diğer her şey aynı kalmak koşuluyla-E.Ç), üç günü kendisi, üç günü efendisi için olmak üzere gene 6 gün çalışacak ve efendisi de böylece ücretli adam çalıştıran kapitalist haline gelecektir. Önceden olduğu gibi gene üretim araçlarını üretim araçları olarak kullanacak ve bunların değerini ürüne aktaracaktır. Tıpkı eskisi gibi, ürünün belirli bir kısmı, yeniden-üretime ayrılacaktır. Ama yükümlü emeğin ücretli-emeğe dönüştüğü anda, köylünün kendisinin, tıpkı eskisi gibi üretmeye ve yeniden-üretmeye devam ettiği emek fonu, bu andan sonra, ücret şeklinde efendisi tarafından yatırılan sermaye biçimini alır.” (Sol Yay. çevirisinden, s.542-543) Yukarıda anlatılanlar, konuyu anlayabilmek için, üretim sürecinin durmadan yinelenen akışı içinden yalnızca bir üretim kesitinin soyutlanmasına dayanmaktadır. O nedenle Marx, kapitalist üretim sürecini onun sürekli bir akış halinde yenilenmesi olarak ele aldığımızda, değişen sermayenin kapitalistin kendi fonundan avans olarak verilen bir değer olma özelliğini yitireceğini hatırlatır. Ancak böylece akla bir soru takılacaktır: Kapitalist üretim sürecinin bu durmadan yinelenerek devam eden akışının, ilk olarak bir yerlerde ve bir tarihte başlamış olması gerekmez mi? Öyleyse, “kapitalistin, geçmiş bir tarihte, bir biçimde karşılığı ödenmemiş emekten bağımsız olan bir ilk birikimle paraya ve dolayısıyla da piyasaya emek gücü satın alıcısı olarak gelebilecek bir duruma sahip olmuş olması muhtemeldir”. Fakat kapitalist olacak kişinin daha önce elinde bulunan bu birikim her ne olursa olsun, bu kişi örneğin başlangıçta yatırdığı 1000 sterlinlik bir sermayeyle her yıl 200 sterlin tutarında bir artı-değer elde etse, yalnızca basit yeniden üretim sürecinin sürekliliği sayesinde, kısa ya da uzun bir süre sonra, elindeki sermaye birikmiş sermayeye (ya da sermayeleşmiş artı-değere) dönüşecektir. Başlangıçtaki 1000 sterlinlik sermaye, onu kullanan girişimcinin daha önce kişisel emeği ile elde edilmiş bile olsa, er ya da geç, eşdeğeri verilmeksizin el konulmuş bir değer ya da başkalarının (işçinin) parada ya da başka bir metada maddeleşen karşılığı ödenmemiş emeği halini alır. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, parayı sermayeye dönüştürmek için yalnızca meta üretiminin ve meta dolaşımının varlığı yetmez. Bunun için kapitalist meta üretimi şarttır ve bunun için de bir yanda para sahibinin, öte yanda değer yaratan özün sahibinin; bir başka deyişle bir yanda üretim ve geçim araçlarına sahip bulunan bir kimsenin, öte yanda emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan bir kimsenin, birbirlerinin karşısında alıcı ve satıcı olarak yer almaları gerekir. Ne var ki, kapitalist üretim açısından “başlangıçta sadece bir hareket noktasından ibaret olan bu durum, basit yeniden üretimin sürekliliği aracılığıyla durmadan yeni baştan üretilir ve kapitalist üretimin kendine özgü bir sonucu olarak ebedileşir.” Kapitalist üretim süreci, maddi zenginliği sermayeye, yani kapitalistler için değer yaratma ve zevk aracına dönüştürür. Diğer yandan işçi ise bu süreçten sürekli olarak girdiği gibi, yani bu zenginliğin kendisi için gerçekleşmesini sağlayacak her türlü araçtan yoksun olarak çıkar. İşçinin kendi emeği, sürece girmeden önce ona yabancılaşmış, kapitalist tarafından mülk edinilmiş ve sermayenin parçası haline gelmiştir. Bu yüzden de işçinin emeği kendisini sürekli olarak yabancı üründe nesnelleştirir. “Üretim süreci aynı zamanda emek gücünün kapitalist tarafından tüketilmesi süreci olduğu için, işçinin ürünü sürekli olarak metalara dönüşmekle kalmaz, aynı zamanda sermayeye, değer yaratan gücü emen değere, kişileri satın alan geçim araçlarına, üreticileri kullanan üretim araçlarına dönüşür.” Bu durum, üretken tüketimin gözden kaçırılmaması gereken bir özelliğidir. İşçinin kendisi durmaksızın nesnel zenginliği sermaye olarak, kendisine yabancılaşmış, kendisine hükmeden ve kendisini sömüren bir güç olarak üretir. Kapitalist de yine durmadan, kendini nesnelleştirme ve kendine gerçeklik kazandırma araçlarından ayrılmış, soyut, yalnızca işçinin bedensel varoluşunda mevcut bulunan bir zenginlik kaynağı olarak emek gücünü; kısacası ücretli işçi olarak işçiyi üretir. “İşçinin bu biçimde sürekli yeniden üretilmesi ya da ebedîleştirilmesi, kapitalist üretimin sine qua non’udur (vazgeçilmez koşuludur).” Kapitalist üretim sürecinde işçinin yaptığı tüketim iki biçimde olur. “Üretim sırasında işçi çalışarak üretim araçlarını tüketir ve bunları yatırılmış bulunan sermayenin değerinden daha yüksek değere sahip olan ürünlere dönüştürür. Bu, işçinin üretken tüketimidir. İşçinin tüketimi, aynı zamanda, onun emek gücünün, bunu satın almış olan kapitalist tarafından tüketilmesidir. Öte yandan, işçi, emek gücüne ödenmiş parayı geçim araçları satın almak için harcar: bu, onun bireysel tüketimidir.” Marx, burada özellikle unutulmaması gereken bir noktaya dikkat çeker: “Demek ki, işçinin üretken tüketimi ile bireysel tüketimi tamamen farklı şeylerdir. Bunların ilkinde, işçi, sermayenin hareketli gücü olarak iş görür ve kapitaliste aittir; ikincisinde, kendi kendisine aittir ve üretim süreci dışında kendi hayat fonksiyonlarını yerine getirir. Bunlardan birinin sonucu kapitalistin yaşamı, diğerinin sonucu ise işçinin kendi yaşamıdır.” Ne var ki işçinin kendi bireysel tüketimini, üretim sürecinde tüketilmesi gereken diğer maddeler gibi de düşünebiliriz. Böyle bir durumda, işçi, tıpkı buhar makinesine kömür ve su, çarklara yağ verilmesi gibi, kendi emek gücünü işler halde tutmak için ihtiyaç duyduklarını tüketmek zorundadır. Böylesi bir durumda, işçinin varlığını sürdürmesi için gereken tüketim araçları, sanki buhar makinesi gibi bir üretim aracının ihtiyaç duyduğu kömür benzeri bir tüketim aracına dönüşmüş olur. Fakat bu açıdan bakıldığında, işçinin bireysel tüketimi de doğrudan doğruya üretken tüketim niteliği kazanır. Sürece birey olarak kapitalist ve birey olarak işçi açısından değil de, kapitalist sınıf ve işçi sınıfı açısından bakar ve tek başına bir metanın üretim sürecini değil, sürekli akışı ve bütün toplumsal kapsamı içinde kapitalist üretim sürecini ele alırsak, konu bambaşka bir görünüm kazanır. Kapitalist, sermayesinin bir kısmını emek gücüne çevirdiği zaman, toplam sermayesinin değerlenmesini sağlar ve aslında bir taşla iki kuş vurmuş olur. Çünkü yalnızca işçiden aldığından değil, işçiye verdiğinden de kâr eder. Emek gücünün karşılığı olarak yatırılan değişen sermaye, tüketim açısından bakıldığında mevcut işçilerin adale, sinir, kemik ve beyinlerinin yeniden üretimine ve yeni işçilerin meydana gelmesine hizmet eden geçim araçlarına çevrilmiş olur. Dikkat edilecek olursa, böylece “işçi sınıfının gerekli bireysel tüketimi, sermaye tarafından emek gücünün karşılığında elden çıkarılan geçim araçlarının yeniden sermaye tarafından sömürülebilecek yeni emek gücüne dönüştürülmesi demektir. Bu tüketim, kapitalist için en vazgeçilmez üretim aracının, yani bizzat işçinin kendisinin üretilmesi ve yeniden üretilmesi demektir.” O halde, işçinin bireysel tüketimi ister atölye, fabrika ya da diğer bir işyeri içinde veya dışında, nerede gerçekleşirse gerçekleşin, sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin bir unsuru olarak kalır. Tıpkı, üretim süreci sırasında veya belirli aralarda makinelerin temizlenmesinin, üretim ve yeniden üretim faaliyetinin kaçınılmaz bir gereği olması gibi! “İşçinin bireysel tüketimini kapitalistin keyfi için değil kendisi için yapması hiçbir şeyi değiştirmez. Bir iş hayvanının tüketimi, hayvan yediğinden zevk alıyor diye, üretim sürecinin gerekli bir koşulu olma niteliğinden hiçbir şey yitirmez.” İşçi sınıfının sürekli olarak mevcudiyeti ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretimi için her zaman gerekli olan bir koşuldur. Bu koşulun o veya bu şekilde yerine getirilmesini kapitalist “vicdan huzuruyla” işçinin kendini ve neslini devam ettirme içgüdüsüne bırakabilir. Kapitalist için önemli olan, yalnızca işçinin kişisel tüketimini en zorunlu sınırlarına indirmek ve orada tutmaya dikkat etmektir. Marx burada hicivli bir karşılaştırma yapar ve kapitalistin bu tutumunun, işçiyi daha az besleyici yiyecekler yerine daha çok besleyici yiyecekler almaya zorlayan o zalim Güney Amerikalı maden sahiplerine öykünmekten dağlar kadar uzak olduğunu belirtir. O dönemde Güney Amerika’da maden ocaklarında çalışan ve her günkü işleri (bu belki de dünyanın en ağır işidir) 180-200 libre ağırlığındaki cevher kitlelerini 450 ayak derinlikten sırtlarında taşıyarak yeryüzüne çıkarmak olan işçiler sadece ekmek ve fasulye ile beslenmekte, hatta yalnızca ekmek yemeyi tercih etmektedirler. Fakat yalnızca ekmek yiyerek maden işçilerinin o kadar sıkı çalışamayacaklarını gören patronları, onlara at gibi davranmakta ve onları fasulye yemeye zorlamaktadırlar. Çünkü fasulye kemikleri güçlendirici madde bakımından ekmeğe oranla çok daha zengindir. Marx’ın hicvettiği kapitalist mantalite burjuva iktisatçısının da düşünce dünyasına egemendir: “İşte bundan dolayı, kapitalist de onun ideolojik temsilcisi olan iktisatçı da, işçinin bireysel tüketiminin ancak işçi sınıfının ebedileştirilmesi için gerekli olan kısmını, daha doğrusu, sermayenin emek gücünü tüketebilmesi için zorunlu olan kısmını üretken tüketim olarak görür; işçinin bunu aşan ve kendi zevki için yapacağı tüketimi, üretken olmayan tüketim sayarlar.” Çünkü sermaye tarafından daha fazla emek gücü yutulmasını sağlamadan ücretlerde bir yükselme (dolayısıyla işçinin tüketiminde bir artış) olmuş olsa, bunun için gereken ek değişen sermaye, kapitalist için üretken olmayan bir biçimde tüketilmiş olurdu. İşçi açısından bakarsak, işçinin bireysel tüketimi, onun kendisi için de üretken olmayan bir tüketimdir, çünkü yalnızca yitirdiği işgücünü karşılamak için tüketmektedir. Fakat aynı olguya kapitalistler ve kapitalist devlet açısından bakarsak bu üretken tüketimdir, çünkü işgücünün yeniden üretimi onlar için kendilerine zenginlik üreten gücün üretimidir. O halde kapitalist üretim tarzına toplumsal açıdan bakıldığında, işçi sınıfı doğrudan doğruya emek sürecine katılmadığında bile, sermayenin cansız iş aleti kadar tamamlayıcı bir parçasıdır. Unutmayalım, işçinin kendi işgücünü yeniden üretmesini sağlayan bireysel tüketimi bile sermayenin yeniden üretim sürecinin bir unsurundan başka bir şey değildir. Kapitalist yeniden üretim süreci, bu “bilinçli üretim aletleri”nin ürettikleri ürünleri hemen bunların bulundukları kutuptan alıp sermayenin bulunduğu kutba transfer eder ve böylece işçinin beklenmedik bir zamanda sermayeyi terk etmesini olanaksız hale getirir. Bireysel tüketim, bir yandan, bunların varlıklarını devam ettirmelerini ve yeniden üretimlerini, öte yandan, geçim araçlarını yok ederek, bunların emek piyasasında sürekli olarak el altında bulunmalarını sağlar. Romalı köle, sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmenin fictio juris’iyle (hukuki sanallığı ile) ayakta tutulur. Marx bu noktada kapitalizmin tarihinden de örnek verir. “Sermaye, geçmişte, özgür işçi üzerindeki mülkiyet hakkını, gerekli gördüğünde, yasa zoruyla geçerli kılardı. Örneğin makine işçilerinin göç etmeleri İngiltere’de 1815 yılına kadar ağır cezalarla yasaklanmıştı.” İşçi sınıfının yeniden üretimi zaman içinde hünerlerin birikmesini ve bir kuşaktan diğerine aktarılmasını da sağlar. Ekonominin normal dönemlerinde sermayenin umursamadığı “hünerli işçi sınıfının varlığı”na duyulan ihtiyaç, onu bundan yoksun kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bir bunalım patlak verdiğinde hemen görülür. Marx bu durumu bir örnekle somutlar: Amerikan İç Savaşı’nın ve onu izleyen pamuk kıtlığının sonucu olarak, İngiltere’nin pek çok bölgesinde çok sayıda pamuklu dokuma işçisi sokağa atılmıştır. Bu dönemde aç kalan bu “fazla işçiler”in İngiliz sömürgelerine ve Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmeleri sağlansın diye, hem işçi sınıfının kendisinden hem de toplumun diğer katmanlarından devleti yardıma çağıran feryatlar yükselmiştir. Fakat 1863 yılında önde gelen bir burjuvanın Times gazetesinde yayınlanan ve Avam Kamarasında ele alındığında da Marx’ın deyişiyle haklı olarak “fabrikatörlerin manifestosu” diye adlandırılan mektubunda, “sermayenin emek gücü üzerindeki mülkiyet hakkı” yüzsüzce ifade edilmiştir. Neticede İngiliz sermayesi bunalımda kapı dışarı ettiği binlerce hünerli işçisinin kendi malı olduğunu ilanla işçilerin göç etmelerini engellemiştir. İşçiler İngiltere’nin, çalıştırılmasalar bile pamuklu dokuma fabrikatörlerinin “gücü” olarak pamuklu dokuma sanayisi bölgelerine kapatılmışlardır. Dış ülkelere göç için, parlamento bir metelik bile tahsis etmemiş, yalnızca yerel yönetimlere, işçileri yarı aç yarı tok durumda tutma, yani onları normal ücretin altında çalıştırma yetkisini veren bazı yasalar çıkarmıştır. Kapitalist üretim süreci, kendi işleyişi içinde emek gücü ile emeğin koşulları arasındaki ayrılmayı daima yeniden üretir. “Böylece, işçinin sömürülmesinin koşullarını yeniden üretir ve ebedileştirir. İşçiyi, sürekli olarak, yaşayabilmek için emek gücünü satmaya zorlar ve kapitalisti, sürekli olarak, zenginleşmek için bu emek gücünü satın alabilecek duruma getirir. Kapitalist ile işçiyi meta piyasasında alıcı ve satıcı olarak birbirinin karşısına çıkaran şey artık sadece bir tesadüf değildir. İşçiyi durmadan kendi emek gücünün satıcısı olarak gerisin geriye meta piyasasına fırlatan ve onun kendi ürününü durmadan başkasının satın alma aracına dönüştüren, bizzat bu süreçtir. Aslına bakılırsa, işçi kendisini kapitaliste satmadan önce de sermayeye aittir.” Emekçinin kendi işgücünü belirli sürelerle satması, patron değiştirmesi veya emek gücünün pazar fiyatındaki dalgalanmalar, onun ekonomik köleliğini (sermayeye bağlanması) hem yaratan ve hem de gözlerden saklayan nedenler olmuştur. Burada ilk bakışta biraz ayrıntı gibi dursa da, yukarda geçen “bağlanma” konusunda Marx’ın dipnotta değindiği bir örnek kapitalizmin tarihinde neler yaşandığını öğrenmek bakımından göz ardı edilemez. “Bu bağlılığın kaba saba bir şekli Durham Kontluğu’nda mevcuttur. Burası, koşulların, çiftçiye, tarım gündelikçileri üzerinde tartışmasız bir mülkiyet hakkı sağlamadığı bir iki kontluktan biridir. Maden sanayisinin varlığı, işçilere bir dereceye kadar seçme hakkı sağlar. Bu nedenle, çiftçi burada, başka yerlerdekinin aksine, ancak üzerinde işçiler için kulübeler bulunan çiftlikleri kiralar. Kulübenin kirası, ücretin bir kısmını oluşturur. Bu kulübelere «ırgat evleri» denir. Bunlar işçilere kiralanırken işçiler birtakım feodal yükümlülükler altına girmeyi kabul eder; işveren çiftçi ile işçi arasında «bondage» (bağlanma) adı verilen ve işçiyi, örneğin, bir başka yer ya da işte çalıştırılması halinde yerine birisini, diyelim kızını bırakma yükümlülüğü altına sokan bir sözleşme yapılır, işçinin kendisine «bondsman» (bağlanmış adam) adı verilir. Bu ilişki işçinin kişisel tüketimini, yepyeni bir açıdan, sermaye için yapılan bir tüketim ya da üretken tüketim olarak gösterir.” Devamla Marx bu konuda dönemin Sağlık raporlarından bir aktarma yapar: “Hayretle görüldüğü gibi, yanaşmaların ve işçilerin dışkıları bile, kılı kırk yaran lordun bir yan geliri sayılır. ... Çiftçi patron, bütün o bölgede kendisininkinden başka bir helâ olmasına izin vermez ve bu konuda kendi sahiplik ve efendilik haklarından bir zerresinin bile kaybına göz yummaz.” Şu halde, kapitalist üretim süreci, bir bütün olarak ele alındığında ya da bir yeniden üretim süreci olarak, sadece meta, sadece artı-değer üretmekle kalmaz, sermaye ilişkisinin bizzat kendisini, yani bir tarafta kapitalisti ve diğer tarafta ücretli işçiyi üretir ve yeniden üretir. Marx dipnotta, 1847 yılında Alman İşçi Derneği’nde aynı konuda yaptığı ve basımının Şubat Devrimi yüzünden kesintiye uğradığı sunumlarından aktarır: “Sermaye, ücretli emeği, ücretli emek de sermayeyi gerektirir. Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini gerektirir, karşılıklı olarak birbirlerini yaratır. Bir pamuk fabrikasındaki işçi, sadece pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir. Emeğinin yeniden kumanda altına alınmasına ve onun aracılığıyla yeni değerlerin yaratılmasına hizmet eden değerler üretir.”

27 Temmuz 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /21

Bölüm 22: Artı-Değerin Sermayeye Dönüşmesi

1. Boyutları Gittikçe Büyüyen Kapitalist Üretim Süreci (Meta Üretimine Özgü Mülkiyet Yasalarının Kapitalist Mülk Edinme Yasaları Haline Gelişi)

Marx, buraya kadarki incelemeler boyunca sermayeden artı-değerin nasıl çıktığını gördüğümüzü, şimdi de artı-değerden sermayenin nasıl çıktığını göreceğimizi belirtir. Vurguladığı üzere, artı-değerin sermaye olarak kullanılmasına, yani elde edilen artı-değerin yeniden sermayeye çevrilmesine sermaye birikimi denir. Marx konuyu bir örnek eşliğinde açıklamaya başlar. Sermaye birikimini önce tek bir kapitalist açısından ele alır. Diyelim bir iplikçi 10.000 sterlinlik bir sermaye yatırmıştır ve bunun beşte dördü ile pamuk, makine vb. satın alınmış, geriye kalan beşte biri (yani 2000 sterlin) ücret olarak kullanılmıştır. Artı-değer oranının %100 olduğunu varsayarsak, yılsonunda 12.000 sterlin değerinde (10.000 sterlinlik toplam sermaye+2000 sterlinlik artı-değer) iplik üretilmiş olacaktır. 2000 sterlinlik artı-değer bunun altıda birine denk gelir. Marx bir değerin (örneğimizde 2000 sterlin) artı-değer olma özelliğinin, onun sahibinin eline nasıl geçtiğini gösterdiğini ama değerin ya da paranın doğasında hiçbir değişiklik yapmadığını belirtir. Örnek devam eder. İplikçi kapitalist yeni elde ettiği 2000 sterlin tutarındaki bu artı-değeri, yukarıdaki oranlar aynı kalmak koşuluyla sermayeye dönüştürmek isterse, beşte dördünü pamuk vb. satın almak, geriye kalan beşte birini (400 sterlin) ise yeni iplik işçileri satın almak için harcayacaktır. 2000 sterlinlik yeni sermaye de böylece iplik fabrikasında iş görmeye başlar ve %100 artı-değer oranına göre 400 sterlinlik bir artı-değer sağlar. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Sermaye değeri başlangıçta para olarak yatırılmıştır, fakat üretim sürecinde yaratılan artı-değer henüz üretilen toplam ürünün bir kısmının değeri olarak mevcuttur, yani şimdilik varoluş biçimi para değil üretilmiş metadır. Bu meta satılıp paraya çevrildiğinde, artı-değerin varoluş biçimi değişir. İşte bu andan itibaren sermaye değeri de artı-değer de bir miktar parada var olur ve bu para-sermaye yeniden iplik üretimine yatırılacak olursa, yukarıda açıklanan döngü yeniden işlemeye başlar. Ne var ki bu kez üretimin boyutları biraz daha büyümüş olacaktır. Şimdi de yıllık meta-ürünün paraya dönüşmesine bakalım. Diğer bütün kapitalistlerin yaptıkları gibi, iplikçi de yıllık ürününü piyasaya getirir ve ipliği piyasada dolaşmaya başlar. Bu iplik-meta, o yıl boyunca üretilen toplam ürünün, yani toplam toplumsal sermayenin yıl boyunca dönüştürüldüğü her türden metanın toplam kütlesinin yalnızca bir parçasıdır. Piyasada gerçekleşen alım-satım işlemleriyle, yıllık toplam ürünün tek tek unsurlarının birbirleriyle mübadeleleri (bir elden diğer ele geçmeleri) sağlanmış olur. Unutulmamalı ki, bu alışveriş (ticaret) ile ne yıllık toplam ürün büyütülebilir ve ne de üretilmiş bulunan nesnelerin doğası değiştirilebilir. “Şu halde yıllık toplam ürünün nasıl kullanılabileceği, bunun kendi bileşimine bağlıdır, kesinlikle dolaşıma bağlı değildir.” Kapitalist işleyişe toplamda baktığımızda, yıllık üretim, diğer tüm hususlar bir yana, her şeyden önce sermayenin yıl boyunca kullanılıp tüketilmiş olan maddi unsurlarını (hammadde, amortisman, işçilik vb.) yenileyecek olan tüm nesneleri (kullanım değerlerini) sağlamak zorundadır. İşte bu kısım çıktıktan sonra, geriye artı-değeri temsil eden ürün (artı-ürün) kalır. Marx, “şimdi bu artı-ürün nelerden meydana gelir” diye sorar. Ve devam eder: “Yalnızca kapitalist sınıfın ihtiyaç ve arzularını tatmine yarayan şeylerden mi? Böyle olsaydı, artı-değer son kertesine kadar yenilip yutulur ve sadece basit yeniden üretim gerçekleşirdi.” Kapitalist üretim sürecinin niteliğini kavrayabilmek açısından önemli nokta şudur: Birikimin olabilmesi için artı-ürünün bir kısmının yeniden sermayeye çevrilmesi gerekir. Sermayeye dönüştürülebilecek şeylerin bir kısmı üretim süreci için gerekli üretim araçları ve diğer kısmı da istihdam edilecek işçinin yaşamasını sağlayan geçim araçları olmak zorundadır. O halde, yıllık artı-emek (artı-değer) bunları sağlayacak şekilde kullanılmış olmalıdır. Bu da artı-değerin yeniden bir miktar değişmeyen ve değişen sermayeye dönüşmüş olması demektir. Marx dipnotta şunu belirtir: “Bir ulusun, lüks eşyayı üretim veya geçim araçlarına çevirmesine ve bunun tersini yapmasına aracılık eden dış ticareti burada hiç hesaba katmıyoruz. Konuyu burada en saf haliyle, yani bozucu yan etkenlerin herhangi bir etkileri olmaksızın incelemek için, bütün ticaret dünyasına tek bir ulus gözüyle bakmak ve kapitalist üretimin her yerde yerleşmiş ve bütün sanayi dallarına egemen olduğunu varsaymak zorundayız.” Bir miktar artı-değerin değişmeyen sermaye biçiminde yeniden üretim sürecine dönmesi, eski üretim hacminin o miktar kadar artması demektir. Bu da kapitalistler sınıfının ek emeğe ihtiyaç duyması anlamına gelir. Şayet halen çalıştırılmakta olan işçiler üzerindeki sömürü genişliğine ya da derinliğine arttırılamıyorsa, ek emek güçlerinin bulunması gerekir. “Kapitalist üretim mekanizması bunun önlemini de daha baştan almış bulunmaktadır: işçi sınıfı bu mekanizma ile ücrete bağlanmış bir sınıf olarak yeniden üretilirken, ona verilen olağan ücret, bu sınıfın sadece kendi varlığını devam ettirmesine yetmekle kalmayıp, çoğalmasını da sağlar. Sermaye bakımından yapılması gereken şey, sadece, ona her yıl işçi sınıfı tarafından sağlanan çeşitli yaşlardaki ek emek güçlerini, yıllık üretimin bir kısmını oluşturan ek üretim araçları ile birleştirmektir; bu yapıldığı zaman artı-değerin sermayeye dönüşümü tamamlanmış olur.” O halde kapitalist üretim sürecinde birikim, sermayenin gittikçe büyüyen boyutlar içinde yeniden üretiminden ibarettir. Böylece basit yeniden üretimin çizdiği çember şekil değiştirir ve üretim süreci Sismondi’nin deyişiyle sarmal biçime dönüşür. Marx, buradaki incelemede artı-değerin kapitalistin kendisi tarafından tüketilen kısmının hesaba katılmadığını belirtir. Ayrıca, ek sermayeler kendilerini biriktirmiş olan aynı kapitalist tarafından mı kullanılıyor, yoksa o bunları başkalarına mı devrediyor gibi meselelerle de burada ilgilenilmemektedir. Yalnızca unutmamak gerekir ki, kapitalist yeni meydana gelen sermayelerle de yeniden üretimde bulunmakta ve yeniden artı-değer üretmektedir. Marx tekrar hatırlatarak sorar: “Başlangıçtaki sermaye 10.000 sterlinin yatırılmasıyla oluşmuştu. Sahibi bu parayı nereden bulmuştur?” Ekonomi politiğin sözcüleri, bu soruya ağız birliğiyle “bu para onun kendi çalışması ile baba ve dedelerinin çalışmalarının meyvesidir!” cevabını verirler ve onların bu varsayımı, gerçekten de, meta üretimi yasalarıyla uyuşan biricik varsayımmış gibi görünür. Fakat soruna, yukarıda incelediğimiz yeniden üretim sürecine yatırılan 2000 sterlinlik ek sermaye açısından baktığımızda durum tamamen değişecektir. “Bu, sermaye haline getirilmiş artı-değerdir. Bu artı-değer, doğmaya başladığı ilk saniyeden itibaren, her zerresi, başkalarının karşılığı ödenmemiş emeğinden gelen bir değerdir.” Bu, kapitalistler sınıfının işçi sınıfından aldığı haraçtır. Kapitalist bu haraçla tam değeri üzerinden ek emek gücü alsa ve böylece buna tam fiyatını ödemiş olsa bile, olayın esasına baktığımızda sonuç hiç değişmez: yenen, yenik düşenin mallarını, zorla elinden aldığı kendi parasıyla satın alır. Ayrıca, aynı meseleye şimdiye kadar çalıştırılmakta olan işçilerin karşılığı ödenmeyen emekleriyle başka ek işçilerin çalıştırılmış olması açısından baksak, bu da sonucu değiştirmeyecektir. Çünkü bu, neticede kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında gerçekleşen bir işlemdir. Kapitalist, ek sermayesini, bu ek sermayeyi meydana getiren kimseyi işsiz bırakan ve ondan boşalan yeri bir iki çocukla dolduran bir makineye çeviriyor da olabilir. Fakat her durumda, işçi sınıfı bir yılın artı-emeği ile ertesi yıl ek emek çalıştıracak olan sermayeyi yaratır. İşte “sermayeyle sermaye yaratmak denen şey budur”. Böylece, daha önceki karşılığı ödenmemiş emek üzerindeki mülkiyet, şimdi karşılığı ödenmeyen canlı emeğe gittikçe büyüyen bir ölçüde sahip olabilmenin biricik koşulu olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalist ne kadar çok biriktirmişse, o kadar çok biriktirebilecek durumda olmaktadır. Dikkat edilirse, böylece kapitalist ve işçi arasındaki sanki eşdeğer değişimine dayanan yasanın ya da özel mülkiyet yasasının kendi iç ve kaçınılmaz diyalektiğiyle kendisinin tam karşıtına dönüştüğü açıkça görülür. Çünkü başlangıçta eşdeğer şeyler arasında gerçekleşir gibi görünmüş olan mübadele işlemi, şimdi eşdeğer şeyler arasındaki mübadeleyi sadece görünüşten ibaret kılan bir takla atmaktadır. Şöyle ki, birincisi, emek gücünün karşılığı olarak verilen sermaye aslında daha önce karşılığı verilmeksizin ele geçirilmiş olan emek ürününün bir parçasıdır. İkincisi, şimdi çalışan işçi bu sermayeyi sadece aynen yerine koymakla kalmamakta, bunu yeni bir artı-değerle büyütmektedir. “Demek oluyor ki, kapitalist ile işçi arasındaki mübadele ilişkisi, içeriğin kendisine yabancı olan ve onu yalnızca mistikleştiren, dolaşıma ait bir görüntüden, biçimden ibaret hale gelir. Emek gücünün devamlı olarak alınıp satılması, biçimdir. İçerik, kapitalistin, bir eş değer karşılığını vermeksizin durmadan el koyduğu nesnelleşmiş yabancı emeğin bir kısmını elden çıkararak, durmadan daha büyük miktarda yeni yabancı canlı emek ele geçirmekte olmasıdır.” Marx hatırlatır, incelemenin başlangıcında mülkiyet hakkı, sanki insanın kendi çalışmasına dayanıyormuş gibi görünmüştür. Çünkü görünürde bir meta sahibi kendisiyle aynı durumda ve aynı haklara sahip bir başka meta sahibiyle (yani işgücü satın alan kapitalist ile işgücü satan işçi) karşı karşıya gelmekte ve bunlar kendi metalarını elden çıkarmaktadırlar. Oysa işin derinine inildiğinde, mülkiyetin kapitalist açısından karşılığı ödenmeyen yabancı emeğe ya da bunun ürününe el koyma hakkı, işçi bakımından ise kendi ürününe sahip olma olanaksızlığı olduğu görülecektir. Atlanmaması gereken önemli nokta şudur ki, kapitalistçe ele geçirme tarzı meta üretiminin başlangıçtaki yasalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, bu yasaların ihlali ile değil tam da onların uygulanması ile ortaya çıkmaktadır. “Son noktası kapitalist birikim olan hareket evrelerinin sıralanışı kısaca gözden geçirilerek bu husus bir kere daha açıkça gösterilebilir. İlk olarak gördük ki, bir miktar değerin başlangıçta sermayeye dönüşmesi tamamıyla mübadele yasalarına uygun olarak gerçekleşiyordu. Taraflardan biri kendi emek gücünü satıyor, diğeri de bunu satın alıyordu. Bunlardan birincisi metasının değerini alırken, böylece bunun kullanım değerini ikinciye bırakmış oluyordu. Bu ikinci, bundan sonra zaten kendisine ait bulunan üretim araçlarını aynı biçimde kendisine ait hale gelen emeğin yardımıyla hukuken gene kendisine ait olacak olan yeni bir ürüne dönüştürüyordu. Bu ürünün değerinde, ilk olarak, kullanılıp tüketilen üretim araçlarının değeri yer alır. Yararlı emek, bu üretim araçlarını, bunların değerini yeni ürüne aktarmadan tüketemez.” Yeni ürünün değerinde, tüketilen üretim araçlarının değerinin yanı sıra sarf edilen emek gücünün değerine eşit bir değer ve bir de artı-değer yer alır. Emek gücünün bu şekilde yeni değer yaratan kendine özgü bir kullanım değerine sahip olması, meta üretimini yöneten genel yasa üzerinde herhangi bir etkide bulunamaz. İşçinin işgücünün değerine eşit bir ücret karşılığında harcadığı emek-değer, üründe yalnızca bu kadarıyla yer almamakta, belli bir artı-değer miktarında artmış olmaktadır. Fakat kapitalizmin mantığı açısından bu durum, işgücünü satan satıcının (işçinin) aldatılmış olması değil, onun alıcısı (kapitalist) tarafından kullanılıp tüketilmiş olması anlamına gelmektedir. “Demek ki, paranın sermayeye başlangıçtaki ilk dönüşümü, meta üretiminin ekonomik yasaları ve bunlardan doğan mülkiyet hakkı ile tam bir uygunluk içinde gerçekleşmektedir. Böyle olmakla beraber, bu dönüşüm şu sonuçlara yol açmaktadır: 1. Ürün işçiye değil kapitaliste aittir; 2. Bu ürünün değerinde, yatırılmış bulunan sermayenin değerinden başka, işçiye emeğe, kapitaliste ise bedavaya mal olan, ama yine de kapitalistin hukuki mülkü haline gelen bir artık değer yer alır; 3. İşçi, emek gücünün devamını sağlamış ve alıcı buldukça, bunu yeni baştan satabilecek durumda olur.” Basit yeniden üretim olsun genişletilmiş yeniden üretim olsun, para her seferinde yeni baştan sermayeye çevrilir. Kapitalist kendi mülkiyetinde olan artı-değerin hepsini yese de, ya da bunun ancak bir kısmını tüketip geriye kalanı sermayeye eklese de işçi açısından bir şey değişmez, artı-değer kapitalistin metasıdır. Ne var ki kapitalist üretimi kesintisiz bir akış halinde ele alıp, tek tek kapitalistlerle tek tek işçiler yerine kapitalistler sınıfı ile işçi sınıfını göz önünde tuttuğumuzda, “meta üretimine tamamıyla yabancı bir ölçü uygulamış oluruz” der Marx. Çünkü “Meta üretiminde birbirlerinin karşısında yer alan kimseler, sadece, birbirlerinden bağımsız alıcılar ve satıcılardır. Bunların arasındaki ilişki, aralarındaki sözleşmenin sona erme tarihinde son bulur. İşlem yenilenecek olursa, bu, daha sonra yapılan ve daha önceki işlem ve sözleşme ile hiçbir ilişkisi olmayan yeni bir sözleşmenin sonucu olur; bu yeni sözleşme ile aynı alıcı ile aynı satıcının bir araya gelmesi sadece bir tesadüf eseridir.” İşte bu nedenle, kapitalist meta üretimi sürecini kendi ekonomik yasalarına göre değerlendirmemiz gerektiği zaman, her mübadele işlemini kendi başına bir işlem (yani kendisinden önce ve sonra gelen mübadele işlemleriyle olan ilişkileri dışında) ele almak zorunda olduğumuzu vurgular Marx. Dolaşım alanında alım ve satımlar çeşitli ve farklı bireyler arasında gerçekleştiği için, birer bütün olarak toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri burada arayamayız. Eşdeğerlerin değişimi açısından bakıldığında sermaye ona sahip olan açısından bir haktır. Kapitalizmin başlangıç dönemi için bu hakkın geçerliliğini kavramak nispeten kolaydır. Çünkü bu dönemde ürün üreticisine aittir ve bu üretici zenginliğini eşdeğerlerin değişimi üzerinden ancak kendi emeği ile arttırabilmiştir. Fakat aynı hak kapitalist dönemde de geçerlidir. Ve unutulmamalı ki, kapitalist dönemde toplumsal zenginlik gittikçe artan ölçüde başkalarının karşılığı ödenmeyen emeklerine durmaksızın ve her an yeni baştan el koyabilme durumunda olan kapitalistlerin metası haline gelir. Önemli nokta şudur: “Emek gücü işçinin kendisi tarafından serbestçe satılabilir bir meta haline geldiği andan itibaren bu sonuç kaçınılmaz hale gelir. Ve gene ancak bu andan itibaren meta üretimi genelleşmeye ve üretimin tipik biçimi haline gelmeye başlar; ancak bu andan itibaren, her şey, daha baştan, satılmak için elde edileceği bilinerek üretilir ve üretilen bütün zenginlik dolaşım alanından geçer.” Meta üretimi genelleştiğinde yani artık ücretli emek temeli üzerinde yükseldiğinde kendini toplumun tamamına zorla kabul ettirir ve ancak bundan sonra, gizli kalmış bütün güçlerini açığa vurur ve geliştirir. Ve ayrıca, “Meta üretimi, kendi özünde yatan yasalara uygun olarak, ne oranda kapitalist üretim haline gelirse, meta üretiminin mülkiyet yasaları da o oranda kapitalist mülk edinme yasalarına çevrilir”. İşte bu nedenle, Proudhon’un yaptığı gibi, meta üretimine dayanan ezelî ve ebedî mülkiyet yasalarını işleterek kapitalist mülkiyeti kaldırma sevdasına kapılmak aptalca bir yaklaşımdır. Marx buraya kadar anlatılanlar arasında önem taşıyan bir hususun altını çizer: “Basit yeniden üretimde bile yatırılan bütün sermayenin, ilk defa nasıl ve hangi kaynaktan elde edilmiş olursa olsun, biriktirilmiş sermayeye veya sermayeleştirilmiş artık değere dönüştüğünü görmüş bulunuyoruz.” Ne var ki, şimdi ister kendisini üretmiş olan kimsenin elinde ister başkalarının ellerinde iş görüyor olsun, artı-değerle çoğaltılarak biriktirilmiş olan sermaye karşısında, başlangıçta yatırılmış bulunan sermaye, üretim deryası içinde gittikçe yok olan bir miktar (matematik anlamıyla, magnitudo evanescens) haline gelir. Kısacası, sermaye birikimini anlamak ve açıklamak bakımından “ilk sahibi bu parayı nereden bulmuştur” sorusunun bir anlamı kalmaz. Marx, işte bundan ötürü ekonomi politiğin sermayeyi genel olarak, “yeniden artı-değer üretimi için kullanılan biriktirilmiş zenginlik”, kapitalisti de “artı-ürünün sahibi” diye tanımladığını hatırlatır.

