Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken

Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken

1.bölüm

radioactivewaste.jpg

AKP hükümetinin nükleer iştahı doymak bilmiyor. Geçtiğimiz ay Japonya’yla, Sinop’a kurulmak üzere yeni bir nükleer enerji santrali anlaşması imzalandı. Bu anlaşma vesilesiyle nükleer tartışmaları yeniden kızıştı. Büyük burjuvazinin temsilcileri, AKP ve elbetteki nükleer lobi hararetle bu adımı savunuyorlar. Diğer taraftan, nükleer enerjiye genelde ya da AKP projeleri bağlamında karşı çıkanların sayısı da az değil. Ne var ki, tartışmanın zemini ve argümanları ya yanlış ya da genellikle eksik kalıyor. AKP ve yandaşları, nükleer enerjiyi tam bir kapitalist zihniyetle savunurken, nükleer karşıtlarının önemlice bir bölümü, bu karşıtlığı anti-kapitalist bir zemine oturtamamalarından ötürü, ya yanlış argümanları savunuyorlar ya da sıraladıkları eleştiri noktalarını bütünleyemiyorlar. Bu durumda da, salt ucuzluk, dışa bağımlılık, kendine yeterlilik vb. gibi noktalara indirgenebilen argümanlar, kapitalist zihniyetle olduğu kadar ulusalcı ideolojiyle de hesaplaşmadığı, tersine bunları temel aldığı için yetersiz kalıyor. Marksistler olarak nükleer enerjiye (daha doğrusu mevcut nükleer fisyon teknolojisine) neden karşı çıktığımızı gerek daha önceki yazılarımızda gerekse de bu konuda kaleme aldığımız kapsamlı bir broşürde (Radyoaktif Kapitalizm) dile getirmiştik. Ancak bu vesileyle bir kez daha bu noktaları vurgulamak yararlı olacaktır. Ama en baştan belirtelim ki, AKP hükümeti bu hususta, büyük emperyalist güç olma hevesleriyle cahil cesaretinin, kapitalist açgözlülükle vurdumduymazlığın, kendinden başka herkesi horgörmeyle kibir ve kendini beğenmişliğin ilginç bir karışımıyla tüm toplumu aptal yerine koymakta, açık yalanlardan derin çarpıtmalara uzanan bir yelpazede nükleer santralleri yutturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle konuyu genelde nükleer enerji sorunu olmaktan ziyade, AKP’nin nükleer projeleri ve yetkililerin açıklamaları temelinde ele almak, bu hükümetin burjuva doğasını sergilemek bakımından daha yararlı olacaktır.

Nükleer ucuzdur yalanı

AKP, nükleer lobiyle paralel şekilde nükleerin en ucuz enerji olduğunu söylüyor. Bu bir yalandır. Hem genelde nükleer enerji hem de AKP’nin nükleer projeleri, bıraktık geleneksel enerji kaynaklarını (petrol, kömür, gaz vb.), bugün yenilenebilir enerji kaynaklarına göre bile ucuz değildir. Önce genele bakalım. Nükleer enerjinin savunucuları, maliyet karşılaştırmalarında özellikle yakıt maliyetini öne çıkarmaktadırlar (ki nükleer yakıtlar da son yıllarda pahalanmıştır). Oysa ilk yatırım maliyetleri (tasarım, projelendirme ve inşaat) oldukça yüksektir. Nükleer santrallerin normal bir işletim dönemi sonrasında tasfiye ve söküm maliyetleri de hem çok yüksek hem de söküm sonrasında ortaya çıkan neredeyse tüm yakıt dışı elemanlar bile düşük ve orta seviyeli radyasyonla kirlenmiş durumdadırlar ve dolayısıyla özel saklama önlemlerine tâbi tutulmak durumundadırlar. Bu durumda, ilk yatırım ve finansman maliyetleri, yakıt ve işletme maliyetleri, söküm