2. Boyutları Gittikçe Büyüyen Yeniden Üretimin Ekonomi Politik Tarafından Yanlış Anlaşılması

Burada birikimi ya da artı-değerin yeniden sermayeye dönüşümünü daha yakından ele almadan önce, ekonomi politik tarafından yaratılmış olan bir karışıklığı bertaraf etmemiz gerektiğini belirtir Marx. Kapitalist, artı-değerin bir kısmını sermayesini büyütmek üzere yeni üretim araçları ve ek emek alımına ayırır. Diğer bir kısmını ise kendi doğal ve toplumsal ihtiyaçlarını tatmin edecek metaları satın almaya tahsis eder. Önemli olan nokta şudur ki, bunların tümünü (yani artı-değeri) karşılayan emek üretken emektir. Fakat kapitalistin kendi tüketimi için satın aldığı metalardaki emek, yeni değer üretimine hizmet eden emeğe oranla daha az üretken emek durumuna indirgenir. Çünkü kapitalist, kendi ihtiyaçlarını tatmin edecek metaları (bunların içerdiği emeği) satın almakla, artı-değeri sermayeye dönüştürmek yerine gelir olarak tüketmiş ya da harcamış olur. O nedenle, eski feodal soyluluğun “elde bulunanı tüketmekten ibaret olan” geleneksel lüks yaşayış tarzı karşısında, sermaye birikimini en başta gelen vatandaşlık görevi olarak ilan etmek ve kişinin gelirinin tamamını yiyip tüketmesi halinde kimsenin sermaye biriktiremeyeceğini durup dinlenmeksizin tekrarlamak burjuva iktisadı için son derece önemli bir iş olmuştur. Diğer yandan burjuva iktisadı, kapitalist zenginliği gömüleme ile karıştıran ve dolayısıyla birikmiş zenginliğin “tüketilmekten kurtarılmış zenginlik” olarak düşünülmesine yol açmış olan halk arasındaki yerleşik ön yargıya karşı da çene yormak zorunda kalmıştır. Oysa paranın dolaşımın dışında tutulması, bunun sermaye olarak kendini arttırmasının tam tersi demektir ve gömüleme anlamında bir meta birikimi sermaye birikimine karşıdır. Unutulmasın ki, büyük kütleler halindeki meta birikimi dolaşımda meydana gelen bir tıkanmanın ya da aşırı üretimin sonucudur. Kuşkusuz her toplum ayakta kalmak için yedek fonlara ihtiyaç duyar. Fakat kapitalizmde asıl önemli olan genişletilmiş sermaye birikimidir. O nedenle de Marx, “Klasik iktisat, artık ürünün üretici olmayanlar tarafından değil, üretici işçiler tarafından tüketilmesini birikim sürecinin karakteristik özelliği olarak gösterdiği ölçüde, haklıdır” der. Ne var ki, klasik iktisadın hatası da bu noktada başlar. Marx’ın dikkat çektiği üzere, artı-değerin sermayeleştirilmesini, bunun sırf emek gücüne çevrilmesi olarak sunmak A. Smith’le moda haline gelmiştir. Üstelik bu büyük hata, A. Smith’in ardından Ricardo ve ondan sonra gelen bütün iktisatçılar tarafından da tekrarlanmıştır. Bu hatalı düşünceye göre, artı-değer bütünüyle değişen sermayeye yatırılarak sermaye haline gelmiş olacaktır. Oysa artı-değer de, başlangıçta yatırılmış olan değer gibi, değişmeyen ve değişen sermayeye, yani üretim araçlarına ve emek gücüne ayrılır. Emek gücü üretim süreci boyunca kapitalist tarafından tüketilir ve kendi işlevi gereği bu süreçte üretim araçlarını tüketir. Ne var ki A. Smith, Marx’ın deyişiyle temelden bozuk bir analizle şu saçma sonuca ulaşmıştır: “her tekil sermaye her ne kadar değişmez sermaye ve değişir sermaye olarak iki kısma ayrılırsa da, toplumsal sermaye sadece değişir sermaye haline gelir ve sadece ücretlerin ödenmesi için harcanır.” Aslında A. Smith sermaye birikimine ilişkin incelemesini, tam da güçlüğün başladığı yerde terk etmiştir. Marx söz konusu güçlüğü şöyle açıklar: “Sadece toplam yıllık üretim fonu göz önünde tutulduğu sürece, yıllık yeniden üretim süreci kolay anlaşılır. Ne var ki, yıllık üretimin bütün unsurlarının piyasaya getirilmeleri gerekir ve güçlük de zaten burada başlar. Tek tek sermayelerin ve kişisel gelirlerin yaptıkları hareketler, birbirleriyle karşılaşır, birbirine girer ve genel yer değişimi sırasında, yani toplumsal zenginliğin dolaşımında gözden kaybolur. Bu durum izleyicinin kafasını karıştırır ve çözülmeleri gereken karmakarışık problemler yaratır.” Marx, söz konusu ilişkilerin gerçek bağlantılarını ikinci ciltte inceleyeceğini ve “Ekonomik Tablolar” analiziyle yıllık ürünü ilk defa olarak dolaşımdan geçmiş biçimiyle ortaya koyma çabalarının fizyokratların yaptıkları en büyük hizmet olduğunu belirtir. A. Smith ise, yeniden üretim sürecini ve dolayısıyla da birikimi tarif ederken, yalnızca birçok bakımdan hiçbir ilerleme sağlamamakla kalmamış, kendinden önce gelenlere, özellikle de fizyokratlara göre geri adımlar atmıştır.

31 Ağustos 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /22

Bölüm 22: Artı-Değerin Sermayeye Dönüşmesi

3. Artı-değerin Sermaye ve Gelir Olarak Ayrılması. Kaçınma Teorisi

Bundan önceki bölümde değinildiği üzere, artı-değerin bir kısmı kapitalist tarafından gelir olarak tüketilir, diğer bir kısmı sermaye olarak kullanılır ya da biriktirilir. Artı-değerin kitlesi verili ise, bu kısımlardan biri ne kadar küçükse diğeri o kadar büyük olur ve diğer her şey aynı kalmak koşuluyla birikimin büyüklüğünü bunların birbirine oranı belirler. Bu hesabı artı-değerin sahibi olan kapitalist yapar. Yani bu, yalnızca onun kendi bileceği bir iştir. Kapitalist başkalarının yarattığı artı-değere el koyar. Bunun tümünün kapitalistin kişisel tüketim zevki için yiyip bitirilmeyip bir kısmının yatırıma dönüştürülmesi, kapitalistin kendi işlevini yerine getirmek üzere yaptığı tasarruf olarak değerlendirilir. Kapitalist, yalnızca kişileşmiş sermaye olduğu ölçüde bir tarihsel değere sahiptir ve bu tarihsel var olma hakkı kapitalizmle sınırlıdır. “Kapitalistin kendi geçici varlığı, ancak kapitalist üretim tarzının geçici zorunluluğunun yarattığı bir zorunluluktur. Ama kişileşmiş sermaye olduğu ölçüde kapitalisti harekete geçiren şey, kullanım değeri ve zevk değil, mübadele değeri ve bunun çoğaltılmasıdır. Kapitalist, değerin çoğaltılmasının fanatik taraftarı olarak, insafsızca, insanlığı, sırf üretim için üretimde bulunmaya, dolayısıyla, toplumun üretici güçlerini geliştirmeye ve temel ilkesi bireyin tam ve özgür gelişimi olan daha üstün bir toplum biçiminin gerçek temelini oluşturan maddi üretim koşullarını yaratmaya zorlar.” Marx, kapitalistin yalnızca sermayenin kişileşmesi olarak saygıya değer olduğunu ve bu özelliği ile gömüleyicinin mutlak zenginleşme güdüsünü paylaştığını belirtir. “Ancak diğerinde bireysel bir tutku gibi görünen şey, kapitalistte, kendisinin sadece bir çarkı olduğu toplumsal mekanizmanın eseridir.” Kapitalizmin yasaları tek tek kapitalistleri de buna boyun eğmeye zorlar. Şöyle ki, “kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte bir sanayi girişimine yatırılmış bulunan sermayenin kendisini durmadan büyütmesi bir zorunluluk haline gelir ve rekabetin zoru ile tek tek bütün kapitalistler, kapitalist üretim tarzının kendi özünden doğan yasalara, dışarıdan gelme zorlayıcı yasalar olarak boyun eğmek mecburiyetinde kalır. Bunlar, kapitalisti, varlığını devam ettirebilmesi için, sermayesini durmadan artırmak zorunda bırakır; kapitalist de bunu ancak gittikçe artan birikimle sağlayabilir.” Marx’ın belirttiği üzere, kapitalistin faaliyet ve eylemleri, onun kişiliğinde irade ve bilinçle donanmış sermayenin işlevlerinden ibarettir. Bu yüzden onun kendi özel tüketimi, kendi birikmiş sermayesi üzerinden kendisi için yapılmış hırsızlık gibi bir şey olur. Marx bu durumu, İtalyan muhasebe sisteminde kapitalistin özel giderlerinin, sermayesinin karşısında borç hanesinde yer almasına benzetir ve birikimin toplumsal zenginlik dünyasının fethi olduğunu vurgular. “Birikim, sömürülen insan malzemesi kitlesi ile birlikte, aynı zamanda, kapitalistin dolaylı ve dolaysız egemenliğini de artırır.” Bu noktada, Marx’ın, engizisyoncu Katolik kilisesine ve Papalığa karşı büyük reform hareketini başlatan ve Almanya’da da ünlü köylü ayaklanmalarına öğretileriyle öncülük eden Alman Martin Luther’den (Protestanlığın kurucularından, 1483-1546) aktardığı satırlar atlanmaması gereken çarpıcılıktadır. Luther şöyle demiştir: “Tefecinin katmerli bir hırsız ve cani olduğunu putperestler akıl yoluyla anlayabiliyordu. ... Bir kimse bir diğer kimsenin rızkını yer, çalar ve gasp ederse, bu kimse bir insanı açlıktan öldürmüş ve mahvetmiş kadar (yani bir kimsenin yapabileceği kadar) büyük bir cinayet işlemiş olur. Tefecinin yaptığı, işte, böyle bir şeydir ve o, darağacında sallandırılmaya ve leşi, şayet kendisinde bu kadar karganın didikleyip parçalayabilecekleri kadar et olsaydı, çaldığı guldenler sayısınca karganın önüne atılmaya müstahak iken, rahat ve güven içinde bir ömür sürer. ... Küçük hırsızlar hapishanelerde çürütülür, büyük hırsızlar altın ve ipekler içinde debdebeli bir hayat sürer. ... Bundan ötürü, yeryüzünde bir para hastasından ve bir tefeciden (şeytandan sonra) daha büyük bir insan düşmanı da yoktur. …Değerli, dindar bir adam gibi görünmek ve böyle bir nam salmak için, bu gibiler, kendilerini pisliklerinden arınık göstermeye yarayan zarif saatler, altın köstekler ve yüzükler taşır.” Mitolojik bir karakter olan Cacus benzetmesiyle Luther devam eder: “Cacus, dindar bir tefeci olan bir habis yaratık demektir ve çalar, gasp eder, her şeyi yer yutar. Ve yaptığının ortaya çıkmasını istemez. Bunu kimse bilmemelidir; çünkü mağarasına sürüklenip atılmış öküzler, bıraktıkları ayak izleriyle, dışarıya bırakılmışlar gibi bir görünüş yaratılır. Tefeci de âlemi böyle aldatır, yararlıymış ve dünyaya öküzler veriyormuş gibi gözükür, oysa o, bunları tek başına parçalar, yer yutar.” Luther’in satırlarından sonra Marx, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte sermaye sahibinin eski tefeci tipinden ne şekilde farklılaştığını çarpıcı biçimde ortaya koyar: “Ne var ki, ilk günah, etkisini her yerde gösterir. Kapitalist üretim tarzının, birikimin ve zenginliğin gelişmesiyle birlikte, kapitalist, yalnızca sermayenin vücut bulmuş biçimi olmaktan çıkar. Kendi özü, kendi canı için kapitalist, artık «insanca duygular» beslemeye başlar ve çilecilik sevdasını eski moda gömüleyicinin ön yargısı olarak aşağılamasını sağlayacak şekilde eğitim alır. Klasik kapitalist, kişisel tüketimi, görevine karşı işlenmiş bir günah ve birikimden «kaçınma» diye damgalarken, modernleşmiş kapitalist, birikime, tadacağı zevklerden kendini «mahrum bırakma» diye bakabilmektedir.” Marx’ın takip eden satırları da, hem sonradan görme kapitalistin dünyasını tasvir eder hem de kapitalist gelişmenin yoğunlaşan emek sömürüsüyle birlikte kapitalistler için nasıl bir lüks ve zenginlik dünyası yarattığını gözler önüne serer: “Kapitalist üretim tarzının tarihsel başlangıç dönemlerinde –sonradan olma her kapitalist, bireysel olarak, böyle bir başlangıç dönemini yaşar– zenginleşme hırsı ve arzusu, mutlak olarak hüküm süren tutkulardır. Ne var ki, kapitalist üretimin ilerlemesi, yalnızca bir zevkler dünyası yaratmakla kalmaz, spekülasyon ve kredi sistemiyle birlikte binlerce birdenbire zengin olma kaynağı da doğurur. Belli bir gelişme düzeyine gelindiğinde, aynı zamanda bir zenginlik gösterisi ve dolayısıyla itibar aracı olan ve herkesçe normal görülen derecede bir israf, bu «talihsiz» kapitalist için bir iş zorunluluğu haline bile gelir. Lüks, kapitalistin temsil giderleri arasında yer alır. Ayrıca, kapitalist, gömüleyici gibi kendi kişisel çalışması ve kendi kişisel kaçınması oranında zenginleşmez, başkalarının emek gücünü emdiği ve hayatın sağladığı her türlü zevkten işçiyi uzak tutabildiği oranda zenginleşir. Bundan ötürü, kapitalistin israfı, açık elli feodal beyin israfında görülen iyi niyete asla sahip olmadığı, aksine, gerisinde hırsın en kirlisi ve hesabın en korkulusu yattığı halde, yine de, biri diğerini zorunlu olarak çelmelemeden, birikimi arttıkça israfı artar. Böylece, kapitalist bireyin göğsünde aynı anda biriktirme hırsı ile hayatın tadını çıkarma arzusu arasında Faust’unki gibi bir çatışma gelişir.” Marx bu değerlendirmelerini somutlayan bir çalışmadan örnek vermek üzere, Manchester’ın sınaî gelişimini inceleyen Dr. Aikin adlı kişinin 1795 tarihli eserinden aktarır. Marx’ın aktardığı örnek, gelişme tarihleri farklı da olsa, Türkiye dahil çeşitli ülkelerde burjuvazinin zenginleşme öyküsünün değişik evrelerine ışık tutar. Dr. Aikin söz konusu gelişme sürecini dört döneme ayırmıştır. İlk dönemde fabrikatörler kendi geçimlerini sağlayabilmek için çok sıkı çalışmak zorunda kalmışlardır. Bunların başlıca zenginlik kaynağı, çocuklarını çırak olarak veren ana-babaları soymaktır. Bir yandan çıraklar açlıktan ölürken, ana-babalar da fabrikatörlere yüksek bir prim ödemektedirler. O dönemde ortalama kâr düşüktür ve birikim büyük ölçüde çok tutumlu olmayı gerektirmiştir. Bu fabrikatörler üç kuruşa yüz düğüm atan cimriler gibi yaşamışlar ve kendilerini sermayelerinin faizlerini yemekten bile alıkoymuşlardır. İkinci dönemde ise küçük servetlere sahip olmaya başlamışlardır, ama yine de eskisi gibi sıkı çalışmakta ve eskiden olduğu gibi basit bir hayat sürmektedirler. Üçüncü dönemde lüks başlar ve İngiltere’de pazar yeri olan her şehre sipariş toplamak üzere atlıların çıkarılması ile işler büyür. 1690’dan sonra sanayiciler artık para biriktirmiş durumda olup ahşap evler yerine taştan evler yaptırmaya başlamıştır. Yarım litrelik ithal malı şarabı misafirlerine sunan Manchester’lı fabrikatör, 18. yüzyılın ilk on yıllarında bile, bütün komşularının dikkatini üzerinde toplamaktadır. Gerçekten işadamı bir kimsenin, özel bir araba sahibi oluşu ise ilk olarak 1758 yılında görülür ve bu yeni bir çığır açar. 18. yüzyılın son üçte birini kapsayan bu dördüncü dönem, işlerdeki gelişmeyle desteklenen büyük bir lüks ve israf dönemi olur. Marx bu örneklerden sonra şu çarpıcı soruyu sorar: “Dostumuz iyi yürekli Dr. Aikin, mezarından çıksa da Manchester’ın bugünkü halini görseydi, acaba ne derdi!” Marx eski dönemlerden de örnek verir: “Biriktirin, biriktirin! Musa da böyle der, peygamberler de!” Kapitalizm çağında da bir şey değişmemiştir. İnsanların ihtiyacı için değil, birikim için, üretim için üretim! Klasik ekonominin, burjuva döneminin tarihsel görevini ifade eden formülü işte bu olmuştur. Nitekim A. Smith şöyle der: “Sanayi, tutumluluğun biriktirdiği malzemeyi sağlar.” İşte bunun için tasarruf ediniz, tasarruf ediniz, yani artı-değer ya da artı-ürünün mümkün olduğu kadar büyük kısmını gerisin geriye sermayeye çeviriniz! Bir başka ünlü iktisatçı olan J. B. Say ise burjuva gerçekliği şöyle ifade etmiştir: “Zenginlerin tasarrufları yoksulların sırtından yapılır.” Kapitalist işleyişe daha eleştirel yaklaşan Sismondi ise şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmıştır: “Romalı proleterler neredeyse yalnızca toplumun sırtından geçinirdi. ... Hemen hemen denilebilir ki, modern toplum proleterin sırtından geçinir, bunların ücretlerinin üstünde ve ötesinde kalan ve ellerinden alınan kısımla yaşar.” Marx’ın şu satırları ise, kapitalist gerçekliğin sözcüsü olan klasik ekonominin sermaye birikimi sürecine yaklaşımını özetler: “Klasik ekonomi, proletere sadece artık değer üretimi için yararlanılan bir makine gözüyle bakıyorsa, onun gözünde kapitalist de, bu artık değerin daha fazla sermayeye çevrilmesi işinde kullanılan bir makineden başka bir şey değildir. Klasik ekonomi politik, kapitalistin tarihi görevini son derece ciddiye alır.” Marx, bu noktada Malthus örneğini hatırlatır. Marx’ın deyişiyle, “Dünya zevklerinin tadını çıkarmak arzusu ve zenginleşme hırsı arasındaki şifa bulmaz çatışmayı kendi göğsünden bir sihirbaz marifetiyle uzak tutmak için”, Malthus 1820’li yılların başlangıcında “tuhaf” bir işbölümü sistemini savunmuştur. Buna göre, birikim işi üretim faaliyetini bilfiil yürüten kapitalistlere, harcama ve israf işi ise artı-değerden pay alan diğer kimselere (toprak sahipleri, devletin ve kilisenin haracını yiyen yüksek memurlar ve rahipler vb. gibi) ait işler olmalıdır! “Harcama tutkusu ile biriktirme tutkusunun birbirinden ayrılmış olması” çok büyük önem taşır diyen Malthus’a karşı, “çoktandır hayat ve dünya adamları haline gelmiş kapitalist beyler” seslerini yükseltmişlerdir. Marx, bunların sözcüsü olan burjuva iktisatçıların cibilliyetini sergiler. Bunlar “sanayici kapitalisti ekmeğinden tereyağını alarak birikime zorlamayı bu derece adaletsiz bulurken”, “işçiyi gayretli tutmak için ücretini mümkün olan en düşük düzeye indirmeyi aynı derecede gerekli görebilmektedirler”! Marx’ın, Kapital’de analizlerini sürdürürken tarihsel olaylar eşliğinde burjuva iktisadının seyrine dair verdiği örnekler ufuk açıcıdır. Avrupa’da 1830 Temmuz Devrimi patlak verdiğinde, işçiden sızdırılan ganimetin birikim için en yararlı olacak biçimde sanayici kapitalist ile aylak toprak sahibi vb. arasında nasıl bölüşülmesi gerektiği hakkında “bilgince” tartışmayı yürütenlerin sesleri kesilmiştir. Çok geçmeden Lyon’da kent proletaryası devrim çanını çalar ve tarım proletaryası İngiltere’yi ateşe verir. Bu gelişmelere bağlı olarak Avrupa’da ütopik sosyalist düşünceler gelişir ve İngiltere’de Owencılık, Fransa’da ise St. Simonculuk ve Fouriercilik yayılıp kök salmaya başlar. Marx, “bayağı iktisadın son saati çalmıştı” der. Sermayenin (faiz dahil) kârının, karşılığı ödenmeyen “sonuncu on ikinci saatin” ürünü olduğunu Manchester ekolü keşfetmeden tam bir yıl önce, Nassau W. Senior, dünyaya bir başka keşfini ilan etmiştir. Azametli bir eda ile “Ben sermaye sözünü, buna bir üretim aracı gözüyle baktığım için, kaçınma sözüyle değiştiriyorum” demiştir. “Bayağı iktisadın «keşifleri» arasında eşi ve benzeri olmayan bir örnektir bu!” der Marx. “Bununla bir ekonomik kategori, yerini dalkavukluk timsali bir terime bırakmış olur. Hepsi bu!” “Emek sürecinin yürütülmesi ile ilgili bütün koşullar da bundan böyle kapitalistin katlanacağı pek çeşitli kaçınma fiillerine dönüşmüş olur. Tahılın hepsi yenmez de bir kısmı ekilirse, bu, kapitalistin kaçınması olur! Şarap, şarap olmak için zamanı gerektiriyorsa, bu, kapitalistin kaçınması demektir!” Bayağı iktisadın bu mantığına göre, kapitalist çeşitli üretim araçlarını, vesaireyi “yiyip tüketecek yerde”, ya da “bunların değerlerini” lükse ve diğer tüketim araçlarına yatırarak çarçur edecek yerde, bu üretim araçlarını emek gücüyle birleştirip sermaye olarak değerlendirirse, demek ki, kendi özünden, kendi canından, kendi kendinden bir şeyler çalmış, bunlardan “kaçınmış” olacaktır! Marx bu saçma yaklaşımları tarihsel bir analoji eşliğinde yere serer. Amerika’daki Georgia’lı köle sahibinin, zenci kölelerden kırbaç darbeleri altında sızdırdığı artı-ürünü olduğu gibi şampanyaya çevirip keyif yapmakla, bunun bir kısmı ile biraz daha köle ve biraz daha toprak edinme seçenekleri arasındaki “kendisine acı veren çıkmazdan”, Abraham Lincoln döneminde köleliğin kaldırılması mücadelesi sayesinde kurtulması gibi, “kapitalistin de eza ve cefa çekmekten ve ayartılmaktan kurtarılması, açıkça, basit bir insanlık gereğidir”. Unutmamalıyız ki, en farklı iktisadi toplum biçimlerinde bile sadece basit yeniden üretim değil, farklı derecelerde de olsa boyutları gittikçe büyüyen bir yeniden üretim gerçekleşir. Gittikçe daha fazla üretilir ve daha fazla tüketilir, dolayısıyla da daha fazla ürün, üretim araçlarına dönüştürülür. Ne var ki, kendi üretim araçları, kendi ürünü ve geçim araçları üreticinin karşısında henüz sermaye biçiminde yer almadığı sürece, bu süreç sermaye birikimi ve dolayısıyla da kapitalistin işlevi olarak görünmez. Öte yandan, İngiliz egemenliğinin eski sistemi en az çözdüğü bölgelerdeki tarım dışı emekçiler, tarımsal artı-ürünün bir kısmını haraç ya da toprak rantı olarak ellerine geçiren büyük varlık sahipleri tarafından çalıştırılmışlardır. Bu ürünün bir kısmı bu varlık sahipleri tarafından doğal biçimleri içinde tüketilmiş, diğer bir kısmı emekçiler tarafından bunlar için lüks ve diğer türden tüketim araçlarına çevrilmiştir. Geriye kalanı ise, kullandıkları üretim araçlarının sahipleri kendileri olan emekçilerin ücretini oluşturmuştur. “Üretim ve boyutları gittikçe büyüyen yeniden üretim burada, yoluna, şu garip azizin; şu acınacak durumdaki şövalyenin, yani «kaçınmacı» kapitalistin hiçbir müdahalesi olmaksızın devam eder.”

4. Birikimin Miktarını, Artı-Değerin Sermaye ve Gelire Oransal Bölünüşünden Bağımsız Olarak Belirleyen Koşullar: (Emek Gücünün Sömürülme Derecesi, Emeğin Üretkenliği, Kullanılan Sermaye ile Tüketilen Sermaye Arasındaki Farkın Büyümesi, Yatırılmış Sermayenin Büyüklüğü)

Artı-değerin sermaye ve gelir olarak bölünme oranı verilmiş ise, açık ki biriktirilecek sermayenin büyüklüğünü artı-değerin büyüklüğü belirleyecektir. Örneğin artı-değerin %80’inin sermayeye çevrildiği ve %20’sinin tüketim için harcandığı varsayılacak olursa, toplam artı-değerin 3000 ya da 1500 sterlin olmasına göre, biriktirilecek sermaye ya 2400 ya da 1200 sterlin olur. Demek ki, artı-değerin kütlesini belirleyen bütün koşullar, birikimin büyüklüğünün belirlenişinde de aynı şekilde rol oynar. Marx şöyle der: “Bu koşulları burada bir kere daha toplu olarak gözden geçireceğiz; ancak, bu kez bunu yalnızca birikim bakımından yeni bakış açıları getirmeleri ölçüsünde yapacağız.” Hatırlayalım, artı-değer oranı ilk olarak emek gücünün sömürülme derecesine bağlıdır. Artı-değer üretiminin incelendiği kısımlarda devamlı olarak ücretin en azından emek gücünün değerine eşit olduğu varsayılmıştır. Böyle olmakla beraber, ücretin sermayenin zoruyla bu değerin altına düşürülmesi mümkündür. “Ücretin bu biçimde düşürülmesi ile gerçekte, işçinin gerekli tüketim fonu, belli sınırlar içinde, sermayenin birikim fonuna dönüştürülmüş olur.” “Ne var ki, işçiler havayla yaşayamayacaklarına göre, hiçbir fiyat ödemeden satın alınmaları da düşünülemez. Bundan dolayı, bunların sıfır maliyetleri, matematik anlamıyla, kendisine her zaman biraz daha yaklaşılabilen ama yine de hiçbir zaman ulaşılamayan bir limittir. Sermaye, emeğin maliyetini bu sıfır noktasına indirme eğilimini bir an bile terk etmez.” Nitekim 18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın ilk onyıllarında İngiliz çiftçileri ve toprak sahipleri, tarım işçilerine asgariden az bir parayı ücret ve bununla asgari arasındaki farkı da kilise yardımı biçiminde ödemek suretiyle ücretleri zorla mutlak asgari ücret düzeyine indirmişlerdir. Diğer önemli bir nokta, çeşitli sanayi kollarında değişmeyen sermayenin emek araçlarından meydana gelen kısmının kuşkusuz girişimin büyüklüğüyle belirlendiğidir. Ayrıca buna göre belirlenen gerekli emek aracı, çalıştırılan işçilere yetecek miktarda olmalıdır. Fakat kapitalist çalıştırdığı işçi sayısını artırmayıp, diyelim mevcut 100 işçiyi 8 saat yerine 12 saat çalıştırdığında mevcut emek araçları ihtiyaca yetecektir. Böylece emek gücünün daha yüksek bir zorlamayla harcanması sonucunda, birikimin temeli olan artı-ürünün ve artı-değerin miktarı çoğaltılabilecektir. “Sermayenin birikiminde diğer önemli bir faktör toplumsal emeğin üretkenlik derecesidir.” Emeğin üretkenliği arttığında, belirli bir değerin ve dolayısıyla da artı-değerin kendisini cisimleştirdiği ürün kütlesi büyür. Dolayısıyla, artı-ürün kütlesinin “gelir ve ek sermaye” olarak bölünme oranı aynı kaldığında, kapitalistin birikim fonunda bir azalma olmadan onun kendisine ait tüketim fonu büyüyebilir. O halde, emeğin üretkenliğinin artması sayesinde “metaların ucuza elde edilmesi kapitaliste eskisi kadar ve hatta eskisinden fazla keyif sürme olanağını sağlarken”, aynı zamanda kapitalistin birikim fonu genişleyebilir. Ayrıca, beraberinde işçilerin reel ücretleri artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesi nedeniyle işçilik ucuzlar ve dolayısıyla artı-değer oranı da büyür. Marx’ın vurguladığı gibi, reel ücret emeğin üretkenliği ile asla aynı oranda artmaz. Demek ki, aynı miktar değişen sermaye ile daha fazla emek gücü ve dolayısıyla daha fazla emek harekete geçirilir. Böylece yalnızca yeniden üretimin boyutları maddi olarak genişlemekle kalmaz, ama aynı zamanda artı-değer üretimi, genişletilmiş üretim için gereken ek sermayenin değerinden daha hızlı artar. Bilindiği gibi, üretim sürecinde kullanılan emek araçlarının bir kısmı ömrünü tamamlayıp hurdaya çıkar ya da üretken ömrünün sonuna gelir. Bundan dolayı, bu kısmın her yıl dönemsel olarak yeniden üretilmesi ya da aynı türden benzerleriyle yenilenmesi gerekir. Bu arada, şayet bunların yapıldıkları yerde çalıştırılan emeğin üretkenliği artmışsa ve bu üretkenlik kesintisiz bir akış halindeki bilimsel ve teknik ilerleme ile birlikte devamlı olarak gelişmekte bulunuyorsa, daha etkin ve daha ucuz olan makineler, aletler, cihazlar vb. eskilerinin yerlerini alır. Böylece, eski sermaye daha üretken bir tarzda yeniden üretilmiş olur. Emek gücünün daha yüksek bir baskı altında harcanması sayesinde doğal zenginliklerin sömürülmesinde nasıl bir artma sağlanıyorsa, bilim ve teknik de faaliyet halindeki sermaye için bir genişleme gücü sağlar. “Bilim ve tekniğin sağladığı bu güç aynı zamanda başlangıçta yatırılmış sermayenin yenilenme evresine ulaşmış bulunan kısmı üzerinde de tepki yaratır. Bu kısım, kendi eski biçimi kullanılıp tükenir ve yeni bir biçime bürünürken, meydana gelmiş olan toplumsal ilerlemeyi, karşılığında hiçbir şey ödenmeksizin içerir. Üretkenlikteki bu gelişmenin aynı zamanda halen faaliyet halinde bulunan sermaye için kısmi bir değer kaybına yol açacağı, şüphesiz, doğrudur. Bu değer kaybı rekabet nedeniyle kendisini şiddetli bir şekilde duyurduğu ölçüde, asıl yük, kapitalistin uğradığı zararı kendisini daha fazla sömürerek telafi etmeye çalıştığı işçinin sırtında kalır.” İşçi, üretim sürecinde tükettiği üretim araçlarının değerini ürüne aktarır. Öte yandan, veri olan bir emek kütlesi tarafından harekete geçirilen üretim araçlarının değer ve kütleleri, emeğin daha üretken hale gelmesi oranında artar. “Yeni değer yaratırken eski değerin de korunmasını sağlamak, canlı emeğin doğal özelliğidir. Bundan dolayı, etkinliği artar, üretim araçlarının hacim ve değerleri büyür ve dolayısıyla üretkenliğindeki gelişmenin sonucu olarak birikim meydana gelirken, emek, gittikçe şişip kabaran bir sermaye değerini durmadan yenileşen bir biçim içinde korur ve kalıcılaştırır.” Emeğin bu doğal gücü, kendisine bağlandığı sermayenin kendi kendini koruyabilme gücü olarak görünür. Nasıl metanın bütün değer biçimleri paranın biçimleriymiş gibi görünürse, emeğe ait bütün güçler de sermayenin güçleriymiş gibi görünür. “Sermayenin büyümesiyle birlikte işletilen sermaye ile tüketilen sermaye arasındaki fark büyür. Diğer bir ifadeyle, binalar, makineler, su boruları, iş hayvanları, her türden cihazlar gibi, az çok uzun dönemler boyunca durmadan yinelenen üretim süreçlerinde tam bütünlükleriyle yer alıp iş gören ya da belli bir yararlı sonucun sağlanmasına hizmet eden ve bu sırada ancak yavaş yavaş yıpranan, bundan dolayı değerlerini ancak parça parça yitiren ve dolayısıyla da değerlerini ürüne ancak parça parça aktaran emek araçlarının kütleleri değer ve madde olarak büyür. Bu emek araçları, ürüne değer katmaksızın, ürün yapıcısı olarak hizmet etmeleri, yani tam bütünlükleriyle kullanılıp da ancak parça parça tüketilmeleri oranında, daha önce de görüldüğü üzere, su, buhar, hava, elektrik vb. gibi doğal güçlerden sağlanıldığı biçimde, bedava hizmet sağlar. Geçmişte harcanıp maddeleşmiş emeğin bu bedava hizmeti, canlı emek kendisine el atıp canlandırdığında, birikimin boyutlarının büyümesi ile birlikte birikir.” Geçmişte harcanmış emek (cansız emek) daima sermaye kılığına bürünmüş olduğundan, burjuvalar ve bunların sözcüleri olan iktisatçılar, geçmişte harcanmış emeğin hizmetlerini göklere çıkarırlar. Diğer yandan, canlı emek tarafından yürütülen üretim sürecinde üretim araçları biçimine bürünmüş olan cansız emeğin hacmi de büyür. Bu büyüyen kısım, aslında geçmişte harcanmış olan ve onu hem de karşılığını almadan harcayan işçinin eseriyken, büyümenin hüneri sermaye biçimine atfedilir. “Bir köle sahibinin işçinin kendisini onun içinde bulunduğu kölelik durumundan ayrı düşünmesi ne kadar olanaksızsa, kapitalist üretimi gerçek hayatta yürütenlerle bunların laf ebesi küçük ideologlarının, üretim araçlarını bugün bunların üstüne geçirilmiş antagonist toplumsal kisveden ayrı düşünmeleri de o kadar olanaksızdır.” Hatırlanacağı üzere, emek gücünün sömürülme derecesi veri iken, artı-değerin kütlesi, aynı anda sömürülmekte olan işçilerin sayılarıyla belirlenir ve bu kütlenin büyüklüğü sermayenin büyüklüğü oranında büyür. “Şu halde, sermaye birbiri peşi sıra gelen birikimlerle ne kadar büyürse, tüketim fonu ve birikim fonu olarak ayrılan değer toplamı da o kadar büyür. Bundan ötürü, kapitalist hem daha tatlı bir hayat sürebilir ve hem de aynı zamanda, daha fazla «kaçınma»da bulunabilir. Ve son olarak, yatırılıp işletilen sermayenin kütlesiyle birlikte üretimin ölçeği büyüdükçe, üretim mekanizmasının bütün çarklarının dönüş hızları da alabildiğine artar.”