maliyetleri ve hele de nükleer atıkların depolanma maliyetleri olarak toplamda bakıldığında nükleer enerji bugün tartışmasız en pahalı enerji durumundadır. Üstelik tüm bu hesaplamalar, normal bir işletim dönemini yani ciddi ve büyük kazalar oluşmadan ömrünü tamamlamış bir nükleer santrali varsaymaktadır. Ciddi kazalar durumunda maliyetler inanılmaz ölçüde artmaktadır. Birkaç örnek verelim. Çernobil kazasının ardından, temizlik, insanların tahliyesi ve bir başka bölgeye yerleştirilmesi, ek sağlık ödenekleri ve reaktörün yalıtılması çalışmalarının maliyetinin bugüne dek 235 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen halen Belarus ve Ukrayna hükümetleri yıllık bütçelerinin %5 ilâ 9’luk bir kısmını bu tür giderlere ayırmak zorunda kalıyorlar. Fukuşima kazasının faturası da daha iki yıl olmasına rağmen bundan aşağı kalmıyor. Kansere yakalanma riski son derece yüksek olan 200 bin kişi, yerinden yurdundan edilen yüzbinlerce insan, parçalanan aileler, kullanılamaz hale gelen tarım alanları, çöken balıkçılık sektörü, yerle bir olan santraller, radyoaktif serpintiye maruz kalıp terk edilen kentler, fabrikalar vb. Son tahminler felâketin maliyetinin 250 milyar doları bulacağı yönünde. Bir başka önemli husus da, tüm bu maliyetlerin nükleer santralleri kurup işleten ve onlara yakıt sağlayan nükleer endüstriye fatura edilmemesidir. Nükleer endüstri neredeyse tüm ülkelerde, çıkartılan özel yasalar ve mevzuatlardan ötürü, bu maliyetlerden sorumlu tutulmuyor ve istisnai bir muafiyete sahip. Fatura yine, ölen, kansere mahkûm olan, yerinden yurdundan edilip sefalete sürüklenen emekçilere çıkartılıyor. Gelelim AKP’nin projelerine. Enerji bakanının açıklamalarına göre, Akkuyu’da ve Sinop’ta kurulacak santrallerde üretilecek elektriğin kilovatsaatine 13 ilâ 14 sent arası bir para ödenecek. Üstelik Ruslara, Akkuyu için 15 yıl elektrik satın alma garantisi verilmiş durumda. Dahası da var; Rus firması Rosatom ihalede bu fiyatı 21,5 sent olarak belirlemişti ama kamuoyunda yükselen tepkilerden sonra bu fiyat yarı yarıya azaltılarak bugünkü düzeyine indirildi. Türkiye’de şu anda elektriğin tüketiciye satış fiyatının ortalama 13 sent civarında olduğunu düşündüğümüzde, bu fiyat daha ucuz değildir. Bir husus daha var. Bugüne kadar neredeyse hiçbir nükleer santral planlandığı sürede ve planlanan maliyetle bitirilmiş değildir. Kapitalist kâr kaygısıyla yapılan hileler, başvurulan kısa yollar vb. nedeniyle neredeyse tüm santraller inşaat halindeyken ya da deneme üretimi esnasında revizyondan geçirilmek zorunda kalmış, bu da maliyetleri daha da arttırmıştır. Bu husus AKP projelerini de yakından ilgilendiriyor. Hem Akkuyu’ya yapılacak VVER-1200 hem de Sinop’a yapılacak ATMEA-1 santralleri bu açılardan tastamam sabıkalı durumdalar. VVER-1200’ün bir boy küçük versiyonu olan VVER-1000 santralinin yönetmeliklere uygun olmaması nedeniyle hem Rusya’da hem de AB ülkelerinde kurulmasına izin verilmemiştir. İran’da kurulup deneme aşamasına gelindiğinde ciddi teknolojik sorunlar olduğu açığa çıkmış ve santralin devreye sokulması geciktirilmek zorunda kalınmıştır. ATMEA-1 de ciddi