5. "Emek Fonu"

Sermaye sabit bir büyüklük olmayıp, toplumsal zenginliğin esnek ve artı-değerin “gelir ve ek sermaye” olarak bölünmesine bağlı olarak durmadan dalgalanan bir parçasıdır. Faaliyet halindeki sermayenin büyüklüğü veri olduğu zaman bile, kendisiyle birleşen emek gücü, bilim ve toprak (yani doğa tarafından sağlanan bütün emek nesneleri), sermayeye belli sınırlar içinde bağımsız bir hareket alanı sağlayan esnek güçler oluşturur. Marx bu inceleme sırasında “dolaşım sürecinin”, aynı sermaye kütlesinin çok farklı derecelerde etkinlik göstermesine yol açan her tür etkisini yok saydığını belirtir. Ayrıca inceleme sırasında yalnızca kapitalist üretimi veri aldığından, mevcut üretim araçları ve emek güçleriyle insanlığa hizmet edecek bir plana göre düşünülüp uygulanabilecek olan daha akla uygun herhangi bir durum üzerinde hiç durmadığını da ekler. Marx şu değerlendirmeyi yapar: “Klasik iktisat, toplumsal sermayeyi sabit bir etkinlik derecesine sahip sabit bir büyüklük olarak düşünmeyi her zaman pek sevimli bulmuştu. Ne var ki, bu ön yargı, ilk olarak, 19. yüzyılın alelade burjuva zekâsının temsilcisi, ukalâ ve yavan bir geveze kâhini, dar kafalılar şahı Jeremy Bentham tarafından bir dogma haline getirilmişti. Şairler arasında Martin Tupper ne idiyse Bentham da filozoflar arasında odur. Bunların ikisi de ancak İngiltere’de imal edilebilirdi.” Ve dipnotta buna şu veciz ifadeyi de ekler: “Eğer bende dostum H. Heine’nin cesareti olsaydı, Bay Jeremy için burjuva budalalığının bir dehasıdır, derdim.” İşler Bentham’ın dogmasına kalacak olsaydı, “üretim sürecinin en yaygın olayları, örneğin üretim sürecinin beklenmedik genişlemeleri ve daralmaları ve hatta birikimin kendisi bile, tamamıyla kavranılıp açıklanamaz” hale gelirdi. Bu dogma, Bentham’ın kendisi kadar Malthus, James Mill, MacCulloch ve bunlara benzer kimseler tarafından da kapitalizmi mazur gösterme çabaları için kullanılmıştır. Ve de bundan, özellikle de sermayenin bir kısmını, yani değişen sermayeyi sabit bir büyüklük olarak gösterebilmek için yararlanılmıştır. Değişen sermayenin maddi varlığının (işçiler için temsil etmekte olduğu geçim araçları kütlesinin), toplumsal zenginliğin doğal zincirlerle sınırlanmış ve aşılması mümkün olmayan özel bir parçası olduğu yolunda bir masal uydurulmuştur. Oysa toplumsal zenginliğin değişmeyen sermaye yani üretim araçları olarak iş görecek kısmını harekete geçirmek için, belli bir miktarda canlı emeğe ihtiyaç vardır ve bu teknik bakımdan veri olan bir şeydir. Ne var ki, ihtiyaç duyulan canlı emek kütlesi, emek gücünün fiyatı ve dolayısıyla emek fonu sabit bir veri değildir, son derece esnek bir şeydir. Sonuç olarak, emek fonunun kapitalist anlayış çerçevesi içindeki sınırlarını toplumsal doğal sınırlar gibi gösterme çabası saçmadır. Marx burada geçerken, değişen ve değişmeyen sermaye kategorilerinin ilk defa kendisi tarafından kullanıldığını da hatırlatır. Oysa ekonomi politik, A. Smith’ten beri, bu iki sermaye grubu arasındaki temel farklılıkları, dolaşım sürecinden kaynaklanan bazı farklılıklarla bir araya getirerek karmakarışık bir durum yaratmıştır. Marx bu konu üzerinde daha ayrıntılı olarak ikinci ciltte durulacağını belirtir. (devam edecek)

1 Ekim 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /23

Bölüm 23: Kapitalist Birikimin Genel Yasası

1. Sermayenin Bileşimi Aynı Kalırken, Birikimle Birlikte Emek Gücü Talebinin Artması

Marx, bu bölümde sermayedeki büyümenin işçi sınıfının yazgısı üzerindeki etkisini ele alacağını belirtir. Bu inceleme sırasında en önemli faktörler, sermayenin bileşimi ve birikim sürecinin akışı boyunca bunun uğradığı değişiklikler olacaktır. Sermayenin bileşimi ikili anlam taşır. Değer yönünden bakılırsa, bu bileşim, sermayenin değişmeyen ve değişen sermaye olarak bölünme oranıyla belirlenir ve Marx bunu sermayenin değer bileşimi olarak adlandırır. Fakat bu değerin üretim süreci sırasında büründüğü maddi kılık açısından bakıldığında ise, her sermaye üretim araçları ile canlı emek gücüne bölünür ve buna da sermayenin teknik bileşimi denir. Bu iki bileşim arasında sıkı bir karşılıklı ilişki vardır. Şöyle ki, sermayenin değer bileşimi teknik bileşim tarafından belirlenir ve teknik bileşimde meydana gelen değişiklikleri yansıtır. O nedenle, Marx sermayenin değer bileşimini sermayenin organik bileşimi olarak da adlandırır. Kısaca “sermayenin bileşimi” dediği durumlarda, her zaman sermayenin organik bileşimi olarak anlaşılması gerektiğini vurgular. “Belli bir üretim kolunda yatırılmış bulunan sayısız bireysel sermayeler şu ya da bu derecede farklı bileşimlere sahip bulunur. Bu bireysel bileşimlerin ortalaması bize bu üretim kolundaki toplam sermayenin bileşimini verir. Son olarak, bütün üretim kollarının ortalama bileşimlerinin toplam ortalaması, bize bir ülkenin toplumsal sermayesinin bileşimini verir.” Marx ilerleyen kısımda son tahlilde yalnızca bundan söz edeceğini belirtir. Sermayenin büyümesi, kendi değişen kısmının (yani emek gücüne çevrilen kısmının) büyümesini de içerir. Ek sermaye haline gelmiş artı-değerin bir kısmı her zaman gerisin geriye değişen sermayeye dönüşmek zorundadır. Diğer bütün koşullar ve sermayenin bileşimi aynı kalırsa, değişen sermayenin sermayedeki artışla aynı oranda artacağı açıktır. Bu durumda sermayenin artış hızı ne kadar fazla olursa, değişen sermayedeki artış da o kadar hızlı olacaktır. Sermaye normalde her yıl, bir kısmı başlangıçtaki sermayeye eklenen bir artı-değer yaratır ve bu artı-değer faaliyet halindeki sermayenin büyümesi ile birlikte her yıl büyür. Yeni piyasaların açılması ve yeni gelişen toplumsal ihtiyaçlar sermaye için yeni yatırım alanları ortaya çıkarır. Bu arada, zenginleşme arzusunu daha da canlandıran özel dürtüler de süreci etkiler. Bunların neticesinde birikimin boyutlarında ani bir büyüme olabilir. Fakat bazen birikmiş sermayeyi yatırıma dönüştürme arzusu, mevcut emek-gücü ya da emekçi sayısındaki artıştan fazla olabilir. Böylece işgücüne duyulan talep işgücü arzını aşabilir ve bundan dolayı ücretler yükselebilir. Marx kapitalizmin gelişme dönemini göz önünde bulundurarak, her yıl bir önceki yıldan daha fazla işçi çalıştırılacağını varsayar. Böylece, birikim ihtiyaçlarının normal emek arzını aştığı ve dolayısıyla ücretlerin yükselmeye başladığı bir noktaya er geç zorunlu olarak gelinecektir. Fakat bununla beraber, bu gerçeklik kapitalist üretimin temel karakterinde hiçbir değişikliğe yol açmaz. Çünkü nasıl ki basit yeniden üretim bir yanda kapitalistleri öte yanda ücretli işçileri toplayan sermaye ilişkisini sürekli olarak yeniden üretiyorsa, boyutları gittikçe büyüyen yeniden üretim (genişleyen yeniden üretim) ya da birikim de, bu gerçekliği misliyle yeniden üretir. Böylece, daha çok sayıda ve daha büyük kapitalistlerin bir kutupta, daha fazla ücretli işçinin ise öteki kutupta toplanmasını sağlayacak şekilde, sermaye ilişkisi daha büyük ölçekte yeniden üretilmiş olur. Emek gücü, sermayenin değerlenme aracı olarak durmadan sermayenin parçası haline gelmek zorundadır. Sermayeden kendisini kurtaramaz ve sermayeye kölece bağlılığı, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin değişmesiyle gözlerden saklanır. Emek gücünün yeniden üretimi, bizzat sermayenin yeniden üretiminin bir unsurudur. “Yani, sermaye birikimi proletaryanın çoğalması demektir.” Marx buraya bir dipnot düşer ve konuya dair yanlış görüşleri eleştirirken proleter kavramına açıklık getirir. Proleter “iktisadi anlamda, «sermaye»yi üreten ve değerlendiren ve Pecqueur’in deyimiyle «Monsieur Kapital»in değerlenme ihtiyaçları bakımından gereksiz hale gelir gelmez sokağa atılan ücretli işçiden başka bir şey değildir.” Klasik iktisat, sermaye birikimiyle ücretli işçi ihtiyacı arasındaki ilişkiyi aslında çok da iyi anlamıştır. Hatta bazı örneklerde sermayenin muradı çok açık şekilde dile getirilmiştir. Marx bir örnek verir. Bernard de Mandeville adlı iktisatçı 18. yüzyılın başında şunları söylemiştir: “Mülkiyetin gerektiği kadar korunduğu bir yerde, parasız yaşamak yoksulsuz yaşamaktan daha kolay olurdu; çünkü aksi halde, işleri kim yapardı? ... İşçilerin açlıktan ölmemelerine dikkat edilmeli, ama ellerine tasarruf edilmeye değer bir şey de geçmemelidir. Ara sıra en aşağı sınıftan bir kimse, alışılmadık bir çaba ve tutumluluk göstererek, içinde yetişmiş olduğu koşulların dışına ve üstüne çıkarsa, ona kimse engel olmamalıdır; ayrıca, tutumlu olmanın toplumdaki her özel kişi, her özel aile için en akıllıca yol olduğu da inkâr edilemez: ne var ki, yoksulların mümkün olduğu kadar büyük bir kısmının asla aylak bırakılmaması ve ayrıca bunların ellerine ne geçiyorsa bunu sürekli olarak harcamaları bütün zengin ulusların çıkarlarına uygun olan bir şeydir. ... Hayatlarını günlük çalışmalarıyla kazanan kimseler, kendilerini işe yarar insanlar haline getirecek ihtiyaçlarından başka bir dürtüye sahip değildir; bunun için, onların bu ihtiyaçlarını hafifletmek akıllılık, tamamıyla tatmin edip yok etmek ise delilik olur. Çalışan bir kimseyi gayrete getirebilmenin biricik yolu, ona orta karar bir ücret vermektir. Çok düşük bir ücret onu, kendi mizacına göre, bezginleştirir ya da umutsuzluğa düşürür, çok fazla bir ücret ise küstah ve tembel yapar.” Sermayenin sömürü ve egemenlik alanı sadece kendi boyutlarıyla ve egemenlik altına aldığı kimselerin sayısıyla birlikte büyür. Sermayenin gittikçe çoğalan artı-ürünlerinin de büyüyen bir kısmı, işçiler tarafından harcanmaya elverişli hale gelebilir. Böylece, Marx’ın belirttiği gibi, işçiler zevklerinin alanını genişletebilecek, daha güzel elbiseler giyebilecek, evlerini daha iyi mobilya vb. ile döşeyebilecek ve küçük bir yedek para fonu oluşturabilecek hale gelir. Ne var ki, daha iyi giyinme, daha iyi beslenme, daha iyi bakım ve daha büyük bir peculium (kölenin sahip olmasına izin verilen özel mülk) kölenin bağımlılık durumunu ve sömürülmesini ne derece ortadan kaldırırsa, ücretli işçininkini de ancak o kadar kaldırır. Sermaye birikiminin sonucu olarak emek fiyatının yükselmesi, gerçekte yalnızca, ücretli işçinin kendisinin yapıp boynuna geçirmiş bulunduğu altından zincirin daha gevşek bağlanmasını mümkün kılması demektir. Marx, geçmiş üretim tarzlarına oranla kapitalist üretimin ayırt edici farkının çoğu zaman gözden kaçırıldığına dikkat çeker. Kapitalizmde emek gücü, onun sağladığı hizmet ya da ürün kendisini satın alan kimsenin kişisel ihtiyaçlarını tatmin etsin diye satın alınmaz. Emek gücü satın alanın amacı, sermayesini değerlendirmek ve satıldığında kendi cebine indirebileceği karşılığı ödenmemiş emek içeren metalar üretmektir. Artı-değer üretimi ya da kâr etme, kapitalist üretim tarzının mutlak yasasıdır. Emek gücü, ancak, kendi değerini sermaye olarak yeniden ürettiği ve karşılığı ödenmemiş emekle bir ek sermaye kaynağı sağladığı sürece satılabilir bir şeydir. Bu nedenle, ücret düzeyi işçi tarafından her zaman belli bir miktarda karşılığı ödenmeyen emek sağlanmasına bağlıdır. Her durumda değil fakat genelde ücretteki artma, işçinin sağlamak zorunda olduğu karşılığı ödenmeyen emekte miktar itibarıyla bir azalma olduğu anlamına gelir. Marx burada önemli bir noktaya işaret eder ve bu azalmanın hiçbir zaman sistemin kendisini tehdit edeceği bir noktaya ulaşamayacağını belirtir. Unutulmamalı ki, ücret düzeyini belirlemek için işçi sınıfıyla burjuvazi arasında yürüyen çatışmada patron her zaman patron, işçi her zaman işçi olarak kalır. İşçi ücretlerinin düzeyiyle ilgili değişik durumları gözden geçirir Marx. Örneğin, emek gücünün fiyatının yükselmesi birikimin ilerlemesine zarar vermiyorsa birikim artmaya devam edebilir. Bu hususa A. Smith de değinmiş ve bunda bir olağanüstülük olmadığını, genel olarak büyük bir sermayenin küçük bir kârla bile, küçük bir sermayenin büyük bir kârla büyüyeceğinden daha hızlı büyüyebileceğini belirtmiştir. Fakat Marx’ın işaret ettiği üzere, emeğin fiyatındaki yükselmenin sonucu olarak kazanma dürtüsü körelip birikim duraklayabilir de. Ancak bunun neticesinde emeğin fiyatı tekrar sermayenin değerlenme ihtiyaçlarına uygun bir düzeye düşer. “Demek oluyor ki, kapitalist üretim sürecini yürüten mekanizma, geçici bir süre için kendi yarattığı engelleri yine kendisi bertaraf eder.” Sonuç olarak birikimin büyüklüğü bağımsız değişken, ücretin büyüklüğü ise bağımlı değişkendir. “Böylece, sınaî çevrimin bunalım evresinde, meta fiyatlarındaki genel düşme kendisini paranın göreli değerindeki yükselişle, refah evresinde, meta fiyatlarındaki genel yükselme kendisini paranın göreli değerindeki düşmeyle ifade eder.” Malthus’un ileri sürdüğü “nüfus yasası”nın boş bir iddia olduğunu kapitalist üretim yasasının basit bir ifadesi gözler önüne serer. Sermaye, birikim ve ücret haddi arasındaki ilişki, karşılığı ödenmeksizin sermayeye çevrilen emek ile bu eklenen sermayenin harekete geçirilmesi için gerekli yeni emek gücü arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir. Sermayenin büyüklüğüyle işçi nüfusun sayısı birbirlerinden bağımsız iki büyüklük arasındaki bir ilişki değildir. “Aksine, son tahlilde, yalnızca, aynı işçi nüfusunun karşılığı ödenmeyen emeği ile karşılığı ödenen emeği arasındaki bir ilişkidir.” Bu yüzden, sermayenin karşılığı ödenmeden sermayeye çevrilen emek miktarına artan ihtiyacı, ancak karşılığı ödenen emek miktarını artırmakla mümkün olduğunda ücretler yükselebilir. Diğer bütün koşullar aynı kalmak üzere, ücretler yükseldiğinde karşılığı ödenmeyen emek dilimi azalır. Ne var ki bu azalma, sermaye aleyhine bir durum yarattığında bir tepki meydana gelir ve kapitalistin gelirinin daha küçük bir kısmı sermayeye çevrilir. Böylece birikim yavaşlar ve ücretteki yükselme hareketi bir karşı darbe yer. “Bundan ötürü, emek fiyatındaki yükselme, kapitalist sistemin temellerini sadece oldukları gibi bırakmakla kalmayan, ama aynı zamanda kapitalist sistemin gittikçe büyüyen boyutlarla yeniden üretimini de güvence altına alan sınırlar içinde tutulur.” Şu halde “kapitalist birikimin doğası, emeğin sömürülme derecesindeki ya da fiyatındaki, sermaye ilişkisinin durmadan yeniden üretilmesini ve bunun gittikçe büyüyen boyutlarla yeniden üretilmesini ciddi şekilde tehdit edebilecek her tür düşme ya da yükselmeyi dışlar.” Özetle, kapitalist üretim tarzında başka türlü bir şey olamaz. Marx’ın dediği gibi, din alanında insan nasıl kendi kafasının yarattığı şeylerin egemenliği altında ise, kapitalist üretimde de işçi kendi eliyle yarattığı şeylerin egemenliği altında olur.

2. Birikim ve Ona Eşlik Eden Yoğunlaşma İlerlerken Sermayenin Değişir Kısmının Göreli Azalması

A. Smith’in çalışmalarında ifadesini bulduğu üzere, iktisatçılara göre ücret yükselmesine yol açan şey toplumsal zenginliğin mevcut hacmi ya da halen sahip bulunulan sermayenin büyüklüğü değil, yalnızca birikimdeki sürekli büyüme ve bu büyümenin hızlılık derecesidir. Smith, ücretleri yükselten bu sermaye artışının emeğin üretken yeteneklerinin de artmasına yol açtığını ve daha küçük bir emek miktarını daha büyük bir miktarda ürün üretilebilecek duruma getirdiğini belirtir. Marx’ın da vurguladığı gibi, emeğin toplumsal üretkenlik derecesi, ifadesini, bir işçinin belli bir zaman aralığında ve aynı kalan bir emek gücü yoğunluğu ile ürüne dönüştürdüğü üretim araçlarının büyüklüğünde bulur. Kuşkusuz üretim araçları kitlesindeki bu büyüme, bunları canlandıran emek gücü kitlesi ile karşılaştırıldığında, sermayenin değişmeyen kısmının değişen kısmı aleyhine artması anlamına gelir. Bu da, sermayenin değer bileşiminin değişmesi demektir. Genele bakıldığında, emeğin üretkenliğinin artması neticesinde ihtiyaç duyulan üretim araçlarını temin için gereken değişmeyen sermaye, sermayenin toplamı içindeki değişen sermayeden daha fazla büyür. Böylece sermayenin teknik bileşimi de değişir. Bu durum, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranla gittikçe artarak büyümesi yasası olarak ifade edilir. Bununla birlikte, belirli bir sermaye toplamı içindeki değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranla azalması, bir başka deyişle sermayenin değer bileşimindeki bu değişme, sermayenin maddi unsurlarının bileşimindeki değişikliği ancak yaklaşık olarak gösterir. Bunun basit bir nedeni vardır: emeğin artan üretkenliğiyle birlikte bu emek kütlesi tarafından kullanılan üretim araçlarının hacmi büyürken, bunların değerleri hacimlerine oranla düşer. Ayrıca, sermaye birikiminin ilerlemesi değişen sermaye kısmının göreli büyüklüğünü küçültebilir ama onun mutlak büyüklüğündeki artışı ortadan kaldırmaz. Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişmenin boyutları, gittikçe büyüyen bir işbirliğini bir ön koşul olarak gerektirir. Üretim araçlarının özel kişilerin malı olduğu ve eski dönemin zanaatçısının da artık emek gücünü bir meta olarak sattığı genelleşmiş meta üretimi sisteminde sözü edilen ön koşul, ancak, bireysel sermayelerin büyümesiyle, ya da toplumsal üretim ve geçim araçlarının kapitalistlerin özel mülkiyeti haline gelmesi oranında gerçekleşir. “Bireysel meta üreticilerinin ellerinde belli bir sermayenin birikmiş olması, özgül kapitalist üretim tarzının ön koşulunu oluşturur. İşte bu nedenle, zanaatçılıktan kapitalist işletme biçimine geçilirken bunun bulunduğunu varsaymak zorunda kalmıştık” diye hatırlatır Marx. Öncel olarak birikmiş bu sermaye tarihsel olarak kapitalizmin ürünü değildir, tam tersine, kapitalist üretimin temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle Marx bu öncel sermaye birikimine ilk birikim adını verir. Marx, “Bunun kendisinin nasıl ortaya çıktığını burada şimdiden incelememiz gerekmiyor. Hareket noktasının bu olduğunu belirtmemiz yeter” der. Açık ki, artık kapitalizm temelinde artı-değerin sürekli olarak yeniden sermayeye dönüşmesi, kendisini, üretim sürecinde yer alan sermayenin gittikçe büyütmesi biçiminde ortaya koyar. Öte yandan bu büyüme, üretimin daha büyük bir ölçeğe ulaşmasının ve beraberinde emeğin üretkenliğini artırmanın ve artı-değer üretimini hızlandırmanın temelini oluşturur. “Bundan ötürü, sermaye birikimi ile birlikte özgül kapitalist üretim tarzı, özgül kapitalist üretim tarzı ile birlikte de sermaye birikimi gelişmektedir.” Bu iki ekonomik faktör, karşılıklı olarak birbirlerinden aldıkları dürtünün bileşik oranına göre, sermayenin teknik bileşiminde ve sermayenin değer bileşiminde, neticede değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranla gittikçe daha fazla küçülmesi şeklindeki bir değişikliğe yol açar. Her bireysel sermaye şu ya da bu büyüklükte bir üretim araçları yoğunlaşmasıdır ve büyüklüğüne uygun olarak şu ya da bu büyüklükte bir işçi ordusu üzerinde kumanda edebilme gücüne sahiptir. “Her birikim, yeni bir birikimin aracı olur. Birikim, sermaye olarak iş gören zenginliğin büyüyen kütlesiyle birlikte, bireysel kapitalistlerin ellerinde bu zenginliğin daha fazla toplanmasını ve böylece boyutları gittikçe büyüyen üretimin ve özgül kapitalist üretim yöntemlerinin temelinin daha fazla genişlemesini sağlar. Toplumsal sermayedeki büyüme, çok sayıdaki bireysel sermayelerin büyümeleriyle olur. Diğer bütün koşullar aynı kalmak üzere, bireysel sermayelerin ve bunlarla birlikte üretim araçlarının yoğunlaşması, bunlar toplumsal toplam sermayenin ne oranda parçaları iseler, o oranda büyür.” Bunun yanı sıra, ilk sermayenin bazı kısımları birbirinden ayrılarak bağımsız sermayeler olarak işlemeye başlarlar. Diğer bazı nedenlerin yanı sıra, kapitalist aileler içindeki mülk bölüşümü bunda büyük bir rol oynar. Neticede, sermaye birimi ile birlikte kapitalistlerin sayısı da şu ya da bu ölçüde artar. Sermaye birikimini karakterize eden iki husus vardır. Birinci olarak, toplumsal üretim araçlarının bireysel kapitalistlerin ellerinde gittikçe artan ölçüde toplanması, diğer her şey aynı kalmak koşuluyla, toplumsal zenginliğin büyüme derecesiyle sınırlanır. İkinci olarak, toplumsal sermayenin her bir özel üretim alanına dağılmış bulunan kısmı, birbirlerinin karşısına bağımsız ve birbirlerine rakip meta üreticileri olarak çıkan çok sayıda kapitalist arasında bölünür. Neticede, faaliyet halindeki sermayelerin büyümesi, yeni sermayelerin oluşumuyla ve eskilerin parçalanmasıyla engellenir. Bu nedenle birikim, kendisini bir yandan üretim araçlarının ve emek üzerindeki kumanda gücünün gittikçe artan yoğunlaşması olarak ortaya koyarken, diğer yandan çok sayıdaki bireysel sermayenin birbirini geriye itmesi ve ayrılması olarak ortaya koyar. Marx burada çok önemli bir hususa işaret eder. “Toplumsal toplam sermayenin çok sayıda bireysel sermayeye bölünmesi ya da bunun parçalarının birbirlerini geriye itmeleri, birbirlerini çekmeleri biçimindeki bir karşı tepkiye yol açar.” Bu, “oluşmuş bulunan sermayelerin yoğunlaşması, bu sermayelerin bireysel bağımsızlıklarının kaldırılması, kapitalistin iktisadi varlığına bir diğer kapitalist tarafından son verilmesi, çok sayıdaki küçük sermayelerin az sayıdaki büyük sermayeler haline gelmesidir.” Bu sürecin ilk olarak ele alınan sermaye birikim ve yoğunlaşmasından farklı olan yönü, “mevcut ve faaliyet halinde bulunan sermayelerin dağılımının değiştirilmesinden başka bir ön koşulunun bulunmaması, dolayısıyla, hareket alanının, toplumsal zenginliğin mutlak büyümesiyle ya da birikimin mutlak sınırlarıyla sınırlanmış olmamasıdır. Sermaye bir yerde büyük kütleler halinde bir elde toplanmaktadır, çünkü başka yerde pek çok elden uzaklaşmaktadır.” İşte bu, sermayenin birikim ve yoğunlaşmasından farklı olarak, gerçek anlamda sermayenin merkezileşmesidir. Sermayelerin böylece tek elde merkezileşmesi ya da sermayenin sermaye tarafından çekilmesi yasalarını burada inceleyemeyeceğini belirten Marx, yalnızca bazı olgulara kısaca değinir. Fakat kısaca vurguladığı hususlar kapitalist gelişme sürecine ışık tutması bakımından son derece önemlidir. “Rekabet savaşı, metaları ucuzlatarak yürütülür. Metalarda ucuzluk sağlanması, caeteris paribus (diğer her şey aynı kalmak koşuluyla), emeğin üretkenliğine, ama bu da üretimin ölçeğine bağlıdır. Bu nedenle, büyük sermayeler, küçüklerin hakkından gelir. Dahası, hatırlanacağı üzere, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte, bir işi bunun normal koşullarına uygun olarak yürütebilmek için gereken bireysel sermayenin asgari hacmi büyür. Bundan dolayı, daha küçük sermayeler, büyük sanayinin ancak henüz yer yer ya da tam olmayan bir biçimde hükmü altına almış bulunduğu üretim alanlarına yığılır. Rekabet, bu gibi üretim alanlarında, rakip sermayelerin sayısıyla doğru orantılı, büyüklükleriyle ters orantılı bir güce sahiptir. Rekabet, her zaman, sermayeleri kısmen galibin eline geçen, kısmen yok olan, daha küçük boydaki birçok kapitalistin ortadan kalkmasıyla son bulur. Bu bir yana bırakıldığında, kapitalist üretimle birlikte tamamıyla yeni bir güç oluşur; bu yeni güç, ilk zamanlarında, birikimin mütevazı bir yardımcısı olarak, gizlice işin içine giren, toplumun yüzeyinde şu ya da bu büyüklükte kütleler halinde dağılmış bulunan paraları görünmeyen iplerle bireysel ya da ortaklık biçiminde birleşmiş kapitalistlerin ellerine çeken, fakat çok geçmeden rekabet savaşının yeni ve korkunç bir silahı haline gelen ve sonunda sermayelerin merkezileşmesini sağlayan muazzam bir toplumsal mekanizmaya dönüşen kredi sistemidir.” Marx, kapitalist üretim ve birikim ne ölçüde gelişirse, her ikisi de merkezileşmenin en güçlü kaldıraçları olan rekabet ve kredi sisteminin de o ölçüde geliştiğini vurgular. Birikimin ilerlemesi, merkezileşmeye konu olacak bireysel sermayeleri çoğaltır. Kapitalist üretimde meydana gelen genişleme bir yandan yeni toplumsal ihtiyaçlar yaratırken, öte yandan başarıyla yürütülmeleri sermaye merkezileşmesi düzeyine bağlı muazzam sınai girişimler için gerekli olan teknik araçları sağlar. “Bundan dolayı, bireysel sermayelerin karşılıklı çekim gücü ve merkezileşme eğilimi, bugün her zamankinden daha kuvvetlidir”. Marx’ın bu vurgusunun ilerleyen yıllar içinde ne kadar daha fazla gerçeklik kazandığı aşikârdır. Merkezileştirici hareketin genişlik ve enerjisi, kapitalist zenginliğin halen ulaşılmış bulunan büyüklüğü ve ekonomik mekanizmanın üstünlüğü ile belirlenir. Fakat merkezileşmenin gösterdiği ilerleme hiçbir biçimde toplumsal sermayenin büyüklüğünde meydana gelen pozitif artışa bağlı değildir. Ve bu durum, sermayenin merkezileşmesi ile yoğunlaşması arasındaki özgül bir farktır. Çünkü merkezileşme, yalnızca mevcut sermayelerin dağılımındaki bir değişiklikle, yani toplumsal sermayenin unsurlarının nicel gruplaşmalarının basitçe değişmesiyle gerçekleşebilir. Bu durumda sermaye, pek çok bireysel elden çekilip tek bir elde toplandığı için güçlü bir kitle halini alabilir. “Belli bir iş kolunda yatırılmış bulunan bütün sermayeler tek bir bireysel sermaye biçiminde eriyip kaynaşmış olsalardı, merkezileşme bu iş kolunda ulaşabileceği en üst sınıra varmış olurdu.” Varsayım olarak, bir toplumda bu sınıra ancak, bütün toplumsal sermayenin ya tek bir kapitalistin ya da tek bir kapitalist şirketin elinde toplanması halinde ulaşılabilir. Engels bu noktada Kapital’in dördüncü basımına şu aydınlatıcı dipnotu düşmüştür: “Halen, en yeni İngiliz ve Amerikan tröstleri, bu hedefe, hiç değilse bir iş kolundaki bütün büyük girişimleri pratikte tekel oluşturacak bir anonim şirket halinde birleştirerek ulaşmaya çalışmaktadır.” “Merkezileşme, sanayici kapitalistleri, yürüttükleri işlemlerin ölçeğini büyütebilir hale getirerek, birikimin işini tamamlar.” Marx’ın belirttiği gibi, bu durum ister birikimin isterse merkezileşmenin ürünü olsun; merkezileşme ister ekonomik zora dayanan ilhak yoluyla gerçekleşsin, isterse oluşmuş veya oluşmakta olan sermayelerin bir yığınının kaynaşması, yani daha yumuşak bir yol olan hisse senetli şirketlerin kurulması yoluyla gerçekleşsin, iktisadi açıdan sonuç değişmez. Burada sözü edilen “ilhak” bazı sermayelerin diğerleri için büyük bir çekim merkezi haline gelerek, bunların bireysel bütünlüğünü parçalaması ve bu parçaların çekilmesidir. Sınaî kuruluşların büyüyen boyutları, çok sayıda kimsenin ortaklaşa yapacağı işin daha kapsamlı bir düzen altına alınmasını ve bunların maddi devindirici güçlerinin daha da gelişmelerini gerektirir. Bu da, alışılagelen yöntemlerle yürütülen tek başına üretim süreçlerinin, giderek toplumsal bakımdan birleştirilmiş ve bilimsel olarak düzenlenmiş üretim süreçlerine dönüştürülmesi için hareket noktasını oluşturur. Ama merkezileşmeyle karşılaştırıldığında, birikimin (yani basit döngü biçiminden çıkıp spirale dönüşen yeniden üretim aracılığıyla sermayenin adım adım çoğalmasının) çok yavaş yol alan bir süreç olduğu açıktır. “Dünya, birkaç bireysel sermayenin, bir demir yolu inşası işinin hakkından gelebilecekleri büyüklüğe ulaşıncaya kadar birikmelerini beklemek zorunda kalsaydı, demir yollarına hâlâ sahip olamazdı. Buna karşılık, merkezileşme bunu, anonim şirketler aracılığıyla, kaşla göz arasında başarmasını bilmiştir. Ve merkezileşme, böylece birikimin etkilerini artırır ve hızlandırırken, aynı zamanda, sermayenin teknik bileşimindeki, değişmez sermaye kısmını değişir sermaye kısmı aleyhine büyüten ve böylece emeğe olan göreli talebi azaltan köklü değişiklikleri genişletir ve hızlandırır.” Marx, merkezileşme yoluyla bir gecede birleştirilmiş olan sermaye kütlelerinin diğer sermayeler gibi yeniden üreyip çoğaldığına dikkat çeker. “Yalnızca üremeleri ve çoğalmaları daha hızlı olur ve böylece toplumsal birikimin yeni ve güçlü kaldıraçları haline gelirler. Bundan dolayı, toplumsal birikimin ilerlemesinden söz ettiğimizde, açıkça ifade etmesek bile, bunun içinde bugün merkezileşmenin etkileri de vardır.” Sermaye birikimi içinde oluşan ek sermayeler, özellikle yeni icat ve keşiflerin kullanılmasının ve genel olarak da sınaî mükemmelleşmenin araçları olarak hizmet görürler. Bu özellik, eski sermayeyi de etkileyen genel bir etki yaratır. “Eski sermaye de zamanla tepeden tırnağa yenilenmeyi gerektiren bir noktaya ulaşır; bu noktaya geldiğinde üzerindeki deriyi sıyırıp atar ve başkaları gibi mükemmelleştirilmiş teknik kılıkta yeniden dünyaya gelir.” Teknik ilerleme neticesinde, daha büyük bir makine ve hammadde kitlesini harekete geçirmek için daha küçük bir emek kütlesi yeterli olur. Birikimin ilerlemesi sırasında oluşan ek sermaye, kendi büyüklüğüyle orantılı olarak, gittikçe daha az işçiyi kendisine çeker. Öte yandan, dönemsel olarak yeni bir bileşimle yeniden üretilen eski sermaye, daha önce kendisi tarafından çalıştırılmakta olan işçilerden gittikçe daha fazlasını kendisinden uzaklaştırır. Marx’ın bu açıklamaları, günümüzde yaşandığı üzere, sermaye birikiminin zamanla çok daha az işçiyle devasa büyüklükte değişmeyen sermayeyi harekete geçirme doğrultusunda yol aldığını ve bu durumun da giderek kapitalizmi adeta kendini inkâra sürüklediğini ortaya koyması bakımından son derece önemlidir. (devam edecek)

30 Ekim 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /24

Bölüm 23: Kapitalist Birikimin Genel Yasası

3. Bir Göreli Artık Nüfusun Gittikçe Artan Ölçüde Üretimi ya da Yedek Sanayi Ordusu

Sermayenin başlangıçta yalnızca nicel bir genişleme olarak görünen birikimi, aslında bileşiminin nitel olarak sürekli değişmesiyle, yani değişmeyen sermayenin değişen sermaye aleyhine sürekli artmasıyla gerçekleşir. Emeğin üretkenliğinde buna uygun düşen gelişme ve sermayenin organik bileşiminde değişim, birikimdeki ilerlemeye ya da toplumsal zenginlikteki büyümeye ayak uydurur. Toplam sermayedeki mutlak genişlemeye, sermayenin merkezileşmesi ve hem ek sermayenin hem de başlangıçtaki sermayenin geçirdiği köklü teknik değişim eşlik eder ve bu nedenle bunlar çok daha büyük bir hızla yol alırlar. Hatırlanacağı gibi, emek gücü talebi toplam sermayenin büyüklüğüyle değil, bunun değişen kısmıyla belirlenir. Bu nedenle bu talep toplam sermayedeki büyüme ile orantılı olarak büyümez, tersine toplam sermayenin büyümesiyle birlikte giderek daha fazla küçülür. Sermaye birikimi, veri olan bir teknik temel üzerinde üretimde genişlemeye yol açarak ilerler ve giderek bu genişleme ataklarındaki zaman aralıkları kısalır. Ayrıca, hem belli bir sayıda ek işçiyi soğurabilmek, hem de eski sermayenin sürekli olarak başkalaşım geçirmesi nedeniyle halen çalışmakta olan işçileri çalıştırabilmek için sermaye birikiminin artış hızının giderek artması gerekir. Kuşkusuz, büyüyen bu sermaye birikimi ve merkezîleşme de, sermayenin bileşiminde yeni bir değişmenin yani sermayenin değişmeyen kısmına oranla değişen kısmında çok daha hızlı bir küçülmenin kaynağı olacaktır. O halde, sahip bulunduğu gelişme düzeyiyle doğru orantılı olarak sürekli bir göreli, yani sermayenin ortalama değerlenme ihtiyaçları açısından aşırı ve bu nedenle de “fazla” işçi nüfusu yaratan, kapitalist birikimin kendisinden başka bir şey değildir. Marx, sermaye birikim hareketinin farklı sektörler itibarıyla eşzamanlı olmayabileceğini belirtir ve son derece önemli hususlara dikkat çeker. Şöyle ki, toplam toplumsal sermayenin birikim hareketi bazen dönemsel değişikliklere yol açar, bazen de bunun evreleri eş zamanlı olarak farklı üretim alanlarına dağılır. Bazı üretim alanlarında yalnızca sermaye yoğunlaşması neticesinde sermayenin bileşiminde değişiklik olur. Diğer bazı üretim alanlarında sermayedeki mutlak büyüme, değişen sermayede ve neticede kullanılacak emek gücü miktarında mutlak bir azalmayı beraberinde getirir. Diğer bazılarında ise, sermaye bazen veri olan bir teknik temel üzerinde büyümeye devam eder ve kendisindeki büyüme ile orantılı olarak ek emek güçlerini kendisine çeker. Bazen de sermayenin organik bileşimi değişikliğe uğrar ve değişen sermaye kısmı küçülür. Netice olarak farklı sektörlerde hareket farklı seyretse de, değişen sermaye talebi mevcut işçi arzından küçük olduğu ölçüde ortaya bir “fazla” işçi nüfusu çıkar. Fakat halen faaliyet halinde bulunan toplumsal sermayedeki büyümeye bağlı olarak, eskisine göre daha fazla işçiye de ihtiyaç doğabilir. Bu değişik faktörlerin etkisiyle işçilerin sermaye tarafından daha fazla çekilmesinin ve yine sermaye tarafından daha fazla geri itilmesinin ölçeği de büyür. Sermayenin organik bileşimindeki ve teknik biçimindeki değişmenin hızı artar ve bu değişmenin ya aynı zamanda ya da birbiri peşi sıra meydana geldiği üretim alanlarının sayısı kabarır. Marx’ın bu gelişmelerden çıkarttığı sonuç şudur: “Demek ki, işçi nüfusu, bizzat kendisi tarafından üretilen sermaye birikimi ile birlikte, giderek büyüyen bir ölçüde, kendisinin göreli artık nüfus haline getirilmesinin araçlarını da üretiyor. Bu, kapitalist üretim tarzına özgü bir nüfus yasasıdır; gerçekten de, her özel tarihsel üretim tarzı, kendi özel, tarihsel olarak geçerli nüfus yasalarına sahiptir. Soyut bir nüfus yasası, yalnızca bitkiler ve hayvanlar için vardır; o da ancak, insanın tarihsel olarak müdahale etmemesi ölçüsünde...” Bir “artık” ya da “fazla” işçi nüfusunun varlığı, sermaye birikiminin veya diğer bir deyişle kapitalist temel üzerinde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünüdür. Ama şurası önemli ki, bu “fazla” nüfus da, tersine, kapitalist üretimin kaldıracı, kapitalist üretim tarzının bir varlık koşulu haline gelir. “Bu artık nüfus, sanki üretilmesinin bütün masraflarını o karşılamış gibi mutlak olarak sermayeye ait olan bir kullanılmaya hazır yedek sanayi ordusu oluşturur. Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır.” Birikim ve emeğin üretkenliğindeki gelişme ile birlikte, sermayenin ani genişleme gücü de büyür. Bu büyüme, yalnızca mutlak zenginliğin artmasından ya da yalnızca kredi sisteminin bu zenginliğin alışılmadık bir kısmını ek sermaye olarak birdenbire üretimin emrine vermesinden kaynaklanmaz. Bunların yanı sıra, üretim sürecinin gelişen teknik koşulları, gelişen makineler, taşımacılık araçları vb, artı-ürünün en yüksek hızla ve en büyük ölçekte ek üretim araçlarına dönüşmesini mümkün kılar. Birikimdeki ilerleme ile birlikte ek sermayeye dönüştürülebilen toplumsal zenginlik kütlesi alabildiğine büyür. Bu gelişmeler neticesinde sermaye, piyasaları genişleyen eski üretim kollarına ya da eskilerinin gelişmesinden dolayı kendilerine ihtiyaç duyulan yeni açılmış üretim kollarına çılgınca bir coşkunlukla atılır. “Bütün bu gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin, hemen ve diğer alanlardaki üretim faaliyetlerinde kesintiye yol açmaksızın, en önemli noktalara atılabilir olması gerekir. Aşırı nüfus bu kitleyi sağlar. Modern sanayinin karakteristik yaşam çizgisi, yani daha küçük dalgalanmalarla kesintiye uğrayan ortalama canlılık, yüksek baskı altında üretim, bunalım ve duraklama dönemlerinden oluşan on yıllık çevrim, yedek sanayi ordusunun ya da artık nüfusun durmadan oluşturulmasına, bunun şu ya da bu ölçüde soğurulmasına ve yeniden oluşturulmasına dayanır. Öte yandan, sınai çevrimin değişen evreleri de, artık nüfusu işe yerleştirir ve onun yeniden üretiminin en enerjik aracılarından biri olur.” Modern sanayinin, insanlığın daha önceki çağlarının hiçbirinde rastlamadığımız bu kendine özgü yaşam çizgisinin, kapitalist üretimin çocukluk çağında olanaksız olduğunu vurgular Marx. Çünkü o çocukluk çağında sermayenin bileşimi ancak çok yavaş değişebilmiştir. Bu nedenle, sermayenin birikimi ile emek gücü talebindeki göreli büyüme genel olarak el ele gitmiştir. Modern dönemle karşılaştırıldığında kapitalizmin çocukluk çağında sermaye birikiminin yavaş ilerlemesi gibi, sömürülebilir işçi nüfusu bakımından da doğal sınırlarla karşılaşılmıştır. Zira el altında bulunan bir insan malzemesi olmadan ve işçi sayısında nüfusun mutlak artışından bağımsız olan bir çoğalma meydana gelmeden genişleme mümkün olamaz. “İşçi sayısında böyle bir çoğalma, çalıştırılan işçilerin sayısını, artan üretime oranla azaltan yöntemlerden yararlanarak işçilerin bir kısmını sürekli olarak «serbest hale getiren» basit süreçle sağlanır. Demek ki, modern sanayinin bütün hareket biçimi, işçi nüfusun bir kısmının sürekli olarak işsiz ya da yarı işsiz insanlara dönüştürülmesine dayanır.” Marx, modern kapitalist ekonominin ilerleyişi içinde kendini gösteren daralma ve genişleme hareketlerini şöyle açıklar: “Tıpkı kendilerine bir kez belli bir hareket verilince bunu durmadan tekrarlayan gök cisimleri gibi, toplumsal üretim de, birbiri peşi sıra gelen genişleme ve daralma hareketleri içine sokulur sokulmaz bunları durmadan tekrarlar. Sonuçların kendileri nedenler haline gelir ve kendi koşullarını durmadan yeniden üreten bütün sürecin durum değişmeleri periyodiklik biçimini alır. Bu periyodiklik bir kez yerleşiklik kazanınca, göreli bir aşırı nüfusun, yani sermayenin kendi kendini değerlendirmesinin yol açtığı ortalama ihtiyaçlara göre fazla olan bir nüfusun yaratılmasını ekonomi politik bile modern sanayinin varlık koşulu olarak görür.” Kapital’in Fransızca basımında buraya önemli bir ek yapılmıştır: “Fakat makineleşmiş sanayinin ağırlığını bütün ulusal sanayi üzerinde duyuran bir etki yapabilecek derecede kök saldığı, sanayinin bu duruma gelmiş olması dolayısıyla dış ticaretin iç ticareti önem açısından geride bırakmaya başladığı, dünya piyasasının Yeni Dünya’da, Asya ve Avustralya’da birbiri peşi sıra gittikçe daha geniş alanlara el attığı ve son olarak dünya piyasasında boy gösteren sanayici ülkelerin yeterli bir sayıya ulaştıkları andan, ilk olarak işte bu andan itibaren, birbirini izleyen evreleri yıllar alan, her zaman genel bir bunalımla sonuçlanan, birinin sonu bir yenisinin başlangıcı olan ve durmadan yenilenen çevrimler görülmeye başlamıştır. Bugüne kadar bu çevrimlerin periyodik süreleri on veya on bir yıl oldu; ama bu sayıyı değişmez kabul etmek için hiçbir neden bulunmuyor. Aksine, kapitalist üretimin yukarıda incelemiş bulunduğumuz yasalarından, bunun değişken olduğu ve çevrim döneminin gitgide kısalacağı sonucunu çıkarmak gerekir.” Ekonomi politik, sürekli olarak bir “fazla” işçi nüfusunun üretilmesini kapitalist birikim için bir zorunluluk olarak ortaya koymuştur. Zira “Kapitalist üretim, nüfustaki doğal artış ile sağlanan kullanılabilir emek gücü miktarıyla asla yetinemez. Rahat bir biçimde faaliyet gösterebilmek için, kapitalist üretim bu doğal sınırlara bağlı olmayan bir yedek sanayi ordusunun varlığına ihtiyaç duyar.” Marx, buraya kadarki analizde değişen sermayedeki artış ya da azalış ile çalıştırılmakta olan işçilerin sayısındaki yükseliş ya da düşüş arasında tam bir uyuşma olduğunun varsayıldığını hatırlatır. Oysa gerçeklikte böyle bir uyuşma yoktur. Örneğin işçi ücretlerinin artması durumunda, işçilerin sayısı aynı kalsa ya da hatta düşse bile değişen sermaye artar. “Belli büyüklükte bir emek miktarını, bunun için katlanılan masraf aynı kalır ya da hatta düşerken, daha çok sayıda işçi yerine daha az sayıda işçiden sızdırmak mutlak olarak her kapitalistin çıkarına olan bir şeydir.” Bunun nedeni bellidir. Çünkü aynı miktarda işçi daha fazla ürün sağlayacak biçimde çalıştırıldığı zaman, harekete geçirilen emeğin kütlesine oranla değişmeyen sermaye harcaması çok daha yavaş artar. “Üretimin ölçeği ne kadar büyürse, bunu elde etme güdüsü o kadar güç kazanır. Bunun şiddeti sermayenin birikimi ile birlikte artar.” Kapitalist üretim tarzının ve emeğin üretkenliğinin gelişmesi, sermaye birikiminin aynı zamanda hem sebebi hem sonucudur. Ve bu gelişme kapitalisti, aynı miktarda değişen sermaye harcamasıyla bireysel emek güçlerini genişliğine ya da derinliğine daha büyük ölçüde sömürerek, daha fazla emek gücünü harekete geçirebilecek duruma sokar. “Ayrıca, yine görülmüş olduğu üzere, kapitalist, gittikçe artan ölçüde hünerli işçileri daha az hünerli olanlarıyla, olgun emek gücünü henüz olgunlaşmamış emek gücüyle, erkek işçileri kadın işçilerle, yetişkin işçileri gençlerle ya da çocuklarla değiştirerek, aynı miktarda sermaye ile daha fazla emek gücü satın alır.” Sonuçta göreli bir “fazla” işçi nüfusunun üretilmesi, birikimdeki ilerlemeyle birlikte hızlanan üretim sürecindeki köklü teknik değişimden ve buna bağlı olarak sermayenin değişmeyen kısmına oranla değişen kısmında gerçekleşen azalmadan daha da hızlı olur. “İşçi sınıfının çalışmakta olan kısmının aşırı çalışması, işçi sınıfının yedek kısmını büyütürken, diğer taraftan, yedekte bulunan kısmın rekabet yoluyla çalışmakta olan kısım üzerinde yarattığı baskının artması, çalışmakta olan işçileri aşırı çalışmak ve sermayenin diktasına boyun eğmek zorunda bırakır.” İşçi sınıfının bir kısmının aşırı çalışması ve diğer kısmının ise zorla işsizliğe mahkûm edilmesi bireysel kapitalistin bir zenginleşme aracı haline gelir. Bu durum aynı zamanda yedek sanayi ordusunun üretimini toplumsal birikimdeki ilerlemeye uyan bir ölçüde hızlandırır. Göreli “fazla” nüfusun oluşumunda toplumsal birikim derecesinin ne kadar önemli olduğunu İngiltere örneği ortaya koymuştur. Çünkü o dönemde İngiltere’nin emekten “tasarruf” sağlayan teknik araçları muazzam ölçüdedir. Fakat İngiltere örneği aynı zamanda, “fazla” nüfusun kelimenin gerçek anlamında bir fazla nüfus olmadığını gözler önüne serer. Marx’ın belirttiği gibi: “Çalışma, yarın, genel olarak akla uygun bir düzeye indirilecek ve işçi sınıfının farklı katmanları arasında yaş ve cinsiyete göre yeni baştan bölüştürülecek olsa, ulusal üretimi şimdiki ölçekte sürdürmek için şu anda elde bulunan işçi nüfusu mutlak olarak yetersiz kalırdı. Şimdiki «üretici olmayan» işçilerin büyük çoğunluğunun «üretici» işçilere dönüştürülmesi zorunlu olurdu.” Kapitalist işleyişe bütünsel olarak bakıldığında, işçi ücretlerinin hareketiyle ilgili gerçek durum kavranabilir. Şöyle ki, işçi ücretlerinin genel hareketleri işçi nüfusunun mutlak sayısındaki değişiklerle belirlenmez. Bu hareketler yalnızca sınai çevrimin dönemsel değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar tarafından düzenlenir. Sermaye birikiminin ilerlemesiyle sınai çevrimin düzensiz dalgalanmaları sürekli daha kısa aralıklarla birbirlerini izler. Bunun neticesinde sermayenin dönemsel olarak genişlemesi ve daralmasına bağlı olarak emeğin arz ve talebi de değişir. Burjuva iktisatçıları bu gerçeklikten yanlış ve dogmatik sonuçlar çıkartmışlardır. Örneğin sermayedeki genişlemeye bağlı olarak ücretlerin yükseleceği ve bunun sonucunda çoğalan işçi nüfusunun emek piyasasının yeniden dolup taşmasına yol açacağı ve bu çoğalmanın sermayenin emek arzına oranla yetersiz bir miktara düşmesine kadar devam edeceği dogmasını icat etmişlerdir. Onlara göre, bu durumda ücretler düşecek ve işçi nüfusu da yavaş yavaş azalmaya başlayacak, böylece sermaye işçi nüfusuna oranla yeniden bollaşacaktır. Marx bu tür yaklaşımların yanlışlığını eleştirir. Çünkü ücretlerdeki yükselme sonucunda çalışabilir nüfusta daha herhangi bir pozitif büyüme kendini gösteremeden önce, sınai kampanyanın harlı dönemi çoktan son bulmuş olur. Burjuva iktisatçıların ekonomik kurgusu, ücretlerin genel hareketini ya da toplam emek gücü ile toplam toplumsal sermaye arasındaki oranı düzenleyen yasaları, işçi nüfusunu özel üretim alanları arasında dağıtan yasalarla karıştırmaktadır. Oysa uygun bir konjonktür dolayısıyla belli bir üretim kolunda birikim özel bir canlılık kazanacak olsa, kârlar burada ortalama kârdan yüksek olacağından, bu iş koluna ek sermaye akacak ve ve bunun sonucunda bu üretim kolunda emek gücü talebi ve ücretler doğal olarak yükselmeye başlayacaktır. Daha yüksek düzeyde bulunan ücretler işçi nüfusun daha büyük kısmını, koşulları daha uygun alanlara çeker ve bu durum bu alanların emek gücüne doydukları bir noktaya kadar devam eder. Bu noktaya varıldıktan sonra ücretler yeniden daha önceki ortalama düzeylerine iner ya da oluşan baskının çok büyük olması halinde bu düzeyin altına düşer. Bu durumda işçilerin söz konusu işkoluna göç etmeleri son bulmakla kalmaz, onların bu işkolunu terk etmelerine bile yol açan bir durum meydana gelir. Fakat ekonomi politikçi, ücretler artınca işçi miktarında mutlak bir artış, işçi miktarında mutlak bir artış olunca da ücretlerde mutlak bir azalma olduğuna bakarak, sorunu çözdüğünü sanır. “Oysa aslında gördükleri belli bir üretim alanının emek piyasasının yerel dalgalanmalarından başka bir şey değildir; gerçekte onun gördüğü şey, işçi nüfusunun sermayenin değişen ihtiyaçlarına uygun olarak farklı yatırım alanlarına dağılmasına ilişkin görüngülerden ibarettir.” Marx, yedek sanayi ordusunun faal sanayi ordusu üzerinde durgunluk ve orta karar refah dönemlerinde bir baskı unsuru oluşturduğunu, aşırı üretim ve coşkunluk dönemleri sırasında ise faal sanayi ordusunun taleplerini dizginlediğini vurgular. “Yani, göreli artık nüfus, emeğin arz ve talebi yasasının dayandığı arka planı oluşturur. Göreli artık nüfus bu yasanın hareket alanını sermayenin sömürü ve hükmetme hırsına mutlak şekilde uygun düşen sınırlar içinde tutar.” Bu noktada, kapitalizmi aklamak için iktisadi özürcülüğe soyunan burjuva iktisatçıların marifetini sergiler Marx. Biliyoruz ki, yeni makinelerin kullanılmaya başlaması ya da eskilerinin daha geniş ölçüde kullanılması neticesinde değişen sermaye azalır ve yerini artan miktarda değişmeyen sermaye alır. Bu, daha fazla sermayeyi “bağlayan” ve fakat değişen sermayeyi azalttığı için bir kısım işçileri “serbest bırakan” bir olaydır. İşte iktisadi özürcü bunu, tam tersine, işçiler için sermayenin serbest hale gelmesi diye yorumlar. “Özürcünün yüzsüzlüğünü ancak şimdi tam olarak değerlendirebiliriz. Serbest bırakılanlar, yalnızca dolaysız olarak makinelerin yerlerini aldığı işçiler değildir; ileride bunların yerlerine geçecek ve henüz yetişme çağındaki işçilerle, işin eskisi gibi yürütülmesi halinde gerçekleşecek olan olağan büyümenin zamanla kararlı bir biçimde işe çekeceği ek işçiler de serbest bırakılır.” İş görmek isteyen her yeni sermaye bu işçilerden bir kısmını talep edebilir. Fakat bu yeni sermayenin piyasadan, makinelerin işsiz bırakıp emek piyasasına fırlattığı sayıda işçi çekmesinin genel emek talebi üzerinde yarattığı etki solda sıfırdır. Neticede yeni makinaların kullanılmaya başlanmasının “fazla” işçi nüfusunu büyüteceği açıktır. “Yani, kapitalist üretim mekanizması, sermayenin mutlak büyümesine, genel emek talebinde buna uygun bir artışın eşlik etmesini sağlamamaktadır.” Oysa kapitalizmin özürcülüğüne soyunan iktisatçılar, işlerini kaybetmiş bulunan kimselerin sefalet, acı ve olası ölümlerinin bir telafisi olarak iktisadi büyümenin onları işsizlik belasından kurtaracağı yalanını yineleyip durmuşlardır. Fakat işin gerçeğinde emek talebi ile sermayedeki büyüme, emek arzı ile işçi sınıfındaki büyüme özdeş değildir. “Dolayısıyla” der Marx, “birbirlerinden bağımsız iki gücün birbirleri üzerinde etkide bulunması söz konusu değildir. Kısacası, zarlar hilelidir”. Sermaye birikimi aslında bir yandan emek talebini artırırken, öte yandan bir kısım işçileri “serbest bırakarak” işçilerin arzını artırır. Bununla da kalmaz, işsiz kalanların iş bulanlar üzerindeki baskısı, çalışan işileri daha çok emek sağlamaya zorlar. İşte böylece, Marx’ın deyişiyle, emek arz ve talebini yöneten yasanın bu temel üzerindeki hareketi sermayenin despotluğunu tamamlar. Fakat işçiler, daha çok çalıştıkları ölçüde başkalarına ait olan daha çok zenginlik üretmekte olduklarını görür ve bunun püf noktasını kavrar kavramaz işçi cephesinde bir şeyler değişmeye başlar. Bu değişim sürecinde işçiler kendi aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin doğrudan doğruya ve tamamıyla sermayenin yarattığı “fazla” nüfusa bağlı bulunduğunu keşfederler. Ve kapitalist üretimin bu doğal yasasının kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini kırmak ya da zayıflatmak için, iş bulabilenlerle açıkta kalanlar arasında işçi sendikaları vb. yoluyla planlı bir işbirliği kurma yolunda harekete geçerler. İşte bu durumda da burjuva iktisatçıları hemen göreve koyulurlar. “Sermaye ve onun dalkavuğu olan politik iktisatçı, «ezelî ve ebedî» ve bir anlamda «kutsal» arz ve talep yasası ihlal ediliyor diye vaveylayı basar. Çünkü çalışanlarla çalışmayanlar arasındaki her tür birliktelik, bu yasanın «saf» bir biçimde işlemesine engel olmaktadır.”

30 Kasım 2020
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /25

Bölüm 23: Kapitalist Birikimin Genel Yasası

4. Göreli Artık Nüfusun Farklı Varoluş Biçimleri. Kapitalist Birikimin Genel Yasası

Marx, nispi artı-nüfusun mümkün olabilecek her biçimde karşımıza çıkabileceğini, her işçinin yarı ya da tam işsiz olduğu süre boyunca bunun içinde yer alacağını belirtir. Nispi artı-nüfusun sınai çevrimin bunalım zamanlarında şiddetli, işlerin durgunlaştığı zamanlarda kronik bir durum alan büyük biçimleri dışında her zaman karşılaşılan üç biçimi vardır: akıcı, saklı ve durgun. Modern sanayinin merkezlerinde (fabrikalarda, manifaktürlerde, dökümhanelerde, madenlerde vb.) işçilere kâh yol verilir, kâh büyük kitleler halinde tekrar işe alınırlar. Nispi artı-nüfus burada akıcı biçimde var olur. Makinenin girdiği ve modern işbölümünün uygulandığı bütün büyük işyerlerinde ve esasen fabrikalarda, olgunluk yaşına gelinceye kadar çok sayıda genç erkek işçi çalıştırılır. Bunlar olgunluk yaşına geldiğinde ise, ancak pek azı aynı sanayi kollarında iş bulmaya devam eder, çoğunluğu ise düzenli şekilde işten çıkarılır. Bunlar, akıcı nispi artı-nüfusun sanayideki büyüme ile birlikte büyüyen bir unsurunu oluşturur. Bunların bir kısmı yabancı ülkelere göç eder; aslında yaptıkları şey, dışarıya giden sermayenin peşinden gitmektir. Bunun sonuçlarından biri, İngiltere’de görüldüğü gibi kadın nüfusun erkek nüfustan daha hızlı artmasıdır. İşçi kitlesindeki doğal artışın bir yandan sermayenin ihtiyacını karşılayamaması, fakat diğer yandan da ihtiyaçtan fazla olması sermayenin kendi hareketinin özünde yatan bir çelişkidir. Binlerce işçinin, işbölümü kendilerini belli bir işkoluna sıkı sıkıya bağlamış olduğu için işsiz kitleleri halinde sokakları doldurduğu bir sırada, bir yandan da işçi yokluğundan şikâyet edildiği görülür. Ayrıca, emek gücünün sermaye tarafından tüketilip posasının çıkartılması o kadar çabuk olur ki, işçi daha orta yaştayken ömrünü az çok tüketmiş bulunur. “Böyle bir işçi, fazlaların arasına katılır, ya da işçiler merdiveninin daha yukarıdaki bir basamağından daha aşağıdaki bir basamağına indirilir. En kısa yaşam sürelerine tam da büyük sanayi işçileri arasında rastlarız.” Bu nedenle işçi kuşaklarının hızla yenilenmeleri gerekir. Marx bu yasanın nüfusun öteki sınıfları için geçerli olmadığını vurgular. “Bu toplumsal ihtiyaç, modern sanayi işçisinin içinde yaşamakta olduğu koşulların zorunlu bir sonucu olan erken yaşta evlenmelerle ve çocuk işçilerin sömürülmesinin bunların üretilmelerini kârlı bir iş haline getirmesiyle tatmin edilir.” Kapitalist üretim tarım alanını hükmü altına aldığı ölçüde, burada faaliyet gösteren sermayenin birikimiyle birlikte tarım işçisine duyulan talep de mutlak olarak azalır. Üstelik burada işçilere yol verilmesi, tarım dışı sanayilerde olduğu şekilde daha sonra büyük sayıda işçinin tekrar işe alınmasıyla tamamlanmaz. Dolayısıyla, kır nüfusunun bir bölümü sürekli olarak kente akarak sanayi proletaryasına dönüşmeye hazır hale gelir ve bu dönüşme için uygun koşulları gözler. Nispi artı-nüfusun bu kaynağı da sürekli akış halindedir. Ne var ki, bu nispi artı-nüfusun kentlere doğru sürekli akışı, kırda kentin işçi talebine bağlı olarak büyüyen saklı bir artı-nüfusun varlığını şart kılar. “Bundan ötürü, tarım işçisi, ücretlerin en düşüğüne mahkûm edilir ve bir ayağı hep sefalet bataklığındadır.” Nispi artı-nüfusun üçüncü kategorisi durgun artı-nüfustur ve faal işçi ordusunun bir bölümünü oluşturur. Ancak işçi sınıfının bu bölümü tümüyle düzensiz şekilde çalıştırılır ve sermayeye tükenmek bilmeyen bir kullanılabilir emek gücü kaynağı sağlar. Bu işçilerin yaşam koşulları, işçi sınıfının ortalama normal düzeyinin altındadır ve bu durum onları sermayenin özel sömürü dallarının geniş temeli haline getirir. Azami çalışma süresi ve asgari ücret bunların ayırt edici özellikleridir. Marx, modern sanayinin gelişmesi neticesinde kırın çözülmesi, zanaatçılığa dayanan işletmenin manifaktür karşısında ve manifaktürün de makineli işletme karşısında ayakta duramadığı ölçüde, durgun artı-nüfusun sayısının arttığına işaret etmiştir. Bir başka önemli husus daha vardır. Aslında yalnızca doğum ve ölümlerin sayıları değil, ailelerin mutlak büyüklükleri de ücretlerin yüksekliği ve dolayısıyla farklı işçi kategorilerinin sahip oldukları geçim araçları kütlesi ile ters orantılıdır. Marx, kapitalist toplumun bu yasasının, ilkel topluluk insanlarına ve hatta uygarlaşmış sömürge halklarına bile saçma görüneceğini belirtir. Fakat gerçektir ve bu yasa insanın aklına, bireyleri daha zayıf olan ve durmadan kırılan hayvan türlerinin yığınsal yeniden üremelerini getirir. Nispi artı-nüfusun en dipteki tortusunu ise sefalet alanının sakinleri oluşturur. Haydutlar, suçlular, fahişeler (kısaca gerçek lümpen proletarya) bir yana bırakıldığında, sefalet alanının sakinleri üç kategoriden oluşur. Bunların birincisi, çalışabilecek durumda olan kimselerdir. Bu gibi kimselerin miktarı her bunalımla birlikte kabarmakta ve işlerde görülen her canlanma ile birlikte azalmaktadır. İkinci kategori, yetim çocuklarla yoksul çocuklarıdır. Bunlar yedek sanayi ordusunun adaylarıdır ve ekonomik refah dönemlerinde alelacele ve kitle halinde faal sanayi ordusunun erleri haline gelirler. Üçüncü kategori, zavallı duruma düşmüş ve çalışabilecek halleri kalmamış kimseleri kapsar. “Bu kategori, esas itibarıyla, iş bölümü yüzünden hareket yeteneklerinden yoksun, çaresizlik içinde kıvrananlar, bir işçinin normal çalışma yaşını aşmış insanlar ve son olarak, sayıları tehlikeli makinelerin, madenlerin, kimyasal maddeler imal eden fabrikaların ve bunlara benzer yerlerin çoğalmasıyla birlikte kabaran sakatlanmış, dul kalmış sanayi kurbanlarından vb. meydana gelir. Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır.” Sefalet nispi artı-nüfusla birlikte ürer ve bu nüfusun varlığı ne kadar zorunlu ise sefaletin varlığı da o kadar zorunludur. Çünkü artı-nüfusun yanı sıra sefalet, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu oluşturur. Sefalet, kapitalist üretimin ek harcamaları arasında yer alır; ne var ki sermaye bunu büyük ölçüde kendi sırtından atıp işçi sınıfının ve emekçilerin omuzlarına yüklemenin yolunu çok iyi bilir. “Toplumsal zenginlik, faaliyet halinde bulunan sermaye, bunun büyümesinin hacmi ve gücü ve dolayısıyla da proletaryanın mutlak büyüklüğü ve emeğinin üretici gücü ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Kullanıma hazır emek gücünün büyüklüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır. Yani, yedek sanayi ordusunun göreli büyüklüğü, zenginlik potansiyeli ile birlikte artar.” İşçi nüfusunun düşkünler tabakasıyla birlikte yedek sanayi ordusunun toplamı ne kadar büyük ve bunun faal orduya oranı ne kadar yüksekse, resmî yoksulluk da o kadar büyük olur. Marx bunun kapitalist birikimin mutlak ve genel yasası olduğunu vurgular. Sonuç olarak, burjuva iktisatçıların üretim araçları ile emeğin üretkenliği geliştikçe işsizliğin ortadan kalkacağına ilişkin iddiaları yalandan ibarettir ve bu yalanlar kapitalist ekonominin gerçekleri karşısında çökmeye mahkûmdur. Çünkü işçi nüfusu her zaman sermayenin değerlenme ihtiyacından daha hızlı artmaktadır. Kapitalist toplumda emeğin toplumsal üretkenliğini yükseltmeye yarayan bütün yöntemler, bu yöntemlerin maliyetlerinin işçilerin sırtına yıkılması sayesinde hayata geçirilir. Bu gerçeklik Marx’ın satırlarında tüm çarpıcılığıyla dile getirilir: “Üretimi geliştirmeye yönelik bütün araçlar, üreticinin egemenlik altına alınmasını ve sömürülmesini sağlayan araçlar haline gelir, onu bir parça-insan biçiminde güdükleştirir, makinenin eklentisi durumuna indirir, katlanmak zorunda kaldığı işkence yüzünden emeğinin içeriğini yok eder; bilimin bağımsız bir güç olarak emek sürecinin bir parçası haline gelmesi ölçüsünde onu emek sürecinin zihinsel güçlerine yabancılaştırır; içinde çalıştığı koşulları bozar, emek süresi sırasında en nefret edilecek bir despotluğa boyun eğmek zorunda bırakır, bütün ömrünü emek-zaman haline getirir, karısını ve çocuğunu sermayenin Juggernaut tekerleğinin (önüne gelen her şeyi yıkan gücün) altına atar”. Bütün artı-değer üretme yöntemleri aynı zamanda birikim yöntemleridir ve birikimdeki her genişleme bu yöntemlerin daha da geliştirilmesine yarayan bir araç olur. İşte bu nedenle, aldığı ücret ne kadar yüksek ya da düşük olursa olsun, işçinin durumu sermayenin birikmesi oranında kötüleşmek zorundadır. Nispi artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu her zaman birikimin hacim ve enerjisi ile dengeli durumda tutan bir yasa vardır. Marx’ın ifadesiyle, bu yasa işçiyi sermayeye, Yunan mitolojisindeki Hephaistos’un çivilerinin Prometheus’u kayalara mıhladığından daha sıkı bir şekilde bağlar. Sermaye birikimi, karşılığında bir sefalet birikimi demektir. “Şu halde, bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir.” Kapitalist birikimin bu antagonist karakteri, Marx’ın buraya düştüğü dipnotta belirttiği üzere “Felsefenin Sefaleti” adlı eserinde vurgulanmıştır: “Burjuvazinin içinde hareket ettiği üretim ilişkilerinin tek biçimli, basit bir karakterinin değil, ikili bir karakterinin olduğu; zenginliğin üretildiği aynı ilişkiler içinde sefaletin de üretildiği; içinde üretici güçlerin geliştiği ilişkiler içinde bir baskı gücünün de geliştiği; bu ilişkilerin burjuva zenginliğini, yani burjuva sınıfının zenginliğini ancak bu sınıfın tek tek üyelerinin servetini durmadan yok ederek ve gittikçe büyüyen bir proletarya yaratarak ürettiği, her gün daha çok aydınlığa çıkar.” 18. yüzyılın büyük iktisat yazarlarından biri olan Venedikli rahip Ortes, kapitalist üretimin antagonizmini toplumsal zenginliğin genel doğa yasası olarak gördüğünü belirtmiştir. Marx onun satırlarından aktarır: “Bir ülkede iktisadi iyilik ile iktisadi kötülük her zaman birbirlerini dengeler, bazıları için meta bolluğu her zaman başkaları için bunların yokluğuna denk olur. Bazılarının büyük çaptaki zenginliği, her zaman, çok daha kalabalık olan başkalarının en gerekli şeylerden mutlak olarak yoksun bırakılmaları ile birlikte görülür. Bir ulusun zenginliği nüfusuna, sefaleti zenginliğine uygun olur. Bazılarının çalışkanlığı, başkalarını tembelliğe zorlar. Yoksullar ve tembeller, zenginlerin ve çalışanların zorunlu bir ürünüdür.” Ortes’ten yaklaşık 10 yıl sonra, İngiltere Kilisesi rahiplerinden Townsend ise yoksulluğu zenginliğin zorunlu bir koşulu diye zalim bir biçimde göklere çıkartmıştır: “Çalışmayı yasa zoruyla sağlamak pek çok zahmet, şiddet ve gürültüye yol açar; oysa açlık, sadece sakin, sessiz, sonu gelmeyen bir baskı olmakla kalmaz, gayret ve çalışmanın en doğal motifi olarak en güçlü biçimde çaba gösterilmesine yol açar.” Marx’ın vurguladığı üzere, düzen koruyucu papazlara göre her şey açlığın işçi sınıfı arasında kalıcılaştırılmasına bağlıdır ve onlara göre bunu da, hükmünü özellikle yoksullar arasında yürüten nüfus ilkesi sağlamaktadır. Townsend, yoksulların durumunu bir parça düzeltmeyi amaçlayan Yoksullar Yasası’na bu nedenle şiddetle karşıdır ve yoksullara yardımı şöyle eleştirir: “Öyle görünüyor ki, toplum hayatında en aşağılık, en pis ve en bayağı işlerin yapılabilmesi için her zaman bazı kimseler el altında bulunsun diye, yoksulların belli bir derecede tedbirsiz olmaları, bir doğa yasasıdır. Böylece, insan mutluluğunun hazinesi çok büyür, daha duyarlı olanlar pis ve sıkıcı işlerden kurtulur ve rahatsız edilmeden daha yüksek düzeyli meslekleri sürdürebilir vb. ... Yoksullar Yasası, yeryüzünde Tanrı ve doğa tarafından kurulmuş bulunan bu sistemin uyum ve güzelliğini, simetri ve düzenini bozma eğilimindedir.” Açık ki, Townsend’ın düşüncesi dünden bugüne kapitalizmin eşitsizliğini Tanrısal düzen diye yutturmaya çalışanların tıynetini sergilemektedir. Böylelerine Marx’ın yönelttiği eleştiri, hangi din olduğu fark etmez, günümüzde de geçerlidir: “Sefaleti ebedîleştiren mukaddesatta Venedikli rahip, nasıl Hristiyan hayırseverliğinin, evlilik yasağının, manastırların ve kutsal vakıfların varoluş nedenini bulduysa, kiliseden ödenek alan Protestan papaz, aynı mukaddesatta, yoksullara pek zavallı miktarda bir kamu yardımı alma hakkını sağlayan yasaları kötülemenin bahanesini bulur”.