sorunlara gebe. Santralin ortaklarından olan Areva, Finlandiya’da 4 yılda bitirmeyi taahhüt ettiği EPR tipi reaktörü 7 yıl geciktirerek halen bitirebilmiş değil. Sebep, gerekli inşaat standartlarına uymadığının saptanması ve bunları telafi etmesinin istenmesiydi; sonuç, maliyetin öngörülen 3,2 milyar avrodan şimdilik 8 milyar avroya çıkması oldu. Areva şimdi de Japonlarla birlikte bu tipin daha gelişmiş (!) versiyonu olan ATMEA-1’i Türkiye’ye 22 milyar dolara pazarlıyor. Bunun son fiyat olmayacağını söylemek karamsarlık da kehanet de olmasa gerek. Bu arada, VVER-1200 nasıl AB ve Rus mevzuatına uygun olmadığı için bu ülkelerde kurulamıyorsa, ATMEA-1’in de Fransa’da lisans alamadığını ekleyelim. AKP’nin ve nükleercilerin yalan ve çarpıtmalarını bir anlığına doğru kabul edip, meseleye bir de ters tarafından bakalım. Eğer nükleer daha ucuz olsaydı, kabul edilebilir olur muydu? Bu soruya bizim verdiğimiz yanıt nettir: Hayır! Çünkü ucuzluk, ekonomiklik ya da kârlılık, kapitalistin bakış açısıdır, işçi sınıfının değil. Kapitalist kâr zihniyetinin aşıldığı bir toplumda, mal ve hizmet üretimi, kârlı olup olmamasına göre değil, toplumun gerçek çıkarlarına uygun olup olmamasına bağlı olarak yapılır. Temel ölçüt “ekonomik verimlilik” değil insan ve onun gerçek ihtiyaçlarıdır; bu ikisi çelişirse, tercih insanın sağlıklı ve kaliteli bir yaşam sürmesinden yana kullanılacaktır. Dolayısıyla, nükleer enerji bedava da olsa tercihimiz ondan yana olmayacak, güvenli ve yenilebilir enerji çok pahalı da olsa onu tercih edeceğiz. Çünkü nükleer enerji, her şeyden önce, temiz ve güvenlikli bir enerji kaynağı değildir.

Nükleer temizdir yalanı

Yine önce genelden bakalım. Nükleer fisyon teknolojisi temiz bir enerji kaynağı sunmuyor. Radyoaktif ve kimyasal kirlilik daha onun ilk adımında, uranyum madenlerinde ve hemen ardından zenginleştirme merkezleri ile yakıt üretim merkezlerinde başlıyor. Bu tesisler çevreye radyasyon yaydığı gibi, radyoaktif ve kimyasal atıklar üretiyorlar. Ardından santral aşamasına geliniyor, orada da temiz bir enerjiden bahsetmek mümkün değil. Bu hem normal operasyon sırasında temiz olmadığı için hem de ürettiği devasa atık sorunu açısından böyledir. Normal işletim anında bile nükleer santraller, nükleercilerin küçümsemelerine rağmen, çevreye katı-sıvı-gaz salımları dışında bile belli bir radyasyon yayarlar. Nükleerciler bunun çok düşük bir radyasyon miktarı olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Gerçekler ise hiç de öyle söylemiyor. Son dönemde ortaya çıkan bir örneği aktaralım. Almanya’daki Krümmel nükleer santralinin çevresindeki alanda 1989’dan bu yana 15 yaşın altındaki çocuklarda, normal oranın 3-4 katı üzerinde kan kanseri vakası tespit edilmiştir. Benzer olgulara Fransa ve Japonya’da da rastlanmıştır ve tahmin edileceği üzere tüm bu ülkelerin burjuva hükümetleri bu gerçekleri kabul etmemekte hemfikirdirler. Tıpkı AKP hükümetinin Gebze-Dilovası’nda son yıllarda büyük artış gösteren kanser vakalarının o bölgedeki sanayi üretiminin yarattığı kirlilikten kaynaklandığını reddetmesi gibi. Dahası nükleer santrallerin normal işletim sırasında