5. Kapitalist Birikimin Genel Yasasının Örneklerle Gösterilmesi

a. 1846-1866 yılları arasında İngiltere

Kapitalist birikimin incelenmesi için modern toplumun hiçbir dönemi, İngiltere’nin 1846-1866 arasındaki yirmi yıllık zaman diliminden daha uygun olmamıştır. Bu gerçekliğe dikkat çeken Marx’ın belirttiği gibi, bütün ülkeler arasında klasik örneği yine İngiltere vermektedir. Çünkü İngiltere dünya piyasasında ilk sırayı tutmakta, kapitalist üretim ancak burada tam anlamıyla gelişmiş bulunmaktadır. Ve son olarak da, 1846’dan beri süregelen serbest ticaretin mutluluk döneminin başlamasıyla, bu ülkede vülger iktisat son sığınağından da kovulmuş durumdadır. Ayrıca, 1846’dan sonraki yirmi yıllık dönem boyunca kapitalist gelişme ve onun yarattığı eşitsizlik daha da büyümüştür. Marx’ın incelemesine konu olan son elli yılda İngiltere’de nüfusun mutlak artışı çok büyük olsa da, nüfusun artış oranı sürekli olarak düşmüştür. Marx, incelediği dönem boyunca mülk sahiplerinin payına düşen zenginlik artışına dikkat çeker ve burada en güvenilir ölçütün gelir vergisine tabi kârların, toprak rantlarının vb. hareketi olduğunu vurgular. Rakamlar, sermaye birikimine aynı zamanda sermaye yoğunlaşması ve merkezîleşmesinin eşlik ettiğini de gözler önüne sermektedir. “Şimdi bu sanayinin doğrudan doğruya kullandığı insanlara, bu zenginliğin yaratıcılarına, işçi sınıfına bakalım” der Marx. Dönemin ünlü İngiliz burjuva siyasetçisi Gladstone bile, işçi sınıfının durumuyla ilgili olarak “bu ülkenin toplumsal durumunda en hüzün verici görünüşlerden birisi” demektedir. İşçi sınıfı, mülkiyet sahibi sınıfa “baş döndürücü bir zenginlik ve kudret artışı” sağlamasına karşın gene yoksul kalmıştır. Aşırı yoksulluk azalmadığına göre artmıştır, çünkü aşırı zenginlik artmıştır. Ayrıca, resmî istatistikler geçim araçlarında bir pahalılaşma olduğunu göstermektedir. Dönemin profesörlerinden biri olan Fawcett İngiltere’deki durumu açıkça ifade etmiştir: “Çalışan sınıfların refahında hissedilebilir bir artış olmazken, zenginler hızla zenginleşiyor. ... İşçiler neredeyse borçlandıkları esnafın köleleri haline geliyor.” Marx, İngiliz işçi sınıfının mülk sahibi sınıflar için bu “baş döndürücü zenginlik ve kudret artışı”nı hangi koşullar altında yarattığının, Kapital’in “işgünü ve makineler” kısmında yeterince ortaya konmuş olduğunu hatırlatır. Ne var ki, o kısımlarda asıl olarak işçinin işyerindeki toplumsal işleviyle ilgilenilmiştir. Oysa kapitalist birikimin yasalarını tam olarak anlamak için, işçinin işyeri dışındaki durumunun, beslenme ve barınma durumunun da ele alınması gerekir. Fakat burada öncelikle, sanayi proletaryası ve tarım işçilerinin en düşük ücretle çalışan kısmıyla, yani işçi sınıfının çoğunluğu ile ilgilenilecektir. Marx, bunu yapmadan önce resmî sefalet durumu, yani işçi sınıfının emek gücünü satma olanağını kaybeden ve ancak kamu kurumlarından sağlanan sadakalarla canlı kalabilen bölümü hakkında birkaç söz eklemenin yerinde olacağını belirtir. Marx’ın resmi yoksullar listesindeki artışlara dair aktardığı rakamlar, İngiltere’de zenginlik birikimine paralel olarak yükselen yoksulluk durumunu ortaya koyar. Sefalet istatistiklerinin analizinde iki nokta dikkat çekicidir. Birincisi, yoksullar kitlesindeki artma ve azalmalar sınai çevrimin dönemsel değişmelerini yansıtır. İkincisi, sermayenin birikimiyle birlikte sınıf mücadelesinin ve dolayısıyla işçilerin kendilerine güvenlerinin gelişmesi oranında, resmî istatistiklerin sefaletin gerçek büyüklüğü hakkındaki aldatıcılık derecesi giderek artar. Londra’da o dönemde açlıktan ölümlerde korkunç derecede artış görülmüştür. Bu durum, “işçilerin, sefaletin cezaevi olan çalışma yurdundaki kölelikten duydukları artan dehşeti hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlar”.

b. Britanya sınai işçi sınıfının düşük ücret alan katmanları

Marx sınai işçi sınıfının düşük ücret alan katmanlarını ele alır. Dönemin sağlık raporları, işçilerin kötü beslenme koşullarını gözler önüne serer. İncelemeye konu olan işçilerin çoğu, yeterli miktarda besleyici gıdalar satın alamadıkları için açlık hastalıklarıyla boğuşmaktadırlar. Tarım işçileri arasında besin yetersizliği genellikle kadın ve çocukların payına düşer; çünkü “işini yapmak için erkek beslenmelidir” anlayışı egemendir. Ayrıca kentler dahil, işçi aileleri konforun her türlüsünden tamamıyla yoksun haldedir. Bir sağlık raporunda durum çarpıcı biçimde sergilenmektedir: “Giyinme ve ısınma ihtiyaçlarını, beslenmeden de zor karşılamaktadırlar. Havanın sertliğine karşı kendilerini yeterince koruyamazlar, oturdukları yerler hastalıkları doğuracak veya ağırlaştıracak derecede darlaşmıştır; bir ev için gerekli mobilya ve eşyadan hemen hemen hiçbir iz yoktur; temizlik bile pahalı veya zor hale gelmiştir. Kendine saygı sonucu gene de temiz kalmaya kalkışırlarsa, bu yolda harcanan her çaba açlıktan duyulan acının artmasına sebep olur. Ev, barınmanın en ucuz olduğu yerdedir; bu gibi yerlerde sağlık gözetim hizmetleri en asgari düzeydedir; lâğımlar meydandadır; trafik yok denecek kadar azdır; pislikler ve çöpler toplanmaz; topluca yaşamanın rahatsızlıkları azamisine varır; su ya çok azdır ya da en kötü cinsindendir ve üstelik kentlerde ışık ve hava da son derece yetersizdir. …Hiç şüphe yoktur ki, kentli işçiler bir parçacık yiyecek elde etmek için çoğu zaman her tür ölçüyü aşan bir çalışma süresine katlanmak zorundadır. Böyle olmakla beraber ancak çok sınırlı bir anlamda bu işin insanı yaşatmaya yettiği söylenebilir. ... Çok büyük bir çoğunluk için bu sözde kendini yaşatabilme durumu ancak sefalete doğru şu ya da bu uzunlukta dolambaçlı bir gidiş olabilir.” Marx’ın belirttiği üzere, en çalışkan işçi katmanlarının çektiği açlık işkencesi ile zenginlerin kapitalist birikime dayanan kaba veya rafine savurgan tüketimleri arasındaki içsel bağlantıyı anlamak ancak iktisat yasalarını bilmekle mümkündür. Bu bağlamda önemli bir gerçekliğe dikkat çeker Marx: “Üretim araçlarının merkezîleşmesi ne kadar yığınsal olursa, işçilerin aynı yerdeki yığılmaları o kadar büyük olur; bundan dolayı, sermaye ne kadar hızlı birikirse, işçilerin barınma koşulları o kadar sefilleşir.” Kentlerdeki, zenginliğin ilerlemesine eşlik eden “kentsel dönüşüm” ve yeniden inşa faaliyetleri yoksulları gittikçe daha kötü ve daha kalabalık yerlerde barınmak zorunda bırakmıştır. “Kapitalist birikimin antagonist karakteri ve dolayısıyla genel kapitalist mülkiyet ilişkileri burada öylesine açıktır ki, bu konu hakkında yazılmış resmî İngiliz raporları bile «mülkiyet ve mülkiyet hakları» ile ilgili olarak geleneksel çizgiden ayrılan çıkışlarla doludur”. S. Laing adlı kişinin satırları buna örnektir: “Birey haklarının mülkiyet hakkına feda edilmesinin, çalışan sınıfların barınma hakkının mülkiyet hakkına feda edilmesi kadar açık ve utanmazca bir başka örneği bulunmuyor. Her büyük kent insanların kurban edildiği bir yer, her yıl binlerce insanın hırs tanrısı için kesildiği bir sunaktır.” Aşırı derecede kalabalık veya insanların oturmasına mutlak olarak elverişsiz barınma mekânları bakımından Londra başta gelir. Londra ve Newcastle’ın birçok bölümünde hayat cehennemi andırmaktadır. Kentsel “iyileştirmeler” ve bununla birlikte eski cadde ve evlerin yıkımı ilerledikçe, metropoldeki fabrika sayısı ve buraya insan akını artmakta ve kentsel toprak rantlarıyla birlikte ev kiraları yükselmektedir. Bunun sonucunda, küçük esnaf ve aşağı orta sınıfın diğer unsurlarıyla birlikte, işçi sınıfının daha iyi durumdaki bölümü de Londra’da gittikçe artan ölçüde bu iğrenç barınma koşullarının içine sürüklenmiştir. Ev kiraları öylesine ölçüsüz yükselmiştir ki, bir odadan fazlası için kira ödeyebilecek çok az işçi vardır. Londra’da başını alıp giden arsa spekülasyonu kiraların alabildiğine artmasına neden olmuş ve günümüz emlakçılarının atası olan aracı kişileri (middlemen) türetmiştir. Bu işi kendilerine meslek edinmiş beyler, kiracıları alabildiğine yolmakta, kiralar haftalık ödenmekte ve aracılar bir kiracıyı defettikten sonra evi olabildiğince berbat bir durumda daha sonra gelenlere teslim etmektedirler. “Şu kapitalist adalete hayran olmamak mümkün mü?” diye alayla sorar Marx. Ve kapitalizmin adaletsizliğini gözler önüne serer: “Arsa sahipleri, ev sahipleri ve iş adamları, gayrimenkulleri, demir yolu, yeni yol yapımı vb. gibi «iyileştirme» nedeniyle kamulaştırıldığında, yalnızca tam bir bedel almakla kalmaz. Bunlar, ilahi ve beşerî adaletin gereklerine uygun olarak katlanmak zorunda kaldıkları «kaçınma» karşılığında fahiş bir kârla teselli edilir. Oysa işçi, karısı, çocukları ve eşyasıyla sokağa atılır ve işçiler kentin belediye kurallarının sıkı sıkıya uygulandığı mahallerine büyük kitleler halinde doluşunca da, toplum sağlığı adına polis tarafından peşlerine düşülür!” 19. yüzyılın başında İngiltere’de, Londra’dan başka nüfusu 100.000’i aşan başka bir kent yoktur. Nüfusu 50.000 civarında olan ancak beş kent vardır. Fakat Marx’ın Kapital’i kaleme aldığı tarihlerde nüfusu 50.000’den fazla olan kent sayısı yirmisekize ulaşmıştır. Günümüz rakamlarıyla karşılaştırıldığında “ne güzelmiş” gibi görünse de, Marx’ın aktardığı gerçeklik “anlatılan senin hikâyendir!” demektedir. “Bu değişmenin sonucu, kentli nüfusta sadece muazzam bir artış olmakla kalmamış, aynı zamanda yoğun nüfuslu eski küçük kentler, şimdi, serbestçe hava almalarına olanak bırakmayacak biçimde, çepeçevre binalarla sarılmış merkezler haline gelmiştir. Bunları artık cazip bulmadıkları için, zenginler buraları terk edip daha güzel olan banliyölere yerleşir. Zenginlerden sonra gelenler, bunların bıraktıkları büyük evlere, çoğu zaman yanlarına başka kiracılar da alarak, her oda bir aile olmak üzere yerleşir. Böylece, belirli bir nüfus, onları barındırma amacıyla yapılmamış ve onlar için tümüyle uygunsuz olan, çevreleri yetişkinler için gerçekten alçaltıcı, çocuklar için bozucu koşullarla dolu olan bu evlere yığılmıştır.” Marx’ın belirttiği üzere, “bir sanayi veya ticaret kentinde sermaye ne kadar hızlı birikirse, sömürülebilir insan malzemesi buraya o kadar hızlı akar ve işçiler için çarçabuk sağlanan konutlar o kadar kötü olur”. Dönemin sağlık raporları, özü bakımından, günümüz corona salgınlarının fazlasıyla can aldığı yoksul ülke ve bölgelerdeki gerçekliğe de ışık tutar: “Tifüsün devamının ve yayılmasının nedeni, hiç şüphe yok ki, insanların üst üste yaşamaları ve konutlarının pis olmasıdır. İşçilerin oturdukları evler genellikle çıkmaz sokaklarda veya kapalı avlulardadır. Bunlar, ışık, hava, mekân ve temizlik bakımlarından gerçek yetersizlik ve sağlığa aykırılık örnekleridir; bu durum herhangi bir uygar ülke için yüz karasıdır. Erkekler, kadınlar ve çocuklar buralarda geceleri koyun koyuna yatar. Erkekler söz konusu olduğunda, gece vardiyası ve gündüz vardiyası hiç aralıksız peş peşe geldiğinden yataklar soğumaya bile vakit bulmaz. Su durumları kötü ve tuvaletleri daha da kötü olan evler kirli, havasız ve bulaşıcı hastalık yuvasıdır.” Konut sefaleti bakımından Londra’dan sonra üçüncü sırada yer alan fakat Avrupa’nın en zengin kentlerinden biri olan Bristol’de ise, en açık yoksulluğun ve konut sefaletinin zirvesine ulaşılmıştır. (devam edecek)

31 Aralık 2020
Kapitalizm-Emperyalizm
İşsizlik, yoksulluk, açlık

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /26

Bölüm 23: Kapitalist Birikimin Genel Yasası

5. Kapitalist Birikimin Genel Yasasının Örneklerle Gösterilmesi

c. Göçebe nüfus

Göçebe nüfusun çıkış yeri taşradır ve kapitalizmde göçebe nüfus, yaptığı iş büyük ölçüde sınai olan bir halk katmanını oluşturur. “Bu, sermayenin, ihtiyacına göre kâh oraya, kâh buraya attığı, hafif piyadesidir.” Marx’ın döneminde göçebe emek gücü, çeşitli inşaat ve kanalizasyon işlerinde, tuğlacılıkta, kireç ocaklarında, demiryolu yapımında vb. kullanılmış ve konakladıkları yerlere ve dolaylarına çiçek, tifüs, kolera, kızıl gibi hastalıkları yaymıştır. Demiryolu inşası vb. gibi önemli miktarda sermaye yatırılan girişimlerde bu işçiler müteahhitin kiraladığı derme çatma tahta barakalarda konaklamış ve her türlü sağlık önleminden yoksun, yerel görevlilerin denetimi dışında çalıştırılmışlardır. Bunlar, işçilerini hem sanayi eri hem de kiracı olarak iki kere sömüren müteahhit efendiler için çok büyük bir kâr kaynağı oluşturmuştur. Sermaye birikiminin işçilerin kanı canı emilerek nasıl elde edildiğini sergilemesi bakımından, Marx’ın kömür ocaklarında ve diğer madenlerde çalışan işçilerin barınma koşullarına dair aktardıkları ibret vericidir. “Madeni işleten ister sahibi ister kiracısı olsun, kural olarak, işçileri için bir miktar kulübe yaptırır. … Maden bölgeleri, bizzat maden işçilerinden ve bunların çevresinde kümelenen zanaatçılardan, küçük esnaftan vb. oluşan büyük bir nüfus kitlesini hızla kendilerine çeker. Nüfusun yoğunlaştığı her yerde olduğu gibi burada da toprak rantı çok yüksektir. Bu yüzden, girişimci, çalıştırdığı işçilerin ve ailelerinin ancak sığışabileceği kadar kulübeyi ocakların ağzındaki mümkün olduğu kadar dar bir alana sıkıştırmaya çalışır. O civarda yeni ocaklar açıldıkça veya eski ocaklar yeniden işletilmeye başladıkça, sıkışıklık aşırı ölçüde artar.” Bu kulübelerin yapımında bir tek düşünce egemen olmuştur: kapitalistin işçilerin yaşam koşulları açısından en zorunlu harcamalardan bile kaçınması. Dönemin doktor raporları işçilerin sefalet koşullarını gözler önüne serer: “İşçi, ücretinin bir kısmına karşılık olarak, çepeçevre pislik içinde bulunan bir evi kabule zorlanır. Burada işçinin elinden bir şey gelmez; işçi her bakımdan bir serf durumundadır. Görünüşe göre, gerektiğinde sahibinden başka bir kimseye başvurabileceği şüphelidir; sahibi ise her şeyden önce bilançosuna bakar ve sonuç aşağı yukarı her zaman bellidir. İşçiye tüketeceği suyu da sahibi sağlar. Su ister iyi ister kötü olsun, verilsin veya verilmesin, işçi bunu ödemek zorundadır, daha doğrusu ücretinden bir su parası kesilir.” Sermayenin derdi kendi kârı olduğundan, işçiyi içinde çalışmaya ve yaşamaya mahkûm ettiği kısmen tehlikeli ve kısmen alçaltıcı koşulları her zaman işin gereğiymiş gibi göstermekten kaçınmamıştır. Fabrikalarda makinelerden doğan tehlikelere karşı koruyucu önlemleri almaktan, madenlerde güvenlik ve havalandırma için gerekli tertibatı kurmaktan kaçındığı gibi, maden işçilerinin barınma koşulları bakımından da aynı biçimde davranmıştır. Bu tabloda dünden bugüne değişen bir şey yoktur.

d. Bunalımların işçi sınıfının en iyi ücret alan kesimi üzerindeki etkisi

Gerçek tarım işçilerini ele almadan önce, bunalımların işçi sınıfının en iyi ücret alan kesimini, yani işçi aristokrasisini bile nasıl etkilediğini bir örnekle göstermenin uygun olacağını belirtir Marx. 1857 yılında, her sınai çevrimin sonunda yaşanan büyük bunalımlardan biri patlak vermiştir ve bir sonraki bunalım ise 1866’da gelmiştir. “Büyük miktarda sermayenin olağan yatırım alanlarını terk ederek, para piyasasının büyük merkezlerinde toplanmasına yol açan pamuk kıtlığı dolayısıyla fabrika bölgelerinde zaten beklenen bunalım bu kez ağırlıklı olarak mali bir karaktere büründü. Londra’nın dev bankalarından birinin iflası ve peşi sıra bir yığın düzenbaz mali şirketin toptan çökmesi Mayıs 1866’da bunalımın patlayacağının işareti olmuştu. Bunalımdan darbe yiyen Londra’daki büyük sanayi kollarından biri, sac gemi yapımcılığı oldu. Bu alanda faaliyet gösteren büyük iş adamları, işlerin iyi gittiği süre boyunca üretimi aşırı derecede arttırmakla kalmayıp, kredi kaynaklarının aynı bollukta akmaya devam etmesi beklentisiyle spekülasyon yaparak, çok büyük sözleşmelere imza atmıştı.” Bunların sonucu olarak, etkileri bu alanda ve Londra’nın diğer birçok sanayi kolunda hissedilen ve işçileri kitle halinde kırıma sürükleyen bir durum ortaya çıktı. Fakat aynı zamanda Londra sokaklarının duvarları, bu sömürü ve zulmü protesto eden ilanlarla dolmaya başlamıştı. Nitekim 1867 yılı başlarında bunalımdan zarar görenlerin toplandığı başlıca merkezleri gezen bir Morning Star muhabirinin haberi şöyleydi: “Son günlerde Londra’da duvarlara üzerlerinde şu dikkat çekici ibare bulunan büyük ilanlar yapıştırıldı: «Yağlı öküzler, açlıktan kırılan insanlar! Açlıktan kıvranan insanlar acı yuvası inlerinde kahrolur ve ölürken, yağlı öküzler, lüks konutlarındaki zenginleri semirtmek için sırça köşklerinden ayrıldı.» Duvarlardaki bu uğursuz ilanlar sürekli yenileniyor. Yapıştırılmış bulunanlar silinir ya da örtülür örtülmez, aynı yere ya da aynı derecede görülebilir bir yere yenileri yapıştırılıyor. ... Bu, Fransız halkını 1789 olaylarına hazırlamış olan gizli devrimci örgütlerden birini hatırlatıyor. ... Şu anda, İngiliz işçileri karıları ve çocuklarıyla birlikte soğuktan ve açlıktan kırılırken, İngiliz işçisinin emeğinin ürünü olan milyonlar tutarındaki İngiliz altını Rusya’da, İspanya’da, İtalya’da ve diğer yerlerde yabancı girişimlere yatırılmaktadır.” 1866 bunalımını izleyen acılarla ilgili gerçekliği, Marx, dönemin Tory taraftarı Standard gazetesinden aktardığı satırlarla da yansıtır: “Metropolün bir kısmında dün korkunç bir manzara görülüyordu. Londra’nın doğu kesimindeki binlerce işsizin hepsi ellerinde siyah yas bayrakları ile sokaklara kitle halinde dökülmediği halde, insan seli yine de göreni etkiliyordu. Bu insanların çektikleri acıları hatırlayalım. Açlıktan ölüyorlar. Basit ve korkunç gerçek işte budur. Sayıları 40.000’i buluyor. ... Bu şahane metropolün bir mahallesindeki dünyanın şimdiye kadar gördüğü en muazzam zenginlik birikiminin yanında 40.000 insan gözlerimizin önünde çaresizlik içinde açlıktan kıvranıyor! Bugün bu binlerce insan yarı aç mideleriyle diğer mahallelere akın akın gelip sefaletlerini yüzümüze ve göğe haykırıyor; sefaletin perişan ettiği yuvalarından söz edip, iş bulmanın ve önlerine atılan kırıntılarla yaşamanın olanaksızlığından yakınıyorlar.” Aradan uzun yıllar geçmiş ve kapitalizm onca yol almış olsa da, kapitalizmin bunalımlarının işçileri içine sürüklediği felâket günümüzde de değişmemiş ve tersine misliyle katlanmış olarak karşımıza çıkmaktadır.

e. Britanya tarım proletaryası

Marx’ın vurguladığı üzere, kapitalist üretim ve birikimin antagonist karakteri kendisini hiçbir yerde İngiliz tarımı (hayvancılık dahil) ilerlerken İngiliz tarım işçisinin gerilemesinde olduğu kadar vahşi şekilde ortaya koymamıştır. “Değişikliğe uğrayan üretim tarzına temel olan toprak mülkiyeti ilişkilerindeki köklü dönüşüm çok daha eski bir tarihe uzandığı halde, İngiltere’de modern tarım 18. yüzyılın ortasında başlamıştır.” Bir araştırmaya göre, bolluk içinde yaşayabilen ve servet biriktirebilen 14. yüzyılın sonundaki tarım işçisiyle karşılaştırılınca, 1771’in tarım işçisi pek zavallı bir kişidir. O dönemdeki kapitalist gelişme büyük çiftçiyi abad etmiş ama yoksul tarım işçisini tamamen yere sermiştir. Üstelik zamanla durum çok daha fazlasıyla kötüleşmiştir. Marx yıllar içinde tarım işçilerinin düşen reel ücretlerini hatırlattıktan sonra, 1814 yılı itibariyle Yoksullar Yasasının kırdaki uygulamasından örnek verir: “Kilise, işçinin nominal ücreti ile sadece canını tende tutabilmesi için gerekli tutar arasındaki farkı sadaka biçiminde tamamlıyordu. Kiracı çiftçinin ödediği ücret ile kilisenin tamamladığı ücret açığı arasındaki oran bize, birinci olarak, ücretin asgarinin altına düştüğünü; ikinci olarak, tarım işçisinin ne oranda bir ücretli işçi ve dilenci karışımı olduğunu ya da ne derecede kilisenin yarı serfi haline geldiğini gösteriyor.” Kiracı çiftçinin beslediği bütün hayvanlar arasında işçi, instrumentum vocale (konuşan alet), en kötü muamele göreni, en kötü besleneni ve en kaba davranılanıdır. Bu durum böylesine sessizce sürüp giderken 1830 yılında güney ve doğu İngiltere’de harman makinelerini ve buğday yığınlarını ateşe veren ve tarihe “Swing Ayaklanmaları” olarak geçen köylü isyanı patlak verir. Marx’ın belirttiği gibi, ateşe verilen buğday yığınlarının çıkardığı alevlerin ışığı, sefaletin ve isyan ettirici hoşnutsuzluğun İngiltere’nin manifaktür bölgelerinde olduğu kadar tarım bölgelerinde de için için aynı şiddetle kaynamakta olduğunu görebilmeleri için egemen sınıfların gözlerindeki perdeyi kaldırmıştır. Marx’ın incelemesine konu olan bu yıllar İngiltere’de toprak aristokrasisi ile sanayi burjuvazisi arasındaki siyasi çatışmalara sahne olmuştu. Toprak aristokrasisinin sanayi burjuvazisine karşı mücadelesi sözde işçilerin çıkarlarını korur görünüyor ve bu tutum sanayi burjuvazisini çıldırtıyordu. Marx’tan okuyalım: “Toprak aristokratlarının fabrika sistemini açıkça kötülemeleri, iliklerine kadar çürümüş bu kalpsiz ve miskin soyluların fabrika işçilerinin acılarına gösterdikleri sözde yakınlık ve yine bunların fabrika mevzuatı lehinde giriştikleri «diplomatik çaba» karşısında sanayi burjuvazisi hiddetinden kuduruyordu.” Eski bir İngiliz atasözünde şöyle denmiştir: “Hırsızlar birbirine düşünce, namuslular kazançlı çıkar.” Gerçekten de, egemen sınıfın iki kesimi arasında, işçiyi kimin daha utanmazca ve daha çok sömürdüğü konusunda patlak veren gürültülü ve ihtiraslı çatışma da gerçeğin bütün açıklığıyla ortaya çıkmasına yaramıştır. İngiltere’de 1815 yılında, yerli tahıl üreticilerini korumak amacıyla tahıl ithalatına yüksek gümrük vergileri getiren Tahıl Yasaları yürürlüğe kondu. Toprak aristokrasisinin çıkarına olan bu korumacı yasalar, burjuvazinin ticaret sınırlamalarına karşı giriştiği mücadele neticesinde 1846 yılında kaldırıldı. Marx’ın belirttiği gibi, Tahıl Yasalarının kaldırılması İngiliz tarımına muazzam bir dürtü sağladı. “En büyük ölçekli sulama tesisleri, hayvanları ahırlarda beslemeye ve yapay otlaklar kurmaya yarayan yeni sistem, mekanik gübre cihazlarının kullanıma sokulması, killi toprağı daha iyi işleme yolları, yapay gübrenin daha büyük ölçüde kullanılması, buhar makinelerinin ve her türden iş makinelerinin vb. tarıma uygulanması ve genel olarak entansif tarım” bu döneme damgasını bastı. Yeni makinelerin kullanılmasıyla işletme masrafları düştü ve toprağın verimi hızla yükseldi. Aynı büyüklükteki topraklara daha büyük bir sermaye yatırımı neticesinde çiftliklerin yoğunlaşması hızlandı ve bu durum yeni sistemin temel koşuluydu. Bu gelişmeler olurken, tarımda çalıştırılan insanların toplam sayısı düşmekteydi. Tarımdaki gelişmeler sonucunda İngiliz tarım tarihinde benzeri olmayan bir ürün artışı gerçekleşti ve kapitalist çiftçilerin servetleri aşırı ölçüde gelişti. Madalyonun diğer yüzünde ise, 1770-1780 dönemine oranla bile olağanüstü kötü bir duruma düşen tarım işçilerinin gerçekliği yer alıyordu. Marx’ın dönem raporlarından aktardığı üzere, İngiliz cezaevlerindeki diyet sıradan tarım işçisininkinden çok daha iyiydi. Tarım işçilerinin barınma koşulları da yürekler acısı bir haldeydi. İngiliz tarım işçileri, en kötü kent konutlarının en korkunç özelliklerini paylaşan sefil barınaklarda ömürlerini çürütüyorlardı. Tarım bölgelerinde salgın hastalıkların yayılmasını incelemekle görevli müfettişler yazdıkları raporlarda, salgın hastalıkları görülmemiş derecede azdıran bir neden olarak konutların aşırı kalabalıklığına her zaman dikkat çekmişlerdir. Kentlere sürekli göç, çiftliklerin yoğunlaşması, makineleşme, işlenebilir toprakların otlak haline getirilmesi gibi nedenlerle kırlarda sürekli olarak “fazlalık nüfus yaratılması”, kulübelerin yıkılmasıyla kır nüfusunun durmadan yerinden edilmesi, bütün bu olaylar hep birlikte olmuştur. “İnsanların dağınık köy ve kasabalarda sürüler halinde toplanmaları ile kır yüzeyinden zorla sürülüp çıkarılmaları birlikte olur. Sayılarının azalmasına ve aynı zamanda verimlerinin artmasına rağmen tarım işçilerinin, kendilerine gerek duyulmadığı için, durmadan «fazlalık haline getirilmeleri» bunların sefaletlerinin kaynağıdır.” Marx, onların bu durumunun, bulundukları yerlerden atılmalarının bir nedeni ve aynı zamanda son direnme güçlerini kıran ve onları mülk sahipleri ile kapitalist çiftçilerin tam köleleri haline getiren konut sefaletinin baş sebebi olduğunu vurgular. “Böylece ücretlerin asgariye inmesi bir doğa yasası hükmü haline gelir. Öte yandan, bu «göreli fazla nüfus»a rağmen kırlar az nüfusludur. … Tarımın ortalama ihtiyaçları için her zaman çok işçi, istisnai ya da geçici ihtiyaçları içinse her zaman az işçi bulunur. Bundan dolayı, resmî belgelerde, aynı bölgelerin, emek gücünün hem yokluğundan hem bolluğundan aynı zamanda yakındıkları görülür. Geçici ve yerel emek gücü yetersizliği, ücretleri yükseltme yönünde etki yaratmaz. Ama kadınları ve çocukları zorunlu olarak tarım işine iterek, onların gitgide daha küçük bir yaşta sömürülmelerine yol açar. Kadınların ve çocukların sömürülmesi geniş ölçüde gerçekleşince, bu sefer, erkek işçiyi gereksiz kılmak ve ücretini asgaride tutmak için yeni bir neden oluşturur.”

f. İrlanda

Marx, bu kesimdeki incelemeyi tamamlamak için İrlanda’daki duruma da bir göz atmak gerektiğini belirtir. İrlanda’da da tarımdaki kapitalist gelişmeler ve küçük çiftliklerin ortadan kalkması, bir başka deyişle işlenen toprakların merkezileşmesi neticesinde kırsal nüfusta azalış meydana gelmiştir. Marx, İrlanda’nın uğradığı bu kaybı şu sözlerle dile getirir: “Gelişmiş bir kapitalist üretim ve her şeyden önce bir sanayi ülkesi olan İngiltere, İrlanda’nınki gibi bir nüfus kaybına uğrasaydı, herhalde kan kaybından ölürdü. Fakat bugün artık İrlanda, geniş bir kanalla ayrılmış bulunduğu İngiltere’ye tahıl, yün, hayvan, sanayi ve ordusu için asker sağlayan bir tarım bölgesinden ibarettir.” Nüfus kaybı İrlanda’da geniş tarım topraklarının ekim dışı kalmasına yol açmış, bu durum tarım üretimini büyük ölçüde azaltmıştır. Buna karşılık, nüfus azaldıkça, toprak rantları ve kapitalist çiftçilerin kârları sürekli olarak artmıştır. Çünkü küçük çiftliklerin büyükleri tarafından yutulması ve işlenebilir toprakların otlak haline getirilmesi ile birlikte toplam ürünün daha büyük bir kısmı artı-ürün haline gelmiştir. Azalan kırsal nüfusla birlikte tarım alanında kullanılan üretim araçlarının kitlesi de azalmış, fakat daha önce dağınık halde bulunan üretim araçlarının bir kısmı sermaye haline geldiği için tarımda kullanılan sermayenin kütlesi artmıştır. Toplam sermayedeki artış, her ne kadar mutlak olarak küçük kalmış olsa da, azalan nüfusa oranla göreli olarak aşırı büyümüştür. İrlanda’da 1845-1852 yılları arasında “Büyük Kıtlık” ya da “İrlanda Patates Kıtlığı” adıyla anılan bir kitlesel açlık, bulaşıcı hastalıklar ve Amerika’ya göç dönemi yaşanır. 1846 kıtlığı İrlanda’da bir milyondan fazla insanın ölümüne sebep olur ve bunların hepsi yoksul kişilerdir. Marx yoksul İrlandalıların büyük göçünü şöyle anlatır: “İrlanda dehası, zavallı bir halkı sefalete uğradığı yerlerden binlerce fersah öteye atmak için yepyeni bir yöntem keşfetmişti. Amerika’ya göç edenler her yıl evlerine bir miktar para gönderir; bu para geride kalanların yol masrafını karşılar. Giden her kafile bir yıl sonra peşinden yeni bir kafile sürükler.” Büyük göç halk kitlesini yalnızca geçici olarak azaltan bir süreç olmakla kalmamış, yerleri doğum artışıyla doldurulabilecek olandan daha fazla insanı alıp götürdüğü için, nüfusun mutlak düzeyinin yıldan yıla düşmesine yol açmıştır. 1851-1874 döneminde göç edenlerin toplam sayısı yaklaşık 2,5 milyonu bulmuştur. İrlanda’da kalan ve göç nedeniyle fazla nüfusun baskısından kurtulmuş olan İrlandalı işçiler içinse kötü durum değişmemiştir. Göreli fazla nüfus 1846’dan önceki büyüklüğünde kalmış, reel ücretler aynı düşük düzeyini korumuş, üstelik çalışma ve yaşam koşulları daha da ağırlaşmıştır. Marx, “kırdaki sefalet ülkeyi tekrar yeni bir bunalıma doğru götürmektedir. Bunun nedenleri basit. Tarım alanındaki devrim göçle aynı anda gerçekleşti. Nüfusun göreli fazlalığındaki büyüme, mutlak azalışından daha hızlı oldu” der. “Son olarak, nüfus kaybı, İrlanda’da, gelişmiş bir kapitalist üretim ülkesinde yaratacağı kadar zararlı sonuçlar doğurmamakla beraber, iç pazar üzerinde devamlı bir tepkiye yol açmaktan geri kalmaz. Göçün yarattığı boşluk, burada sadece yerel emek talebini düşürmekle kalmaz, bakkalların, perakendecilerin, küçük atölye sahiplerinin, zanaatçıların, genel olarak küçük iş sahiplerinin kazançlarını azaltır.” 1846 felâketi küçük çiftçileri “patronlarla sadece parasal ilişkileri bulunan özel bir katman, yani gerçek ücretli işçiler sınıfının bir parçası haline” getirmiştir. 1846 felâketi İrlanda tarım işçilerinin barınma koşullarını da büsbütün kötüleştirmiştir. Bu yoksul insanlar ine benzeyen barakalara tıkılmışlardır. Fakat daha da önemlisi, İrlanda kırında yürüyen kapitalistleşme neticesinde, çiftlik arazilerine yayılmış barakalar seri şekilde yıkılmıştır. Marx bu yaşanan süreci şöyle tasvir eder: “Bu yıkım faaliyeti, Tanrı buyruğu imiş gibi, mümkün olan en geniş ölçüde gerçekleştirilmiştir. Böylece birçok işçi köylere ve kentlere sığınmak zorunda bırakılmıştır. Buralarda ise ıskarta mal gibi tavan aralarına, deliklere, mahzenlere ve kötü mahallelerin kıyılarına, köşelerine atılmışlardır. Böylece, milli önyargılarla dolu İngilizlerin bile kabul ettiği üzere yuvalarına ender bir bağlılık duygusuyla bağlı, kalenderce neşelilikleri ve aile hayatlarıyla ilgili adetlerinin temizliği ile tanınan binlerce İrlanda ailesi, kendilerini birdenbire rezaletin son haddine vardığı bir ortamda buldular. Şimdi artık erkekler komşu çiftliklerde iş aramak zorunda kalıyor ve ancak gündelikçi olarak çalıştırılıyor, yani en güvensiz ücret biçimine tabi bulunuyorlar; ayrıca yine şimdi, çiftliklere gidip gelmek için uzun yollar yürümek zorunda kalıyorlar, sık sık fareler gibi ıslandıkları ve daha birçok kötü koşullara maruz kaldıkları için çoğu kez güçsüz düşüyor, hastalanıyor ve böylece yoksullaşıyorlar.” Göreli nüfus fazlalığının sonucu olan iş güvensizliği ve düzensizliği, dönemin Yoksullar İdaresi müfettişlerinin raporlarında İrlanda tarım proletaryasının yakınmaları olarak ortaya konulmuştur. Marx İngiliz tarım proletaryasını incelerken buna benzer görüngülerle karşılaştığımızı hatırlatır ve İrlanda’daki farklılığa dikkat çeker: “İngiltere, bir sanayi ülkesi olduğundan, sanayinin ihtiyacı olan emek gücü kır bölgelerinden toplanır; oysa bir tarım ülkesi olan İrlanda’da tarımın ihtiyacı kırlardan kovulanları barındıran kentlerden karşılanır. İngiltere’de tarım alanında iş bulamayan işçiler fabrika işçisi haline gelir; İrlanda’da ise kentlere sürülenler, buralarda aynı zamanda ücretler üzerinde bir baskı unsuru olurlarken, tarım işçisi olarak kalır ve iş bulmaları için sürekli kırlara geri gönderilirler.” İrlandalı tarım işçilerinin konutlarının kötü havası, başka yoksunluklarla da birleşince, bu sınıfı vereme ve tifüse karşı özellikle güçsüz bir durumda bırakmıştır. Marx bu gerçekliğe dikkat çekerek şöyle der: “Koyu bir hoşnutsuzluğun bu sınıfın safları arasına sızmış, bu sınıfın geçmişi özleyip mevcut durumdan nefret eder hale gelmiş olmasına, gelecekten hiçbir şey beklememesine, «kendisini demagogların kötü etkilerine bırakmış», kafasına bir tek fikrin, Amerika’ya göç fikrinin bir sabit fikir olarak yerleşmiş olmasına şaşmamak gerekir.” İrlanda’da kırsal nüfusu toprak sahiplerinin yeterli gördükleri miktara indirmek için, kapitalist tarım devrimi insanların topraklarından sürülmelerinde somutlanan zor yoluyla yürütülmüştür. Tarihin tekerleğini ilerleten bu yöntem, İrlanda’daki toprak rantı birikimi ile aynı hızda olmak üzere Amerika’da bir İrlandalı birikimini gerçekleştirmiştir. Marx’ın ifadesiyle, koyun ve öküz yüzünden yurdundan atılan İrlandalı, Atlantik’in öbür kıyısında bir Fenian (İrlandalı bağımsızlık savaşçısı) olarak ortaya çıkmıştır. Mücadeleci İrlandalılar, İrlanda’da olduğu gibi Amerika’da da dönemin sömürgeci İngiliz İmparatorluğuna karşı bağımsızlık savaşına damgalarını basmışlardır. Nitekim Marx, kocamış sömürgeci İngiltere karşısında genç Amerikan cumhuriyetinin konumunu şu veciz ifadesiyle dile getirecektir: “Ve kocamış denizler kraliçesinin karşısında genç cumhuriyet gittikçe daha tehditkâr hale gelen bir dev gibi yükseliyor.” (devam edecek)