yaydıkları gamma radyasyonunun ötesinde, çeşitli operasyonların sonucu olarak ya da gerçekleşen küçük “aksilik” ve “olay”ların sonucu olarak ortaya çıkan radyoaktivitenin sıvı ve gaz formunda kontrollü bir biçimde doğaya salınması, rutin uygulamalardandır. Yeter ki, ulusal mevzuatın saptadığı radyoaktivite sınırları geçilmesin! Peki bu sınırların geçilip geçilmediğine kim karar veriyor, raporları kimler düzenleyip onaylıyor? Burjuva bakanlıklar, onların hizmet ettiği dev enerji tekelleri ve bu tekellerin gönüllü ya da gönülsüz köleleri haline gelmiş nükleer uzmanlar! Nükleer enerjinin temiz ve güvenli olmayışı, bu saydıklarımızın vicdani-ahlâki kirlenmişliğiyle ve güvenilmezliğiyle birleştiğinde ortaya çıkan tablo mide bulandırıcıdır. İşletme güvenliği başlığı altındaki önlemlerin ne denli yetersiz olduğu, kâğıt üzerindeki önlemlerin bile hayata geçirilmediği, sahte raporlar ve yalan beyanların haddi hesabı bulunmadığı her geçen gün daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu bir yandan insan aklı ve bilgisinin mevcut sınırlılığından ve deneyim eksikliğinden kaynaklandığı gibi, en önemli sebep kapitalist üretim biçiminin dayattığı daha fazla kâr arayışı ve buradan kaynaklanan devasa bir yozlaşma ve çürümedir. Nükleer fisyon enerjisinin en temel sorunlardan biri de atık meselesidir. Dünyanın hiçbir ülkesinde nükleer atıkların güvenli bir şekilde nasıl depolanacağı sorununa çözüm bulunabilmiş değildir. Ve işin aslında böyle bir çözümün bulunması teorik olarak da mümkün gözükmemektedir. İnsan ömrünü binlerce katıyla aşan yarılanma ömürleriyle, nükleer enerjinin kaçınılmaz radyoaktif atıklarının on binlerce ve hatta yüz binlerce yıl boyunca güvenlikli biçimde sızıntı yapmadan saklanabileceğine inanmak mümkün olabilir mi? Bu denli yoğun radyasyon ve kimyasal korozyon altında nükleer santrallerin kendi ekipmanları bile birkaç on yıl içerisinde aşınıp değiştirilmek zorunda kalınıyorken, hangi depolama kabının yüz bin yıl boyunca hiçbir sızıntı yapmayacağının garantisi verilebilir? Burjuvazi ve ruhunu ona satmış sözümona bilimciler gelecek binlerce neslin yaşamını doğrudan etkileyecek kararları alma hakkını kendinde görecek kadar pervasız ve kibirlidir. 1950’lerin sonlarına kadar “en ileri teknolojiyi kullanan” ABD, nükleer atıkları denize atıyordu! Yoğun tepkiler sonrasında, atık saklama kaplarının korozyonla aşındığı ve radyoaktif maddelerin deniz suyuna karıştığı gerçeği kabul edildi ve bu yöntemden vazgeçildi. O tarihlerde denizlere karışan tonlarca radyoaktif materyal hâlâ okyanusları kirletmeye devam ediyor. Bugünse dünyada birkaç yüz bin ton nükleer atık, nihai bir çözüm bulunamadığı için geçici depolarda saklanıyor. 20 yıldır süren tartışmalardan sonra ABD’de 1987’de üretilen çözüm önerisi de bugün rafa kaldırılmıştır. 100’den fazla reaktörde üretilen nükleer atıkların depolanması için ABD’nin Nevada eyaletindeki Yucca dağının altında tasarlanan gömü alanı projesi, 2009’da Obama tarafından durduruldu. O güne dek bu atık projesi için 11 milyar dolar harcama yapılmıştı, bu projenin bile soruna nihai ve güvenli bir çözüm oluşturmaması bir yana eğer proje tamamlansaydı toplamda 77 milyar dolara mal olacaktı. Bu gerçeği, nükleerin ucuz olduğunu söyleyenlerin ağzından hiç duymuyoruz. Diğer taraftan Obama yönetiminin de, projeyi durdururken seçimlerde verdikleri demokrat-hümanist vaatleri tutma kaygısından ziyade bu maliyet hesabından güdülendiği apaçıktır. Benzer sorun Almanya’da da mevcut. Başkent Berlin’e iki saatlik bir mesafedeki tuz yatakları nihai atık depolama mekânı olarak düşünülüyor. Bu temelde yapılan çalışmalar için bugüne dek 1,6 milyar avro harcanmış ama halen bu yatakların nihai depolama için uygun olup olmadığı konusunda kesin karar verilmemiş durumda. Bu kararın verilmesi noktasında bile tesisin tamamlanmasının 10 yıla yakın süreceği söyleniyor. Atık sorununa çözüm olarak önerilen yeniden işleme yönteminin de geçersiz olduğu açığa çıkmıştır. Atıkların yeniden işlenmesi için kurulan tesisler yüksek dozda radyasyon yaydıkları için çevre sağlığına tehdit oluştururken, bu tesislerde de bugüne kadar onlarca kaza olmuş, bu kazalarda hayatını kaybeden yüzlerce çalışanın yanı sıra, çevreye büyük miktarda radyoaktif materyal saçılmıştır. Kaldı ki, atıkların yeniden işlenmesiyle elde edilen nükleer materyalin yakıt olarak kullanıldığı “üretken (breeder)” tipi nükleer reaktörler diğer tip reaktörlerle karşılaştırıldığında çok daha fazla risklidirler (teorik olarak bir atom bombası gibi patlamaları mümkündür) ve çoğunlukla askeri amaçlıdırlar. Zaten yeniden işleme yöntemlerinin geliştirilmesinin temelinde de atık yakıtların içerisindeki plütonyumun ayrıştırılarak atom bombası yapımı için gerekli materyalin sağlanması kaygısının geldiği bilinmektedir. TC yetkilileri ve AKP hükümeti, önce yapalım, atık sorununu sonra düşünürüz mantığındalar. Enerji bakanı, Akkuyu’da Rusların inşa edeceği santralin atıklarının Türkiye’de kalmayacağını, anlaşma gereği Rusya’ya gönderileceğini açıklamıştır. Evindeki pisliği komşunun kapısının önüne süpürmekle temizlik sağlanıyor mu? Ama AKP hükümetinin ve onun nükleer uzmanlarıyla partnerlerinin temiz enerji konusundaki yalanlarını en açıkça ele veren gelişme, yeni nükleer anlaşmanın hemen öncesinde Mart ayında yeni bir yasanın kabul edilmesi oldu. Enerji Piyasası Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle Sinop’a yapılacak nükleer santral, 2018 yılına kadar Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kapsamına girmeyecek, Bakanlar Kurulu kararıyla bu süre 2021 yılına kadar da uzatılabilecek. Yani bu santrallerin çevreye zararsız olduğunun kanıtlanması gerekmeyecek. Uluslararası taahhütlerin yanı sıra anayasa ve çevre mevzuatı ile getirilen yükümlülüklerden muaf tutulacak. Çevresel etkilerinin araştırılması, çevreye olumsuz etkilerini giderecek altyapı yatırımlarının yapılması zorunluluğu ortadan kaldırıldığı gibi, elektrik üretimlerine dışarıdan, idari mahkemeler aracılığıyla bile, herhangi bir müdahalede bulunulamayacak! ÇED raporlarının ne denli düzmece ve formalite olduğunu biliyoruz, ama hükümet bu formalite denetime bile muafiyet getiriyor. Bu muafiyet, nükleer enerjinin temiz olmadığını itiraf etmek değildir de nedir?