30 Ocak 2021
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /27

Bölüm 24: “İlk Birikim”

1. İlk Birikimin Sırrı

Marx, daha önceki bölümlerde paranın sermayeye nasıl dönüştüğünü, sermayeyle nasıl artı-değer ve artı-değerle de nasıl daha fazla sermaye elde edildiğini gördüğümüzü hatırlatır. Bilindiği üzere, sermaye birikimi artı-değerin varlığını, artı-değer kapitalist üretimi, bu ise kapitalistlerin elinde önemli büyüklükte sermaye ve emek gücü kütlelerinin varlığını bir ön koşul olarak gerektirir. “Dolayısıyla, bütün bu hareket, ancak kapitalist birikimi önceleyen ve kapitalist üretimin sonucu değil, onun çıkış noktası olan bir «ilk birikim»in (Adam Smith’te «previous accumulation») varlığını kabul ederek kurtulabileceğimiz bir kısır döngünün içindeymiş gibi görünür.” İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk birikim oynamıştır. Ekonomi politikçilerin ilk birikim konusundaki yaklaşımlarını Marx esprili bir vurguyla şu şekilde özetler: “Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi. Günahın kaynağı, onu geçmişe ait bir öykü olarak anlatarak açıklanır. Evvel zaman içinde, bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce de tutumlu bir seçkinler grubu, diğer tarafta tembel, ellerine geçen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardı. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlunun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkûm edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar.” Marx, böylesine çocukça safsataların egemenlerin mülkiyet hakkını savunmak için ekonomi politikçiler tarafından tekrarlanıp durduğunu belirtir. Oysa “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir”. Gerçekte ilk birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir. Önemli bir hususun tekrar hatırlanması gerekir. Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliklerinden sermaye değilse, para ve meta da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüştürülmesi gerekir. “Ne var ki, bu dönüşmenin kendisi ancak belli koşullar altında olabilir: birbirlerinden tamamıyla farklı iki meta sahibi karşı karşıya gelmeli ve bunlar arasında ilişki kurulmalıdır; bir yanda, sahip bulundukları değerler toplamını başkalarının emek güçlerini satın alarak artırmaya can atan para, üretim ve geçim aracı sahipleri, öte yanda, kendi emek güçlerini satan ve dolayısıyla emek satıcısı olan özgür işçiler yer almalıdır.” “İşçiler iki anlamda özgür olmalıdır; köleler, serfler vb. gibi, doğrudan doğruya üretim araçları arasında yer almamalı, ama bağımsız çalışan çiftçiler vb. gibi de üretim araçları kendilerine ait olmamalıdır; bu gibi şeylerden yoksun, serbest ve boş kimseler olmalıdırlar. Meta piyasasındaki bu kutuplaşma ile birlikte kapitalist üretimin temel koşulları yerine gelmiş olur.” Sermaye ilişkisi, işçilerle üretim araçları mülkiyetinin birbirlerinden ayrılmış olmasını gerektirir. “Kapitalist üretim, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelir gelmez, bu ayrılmayı korumakla kalmaz, bunu giderek büyüyen bir ölçekte yeniden üretir. Dolayısıyla, sermaye ilişkisini yaratan süreç, işçiyi kendi çalışma koşullarının mülkiyetinden ayıran süreçten başka bir şey olamaz; bu, bir yandan, toplumsal geçim ve üretim araçlarını sermayeye, öte yandan, dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştüren süreçtir. Demek oluyor ki, ilk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir «ilk» süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir.” Marx’ın incelemesine konu olan Batı toplumlarında, onun belirttiği gibi, kapitalist toplumun ekonomik yapısı feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Feodal yapının çözülmesiyle, kapitalist yapıyı oluşturacak unsurlar serbest hale gelmiştir. Emekçi, ancak, toprağa bağlı ve bir başka kimsenin serfi ya da kölesi olmaktan çıktıktan sonra kendisi üzerinde tasarrufta bulunabilir, yani işçileşebilirdi. Ayrıca onun metasını (kendi işgücünü), onu satın alacak bir pazarın bulunduğu her yere götürebilen özgür bir emek gücü satıcısı olabilmesi için, loncaların egemenliğinden, bunların çırak ve kalfalara uygulanan hükümlerinden ve kısıtlayıcı çalışma kurallarından kurtulması gerekiyordu. Bundan dolayı, üreticileri ücretli işçilere dönüştüren tarihsel hareket, bunların serflikten ve lonca zincirlerinden kurtarılmaları olarak görünür ve burjuva tarihçiler için meselenin yalnız bu yönü söz konusudur. “Ama öte yandan, bu yeni kurtarılmış insanlar, ancak, bütün üretim araçlarından ve eski feodal düzenin kendilerine sağladığı bütün yaşama güvencelerinden yoksun bırakıldıktan sonra, kendi kendilerinin satıcıları durumuna gelir. Ve onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.” Yeni bir güç olan sanayici kapitalistler ise yalnızca lonca ustalarını değil, ama aynı zamanda zenginlik kaynaklarının sahipleri olan feodal beyleri de yerlerinden etmek zorundaydı. “İktidara gelişleri, bu yanıyla, isyan ettirici ayrıcalıklarıyla birlikte feodal iktidara, öte yandan, üretimin serbestçe gelişmesine ve insanın insan tarafından serbestçe sömürülmesine engel olan zincirleriyle birlikte loncalar düzenine karşı girişilmiş ve zaferle sonuçlanmış bir savaşın ürünü olarak görünür. Bununla beraber, sanayi şövalyelerinin kılıç şövalyelerini alt etmesi, ancak, kendilerinin sorumlusu olmadıkları birtakım olaylardan yararlanmalarıyla mümkün olmuştu. Bunlar, bir zamanlar Roma’da azat edilenlerin kendi patronus’larının efendileri haline gelmek için kullandıkları yöntemler kadar aşağılık yöntemlerle başarıya ulaştı.” Şurası önemli ki, hem ücretli emekçiyi, hem de kapitalisti doğuran gelişmenin çıkış noktası, tarihte emekçinin köleleşmesiydi. Kapitalist ilerleme emekçinin kölelik biçiminde bir değişmedir, feodal sömürünün kapitalist sömürüye dönüşmesidir. Bu süreci kavramak için tarihte çok fazla geriye gitmenin gerekli olmadığını belirtir Marx. “Kapitalist üretimin ilk belirtileriyle dağınık olarak bazı Akdeniz kentlerinde daha 14. ve 15. yüzyıllarda karşılaşılmakla beraber, kapitalist dönem ancak 16. yüzyılla başlar. Kapitalist üretimin ortaya çıktığı her yerde, serfliğin ortadan kaldırılması çoktan başarılmış ve Orta Çağın en parlak ürünü olan egemen kentler düzeni çoktandır yok olma yolunu tutmuş bulunuyordu.” Marx’ın belirttiği üzere, gelişmekte olan kapitalist sınıfın ilerlemesine aracılık eden bütün köklü dönüşümler, ama hepsinden önemlisi de büyük insan kitlelerinin geçim araçlarından birdenbire ve zorla koparılıp özgür ve korunmasız proleterler olarak emek piyasasına fırlatıldığı anlar, ilk birikim tarihinin çığır açıcılarıdır. “Kır üreticisinin, köylünün topraktan yoksun bırakılması, bütün sürecin temelini oluşturur. Bu mülksüzleşmenin tarihi farklı ülkelerde farklı renklere bürünür, farklı aşamalarını farklı sıralarla ve farklı tarih dönemlerinde geçirir. Bunun klasik biçimine sahip olduğu tek yer İngiltere’dir.” İngiltere’yi örnek alışımızın nedeni budur der Marx ve buraya düştüğü dipnotta İtalya’daki duruma değinir. “Kapitalist üretimin en erken geliştiği İtalya, serflik ilişkilerinin de en erken çözüldüğü yer oldu. Serf, burada, yaşamakta bulunduğu topraklar üzerinde kendisine zaman aşımı yoluyla herhangi bir hak sağlamaya vakit bulamadan, kurtulmuştu. Kurtulması ile özgür ve korunmasız proleter haline gelmesi ve çoğu Roma İmparatorluğu zamanından kalan kentlerde yeni efendilerin hükmü altına girmesi bir oldu. Dünya piyasasında 15. yüzyılın sonlarından itibaren meydana gelen köklü değişiklikler Kuzey İtalya’nın ticaretteki üstünlüğünü sona erdirince, karşıt yönde bir hareket başladı. Kentli işçiler kitleler halinde kırlara sürüldü ve buralarda, bahçecilik tarzında yürütülen küçük tarım faaliyetinin o zamana kadar görülmemiş bir gelişme göstermesini sağladılar.”

2. Kır Nüfusunun Topraktan Yoksun Bırakılması

“İngiltere’de serflik 14. yüzyılın sonuna doğru fiilen ortadan kalkmıştı. O zamanlar nüfusun çok büyük bir çoğunluğunu, 15. yüzyılda ise daha da büyük bir kısmını, mülkiyet haklarının üstüne geçirilmiş feodal kılıf ne olursa olsun, kendi topraklarını işleyen özgür köylüler oluşturuyordu. Derebeylerine ait büyük malikânelerde kendisi de bir serf olan eski bailiff’in (kâhyanın) yerini özgür kiracı çiftçi almıştı. Ücretli tarım işçileri, kısmen boş zamanlarını büyük mülk sahiplerinin işlerinde çalışarak değerlendiren köylülerden, kısmen de bağımsız, göreli ve mutlak sayıları küçük bir kesim oluşturan asıl ücretli işçilerden oluşuyordu.” Marx buraya düştüğü dipnotta önemli bir hususa dikkat çeker. “Şurası asla unutulmamalıdır ki, serf bile, sırtında haraç ödeme yükümlülüğü olan bir sahip olmakla beraber, sadece evinin çevresindeki toprak parçasının sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda ortak toprakların sahipleri arasında yer alıyordu.” Marx’ın açıkladığı üzere, bütün Batı Avrupa ülkelerinde feodal üretimin belirgin özelliği toprakların mümkün olduğu kadar çok sayıda “alt-feodaller” arasında bölünmüş olmasıydı. “Feodal beyin kudreti, diğer bütün kudret sahiplerininki gibi, mülklerinin sayısının büyüklüğüne değil, uyruklarının sayısına dayanıyor ve bu da kendi başlarına çalışan köylülerin sayısına bağlı bulunuyordu.” Marx burada da dipnotta önemli bir hususa dikkat çeker: “Katıksız feodal toprak düzeni ve gelişmiş küçük köylü tarımı ile Japonya bize, Avrupa Orta Çağının, çoğu kez burjuva önyargılarıyla dolu tarih kitaplarımıza göre, aslına çok daha sadık bir tablosunu sunar. Orta Çağın sırtından «liberal» olmak çok kolay bir şeydir.” İngiltere toprakları 1066 yılında Norman dükünün işgaliyle başlayan Norman fethinden sonra, her biri çoğu zaman 900 eski Anglo-Sakson senyörlüğünü kapsayan muazzam baronluklara bölünmüştü. Bununla birlikte, ülke küçük köylü toprakları ile kaplı bulunuyor, büyük derebeyi malikânelerine ise şurada burada ender olarak rastlanıyordu. Bu koşullar, 15. yüzyıla özgü gönenç ve kentlerin yükselişi ile birlikte, halkın görece bir zenginliğe ulaşmasını mümkün kılmıştı. Ne var ki halkın bu ufak ufak zenginleşmesi, kapitalist nitelikte servet biriktirme (sermaye oluşturma) olanağını da dışlamıştı. Nihayet kapitalist üretim tarzının temellerini atan köklü dönüşüm, 15. yüzyılın son otuz yılı ile 16. yüzyılın başlarında ilk belirtilerini gösterdi. “Derebeylerin, Sir James Steuart’ın pek güzel belirttiği gibi, «evi ve şatoyu boş yere doldurmakta olan» hizmetkâr ve maiyet sürülerine yol vermeleri ile özgür bir proleter kitlesi birdenbire emek piyasasına atılmış oldu. Bizzat kendisi burjuva gelişiminin bir ürünü olan krallık iktidarı, mutlak egemenliğe sahip olma çabasıyla bu zorla gerçekleştirilen çözülmeyi hızlandırmış olmakla beraber, kesinlikle bunun tek nedeni değildi. Asıl olarak, krallık ve parlamentoyla kararlı bir mücadeleye girişen büyük feodal beyler, bulundukları topraklar üzerinde kendileri gibi feodal haklara sahip olan köylüleri kovma ve ortak topraklara el koyma yoluyla, görülmedik büyüklükte bir proletaryanın doğmasına neden oldu.” “Uzun süren feodal savaşlar sonunda eski feodal soylular yok oldu; şimdi ortaya çıkan ve parayı her türlü iktidarın kaynağı olarak gören yeni soylular, kendi devirlerinin çocuklarıydı.” Bu nedenle, tarım topraklarının koyun otlakları haline getirilmesi bu zamane çocuklarının parolası oldu. Bu yeni dönem uygulamaları neticesinde küçük köylüler mülklerinden yoksun bırakılmıştı. Köylülerin konutları ve emekçilerin kulübeleri zorla yıkılmış veya yıkılmaya terk edilmişti. Bu yaşananlara dair yazılanlar bazı abartılar içerse de, bunların üretim ilişkilerindeki devrimin çağdaşları üzerindeki etkisini tam olarak yansıttığını vurgular Marx. 15. yüzyıl ile 16. yüzyıl arasında bir uçurum oluşmuş ve böylece İngiliz işçi sınıfı bir ara dönemden geçmeksizin yoksullaşıp, adeta altın çağından birdenbire demir çağına yuvarlanmıştı. Bu köklü dönüşüm yasa koyucuyu da dehşete uğratmıştı. Çünkü yasa koyucu, ulusun zenginliğinin, yani sermaye oluşumunun ve halk kitlesinin insafsızca sömürülüp yoksullaştırılmasının, devlet yönetme sanatının son sınırı kabul edildiği bu yüksek uygarlık düzeyine henüz erişememişti. Nitekim ünlü İngiliz iktisatçısı Francis Bacon’ın VII. Henry tarihinde yazdığı gibi, zamanla tarım arazilerinin otlaklara ve eskiden ya hayat boyu ya da yıllık kiralanan ve böylece büyük ölçüde küçük çiftçileri geçindiren çiftliklerin büyük malikânelere dönüştürülmesi gerçekleşmişti. Bunun sonucu olarak nüfusun azalmasıyla birlikte birçok kent ve kilise kötü duruma düşmüş, aşar geliri azalmıştı. Bu durumu düzeltmek için krallar ve parlamentolar 1489 yılından başlayarak, köy arazilerinin kırsal nüfusu azaltan gaspına yani meracılığa karşı önlemler aldılar. Ne var ki ne halkın şikâyetleri ne de İngiliz kralı VII. Henry’den itibaren 150 yıl boyunca köylülerin ve küçük çiftçilerin mülksüzleştirilmelerine karşı çıkarılan yasalar bir sonuç verebildi. Marx eskiyi korumada başarısız olunmasının nedenini şöyle açıklar: “Kapitalist sistemin muhtaç olduğu şey, bunun aksine, kitlelerin kul durumunda olması, ücretli işçi haline getirilmesi ve emek araçlarının sermayeye dönüştürülmesiydi.” Marx konu bağlamında İngiltere tarihine ilişkin bazı önemli noktaları hatırlatır. Reform hareketi ve bunun sonucunda kilise mallarının muazzam ölçüde yağmalanması, 16. yüzyılda halk kitlelerinin zora dayanan yöntemlerle mülksüz bırakılması hareketine yeni ve korkunç bir dürtü sağlamıştı. O dönemde Katolik Kilisesi, İngiltere topraklarının büyük bir kısmının feodal mülkiyetini elinde tutuyordu. Manastırların vb. baskı altına alınması, buralarda oturanları proletaryanın arasına itmişti. Kilise mülkleri, açgözlü saray gözdelerine hediye edilmiş ya da spekülatör çiftçilere ve kentlilere komik fiyatlarla satılmıştı. Bunlar da, babadan oğula geçen oturma hakkına sahip eski sakinleri kitle halinde kapı dışarı edip, elde ettikleri toprakları birleştirmişti. Yoksulların kilise aşarının bir kısmı üzerindeki yasayla garanti edilmiş mülkiyet hakkına da sessiz sedasız el konmuştu. Bu durum karşısında Kraliçe I. Elizabeth İngiltere’yi dolaştıktan sonra “yoksullar her yerde hor görülüyor” diye bağırmış ve saltanatının 43. yılında bir yoksullar vergisi çıkartarak, halkın büyük kısmının dilenci durumuna düştüğünü resmen kabul etmek zorunda kalmıştı. İngiltere’de kilise mülkleri, geleneksel toprak mülkiyeti ilişkilerinin dinsel dayanağını oluşturuyordu. Protestan reform hareketi ile bu dayanak yıkıldıktan sonra geleneksel düzenin uzun süre ayakta tutulması mümkün değildi. Nitekim Protestan Ortodoksluğunun merkezi olan Oxford Üniversitesi’nin eski ekonomi politik Profesörü Bay Rogers bile, “Tarım Tarihi” adlı eserinin önsözünde, halk kitlelerinin yoksullaşmasına Reform’un sebep olduğunu belirtmişti. İngiltere’de 17. yüzyılın son onyıllarında dahi, küçük toprak sahibi bağımsız köylüler sınıfı, itibarlı çiftlik sahipleri sınıfından hâlâ sayıca daha büyüktü. Dönemin başbakanı Cromwell’in asıl gücünü de bunlar oluşturuyordu. Ücretli tarım işçileri bile hâlâ ortak toprakların sahipleri arasında bulunuyordu. Fakat yaklaşık olarak 1750 yılına gelindiğinde küçük çiftçiler sınıfı ortadan kalktı ve 18. yüzyılın son onyıllarında ise tarım emekçilerinin ortak tarım toprağı ile ilişkisinin son izi de yok oldu. Marx bu tarihi bilgileri aktardıktan sonra, “burada tarım devriminin salt ekonomik nedenlerini bir yana bırakacak ve yalnızca bunu hızlandıran zor yöntemleri üzerinde duracağız” der. Bu “zor yöntemleri” konusunda İngiliz tarihinden örnekler verir Marx. “Stuartlar’ın restorasyonundan sonra, toprak sahipleri Kıta Avrupası’nın her yerinde herhangi bir yasal formalite olmaksızın, bir gasp hareketini kitabına uydurarak gerçekleştirdiler. Feodal toprak düzenini kaldırdılar ve böylece toprak sahipliği dolayısıyla devlete olan bütün yükümlülüklerden kurtuldular. Devletin zararını köylülerin ve geriye kalan halk kitlelerinin sırtına yüklenen vergilerle «telafi ettiler». Yalnızca feodal haklara sahip oldukları mülkler üzerinde modern özel mülkiyet haklarını elde ettiler.” Ve son olarak, İngiliz tarım emekçileri üzerindeki etkisi Tatar Boris Godunov’un fermanlarının Rus köylüsü üzerindeki etkisine eş bir etki yaratan yerleşme yasalarını (laws of settlement) çıkarttılar. İngiltere’de “Glorious revolution” (şanlı devrim) diye adlandırılan 1648 devrimi, Orange Prensi III. William ile birlikte, artı-değere el koyan toprakbeyleri ile kapitalistleri iktidara getirmiş oldu. “Bunlar, o zamana kadar mütevazı bir biçimde yürütülmüş olan devlet toprakları yağmasını muazzam bir ölçeğe taşıyarak yeni bir dönem açtı. Devlet toprakları bol keseden eşe dosta peşkeş çekildi, komik fiyatlarla satıldı ya da doğrudan doğruya gasp yoluyla özel mülklere katıldı. Bütün bunlar en küçük bir yasal formaliteye aldırış etmeksizin yapıldı. Böylesine hileli yollarla el konan devlet toprakları ve kilise yağması, cumhuriyetçi devrim sırasında tekrar kaybedilmedikleri ölçüde, İngiliz oligarşisinin bugünkü muhteşem malikânelerinin temelini oluşturur. Burjuva kapitalistler, diğer şeyler yanında, toprağı tümüyle ticari bir meta haline getirmek, tarımda büyük işletmeciliğin daha geniş bir alana yayılmasını sağlamak ve özgür ve korunmasız taşra proletaryası arzını artırmak vb. amaçlarla bu operasyonu kolaylaştırmıştı. Ayrıca, yeni toprak aristokrasisi, yeni bankokrasinin, yeni boy veren yüksek finans çevrelerinin ve o zamanlar koruyucu gümrüklere dayanan büyük manifaktür sahiplerinin doğal müttefikiydi.” İngiliz burjuvazisi 1604 yılından itibaren, sonrasında da X. Charles ve XI. Charles dönemlerinde kendi çıkarları için akılcı bir yol izlemişti. Marx’ın dikkat çektiği üzere, topraklardaki ortak mülkiyet (komünal mülkiyet) devlet mülkiyetinden tamamen farklıydı ve uzun süre feodalizm örtüsü altında da yaşamaya devam etmiş olan eski bir Cermen kurumuydu. İngiltere’de bu ortak mülkiyet konusu topraklara zorla el koyma hareketi, ekilebilir toprakların otlak haline getirilmesiyle birlikte yürüdü ve 15. yüzyılın sonunda başlayıp 16. yüzyıla doğru uzandı. O zamanlar bu süreç, yasa koyucunun yüz elli yıl boyunca umutsuzca mücadele ettiği bireysel şiddet hareketleriyle sürdürüldü. 18. yüzyılın getirdiği ilerleme, bizzat yasanın kendisinin ortak toprakların yağma aracı haline getirilmesiydi. Bu arada, büyük çiftlik sahipleri de kendi küçük özel zor yöntemlerini uygulamaktan geri kalmıyorlardı. Yağmanın parlamenter biçimi olan “Ortak Toprakların Çevrilmesi İçin Yasa Tasarıları”, toprak beylerinin halka ait toprakları kendi özel mülkiyetlerine geçirmelerini, yani halkı mülksüzleştirmelerini sağlayan kararnamelerdi. Böylece, daha önce köylünün de faydalanabileceği ortak topraklar artık özel mülkiyet konusu mülkler haline getirilmişti. Neticede eskinin bağımsız küçük toprak sahiplerinin yerini de uşak ruhlu ve kira sözleşmeleri yıllık olarak yenilenen ve mülk sahibinin keyif ve iradelerine tâbi kiracılar güruhu almıştı. Bu gelişmelerin kapitalistleşme açısından anlamı büyüktü. Marx’ın belirtiği gibi, “Devlet topraklarının yağma edilmesinin yanı sıra, ortak toprakların sistematik bir biçimde yürütülen yağması, 18. yüzyılda sermaye çiftlikleri veya tüccar çiftlikleri adı verilmiş olan büyük çiftliklerin artmasına ve kır halkının sanayi proletaryası haline gelmek üzere «serbest kalmasına» özellikle yardımcı oldu.” Komşu mülk sahiplerinin çevirme (enclosure) bahanesiyle el koydukları topraklar sadece işlenmeyenler değil, fakat çoğu zaman yerel topluluğa belirli bir ödeme yapılarak ya da birlikte ekilerek işlenen topraklardı. Bu yaşananlar sonucunda halkın aşağı sınıflarının durumu her bakımdan kötüleşti: küçük mülk sahipleri ve çiftçiler gündelikçi ve ücretli işçi durumuna düştü ve bu koşullar altında hayatlarını kazanmaları zorlaştı. Marx buraya düştüğü bir dipnotta, bu yaşananların Eski Roma’yı hatırlattığını belirtir ve Eski Roma tarihçisi Appian’dan bir pasaj aktarır: “Zenginler, bölünmez toprakların büyük kısmını ellerine geçirmişti. O zamanki koşullara güvenerek bunların bir daha ellerinden alınmayacaklarını düşünmüşler ve civarlarındaki yoksullara ait olan toprakları ya bunların rızasıyla satın alarak ya da zorla kendi mülklerine katmışlar ve böylece tek tek tarlalar yerine şimdi geniş malikâneler işletecek duruma gelmişlerdi. Özgür insanlar savaş halinde askere alınıp işlerini terk edebileceklerinden, tarımda ve hayvancılıkta köleleri kullanmışlardı. Köle mülkiyeti onlar için daha da kârlı bir işti, çünkü köleler askere gitmediklerinden kolayca çoğalabilirdi; gerçekten de kitle halinde çocuk yapıyorlardı. Kudret sahipleri böylece bütün zenginliği kendilerinde topladı ve bütün ülke kölelerle doldu. İtalyanların sayısı ise aksine yoksulluktan, vergilerden ve askerlikten kırıla kırıla her geçen gün azaldı. Barış dönemlerinde bile tam bir işsizliğe mahkûm edilmiş bulunuyorlardı; çünkü zenginler toprağı ellerinde tutuyor ve tarımda özgür insanlar yerine köleleri kullanıyorlardı.” “Bu pasaj Licinia yasalarından önceki döneme aittir. Romalı pleblerin mahvını böylesine hızlandıran askerlik, Şarlman’ın da Almanya’nın özgür köylülerini serf durumuna indirmek için özenle kullandığı başlıca araçtır” diye vurgular Marx. İngiltere’de ortak toprakların gaspı ve bunu izleyen tarım devrimi, tarım işçileri arasında öylesine şiddetli bir şekilde hissedildi ki, 1765-1780 yılları arasında ücretleri asgarinin altına düşmeye başladı ve resmî yoksul yardımlarıyla bunları destekleme zorunluluğu doğdu. 15. yüzyılın son otuz yılından 18. yüzyılın sonuna kadar çiftçilerin şiddet yoluyla mülklerinden atılmalarını soygun, dehşet ve halkın sefil ve perişan hale gelmesi gibi bir seri olaylar takip etti. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, tarım işçisi ile ortak topraklar arasındaki bağın anısı bile silinip gitmişti. Tarımla uğraşan halkı toptan topraktan koparıp mülksüzleştiren son büyük süreç, “clearing of estates” (mülklerin temizlenmesi) yani üzerlerindeki insanların silinip süpürülmesi hareketi oldu. Küçük toprak sahibi bağımsız köylüleri zor yoluyla yerinden yurdundan eden bütün İngiliz yöntemleri, “temizleme”yle son noktalarına ulaştırıldı. Artık süpürülüp atılacak bağımsız köylü kalmayan yerlerde ise onların kulübeleri “temizlendi”, tarumar edildi. Böylece tarım emekçileri, kendileri tarafından işlenen topraklar üzerinde artık başlarını sokacak bir kulübecik için gerekli olan toprak parçasını bile bulamaz hale geldiler. İskoçya’da ise “temizleme” hareketi sistematik bir biçimde ve büyük ölçekli olarak yürütüldü ve böylece bir darbede gerçekleştirildi. “Yukarı İskoçya’da yaşayan Kelt halkı, her biri yerleştiği toprağın sahibi olan klanlardan oluşuyordu. Klanın temsilcisi olan başkan veya «büyük adam», tıpkı İngiltere kraliçesinin ulusal toprakların ismen sahibi olması gibi, klan topraklarının sadece ismen sahibi idi. İngiliz hükümeti bu «büyük adamlar»ın kendi aralarındaki savaşlara ve bunların aşağı İskoçya’nın komşu ovalarına sürekli sarkmalarına kesin olarak son vermeyi başardıktan sonra, klan reisleri eski haydutluk mesleklerini terk etmedi; bunun sadece şeklini değiştirdiler. Kendi otoritelerine dayanarak ismen sahip bulundukları mülkiyet haklarını özel mülkiyet hakkına çevirdiler ve bunun sonucu olarak klan halklarıyla çatışma haline girdikleri için, bunları apaçık zor ve kuvvete dayanarak kovmaya karar verdiler.” 18. yüzyılda topraklarından kovulan Keltleri zorla Glasgow’a ve diğer sanayi kentlerine göndermek için, onların yabancı ülkelere göç etmeleri de yasaklanmıştı. Mülksüzleştirilen bu insanlar, daha sonra, 1860’da yalan yanlış bahanelerle zorla Kanada’ya gönderildiler. Marx 19. yüzyılda uygulanan yöntemlere örnek olarak, Sutherland Düşesi tarafından girişilmiş olan “temizlemeleri” hatırlamanın yeterli olacağını belirtir. Ekonomi eğitimi görmüş olan bu düşes, daha iktidarı eline alır almaz köklü bir ekonomik operasyona girişmiş ve nüfusu daha önce benzer süreçlerle zaten onbeş bin kişiye indirilmiş bulunan kontluğu baştan başa otlak haline getirmeye karar vermişti. Bu on beş bin kişi, 1814-1820 yılları arasında sistemli bir biçimde topraklarından koparılmış, başka yerlere kovulmuş, bütün köyleri yakılıp yıkılmış ve bütün tarlaları otlak haline getirilmişti. Topraklarından edilerek deniz kıyılarına sürülen Keltlerin bir kısmı yarı aç yarı tok vaziyette geçinebilmek için balıkçılık yapmaya başlamışlardı. Fakat talihsizlikleri burada da peşlerini bırakmadı. Marx’ın belirttiği gibi, tuttukları balıkların kokusu büyük adamların burunlarına kadar uzandı. Bunlar balık kokusu ile birlikte bir kâr kokusu aldılar ve deniz kıyıları Londra’nın büyük balık tüccarlarına kiralandı. Keltler ikinci kez yerlerinden sürülüp atıldılar. Ayrıca bu gelişmeler boyunca otlakların bir kısmı zenginlerin av alanlarına dönüştürüldü. Keltlerin yetiştirdiği koyunların yerini av hayvanlarının almaya başlaması onları daha sefil duruma getirdi. Kuzey İskoçya’daki mülk sahiplerinin bu hareketi kısmen toprak beylerinin aristokrat gururlarını ve av tutkularını okşayan bir modanın ürünüydü, ama av ticareti kısmen de yalnızca kâr amacıyla yapılmaktaydı. Yukarıda değinilen olayların kapitalistleşme açısından anlamı büyüktür ve Marx bunu şu şekilde vurgular: “Kilise mülklerinin yağmalanması, devlet topraklarına hileli yollarla el konulması, ortak toprakların çalınması, feodal mülkiyet ile klan mülkiyetinin gaspçı ve insafsız bir terörle modern özel mülkiyete dönüştürülmesi, bütün bunlar, ilk birikimin huzur veren yöntemleriydi. Bunlar kapitalist tarım için araziyi fethetti, toprağı sermayenin parçası haline getirdi ve kentsel sanayiler için gerekli olan özgür ve korunmasız proletaryanın arzını sağladı.” (devam edecek)

2 Mart 2021
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /28

Bölüm 24: “İlk Birikim”

3. 15. Yüzyılın Sonundan İtibaren Mülksüzleştirilenlere Karşı Çıkarılan Kanlı Mevzuat. Ücretlerin Düşürülmesine Yönelik Yasalar

Kapitalistleşme sürecinde topraklarından sürülüp yoksulluk uçurumuna itilen insanların trajedisini anlatır Marx: “Feodal hizmetkâr ve maiyet sürülerinin dağıtılması ve halkın zorla topraktan koparılmasıyla yaratılan özgür ve korunmasız proletaryanın, yeni doğmakta olan manifaktürler tarafından, bunların dünyaya gelme hızına uygun bir hızda soğurulması mümkün değildi. Öte yandan, kendi alışık oldukları hayat tarzından aniden uzaklaştırılan bu insanlar, yeni şartların gerektirdiği disipline hemen uyum gösteremezlerdi. Bunlar, kısmen kendi eğilimlerinin sonucu olarak, kısmen de koşulların zorlamasıyla, büyük ölçüde dilencilere, soygunculara ve serserilere dönüştü. Bu nedenle Avrupa’da 15. yüzyılın sonunda ve bütün 16. yüzyıl boyunca serseriliğe karşı kanlı şiddet yasaları çıkarıldı. Bugünkü işçi sınıfının ataları, düşürülmüş bulundukları serserilik ve yoksulluktan sorumlu tutulup cezalandırıldı.” Yasa koyucunun buyurduğu cezalar konusuna örnek olması açısından, İngiltere kralı VI. Edward’ın saltanatının birinci yılında çıkarttığı yasa ibret vericidir. Marx’tan okuyalım: “1547’de çıkan bir yasa, işten kaçan bir kişinin, onu aylak olarak ihbar eden kişiye köle olarak verilmesini emrediyor. Efendi, bu köleyi ekmek ve su ile besleyecek, hafif çorba içirecek ve uygun gördüğü et artıklarını verecekti. Kırbacın ve zincirin yardımıyla ona, ne kadar iğrenç ve bayağı olursa olsun, istediği işi yaptırmak hakkına sahipti. Köle, 14 günlüğüne ortadan kaybolursa müebbet köleliğe mahkûm edilecek ve kızgın bir demirle alnına veya yanağına S harfi dağlanacak –Slave (köle) sözcüğünün ilk harfi–; üçüncü kez kaçarsa hain olarak idam edilecekti. Efendi, onu, herhangi başka taşınabilir meta veya çiftlik hayvanı gibi satabilir, miras yoluyla devredebilir, başkasına kiralayabilirdi. Efendilerine karşı herhangi bir girişimde bulunan köleler yine ölümle cezalandırılacaktı. Durumdan haberdar edilen sulh hâkimleri herifi takip edecekti. Üç gündür ortalarda dolaşan bir serseri yakalandığında göğsüne kızgın demirle V işareti basılacak –Vagabond (serseri)– ve prangaya vurularak sokakta ya da başka hizmetlerde çalıştırılmak üzere doğduğu yere gönderilecekti. Serseri, yanlış bir doğum yeri gösterdiği takdirde ceza olarak bu yerin sakinlerinin veya loncasının müebbet kölesi olacak ve bir S harfi ile işaretlenecekti. İsteyen herkes, serserinin çocuklarını alma ve erkekleri 24 yaşlarına kadar, kızları ise 20 yaşlarına kadar çırak olarak tutma hakkına sahipti. Kaçmaları durumunda, bu yaşlara kadar, onları diledikleri gibi zincire vurabilecek, kırbaçlayabilecek vb. ustalarının köleleri olacaklardı. Her efendi, onu daha iyi tanımak ve daha emin olmak için kölesinin boynuna, kollarına veya bacaklarına bir demir halka geçirebilirdi.” Kral I. James döneminde, ıslah olmayan ve tehlikeli hırsızların sol omuzları üzerine R harfi –Rogue (hırsız) sözcüğünün ilk harfi– damgalanması ve ağır çalışma cezası ile cezalandırılması hükmü getirildi. Aynı hüküm gereğince, tekrar dilenirken yakalananlar ise derhal idam edileceklerdi. “Böylece, mülklerinden zorla sürülüp çıkarılan ve serseriliğe mahkûm edilen kır nüfusu korkunç bir terör aracı olarak yararlanılan yasalar altında kırbaçla dövülmek, kızgın demirle dağlanmak ve her türlü işkence altında inletilmek suretiyle ücretli çalışma sisteminin zorunlu kıldığı disipline alıştırıldı.” Kapitalizme serbest işgücü sağlamanın zalim sonuçlarından biri olan bu yasalar, çeşitli krallar dönemini kapsamak üzere 18. yüzyılın başlarına kadar yasal olarak yürürlükte kaldı. Marx, kapitalist gelişmenin olağan seyrine açıklık getirir: “Bir uçta işin maddi koşullarının sermaye olarak belirmesi ve diğer uçta emek güçlerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmayan insanların ortaya çıkması yetmez. Bunların kendilerini gönüllü olarak satmaya zorlanmaları da yetmez. Kapitalist üretimin gelişimi içinde, eğitimleri, gelenekleri ve alışkanlıkları dolayısıyla bu üretim tarzının zorunluluklarını apaçık doğa yasalarıymış gibi gören bir işçi sınıfı oluşur. Bu üretim tarzı tam bir gelişme düzeyine ulaşır ulaşmaz, işleyişi ile her türlü direnci kırar; göreli bir nüfus fazlasının sürekli varlığı, emek arz ve talebi yasasını ve dolayısıyla ücreti sermayenin değerlenme ihtiyaçlarına uygun sınırlar içinde tutar ve iktisadi ilişkilerin sessiz baskısı kapitalistin işçi üzerindeki kesin egemenliğini tamamlar. Gerçi, iktisat dışı, dolaysız zora yine başvurulur, ama yalnızca istisnai olarak. İşlerin normal akışı sırasında işçi, «üretimin doğal yasaları»na, yani kapitalist üretimin kendi mekanizması ile yaratılan, güvence altına alınan ve ebedileştirilen sermaye bağımlılığına terk edilebilir.” Oysa kapitalist üretimin tarihsel doğumu sırasında durum başkadır. “Doğum halindeki burjuvazi, ücretleri «düzenlemek», yani kâr yapma ihtiyaçlarının gerekli kıldığı sınırlar içinde tutmak, iş gününü uzatmak ve bizzat işçinin kendisini normal bir bağımlılık derecesinde tutmak için devlet zoruna ihtiyaç duyar ve bunu kullanır.” Marx’ın önemle vurguladığı gibi, bu zor “ilk birikim”in temel bir unsurudur. Bu nedenle, gerek İngiltere’de gerek Fransa’da 14. yüzyılda ücretli emek mevzuatı hakkında krallarca çıkarılan buyruklar işçinin sömürülmesini hedef alan ve ona düşmanlığını ortaya koyan nitelik taşımıştır. Bu gerçeklik A. Smith’in satırlarında da ifadesini bulmuştur: “Yasa koyucu ne zaman efendilerle işçiler arasındaki anlaşmazlıkları halletmeye kalkışsa, daima efendilere danışır.” Bu gerçekler bir yana, o dönemlerde kapitalizm henüz yolunun başındadır. Marx o dönemdeki duruma açıklık getirir: “14. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olan ücretli işçiler sınıfı o zamanlar ve bunu izleyen yüzyılda nüfusun ancak çok küçük bir kısmını oluşturuyordu. Konumları, kırdaki bağımsız köylü tarımı ve kentlerdeki lonca örgütleri sayesinde güçlü bir biçimde korunuyordu. Kırda olsun, kentte olsun, ustalar ve işçiler toplumsal bakımdan birbirlerine yakın durumdaydı. Sermayenin emek üzerindeki egemenliği yalnızca biçimseldi, yani üretim tarzının kendisi henüz kapitalist bir karakter kazanmış değildi. Sermayenin değişir unsuru, değişmez unsuruna oranla çok ağır basıyordu. Bundan dolayı, her sermaye birikimi ile birlikte ücretli emek talebi hızla artıyor, buna karşılık ücretli emek arzı bunu ancak yavaş bir biçimde izliyordu. Ulusal ürünün daha sonraları sermayenin birikim fonuna dönüşen büyük bir kısmı, o zamanlar henüz işçinin tüketim fonuna katılıyordu.” Kapitalizm işçi sınıfının iliğini kemiğini sömürerek ilk birikimini sağladığı dönemde işçilere hiç göz açtırmadı. Örneğin İngiltere’de “İşçilerin birlik oluşturmaları, 14. yüzyıldan, birlik karşıtı yasaların kaldırıldığı 1825 yılına kadar ağır bir suç sayıldı. 1349 tarihli işçi statüsü ile bundan sonra çıkarılanların ruhunu açıkça gösteren, ücretler için devlet tarafından bir üst sınırın dayatılmasına karşın, bir alt sınırın kesinlikle söz konusu olmamasıydı.” 16. yüzyılda işçilerin durumu daha da kötüleşmişti. Reel ücretler düşmüştü. Bir yandan ücretleri düşük tutmayı sağlayan yasalar yürürlükteydi, öte yandan “kimsenin hizmetine almak istemediği” kişiler hâlâ kulakları kesilerek cezalandırılıyor ve bu kişiler damgalanıyordu. Gerçek manifaktür döneminde ise kapitalist üretim tarzı, ücretler hakkındaki yasal düzenlemeleri uygulanamaz olduğu kadar gereksiz kılacak kadar güçlendi. Ama kapitalistler, icabında kullanmamız gerekir düşüncesiyle eski cephaneliğin silahlarından yoksun kalmak istememiş ve krallar ücret artışlarını sınırlayan yasalar çıkartmışlardı. Fakat kapitalizm geliştikçe durum değişmeye başladı. Nitekim dört yüz yılı aşkın bir süre boyunca ücretlerin hiçbir biçimde aşmaması gereken üst sınır hakkında yasalar üretilen İngiliz Avam Kamarasında, 1796 yılında tarım işçileri için yasal bir asgari ücret önerildi. Ve sonunda 1813’te, ücretlerin yükseltilmesini engelleyen yasalar kaldırıldı. Kuşkusuz asıl önemlisi, 1825 yılında proletaryanın tehditkâr tutumu neticesinde, işçi birliklerine karşı çıkarılmış olan barbarca yasaların kaldırılmasıydı. Önce bunlar yalnızca kısmen, 1859 yılında ise tamamen kaldırıldı. Sonunda, 29 Haziran 1871 tarihli yasa, işçi sendikalarını yasal olarak tanıyarak eski döneme son verdiğini iddia etti. Ama aynı tarihli diğer bir yasa ile işçi birliklerine yönelik sınırlamalar fiilen devam ettirilecekti. Grev veya lokavt halinde işçilerin mücadele sırasında yararlanabilecekleri araçlar, parlamenter el çabukluğuyla genel hukuk alanından çıkarılıp, yorumlanmaları bizzat fabrikatörlere bırakılmış olan istisnai bir ceza mevzuatının kapsamına sokulmuştu. Marx’ın meselenin özünü vurgulayan ifadesi yaşanan bu süreci çarpıcı şekilde özetler: “Görüldüğü gibi, İngiliz parlamentosu, beş yüzyıl boyunca utanmazca bir bencillikle işçilere karşı kapitalistlerin kalıcı bir Trades’ Union’ı (sendikası) olarak hareket ettikten sonra, grevleri ve Trades’ Unions’ı yasaklayan yasaları ancak kitlelerin baskısı altında zorla ve istemeye istemeye kaldırmıştı.”

4. Kapitalist Çiftçinin Doğuşu

Yukarıdaki açıklamalarla, özgür ama korunmasız proleterin zor yoluyla yaratılışı, emekçiyi ücretli işçiye dönüştüren kanlı disiplin, emeğin sömürülme derecesiyle birlikte sermaye birikimini polisiye önlemlerle arttıran devlet müdahaleleri gözler önüne serilmiştir. Bundan sonra Marx şu soruyu sorar: “Kapitalistler ilk olarak nerede ortaya çıktı?” Bu sorunun yanıtını tarihsel gelişmeler temelinde yanıtlayacaktır Marx. Öncelikle büyük toprak sahipleri ile kapitalist çiftçi arasındaki ayrım noktası önemlidir. “Kır nüfusunun mülksüzleştirilmesi, dolaysız olarak, yalnızca büyük toprak sahiplerini yaratır. Kapitalist çiftçinin doğuşuna gelince, yavaş ve yüzlerce yıl alan bir süreç olduğundan, bunu, deyim yerindeyse, el yordamıyla izleyebiliriz. Bağımsız küçük toprak sahiplerinin yanı sıra serfler, çok farklı mülkiyet ilişkileri içinde bulunuyordu ve dolayısıyla da kurtuluşları çok farklı ekonomik koşullar altında olmuştu.” İngiltere tarihindeki ilk çiftçinin durumu ve dönüşümüne dair bilgi verir Marx: “İngiltere’de ilk çiftçi örneği, kendisi de bir serf olan, bailiff’ti (kâhya). Bunun durumu, eski Roma’daki villicus’un durumuna benziyordu, ancak hareket alanı daha dardı. Bailiff, 14. yüzyılın ikinci yarısında, yerini, tohum, hayvan ve tarım araçlarını kendisine toprak sahibinin sağladığı bir çiftçi tipine bırakmıştı. Bunun durumu köylülerinkinden pek farklı değildi. Yalnızca daha fazla ücretli emek sömürüyordu. Çok geçmeden métayer (ortakçı), yarıcı çiftçi haline geldi. Tarım için gerekli sermayenin bir kısmını kendisi, bir kısmını da toprak sahibi sağlıyordu. Toplam ürün, sözleşmeyle belirlenen bir orana göre ikisi arasında paylaşılıyordu. Bu biçim İngiltere’de hızla ortadan kalkmış ve yerini gerçek anlamındaki toprak kiracılığı almıştı. Kiracı çiftçi kendi sermayesini kullanır, bunu ücretli işçi çalıştırarak çoğaltır ve elde ettiği artık ürünün bir kısmını parasal ya da ayni toprak rantı olarak toprak beyine öder.” “15. yüzyıl boyunca bağımsız köylü ve hem başkalarının işlerinde gündelikçi olarak çalışan hem de kendi başına toprak eken tarım işçisi kendi emekleriyle zenginleştikleri sürece, çiftçinin gerek içinde bulunduğu koşullar gerekse üretim alanı aynı derecede mütevazı bir gelişme düzeyinde kaldı. 15. yüzyılın son üçte birinde başlayıp 16. yüzyılın neredeyse tümü boyunca (ama son on yılları hariç) süren tarım devrimi, kır nüfusunu yoksullaştırdığı ölçüde, çiftçiyi zenginleştirdi. Ortak otlakların vb. gasp edilmesi ona hemen hemen hiç masrafa girmeden hayvanlarını büyük ölçüde artırma olanağını verdi ve sayısı artan hayvanlar da ektiği topraklar için bol gübre sağladı.” 16. yüzyılda ise önemli gelişmeler yaşanır. Öncelikle tarım işçilerinin ücretleri düşer ve böylece eskiden ücretlere giden kısım şimdi çiftlik kârına katılır. Bunun yanı sıra, çiftçinin ödemek zorunda olduğu toprak rantı azalırken, bütün tarım ürünlerinin fiyatlarındaki sürekli yükselme, çiftçinin parasal sermayesini, onun bir şey yapmasına gerek kalmadan büyütmüştür. Çiftçi, böylece, hem çalıştırdığı işçilerinin ve hem de toprağını kiraladığı mülk sahibinin sırtından zenginleşmiştir. “Bu nedenle” der Marx, “İngiltere’nin 16. yüzyılının sonlarında o zamanki koşullara göre zengin bir «kapitalist çiftçiler» sınıfına sahip olmasında şaşılacak bir şey yoktur”.

5. Tarım Devriminin Sanayi Üzerindeki Etkisi. Sanayi Sermayesi İçin İç Pazarın Yaratılması

Kır halkının aralıklı olarak ve sürekli yeniden gündeme gelen mülksüzleştirilmesi ve kovulması, kentlerdeki sanayiye, yeniden ve yeniden, lonca ilişkilerinden tamamen kurtulmuş proleter kitleleri sağlamıştı. İlk birikimin bu unsuru önemliydi. Çünkü kendi topraklarını işleyen bağımsız köylülerden oluşan kır nüfusundaki azalma, yalnızca sanayi proletaryasındaki yoğunlaşmaya karşılık gelmekle kalmamıştı. Toprak mülkiyeti ilişkilerindeki devrime, tarım yöntemlerinin iyileştirilmesi, elbirliği düzeyinin yükselmesi, üretim araçlarının yoğunlaşması vb. eşlik etmişti. Tarım işçilerini sadece daha yoğun bir biçimde çalıştırmakla yetinilmemiş, aynı zamanda bunların kendileri için işledikleri tarlalar da giderek daralmıştı. Tarımsal nüfusun bir kısmının serbest hale getirilmesiyle, bunların daha önceki beslenme araçları da serbest hale gelmişti. Şimdi bunlar değişen sermayenin maddi unsurlarına dönüştürülmüştü. Mülksüzleştirilen ve yerlerinden atılan köylüler, bundan böyle tüketeceği şeylerin değerini, ücret biçiminde yeni efendisinden, yani sanayici kapitalistten satın almak zorundaydı. Marx, geçim araçları için bu söylenenlerin, sanayiye hammadde olan yerli tarımsal ürünler için de geçerli olduğunu belirtir. Bunlar da yukarıda değinilen gelişmeler neticesinde, artık değişmeyen sermayenin bir unsuruna dönüşmüştür. Marx, Prusya kralı II. Friedrich zamanında keten eğiren Vestfalya köylülerinin durumundan örnek verir. Bu köylülerden bir kısmı ansızın topraklarından kovuldukları ve geride kalanların ise büyük çiftçilerin gündelikçileri haline getirildikleri durumda, “üretilen ketenin bir tek lifinde bile değişme olmamış, ama bedenine yeni bir toplumsal ruh girmiştir”. O bundan böyle, manifaktür sahibinin değişmeyen sermayesinin bir bölümünü oluşturur. Keten iplik üretimi için harcanan ek emek, eskiden sayısız köylü ailesi için bir ek gelir olur ve Prusya kralına ödenen vergi haline gelirdi. Şimdi ise bu, onu kendi hesabına başkalarına eğirten ve dokutan az sayıda kapitalistin kârına dönüşmüştür. Eskiden ülkenin dört bir yanına dağılmış olan iğler ve tezgâhlar, şimdi, işçiler ve hammaddeler ile birlikte, birkaç büyük iş barakasında toplanmıştır. İğler, dokuma tezgâhları ve hammaddeler bundan böyle iplikçiler ve dokumacılar için bağımsız bir hayat sağlayan araçlar olmaktan çıkmış, onlara kumanda eden ve emeklerini karşılığını ödemeden emmeye yarayan araçlar haline gelmiştir. Marx’ın Prusya’da yaşanan değişimden örnekleyerek verdiği bilgi, sanayi sermayesi için iç pazarın yaratılmasını somutlaması bakımından da önem taşır. Marx’tan okuyalım: “Kır halkının bir kısmının mülksüzleştirilmesi ve kovulması, sanayi sermayesi için işçilerle birlikte bunların geçim ve çalışma araçlarını serbest hale getirmekle kalmaz, iç pazarı da yaratır. Gerçekten, küçük çiftçileri ücretli işçi, geçim ve çalışma araçlarını ise sermayenin maddi unsurları haline getiren olaylar, aynı zamanda sermayenin iç pazarını yaratır. Eskiden köylü ailesi sonradan büyük bir kısmını kendisinin tüketeceği yiyecekleri ve ham maddeleri, kendisi üretir ve işlerdi. Bu yiyecek maddeleri ve ham maddeler, şimdi meta haline gelmiş bulunuyor; şimdi bunları büyük çiftçiler satmaktadır; manifaktürler bunların pazarlarını oluşturmaktadır. İplik, keten bezi, kaba yünlü eşya gibi ham maddeler, daha önce köylü ailesinin kendi içinde elde edilen ve kendi ihtiyaçlarını gidermek için işlenen ve dokunan bu şeyler, şimdi manifaktür eşyası haline gelmiş bulunuyor; kır bölgeleri de bunların sürüm pazarlarını oluşturuyor. Şimdiye kadar ihtiyaçlarını bir sürü küçük ve kendi hesabına çalışan üreticilerden aldıkları öteberiyle gideren binlerce dağınık alıcı, artık, sanayi sermayesinin sağladığı metaların sürüldüğü büyük bir pazar oluşturmaktadır. Böylece, daha önce kendi başlarına faaliyette bulunan köylülerin mülksüzleştirilmeleri ve üretim araçlarından koparılmaları ile kırlarda tarım faaliyetinin yanı sıra yürütülen yan imalât faaliyetlerinin yok olması ve manifaktürün tarımdan kopup ayrılması süreçleri el ele gidiyor. Gerçekten de, bir ülkenin iç pazarı, kapitalist üretim tarzının muhtaç olduğu genişlik ve istikrarı, ancak, kırlardaki ev sanayisinin yok olması ile kazanabilir.” Bu değişim sürecini yaşayan ülkelerde manifaktür, ulusal üretime ancak pek yavaş bir biçimde egemen olmuştur. Belirli bir süre boyunca asıl dayanağı, her zaman kentlerdeki zanaatlar ile taşrada tarımsal faaliyetlerin yanı sıra bir yan faaliyet olarak yürütülen ev sanayisidir. Bu süreçte manifaktür, tarımı yan faaliyet, manifaktüre doğrudan doğruya veya tüccar aracılığıyla ürün satmaya yönelik sınai çalışmayı asıl faaliyet olarak yürüten yeni bir küçük köylüler sınıfı yaratmıştır. İngiltere’de 15. yüzyılın son üçte birinden itibaren kapitalist işletme biçiminin tarımda gittikçe yaygınlaşması ve köylülerin gittikçe artan ölçüde perişan olup ortadan kalkmaları çeşitli şikâyetlere yol açmıştır. Diğer yandan yine belirli bir süre boyunca, İngiltere’de değişik dönemlerde kâh tahıl üretimi kâh hayvancılık ön plana geçmiş ve buna bağlı olarak da köylü tarım işletmelerinin kapsadığı alanda dalgalanmalar olmuştur. Ve ilk olarak ancak büyük sanayi, beraberinde getirdiği makinelerle kapitalist tarımın sürekli temelini atmış, kır halkının büyük çoğunluğunu köklü bir biçimde mülksüzleştirmiş, iplikçilik ve dokumacılığı kökünden söküp kazıyarak kırlardaki ev sanayiinin tarımdan ayrılması sürecini tamamlamıştır. “Ve böylece de, ilk kez, bütün iç pazarı sanayi sermayesi için ele geçirmiştir.” (devam edecek)

31 Mart 2021
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /29

Bölüm 24: “İlk Birikim”

6. Sanayici Kapitalistin Doğuşu

Marx’ın vurguladığı üzere, sanayici kapitalistin doğuşu kapitalist çiftçinin doğuşu gibi yavaş yol alan bir süreçle olmamıştır. Sanayici kapitalistin doğuş sürecinde, bazı küçük lonca ustaları ve daha ziyade çok sayıda bağımsız küçük zanaatçı ve hatta ücretli emekçi küçük kapitalist haline gelmiştir. Ve sonra da bunlar ücretli emeği giderek artan ölçüde sömürerek ve dolayısıyla sermaye birikimi sağlayarak tam kapitalist olup çıkmıştır. “Kapitalist üretimin çocukluk çağında olanlar birçok yönden Orta Çağ kentlerinin çocukluk çağında olanları andırır; o sıralar, firar eden serflerden kimin usta ve kimin hizmetkâr olacağı sorunu büyük ölçüde firar tarihinin erken veya geç oluşuna göre çözüme bağlanmıştı. Ne var ki, bu yöntemin kaplumbağanınkini geçemeyen hızı 15. yüzyılın sonundaki büyük keşiflerin yaratmış olduğu dünya piyasasının ticari ihtiyaçlarına hiçbir biçimde uymuyordu. Ama Orta Çağdan çok farklı ekonomik toplum biçimlerinde olgunlaşan ve kapitalist üretim tarzına ön gelen dönemde yine de sermaye sayılan, iki farklı sermaye biçimi devralınmıştı: tefeci sermayesi ve tüccar sermayesi.” Marx, İngiltere’de sermayenin ilk birikim sürecinde yaşananlara dair önemli hususlara dikkat çeker: “Tefecilik ve ticaret yoluyla oluşan para-sermayenin sanayi sermayesine dönüşmesi kırda feodal hukuk düzeni, kentlerde ise lonca sistemini ayakta tutan hukuk düzeni ile önlenmişti. Bu engeller feodal toplumun çözülmesi, kır halkının mülksüzleşmesi ve kısmen kovulmasıyla yıkılmıştı. Yeni manifaktür, kıyılardaki ihraç limanlarında ya da iç kesimlerdeki eski kent belediyelerinin ve bunların loncalarının kontrolleri dışında kalan noktalarda kurulmuştu.” Bu nedenle, İngiltere’de eskinin ayrıcalıklı kentleri bu yeni sanayi fidanlıklarına karşı şiddetli bir mücadeleye girişmişti. O dönemlerde dünyada yaşanan gelişmeler ilk birikim sürecinin ana uğraklarını oluşturur ve Marx bu sürece kısaca değinir: “Amerika’da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika’nın, siyah derililerin ticari amaçlarla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi.” Bu süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturdu. Bunu, sahnesi bütün yeryüzü olmak üzere, Avrupalı ulusların ticaret savaşları izledi. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’dan ayrılmasıyla başladı, İngiltere’de Jakobenlere karşı savaşla muazzam boyutlara ulaştı ve Çin’e karşı girişilmiş Afyon Savaşı ile devam etti. Marx’ın bu bağlamda dikkat çektiği üzere, kapitalistleşme tarihinde zor büyük rol oynamıştır. “İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az çok bir zaman sırası izleyerek, özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye dağılmış bulunuyor. Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere’de sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve korumacılık sistemini içine alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler, sömürgecilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en kaba zora dayanır. Ama hepsi, feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecini uygun bir ortam yaratarak hızlandırmak ve geçiş süresini kısaltmak için, devlet zorundan yararlanmıştı. Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir. Zor, başlı başına bir iktisadi güçtür.” Nitekim Marx’ın aktardığı üzere, Hıristiyanlık konusunda ihtisas sahibi bir yetkili olan W. Howitt, Hıristiyan sömürgecilik sistemi hakkında şöyle demiştir: “Hıristiyan denilen bu insanlar, dünyanın dört bir yanında, boyunduruk altına alabildikleri halklara karşı, dünya tarihinin başka hiçbir döneminde ve ne kadar vahşi, ne kadar geri, insaf ve utanmadan ne kadar nasipsiz olursa olsun başka hiçbir kavminde benzerine rastlanmayan barbarlık ve gaddarlığı reva görmüşlerdir.” Örneğin 17. yüzyılın başta gelen kapitalist ülkesi Hollanda’nın sömürge yönetiminin tarihi, Cava adasının sömürgeci yöneticilerinden birinin ifadesiyle, en görülmemiş türden ihanetlerin, rüşvetlerin, kırımların ve bayağılıkların tarihidir. Bu tarih, insanların ihanetleri, satın alınmaları, kitle halinde yok edilmeleri ve alçalmaları bakımından bir eşi daha bulunamayacak bir tablo oluşturur. Bunların, Cava’da köle olarak kullanmak üzere Celebes’te (yeni adıyla Sulawesi) giriştikleri insan hırsızlığı dehşet vericidir. Hollandalılar Cava’da yürüttükleri insan kırımıyla, adımlarını attıkları her yeri kurutup insandan yoksun hale getirdiler. Örneğin Cava’nın bir eyaletinde 1750 yılında seksen binin üzerinde olan nüfus 1811 yılında sekiz bine indi. İngiltere’nin sömürgeci tarihi de, Marx’ın örneklemesiyle, ilk birikim sürecini çarpıcı biçimde gözler önüne serer. “İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, herkesin bildiği gibi, Hindistan’ın politik yönetiminin yanı sıra, çay ticaretinin bütün tekelini, genel olarak Çin’le olan ticareti ve Avrupa ile yapılan mal taşıma tekelini de ele geçirmişti. Ama Hindistan ile adalar arasındaki kıyı ticareti ve Hindistan’ın iç ticareti, kumpanyanın yüksek dereceli memurlarının tekelindeydi. Tuz, afyon, Hint karabiberi ve diğer metaların tekelleri bitip tükenmek bilmeyen bir zenginlik kaynağıydı. Memurlar fiyatları kendileri saptıyor ve talihsiz Hinduları diledikleri gibi soyuyordu. Genel vali bu özel ticarete katılıyordu. Kolladığı kimseler öyle koşullar taşıyan sözleşmeler elde ediyordu ki, simyacılardan daha akıllıca hareket ederek, altını yoktan yaratıyorlardı. Bir günde yerden mantar bitercesine büyük servetler ortaya çıkıyor, bir kuruş bile yatırmaksızın ilk birikim başlayıp devam ediyordu.” Yerlilere karşı en korkunç davranılan yerler, doğal olarak, Batı Hint Adaları gibi yalnız ihracata yönelmiş plantasyon sömürgeleri ile Meksika ve Hindistan gibi yağma alanı haline getirilen zengin ve nüfusu kalabalık ülkelerdi. Ama gerçek anlamıyla sömürge olan ülkelerde bile, ilk birikimin Hıristiyanca niteliği kendini ortaya koymaktan geri kalmıyordu. Protestanlığın o asık yüzlü virtüözleri, New England’lı Püritenler, 1703 yılında çıkardıkları bir meclis kararıyla, her kızılderili kafa derisi ve tutsak edilen her kızılderili için 40 sterlin ödül koydular. 1720’de kafa derisi başına ödül 100 sterline yükseltildi. Britanya Parlamentosu, vahşi av tazılarını ve kafa derisi yüzmeyi “Tanrının ve doğanın kendilerine ihsan ettiği araçlar” olarak ilân etti. Yaşanan bu acımasız ilk birikim sürecinde, örneğin 1866 yılında Hindistan’da yalnızca Orissa eyaletinde bir milyondan fazla Hindu açlıktan öldü. Sömürgecilik sistemi, ticaretin ve deniz taşımacılığının olgunlaşması için sera etkisi yaratmıştır. Sömürgeler, gelişen manifaktürlere piyasa ve piyasa tekeli yoluyla güçlenmiş bir birikim sağlamıştır. Avrupa’nın dışında doğrudan doğruya yağma, köleleştirme ve katletme ile ele geçirilen servet anavatana akmış ve orada sermayeye dönüşmüştür. Sömürge sistemini tam olarak ilk geliştirmiş ülke olan Hollanda daha 1648 yılında ticari gücünün zirvesindedir. O dönemin yazarlarının dikkat çektiği üzere, Hollanda, Doğu Hint ticaretini ve Avrupa’nın güneybatısı ile kuzeydoğusu arasındaki ticareti hemen hemen tümüyle kendi elinde tutmaktadır. Balıkçılığı, denizciliği, manifaktürleri bakımından diğer bütün ülkeleri geride bırakmıştır. Şöyle ki, Hollanda Cumhuriyeti’nin toplam sermayesi, belki Avrupa’nın diğer ülkelerinin toplam sermayesinden daha önemli bir miktar oluşturmuştur. Peki, kapitalist gelişme sürecinin parlak yıldızı Hollanda’nın diğer yüzündeki gerçeklik nedir? Marx’ın ifadesiyle, Hollanda halkı daha 1648 yılında Avrupa’nın diğer bütün halkları arasında daha aşırı çalışanı, daha yoksulu ve daha zalim bir baskı altında ezilenidir. “Günümüzde sınai üstünlük ticari üstünlüğü de beraberinde getirmektedir” der Marx. Oysa gerçek manifaktür döneminde sınai üstünlüğü sağlayan, ticari üstünlüktür. “Sömürgecilik sisteminin o zamanlar oynamış olduğu rolün önemi de bununla ilgilidir. Sömürgecilik sistemi, Avrupa’nın eski tanrılarının yanında kendisine sunakta yer açan ve günün birinde diğerlerinin tümünü elinin tersiyle bir yana iten «yabancı tanrı»ydı. Kâr elde etmeyi, insanlığın son ve biricik amacı ilan etmişti.” Köklerini daha Orta Çağda Cenova ve Venedik’te keşfettiğimiz kamu kredisi sistemi, yani devlet borçları sistemi, manifaktür dönemi boyunca bütün Avrupa’yı sardı. Deniz ticareti ve ticaret savaşları ile birlikte sömürgecilik sistemi, kamu kredisi sistemi için uygun bir ortam sağlama hizmetini gördü. Böylece, ilk olarak Hollanda’da yer etti. Kapitalizmde “devlet borçlanması”nın vazgeçilmez rolüne dikkat çeker Marx. “Devlet borçlanması, yani devletin elden çıkarılması –devlet ister despotik, ister meşruti isterse cumhuriyetçi olsun– kapitalist çağa damgasını vurur. Ulusal zenginlik denilen şeyin modern halkların gerçekten mülkiyetinde olan biricik kısmı, bunların devlet borçlarıdır. Bundan dolayı, bir halk ne kadar borçlanırsa o kadar çok zengin olur diyen modern doktrin, zorunlu bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Kamu kredisi sermayenin credo’su (amentüsü) haline gelir. Ve devlet borçlanmasının doğuşu ile birlikte devlet borçlarına olan vefasızlık kutsal ruha karşı işlenen bağışlanmaz günahın yerine geçer.” Kapitalizmin gelişme çağında kamusal borçlanma ilk birikimin en güçlü kaldıraçlarından biri haline geldi. Çünkü Marx’ın belirttiği gibi: “Kamusal borçlanma, bir sihirbaz değneği dokunurcasına, başıboş duran paraya bir çoğalma gücü kazandırır ve böylece onu sermayeye çevirir; hem de bunu, parayı sanayi ve hatta tefecilik alanına yatırılması halinde katlanmak durumunda kalabileceği zahmet ve risklere maruz bırakmaksızın yapar.” Devletin alacaklıları aslında hiçbir şey vermemişlerdir. Zira borç verdikleri tutar, ellerinde tıpkı aynı miktarda nakit para gibi iş görmeye devam eden kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir. Böylece aylak bir rantiyeler sınıfı yaratılmış ve hükümetle halk arasında aracı olarak iş gören bankerlerin zenginlikleri aniden katlanmıştır. Marx, bunları ve “yine her devlet borçlanmasının iyi bir parçasının kendilerine gökten inme bir sermaye hizmetini gördüğü vergi mültezimlerinin, tacirlerin, özel fabrikatörlerin zenginliklerini bir yana bıraksak bile” der ve asıl önemli noktayı vurgular: “devlet borçlanması anonim şirketlerin, her tür menkul kıymet üzerinde yapılan işlemlerin, spekülasyonun, kısaca borsa oyunlarının ve modern bankokrasinin gelişmesine yol açmıştır.” Ulusal isimlerle bezenmiş olan büyük bankalar, başlangıçta, hükümetlerin yanında yer alan ve elde ettikleri ayrıcalıklar sayesinde devlete borç verecek duruma gelen özel spekülatörlerin kurdukları şirketlerdi. Bundan dolayı, devlet borçlarındaki birikmeyi ölçmenin yolu, İngiltere Bankasının kurulmasından (1694) sonra tam anlamıyla gelişen bu bankaların hisse senetlerindeki birbirini izleyen yükselişler oldu. Çok geçmeden, parlamentonun verdiği yetkiyle bizzat İngiltere Bankasının bastığı kredi-para, bankanın devlete yaptığı istikrazın ve devlet adına kamu borç faizlerinin ödendiği para haline geldi. Bankanın bir eliyle verdiğini öteki eliyle daha da artmış olarak geri alması yetmiyordu. Banka parayı geri alırken bile, borç verilmiş son meteliğe kadar ulusun ebedî alacaklısı olarak kalıyordu. Yavaş yavaş ülkenin sahip bulunduğu bütün değerli madenler kaçınılmaz bir biçimde kendisinde toplandı ve bütün ticari kredilerin çekim merkezi haline geldi. “Devlet borçları ile birlikte, sıklıkla bu ya da şu ülkedeki ilk birikimin kaynaklarından birini gizleyen bir uluslararası kredi sistemi doğmuştu.” Örneğin Venedik soygun sisteminin kötülükleri, çöken Venedik’in büyük paralar ihraç ettiği Hollanda’nın sermaye zenginliğinin gizli temellerinden birini oluşturmuştu. Hollanda’nın İngiltere ile ilişkileri bakımından da durum böyleydi. Daha 18. yüzyılın başlarında Hollanda’nın manifaktürleri büyük ölçüde geride bırakılmış ve Hollanda, ticaret ve sanayi bakımından egemen bir ülke olmaktan çıkmıştı. Bundan dolayı, 1701-1776 yılları arasında Hollanda’nın başlıca işlerinden biri, özellikle kendisinin en güçlü rakibi olan İngiltere başta olmak üzere, dışarıya muazzam miktarlara varan sermayeyi borç olarak vermekti. Marx, Kapital’i yazdığı tarihlerde İngiltere ile Amerika Birleşik Devletleri arasında da aynı şeyin olduğuna dikkat çeker ve şu veciz değerlendirmeyi yapar: “Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde bir doğum belgesi olmaksızın ortaya çıkan bazı sermayeler, İngiltere’de daha dün sermayeye dönüştürülmüş olan çocuk kanıdır.” Devlet borçlarının yıllık faiz vb. ödemeleri kamu gelirlerinden karşılanır ve bu nedenle modern vergi sistemi ulusal borçlanma sisteminin zorunlu tamamlayıcısı olmuştur. Borçlanmalar, hükümetin olağanüstü giderleri, bunlar vergi mükelleflerince henüz hissedilmeksizin karşılamasını mümkün kılar. Fakat bunun kaçınılmaz sonucu vergilerin yükselmesidir. Diğer yandan artan olağanüstü giderler hükümetleri sürekli yeni borçlar almaya zorlar. Modern maliye, en gerekli geçim araçları üzerine konulan (böylece bunların pahalılaşmasına yol açan) vergilerin etrafında döner ve o yüzden “aşırı vergileme, istisnai bir şey olmaktan çok, bir ilkedir”. Bu sistemin ilk uygulandığı ülke olan Hollanda’da bu sistem sermaye sözcüleri tarafından “ücretli işçiyi itaatkâr, tutumlu, çalışkan hale getirmenin ve aşırı ölçüde çalışmaya razı etmenin en iyi yolu” olarak göklere çıkarılmıştır. Bu sistemin ücretli işçinin durumu üzerindeki tahrip edici etkisi bir yana, köylüleri ve zanaatçıları zorla mülksüzleştirmesi önemli bir konu olmuştur. Marx’ın belirttiği üzere, “sistemin mülksüzleştirme yönündeki etkinliği, kendisini tamamlayan parçalardan biri olan korumacılık sistemi ile daha da artar”. Kamusal borcun ve modern maliye sisteminin, zenginliğin sermayeleştirilmesinde ve kitlelerin mülksüzleştirilmesinde büyük rol oynaması, o dönemlerin birçok yazarını, modern halkların sefaletinin temel nedenini yanlış olarak burada aramaya yöneltmiştir. Marx’ın korumacılık sistemi hakkındaki değerlendirmesi, tamamen çarpık bir anti-emperyalizm anlayışına sahip sol çevrelerin, bu sistemi savunulacak bir şeymiş gibi tercih etmelerine verilmiş çarpıcı bir yanıttır. “Koruma sistemi fabrikatör imal etmeye, bağımsız emekçileri mülksüzleştirmeye, ulusal üretim ve geçim araçlarını sermayeleştirmeye, eski üretim tarzından modern üretim tarzına geçişi zorla kısaltmaya yarayan yapay bir araçtı. Avrupa devletleri bu buluşun patentini aralarında paylaşamadılar ve bir kere kâr yapıcıların hizmetine girince, bu amaç için, dolaylı olarak koruyucu gümrükler, dolaysız olarak ihraç primleri vb. ile yalnızca kendi halklarını soyup soğana çevirmekle kalmadılar. Aynı zamanda, kendilerine bağlı ülkelerde bütün sanayilerin kökünü zorla kazıdılar; örneğin, İrlanda’da yünlü manifaktürüne İngilizlerin yaptığı buydu.” Marx’ın vurguladığı gibi, sömürge sistemi, devlet borçları, yüksek vergiler, koruma, ticaret savaşları vb., gerçek manifaktür döneminin yaratıklarıdır ve bunlar büyük sanayinin çocukluk dönemi boyunca devler gibi büyümüştür. Marx, kendini Yahudi kralı ilan eden Roma egemenlerinden Herod’un Yahudi halkını katliamdan geçirmesi örneğinden hareketle, “Günahsız insanların uğradıkları büyük Herod’vari katliam, modern sanayinin doğuşunun müjdecisi olmuştur” der. Nitekim Marx’ın, dönemin yazarlarından John Fielden’den aktardıkları bunu fazlasıyla doğrular: “İngiltere’nin kentlerden uzak bazı bölgelerinde su çarklarını döndürecek güçteki akarsuların kıyılarında kurulmuş büyük fabrikalarda yeni icat edilmiş makineler için birdenbire binlerce işçiye ihtiyaç duyulmuştur. En fazla ve her şeyden önce istenen de küçük çocukların ufak ve narin parmaklarıdır.” Bu nedenle, o dönemde Londra, Birmingham ve diğer yerlerdeki kilise idarelerinin çalışma yurtlarından çıraklar (!) sağlama alışkanlığı ortaya çıktı. 7-14 yaşları arasındaki bu çaresiz çocukların binlercesi kuzeye yollandı. “Çalışırlarken başlarına bir gözcü konuluyordu. Çocukları azamî biçimde çalıştırmak bu köle güdücüsünün çıkarınaydı; çünkü çocuğa ne kadar çok ürün ürettirebilirse, ücreti o kadar yüksek oluyordu. Bunun doğal sonucu, elbette, zulümdü. ... Birçok fabrika bölgelerinde, özellikle de Lancashire’da, fabrika patronlarına bırakılmış bu çaresiz tutamaksız yaratıklar, yürekler parçalayıcı işkencelere maruz kalıyordu. Ölesiye çalıştırılıyorlar, ... kırbaçlanıyorlar, zincire vuruluyorlar ve son derece geliştirilmiş en dehşet verici yöntemlerle işkenceye tabi tutuluyorlardı; birçok örnekte derileri kemiklerine yapışmış şekilde, yine de kırbaç altında inleye inleye çalıştırılıyorlardı. Öyle ki, bazı örneklerde kurtuluşu intiharda buluyorlardı!” “Kapitalist üretimin manifaktür dönemi boyunca gelişmesiyle birlikte, Avrupa kamuoyu utanç duygusunun ve vicdanın en son kalıntılarını da yitirmişti” der Marx ve o dönemler yaşananları çarpıcı şekilde vurgular. “Uluslar, sermaye birikimi için işlerine yarayan her türlü utancı sinsi bir tebessümle övüyorlardı. İngiltere’nin o zamana kadar sadece Afrika ile İngiliz Karayipler’i arasında yürütmekte olduğu zenci ticaretini bundan böyle Afrika ile İspanyol Amerika’sı arasında da yürütme ayrıcalığını İspanyollardan koparmış olması, İngiliz devlet yönetiminin bir zaferi olarak ilan ediliyordu. Böylece, İngiltere 1743 yılına kadar İspanyol Amerika’sına yılda 4.800 zenci gönderme hakkını elde etmiş oluyordu. Bu, aynı zamanda, Britanya’nın yürütmekte olduğu kaçakçılığa resmî bir örtü sağlıyordu. Liverpool, köle ticareti ile beslenip gelişmişti. Bu, onun ilk birikim yöntemi olmuştu.” “Pamuklu sanayisi, İngiltere’ye çocuk köleliğini getirirken, aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nde daha önceleri az çok ataerkil bir karakter taşıyan köle yetiştirme ve köle alım satımı işinin bir ticari sömürü sistemi haline gelmesine dürtü olmuştu. Aslında, Avrupa’nın ücretli işçilerinin örtülü köleliği Yeni Dünya’da kendisinin tabanı olmak üzere düpedüz ve çırılçıplak köleliği gerektiriyordu.” Avrupalı güçlerin sömürge politikası üzerine yürütülmüş bir araştırmada verilen rakamlara göre, 1790 yılında Karayipler’de İngiltere’nin hükmü altındaki kesimde bir özgür kişiye 10, Fransa’nın hükmü altındaki yerlerde 14, Hollanda’nın hükmü altındaki yerlerde ise 23 köle düşmüştür. Kapitalist üretim tarzının “ebedî doğal yasaları”nın yerleşmesi, emekçilerle emek koşulları arasındaki ayrılma sürecinin tamamlanması, bir kutupta toplumsal üretim ve geçim araçlarının sermayeye dönüştürülmesi, karşı kutupta halk kitlelerinin ücretli-emekçilere, modern tarihin yapay yaratıkları olan özgür “çalışan yoksullar” haline getirilmesi işte böyle bir zahmeti gerektiriyordu. Marx’ın böylece kapitalizmin doğuş sürecini çarpıcı biçimde betimlediği gibi, eğer para Marie Augier’e göre bir yanağında doğuştan bir kan lekesi olduğu halde dünyaya geliyorsa, bu durumda sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir!

7. Kapitalist Birikimin Tarihsel Eğilimi

Marx’ın sorduğu gibi, acaba “sermayenin ilk birikimi, yani tarihsel doğumu nasıl olmuştur”? Bu sorunun yanıtı Marx’ın kapsamlı açıklamalarında yer alır. Buna göre, ilk birikim bir yönüyle kölelerin ve serflerin ücretli işçilere dönüştürülmesi ve böylece salt bir biçim değişikliği mahiyetindedir. Ancak bunun dışında ilk birikim, doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, yani sahibinin emeğine dayanan özel mülkiyetin çözülüp yok olması anlamına gelir. Özel mülkiyet, toplumsal (kolektif) mülkiyetin karşıtıdır ve ancak emek araçları ve emeğin onu kullanana değil, onun dışındaki özel kişilere ait olduğu yerlerde mevcut olur. Bu noktada önemli bir ayrıma dikkat çeker Marx. Şöyle ki, bu özel kişilerin emekçi olup olmamalarına göre, özel mülkiyet de farklı bir niteliğe sahip olur. Bunun ilk bakışta kendilerini gösteren sayısız biçimleri, aslında sadece bu iki uç arasında yer alan durumları yansıtır. Emekçinin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, ister tarımsal ister manüfaktürel olsun, küçük işletmenin temelidir. Küçük işletme ise, toplumsal üretimin ve emekçinin kendisinin özgür kişiliğinin gelişmesinin temel koşuludur. Kuşkusuz bu küçük üretim tarzı, kölelik, serflik ve diğer bağımlılık ilişkilerinin söz konusu olduğu durumlarda da mevcuttur. Fakat küçük üretimin gelişmesi, bütün enerjisiyle harekete geçmesi, uygun klasik biçimine ulaşması, ancak emekçinin kendisi tarafından harekete geçirilen emek koşullarının özgür özel sahibi, yani ektiği toprağın sahibi bir köylü ya da kendileriyle bir virtüöz gibi iş gördüğü aletlerin sahibi zanaatçı olması halinde mümkündür. Marx, küçük üretim tarzının toprak mülkiyetinin parçalanmış ve diğer üretim araçlarının dağılmış olmasını gerektirdiğini vurgular. “Bu üretim tarzı, üretim araçlarının yoğunlaşmasını olduğu kadar, el birliğini, yani aynı üretim süreci içindeki iş bölümünü, doğa güçlerinin toplum tarafından kontrol altına alınmasını ve bunlardan üretken amaçlarla yararlanılmasını ve toplumsal üretici güçlerin serbestçe gelişmesini de dışlar.” Bu üretim tarzı, ancak, dar ve azçok ilkel sınırlar içersinde hareket eden bir üretim sistemi ve toplum ile bağdaşabilir. Şurası önemli ki, “Bu üretim tarzı, belli bir gelişme düzeyine ulaştığında, kendini yok edecek maddi araçları doğurur. O andan itibaren toplumun kucağında yeni güçler belirir ve yeni tutkular canlanır; ancak eski toplumsal düzen bunları zincirlemektedir. Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir”. Marx bu bağlamda yaşanan tarihsel sürecin “sermayenin tarih öncesi” olduğuna dikkat çeker: “Eski düzenin yok olması, bireylere ait ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak yoğunlaşmış üretim araçları haline gelmesi ve dolayısıyla çok sayıda cüce mülkiyetin az sayıda dev mülkiyet halinde bir araya gelmesi, büyük halk kitlesinin topraklarından, geçim araçlarından ve emek aletlerinden yoksun kalarak mülksüzleşmesi, halk kitlesinin maruz kaldığı bu korkunç ve zorlu mülksüzleşme, sermayenin tarih öncesini oluşturur.” Bu dönem boyunca bir dizi zor yöntemleri uygulanmıştır ve Marx bunlardan sadece, sermayenin ilk birikim yöntemleri olarak çığır açıcı nitelikte olanlarını kısaca gözden geçirdiğini belirtir. Doğrudan üreticilerin “mülksüzleştirilmeleri en duygusuz bir vandalizm ile ve en bayağı, en rezil ve en iğrenç tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Kişisel emek ürünü olan, deyim yerindeyse, kendi başına, bağımsız olarak çalışan birey ile kendi emek koşullarının birlikte büyümelerine dayanan özel mülkiyetin yerini, başkasına ait, ama biçimsel açıdan özgür emeğin sömürüsüne dayanan kapitalist özel mülkiyet alır.” Bu dönüşüm süreci eski toplumu derinliğine ve genişliğine yeterince çözüp parçalar parçalamaz, emekçiler proleter, emek araçları sermaye haline gelir gelmez ve kapitalist üretim tarzı kendi ayakları üzerinde durabilecek kadar güçlenir güçlenmez kapitalist gelişme süreci yeni bir biçim kazanır. Bu biçim, Marx’ın daha yıllar öncesinden eşsiz öngörüleri temelinde açıkladığı üzere bireysel kapitalistlerin mülksüzleşmesi ve sermayenin merkezileşerek tekellerin ortaya çıkmasıdır. Marx’tan okuyalım: “Emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması ve toprağın ve diğer üretim araçlarının daha geniş ölçüde toplumsal olarak sömürülen, yani daha geniş ölçüde ortak biçimde kullanılan üretim araçlarına dönüşmesi ve dolayısıyla özel mülkiyet sahiplerinin daha geniş ölçüde mülksüzleşmesi, yeni bir biçim kazanır.” Şimdi mülksüzleşecek olan kişi, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok işçiyi sömüren kapitalisttir. “Bu mülksüzleşme, kapitalist üretimin özünde yatan yasaların işlemesiyle, sermayelerin merkezileşmesiyle gerçekleşir.” Semiren bir kapitalist, daima birçok kapitalistin başını yer. “Bu merkezileşme ya da az sayıda kapitalistin çok sayıda kapitalisti mülksüzleştirmesi ile birlikte, emek sürecinin el birliğine dayanan biçimi, bilimin bilinçli teknik kullanımı, toprağın planlı sömürüsü, emek araçlarının yalnızca birlikte kullanılabilen emek araçlarına dönüşümü, bütün üretim araçlarında, birleşik, toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmaları yoluyla tasarruf sağlanması, bütün ulusların dünya piyasası ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, giderek büyüyen ölçeklerde gelişir. Bu dönüşüm sürecinin avantajlarından yararlanan ve bunları tekelleri altında tutan büyük sermaye babalarının sayıları durmadan azalırken, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü alabildiğine artar; ama aynı zamanda, sayıca gittikçe artan bir sınıfın, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleşen ve örgütlenen işçi sınıfının öfkesi de artar.” Ve işte bu gelişmelerle birlikte, Marx’ın o ünlü ve veciz ifadesiyle belirttiği tarihsel momente ulaşılır: “Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendisinin hükmü altında gelişen üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla uyuşamadıkları bir noktaya ulaşır.” Böylece kabuk parçalanır, artık kapitalist özel mülkiyetin matem çanı çalmıştır. “Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.” Kapital’de takip eden satırlarda yer alan açıklamalar, Marx’ın, kapitalist özel mülkiyetin olumsuzlanması temelinde “üretim araçlarının ortak mülkiyeti temeline dayanan bireysel mülkiyet”e geçiş konusundaki diyalektik dehasını gözler önüne serer. “Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı ve dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet, bireyin kendi emeğine dayalı özel mülkiyetin ilk olumsuzlanmasıdır. Ne var ki, kapitalist üretim, bir doğa yasasının şaşmaz zorunluluğu ile kendi olumsuzlanmasını doğurur. Bu, olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Bu, özel mülkiyeti yeniden getirmez, ama kapitalist dönemde edinilmiş şeyler olan el birliği ile toprağın ve emek harcanarak üretilmiş üretim araçlarının ortak mülkiyeti temeline dayanan bireysel mülkiyeti getirir.” Marx’ın burada yer alan açıklamaları, tarihte kapitalizm öncesinden kapitalizme geçiş ve nihayet kapitalizmin aşılması bağlamında özenle üzerinde durulması gereken niteliktedir: “Bireylerin kendi emeklerine dayanan dağınık özel mülkiyetin kapitalist mülkiyete dönüşmesi, doğal olarak, şimdiden fiilen toplumsallaşmış üretime dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden, karşılaştırılamayacak ölçüde daha fazla zaman alan, daha sert ve zorlu bir süreçtir. Birinci durumda halk kitlesinin az sayıda gaspçı tarafından mülksüzleştirilmesi, ikinci durumda az sayıdaki gaspçının halk kitlesi tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusudur.” İşte bu noktada Marx bir dipnot düşerek, yoldaşı Engels’le birlikte kaleme aldıkları “Komünist Manifesto”dan bazı satırları hatırlatır: “Burjuvazi sanayinin ilerlemesinin iradesiz ve dirençsiz taşıyıcısıdır. Bu gelişme işçilerin rekabetten kaynaklanan soyutlanmışlığının yerine işçilerin ortaklaşmaktan kaynaklanan devrimci birleşimini geçirir. İşte bu nedenle büyük sanayinin gelişmesi, üstünde burjuvazinin üretim yaptığı ve ürünleri mülk edindiği temelin kendisini burjuvazinin ayaklarının altından çeker. Dolayısıyla burjuvazi en başta kendi mezar kazıcısını üretir. Burjuvazinin yıkılışı ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır.” (devam edecek)

30 Nisan 2021
Kapitalizm-Emperyalizm

Marx’ın Kapital’ini Okumak, I. Cilt /30

Bölüm 25: Modern Sömürgeleştirme Teorisi

Marx bu bölümün başlığı hakkında (Modern Sömürgecilik Teorisi de denebilir) bir dipnot düşmüş ve konuya açıklık getirmiştir. “Burada, gerçek sömürgeler, özgür göçmenlerin gidip yerleştikleri bakir topraklar söz konusudur. Amerika Birleşik Devletleri, ekonomik anlamda, hâlâ bir Avrupa sömürgesidir.” Ayrıca bu kategoriye, köleliğin kaldırılmasıyla daha önceki koşulların tamamıyla değişmiş olduğu eski plantasyonlar da dahildir. Kapitalist düzenin savunucusu olan ekonomi politik, pek çok konuda olduğu gibi önemli bir ayrım noktasında da, işine öylesi geldiği için tam bir kafa karışıklığı yaratmıştır. Marx işte bu önemli ayrım noktasına değinir. Şöyle ki, ekonomi politik, biri üreticinin kendi emeğine ve diğeri başkalarının emeğinin sömürülmesine dayanan çok farklı türdeki iki özel mülkiyeti birbirine karıştırır. Böylece, bunlardan ikincisinin yalnızca birincisinin doğrudan karşıtı olmakla kalmayıp, aynı zamanda onun mezarı üzerinde boy attığını da gözlerden gizler. Marx’ın Kapital’i yazdığı tarihlerde, onun deyişiyle ekonomi politiğin yurdu olan Batı Avrupa’da ilk birikim süreci az çok tamamlanmış bulunmaktadır. “Kapitalist rejim, burada bütün ulusal üretimi ya doğrudan doğruya egemenliği altına almış ya da ilişkilerin henüz daha az gelişmiş olduğu yerlerde, onun yanında varlığını sürdürmekle birlikte yavaş yavaş ortadan kalkmakta olan günü geçmiş üretim tarzına ait toplumsal katmanları en azından dolaylı olarak kontrol edebilecek duruma gelmiştir. Politik iktisatçı, olguların daha yüksek sesle kendi ideolojisini yüzüne vurması ölçüsünde şiddetlenen bir gayret ve kabaran bir heyecanla, kapitalizm öncesi dünyanın hukuk ve mülkiyet kavramlarını, sermayenin bu tamamlanmış dünyasına uygular.” O dönemin ABD’si, Avustralya’sı gibi sömürgelerdeki nesnel durum ise Batı Avrupa’dan farklıdır. Bu sömürgelerde, kapitalizmin gelişimine engel olan kapitalizm öncesi üretim ilişkileri henüz güçlüdür. O nedenle, sömürgelerde kapitalist rejim, kendi emek koşullarının sahibi olan ve emeğiyle kapitalistleri değil kendisini zenginleştiren üreticilerin engeliyle karşılaşır. “Bu birbirlerinin tam karşıtı iki ekonomik sistem arasındaki çelişki burada kendisini ikisi arasındaki fiili çatışmayla ortaya koyar.” Anavatanın gücüne sırtını dayayan kapitalist, üreticinin kendi bağımsız emeğine dayanan üretim ve mülk edinme tarzını zora başvurarak ortadan kaldırmaya çalışır. Sermayenin dalkavuğu politik iktisatçı, anavatanında kapitalist üretim tarzını överken, yine anavatanındaki kapitalist düzenin çıkarına olarak, sömürgelerde iki üretim tarzının karşıtlığını yüksek sesle ilan eder. Bu amaçla, emekçiler mülksüzleştirilmeden ve buna uygun olarak üretim araçları sermayeye dönüştürülmeden, emeğin toplumsal üretici gücünün gelişmesinin, elbirliğinin, işbölümünün, geniş ölçüde makine kullanımının vb. mümkün olamayacağını kanıtlamaya girişir. İşbaşındaki politik iktisatçı sömürgelerde “ulusal zenginlik” adına vaaz verirken, aslında halkı yoksullaştıracak yapay yolların araştırılması peşindedir. İşte işin burasında, kendini mazur gösterme çabalarını arkasına gizlediği zırh, çürümüş ağaç kabuğu gibi kıyım kıyım ufalanıp parçalanır. Marx’ın aktardığı üzere, E. G. Wakefield (1796-1862) adlı ünlü İngiliz sömürgecilik teorisyeni, modern sömürgeciliğin yürütümüyle ilgili olarak anavatanına hayırlı bazı görüşler sunmuştur. Onun teorisine göre, korumacılık sistemi nasıl başlangıcında anavatanda kapitalist imal etme girişimi idiyse, sömürgelerde de ücretli işçi imal etme girişimi olarak hizmet görecektir. Wakefield’ın “sistematik sömürgeleştirme” adını verdiği sömürgeleştirme teorisi, İngiltere tarafından bir süre yasalar eşliğinde sömürgelerde yürürlüğe konmaya çalışılmıştır. Wakefield’ın sömürgelerde keşfettiği ilk hakikat, ücretli işçi olmadıkça para veya üretim araçları sahipliğinin bir insanı henüz kapitalist yapmayacağıdır. O, sermayenin bir şey olmayıp, kişiler arasında “şeyler” aracılığıyla kurulan bir toplumsal ilişki olduğunu keşfetmiştir. Marx, daha önce üzerinde durduğu gibi, sermayenin bir toplumsal üretim ilişkisi, bir burjuva üretim ilişkisi, burjuva toplumun üretim ilişkisi olduğunu hatırlatır. Ayrıca, üretim ve geçim araçları doğrudan üreticilerin mülkleri ise sermaye değildir. “Bunlar, ancak, aynı zamanda, işçinin sömürülmesine ve boyunduruk altına alınmasına hizmet eden araçlar haline geldikleri zaman, sermaye olur. Ama onların bu kapitalist ruhu ile maddi bedenleri, politik iktisatçının kafasında öylesine birbirine yapışık bulunur ki, o bunları her tür durumda, hatta sermayenin tam karşıtı şeyler oldukları zaman bile, sermaye diye isimlendirir.” Marx, burjuva iktisatçısının, salt para ilişkilerine feodal hukukun yaftasını yapıştıran feodal hukukçuya benzediğini vurgular. Bir an için düşünelim. Emekçi kullandığı üretim araçlarının sahibi olduğunda ve kendisi için birikimde bulunduğunda kapitalist birikim ve kapitalist üretim tarzı olanaksızdır. Kapitalist birikim ve kapitalist üretim tarzından söz edebilmemiz için ücretli işçi sınıfının varlığı şarttır. Marx sorar: “Pekâlâ, eski Avrupa’da üretim araçlarının emekçinin elinden alınması ve dolayısıyla sermaye ile ücretli emeğin ortaya çıkması, nasıl mümkün oldu?” Wakefield’ın bu soruya yanıtı şudur: “Pek orijinal türden bir contrat social (toplum sözleşmesi) aracılığıyla.” Wakefield’a göre, insanlık sermaye sahipleri ve emek sahipleri olarak bölündü ve de bu bölünme gönüllü bir anlaşma ve birleşmenin sonucuydu! Marx’ın belirttiği gibi, bu, büyük insan kitlesinin “sermaye birikimi” onuruna kendini gönüllüce mülksüzleştirdiği anlamına gelen bir saçmalamadır. Ama o zaman, neden, doğal sömürgeleştirmenin karşıtı olan “sistematik sömürgeleştirme”ye başvuruluyor? Çünkü “Amerikan Birliği’nin kuzey eyaletlerinde nüfusun onda biri bile ücretli işçiler kategorisi içinde yer almaz. ... Oysa, İngiltere’de ... halkın büyük kısmı ücretli işçilerden oluşur.” Marx, Wakefield’ın savunduğu “sistematik sömürgeleştirme”nin nedeninin, sömürgelerde yeterli ücretli işçinin bulunmaması olduğunu belirtir. Wakefield’a göre, eski sömürgeci zenginliğin biricik temeli köleciliktir. Fakat kapitalizm kölelerle değil özgür insanlarla iş görme zorunluluğuna dayandığına göre, Wakefield’ın modern sömürgeleştirme teorisi bir “geçiş önlemi”dir. Kapitalist üretim tarzının temelini, toprağı elinden alınmış halk kitlesi oluşturmuştur. Wakefield’ın üzerinde durduğu gibi, ABD benzeri özgür bir sömürgede ise durum farklıdır. Özgür bir sömürgede toprağın büyük kısmı henüz halkın mülküdür. Buraya gelen her göçmen, bundan dolayı, bunun bir kısmını, daha sonra geleceklerin aynı şeyi yapmalarına fırsat vermeden kendi özel mülkü ve kendi kişisel üretim aracı haline getirebilir. Sömürgelerde sermayenin yerleşmesine karşı gösterilen direncin sırrı da işte bu durumdur. Yine Wakefield’ın sömürgelerdeki gerçekliği belirtirken aktardığı üzere, bir sömürgeleşme unsuru olabilmesi için, toprağın ekilmemiş halde bulunması yetmez, özel mülkiyet konusu haline getirilmek üzere kamusal mülkiyet altında olması gerekir. Toprağın çok ucuz ve bütün insanların özgür olduğu, herkesin istediği takdirde bir parça toprağı kolayca edinebildiği bir yerde emek yalnızca çok pahalı olmakla kalmaz, ne fiyata olursa olsun toplu emek bulmak güçleşir. Marx sömürgelerdeki durumdan hareketle önemli bir soru sorar: “Sömürgelerde işçinin üretim araçlarından ve bunların kökü olan topraktan ayrı düşmesi diye bir durum henüz bulunmadığına ya da ancak tek tük veya sınırlı ölçekte görüldüğüne ve tarımın sanayiden ayrılması, tarımsal ev sanayisinin yok olması gibi şeyler de söz konusu olmadığına göre, sermaye için iç pazar nereden ve nasıl doğacaktır?” Bu soruyu yanıtlayabilmek için, önce kapitalizmin henüz gelişmediği zamanlarda özgür Amerikalıların gerçekliğini bilmek gerekir. Wakefield buna dikkat çeker: “Köleler ve bunların büyük işler için emek ve sermayeyi bir araya getiren patronları dışında, Amerikan halkının hiçbir kesimi tek başına tarımla uğraşmaz. Topraklarını kendileri işleyen özgür Amerikalılar, aynı zamanda bir sürü başka iş de yapar. Kullandıkları mobilya ve aletlerin bir kısmını çoğu zaman kendileri yaparlar. Oturdukları evleri çoğu zaman kendileri inşa eder, imal ettikleri öteberiyi, ne uzaklıkta olursa olsun, kendileri pazara getirir ve satar. İplik eğirir, kumaş dokurlar; sabun ve mum imal eder, giydikleri ayakkabı ve elbiseyi kendileri yaparlar. Amerika’da toprakla uğraşmak çoğu zaman bir demircinin, bir değirmencinin ya da bir bakkalın ikincil bir işidir.” Kapitalist üretimin sırrı, ücretli işçiyi durmadan ücretli işçi olarak yeniden üretmekle kalmaması, aynı zamanda sürekli olarak sermaye birikimine oranla bir göreli ücretli işçi nüfusu fazlası üretmesidir. Böylece, emek arz ve talebi dengelenir ve ücret oynamaları kapitalist sömürüye uygun sınırlar içine alınır. Neticede işçinin kapitaliste vazgeçilmez biçimde gerekli görülen toplumsal bağımlılığı sağlanmış olur. Marx bu bağımlılık ilişkisini şöyle niteler: “Laf ebesi politik iktisatçının anavatanda bir büyücü ustalığıyla alıcı ve satıcı, aynı derecede bağımsız meta sahipleri, sermaye metasının sahibi ile emek metasının sahibi arasında serbestçe akdedilen bir sözleşme ilişkisi kılığına sokabildiği bir mutlak bağımlılık ilişkisidir bu.” Ne var ki Wakefield’ın üzerinde durduğu üzere, sömürgelerde bu parlak hayali yıkacak koşullar egemendir o zamanlar. Buralarda mutlak nüfus anavatandan daha hızlı artar, emek arz ve talebi yasası paramparça olur. Sömürgelerde o anın ücretli işçisi ertesi gün pekâlâ kendi başına çalışan bağımsız bir köylü ya da bir zanaatçı olabilir. Böylece emek pazarından çekilir. Marx’ın belirttiği gibi, sürekli bir dönüşüm sürecidir bu: “Ücretli işçileri, sermaye için değil kendileri için çalışan, kapitalist beyleri değil kendilerini zenginleştiren bağımsız üreticiler haline getiren bu sürekli dönüşüm süreci, öte yandan, emek piyasası üzerinde son derece zararlı etkiler yapar. Sadece ücretli işçinin sömürülme derecesi aşırı ölçüde düşük olmakla kalmaz. Ücretli işçi, bağımlılık ilişkisi ile birlikte, kaçınmacı kapitaliste olan bağımlılık duygusunu da yitirir.” Marx, Wakefield’dan aktardıklarıyla sömürgelerdeki gerçekliğe değindikten sonra sonucu özetler: “İşte size, bizim E. G. Wakefield’ın bu kadar yiğitçe, böylesine dokunaklı ve veciz biçimde çizdiği uygunsuzluklar tablosu.” Wakefield, sömürgelerde ücretli emek arzı sürekli, düzenli ve yeterli değildir diye yakınmaktadır. Keza sömürgelerde emekçiler icabında kendi hesaplarına çalışma olanaklarına sahip olduklarından, emeklerinin büyük kısmına kapitalistlerin ucuza el koymasına kesinlikle izin vermemektedirler. Kapitalistin kendi sermayesi ile Avrupa’dan işçi ithal etme kurnazlığı da para etmemektedir. Zira anavatandan getirilenler de çok geçmeden işçi olmaktan çıkmakta, kısa bir süre içinde bağımsız toprak sahibi haline gelmekte ya da ücretli emek piyasasında eski patronlarının karşısında rakip olarak yer almaktadırlar. Marx, “Ne facia! Erdemli kapitalistimiz ta Avrupalardan kendi parasıyla kendi rakiplerini getirmiş oluyor! Dünyanın sonu geldi zaten!” diye dalgasını geçer. Wakefield, sömürgelerde “ücretli işçilerden yana ne bağımlılık kaldı, ne de bağımlılık duygusu” diye boşuna yakınmamaktadır tevekkeli! Onun çömezi Herman Merivale ise, sömürgelerde daha ucuz ve daha yumuşak başlı emekçilere (kapitalistin onlardan emir almak yerine kendi koşullarını onlara zorla kabul ettireceği sınıfa) büyük bir gereksinme olduğunu söylemektedir. Merivale, eski uygar ülkelerde emekçinin özgür olmakla birlikte bir doğa yasasıyla kapitaliste bağımlı olduğunu belirtmekte ve sömürgelerde bu bağımlılığın yapay yollardan yaratılması gerektiğini savunmaktadır. Sömürgelerdeki nesnelliğin sermaye birikiminin önüne çeşitli engeller dikmesi nedeniyle, o dönemlerde çeşitli iktisatçılardan yükselen yakınmalar az değildir. Hatta Marx’ın “ılımlı, serbest ticaret taraftarı, bayağı iktisatçı” diye nitelediği Gustave De Molinari bile şöyle demiştir: “Köleliğin, köle emeğinin yerini alacak uygun miktarda özgür emek sağlanmaksızın kaldırıldığı sömürgelerde görülen, her gün görmeye alıştığımızın aksi oldu. Basit işçilerin, kendilerine üründen düşecek haklı paylarla hiçbir ilgisi bulunmayan ücretler talep ederek, sanayici girişimcileri sömürdükleri görüldü.” Marx önemli bir gerçekliğe işaret eder: “Üretim araçlarının ufalıp, kendi başına faaliyet gösteren sayısız sahipler arasında dağılması sermayenin merkezileşmesi ile birlikte birleşik emeğin bütün dayanaklarını yok eder. Uzunca bir süre alacak ve sabit sermaye yatırımlarını gerektirecek uzun soluklu her girişim, uygulama engelleriyle karşılaşır. Avrupa’da sermaye, bir an bile tereddüt etmeden, yatırımda bulunur; çünkü orada her an kullanılmaya hazır, her zaman istenilenden bol bir canlı emek deposu oluşturan işçi sınıfı vardır. Ama sömürge ülkelerde öyle mi ya!” “Sistematik sömürgeleştirme” mucidi Wakefield, kapitalist İngiliz tarımını ve burada kullanılan “birleşik” emeği Amerika’daki dağınık toprak işletmeciliği ile parlak bir biçimde karşılaştırmış ve bunu yaparken farkında olmadan madalyonun öteki yüzünü de göstermiştir. Wakefield, Amerikan halk kitlesini müreffeh, bağımsız, girişimci ve görece eğitimli olarak tasvir eder. Oysa yine onun belirttiğine göre, İngiliz tarım işçisi sefil bir yaratıktır, bir dilencidir. Wakefield devam eder: “Tarımda çalıştırılan özgür işçinin ücreti, Kuzey Amerika ve bazı yeni sömürgeler dışında, hangi ülkede işçinin canını teninde tutmaya ancak yeten bir miktarın ötesinde kayda değer bir yükseklik gösterir? ... Hiç şüphesiz, İngiltere’de tarımda kullanılan beygirler, değerli bir mülk oldukları için, İngiliz köylüsünden çok daha iyi beslenir.” Ama “aldırma” der Marx, zira ulusal zenginlik zaten niteliği gereği halkın sefaleti ile özdeştir. Marx, Wakefield gibilerin derdini ifade eden bir soru sorar: “Pekâlâ, sömürgelerdeki bu anti-kapitalist kansere nasıl çare bulunacaktır?” Eğer bir darbede, bütün toprak kamu mülkiyetinden çıkartılıp özel mülkiyete dönüştürülseydi, elbette Wakefield gibilerin rahatsız olduğu kötülüğün kökleri kurutulurdu! Ama bununla birlikte sömürgelerin de kökü kazınmış olurdu. Oysa “marifet, bir taşla iki kuş vurmaktır”. Ve işte bu noktada Marx, Wakefield’ın bulduğu çarelerden aktararak sistematik sömürgeciliğin “büyük sırrını” açıklığa kavuşturur: “Bakir topraklara, hükümet tarafından, arz ve talep yasasından bağımsız, toprak satın alıp bağımsız bir köylü haline gelebilmek için gerekli parayı kazanabilinceye kadar uzunca bir süre göçmeni ücretli işçi olarak çalışmak zorunda bırakacak, yapay bir fiyat biçilebilirdi. Öte yandan, hükümet, toprağın ücretli işçinin toprak sahibi olmasını görece önleyecek derecede yüksek bir fiyatla satılmasından elde edilecek fonu, diğer bir deyimle, kutsal arz ve talep yasası ihlal edilerek işçinin ücretinden sızdırılan paralarla meydana gelecek fonu, bu fon büyüdüğü ölçüde, Avrupa’dan sömürgelere parasız pulsuz insanlar ithal etmek ve böylece kapitalist beyler için dopdolu bir emek piyasası sağlamak amacıyla kullanabilirdi.” Wakefield’ın teorisine göre, devlet tarafından biçilecek toprak fiyatı “yeterli bir fiyat” olmalı, yani işçiyi, bir başkası emek piyasasında yerini dolduruncaya kadar bağımsız bir toprak sahibi haline gelmekten alıkoyacak derecede yüksek bir fiyat olmalıydı. Marx, bu “yeterli toprak fiyatı”nın, işçinin emek piyasasından kurtulup toprağa çekilmesine izin vermesi için kapitaliste ödediği fidyenin kibarca ifadesinden başka bir şey olmadığını vurgular. Bunun gerçek anlamı şudur: “İşçi, ilk önce, daha fazla işçiyi sömürebilsin diye, kapitalist beye «sermaye» sağlamak ve sonra, emek piyasasında kendisinden boşalan yeri doldurmak üzere hükümetin eski patronu için okyanuslar aşırarak getireceği «yedek adam»ın yol masrafını cebinden ödemek zorundadır.” Marx, İngiliz hükümetinin Wakefield tarafından özellikle sömürgelerde kullanılmak üzere düşünmüş olduğu bu “ilk birikim” yöntemini yıllar boyu uygulamış olmasının son derece karakteristik olduğunu belirtir. Böylece göç akımı sadece İngiliz sömürgelerinden Amerika Birleşik Devletleri’ne yönlendirilmiştir. Fakat bu arada bazı gelişmeler Wakefield’ın reçetesini gereksiz duruma getirir. Çünkü bir yandan, uzun yıllar boyunca kesintisiz olarak Amerika’ya ulaşan muazzam insan seli Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu kısmında kalıcı bir tortu bırakmıştır; Avrupa’dan gelen göç dalgası buradaki emek pazarına batıya doğru olan göç akınının alıp götürebileceğinden fazla insan getirmiştir. Öte yandan, Amerikan İç Savaşı sonunda muazzam bir iç borç meydana gelmiş ve bununla birlikte de vergi baskısı artmış, en aşağılık türden bir mali aristokrasi ortaya çıkmıştır. Ayrıca, kamuya ait toprakların muazzam bir kısmı demiryolları kurup işletsinler, madenler açıp çalıştırsınlar vb. diye spekülatör şirketlere peşkeş çekilmiştir. O dönemde ABD’de ücretler Avrupa’da normal sayılan düzeye indirilmiş olmasa da, kapitalist üretim ABD’de de dev adımlarıyla ilerlemiştir. Yaşanan tüm bu gelişmeler neticesinde Amerika Birleşik Devletleri’nde çok hızlı bir sermaye merkezileşmesi gerçekleşmiştir. “Böylece, bu büyük cumhuriyet, göçmen işçiler için vaat edilen toprak olmaktan çıkmıştır.” Bir başka örnek olarak Avustralya’daki duruma değinir Marx. İşlenmemiş sömürge topraklarının İngiliz hükümeti tarafından yüzsüzce bir hovardalıkla aristokratlara ve kapitalistlere peşkeş çekilmesi, altın yataklarının çektiği insan akımı ve en küçük zanaatçıyla bile rekabet eden İngiliz mamul eşya ithalatı özellikle Avustralya’da bol miktarda bir “göreli artı-işçi nüfusu” üretmiştir. Öyle ki, Avustralya’dan İngiltere’ye gelen hemen hemen her posta, “Avustralya emek pazarının dolup taştığı” ve fuhuşun yer yer Londra’daki Haymarket kadar şehvetle geliştiği konusunda can sıkıcı haberlerle doludur. Avustralya, kendi kendisinin yasa koyucusu haline gelir gelmez göçmenleri kollayan yasalar çıkarmış, fakat İngilizlerin yapmış oldukları toprak yağması bir oldubitti olarak kalmıştır. Marx önemli bir vurguyla bu bölümü ve Kapital birinci cilt yazımını sona erdirir: “Ne var ki bizim burada üzerinde durduğumuz, sömürgelerin durumu değil. Bizi ilgilendiren tek şey, eski dünyanın ekonomi politiği tarafından yeni dünyada keşfedilmiş ve gürültüyle ilan edilmiş olan sırdır: Kapitalist üretim ve birikim tarzı, dolayısıyla aynı zamanda kapitalist özel mülkiyet, kişinin kendi emeğine dayanan özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını, yani işçinin mülksüzleştirilmesini gerektirir.” *** Kısa bir Not (Elif Çağlı): Böylece Kapital I. Cilt okumasının sonuna gelmiş bulunuyoruz. Yordam Yayınlarının çevirisinde Kapital’in birinci cildine eklenmiş olan “Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları”, Marx’ın bu cilde bir bölüm olarak koymayı düşündüğü ancak daha sonra bu cilde eklemekten vazgeçtiği bir elyazmasıdır. Yordam Yayınlarının çevirisinde belirtildiği üzere, bu elyazmasının Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin mantığı ve mimarisi açısından özel bir önem taşıdığı, bugün hemen bütün Marx uzmanları tarafından kabul edilmektedir. Ne var ki, bu önemli çalışma Kapital birinci cildin orijinal basımında yer almadığı gibi, kapsamı nedeniyle de daha sonra ele alınmayı gerektiriyor. O nedenle, birinci cilde ilişkin okuma çalışması burada sona eriyor. Okuyucuya yararı olması umuduyla Kapital II. Cilt okumasında buluşmak üzere…

29 Mayıs 2021
Kapitalizm-Emperyalizm

Source URL:https://en.marksist.net/node/6570