Nükleer güvenlidir yalanı

Nükleer santraller güvenlikli değildir. Her şeyden önce, ister özel sektör olsun ister devlet sektörü, nükleer santralleri yapıp işletenler kapitalist bir üretim yapmakta ve daha fazla kâr güdüsü her şeyin önünde gelmektedir. Tüm kaygı daha ucuza üretmektir ve burada güvenliğe bir maliyet unsurundan başka bir gözle bakılmaz; kapitalistin gözünde güvenlik gereklilikleri ile maliyetler arasında bir optimum bulunmalıdır ve bu dengede ibre her zaman maliyetleri (güvenlik önlemlerini de) azaltmaya dönüktür. Nükleer enerji tartışmalarında atlanmasına rağmen gerçekte konunun bam teli burasıdır. Diğer taraftan, ekonomik-sosyal faktörleri bir yana bıraktığımızda da mevcut nükleer teknoloji mühendislik açısından ciddi sorun olmaya devam eder. Yani kapitalizmin yıkılıp aşıldığı bir toplumda da mevcut nükleer teknoloji güvenilir değildir. Demek ki nükleer fisyon teknolojisinin yapısal bir sorunu mevcuttur: Çok büyük bir enerjinin göreli küçük bir hacimde üretilme zorunluluğu, bu zorunluluğun doğurduğu son derece karmaşık mekanik-elektronik sistemler, düğmeye basmakla kapanmayan bir enerji üretimi ve kesintisiz bir radyasyon ile radyoaktif atık üretimi. Kaldı ki, insan hatalarını sıfıra indirmenin imkânsızlığı gerçeği, hatalara karşı istisnai ölçüde hassas olan nükleer teknolojiyi daha da güvensiz kılmaktadır. Yıllar geçip nükleer sektöründe olumsuz deneyimler arttıkça öngörülemeyen küçük faktörlerin ne denli büyük sorunlara yol açabildiği de ortaya çıkmaktadır. Bir örnek. Fukuşima santrali hâlâ Japonya’nın ve dünyanın başına belâ olmaya devam ediyor. Gün geçmiyor ki, yeni bir radyoaktif sızıntı haberi gelmesin. Geçtiğimiz günlerde yeraltındaki atık su havuzlarından okyanusa sızıntının devam ettiği haberi gelmişti. Önceki haftalarda ise kullanılmış yakıtların saklandığı soğutma havuzlarının elektriğini sağlayan sistem bozulmuştu. Santrali işleten TEPCO şirketi nihayet suçluyu buldu: bir fare! Fare kontrol panosuna girerek kısa devreye yol açmış, elektrik sistemi kesilmiş, havuzlar kurumaya başlamış ve radyoaktif sızıntı olmuş! Buyrun size, “nükleer güvenlik kültürü”; geleceğimiz farelerin insafına kaldı! Bundan sonra nükleer santrallerin uygun köşelerine fare zehiri ya da kapanı koyma gerekliliği güvenlik protokollerine sokulur artık! Bir diğer örnek, bu yılın Şubat ayında ABD’den geldi. Washington eyaletinde, atık nükleer yakıtların yeniden işlendiği bir tesisteki tanktan yıllardır sızma olduğu saptandı. Oluşan kirlenmeyi bertaraf etmenin maliyetinin milyarlarca doları bulacağı ve uzun yıllar alacağı söylenirken, konumuz açısından kritik açıklamayı Washinghton Valisi Jay Inslee yapıyor: “Bize bu sorunu yıllar önce çözdüklerini söylediler.” Bu tesiste nükleer yakıtlardan plütonyumun ayrıştırıldığı ve bunun da atom bombası yapımında kullanıldığını söylersek, valinin meseleyi bilmesine rağmen yıllardır neden sustuğunu anlayacağımız gibi, “sorunu çözdük” diyen “nükleer yetkililerin” sözlerine asla itibar edilemeyeceği de bir kez daha ortaya çıkar. Öyle gözüküyor ki, nükleer uzmanlar, nükleer teknolojiden bile daha güvenilmezdirler! Gerçek şu ki nükleer endüstride hergün irili ufaklı kazalar olmaktadır. “Olay” ya da “aksaklık” olarak adlandırılan bu kazalar, önem derecesine göre 0’dan 7’ye kadar sıralanırlar. Fukuşima ve Çernobil kazalarının derecesi 7’dir. Ama bu, sadece bu derecedeki kazalarda radyoaktif kirlenme ve ölümlerin olduğu anlamına gelmiyor. Hemen her derecedeki kazada, çevreye normal işletim sırasında yayılandan daha fazla radyasyon bırakılır. Neredeyse tüm kazalar raporlanır, ancak bunların kamuoyu tarafından bilinmesi nükleer lobi tarafından engellenir, ancak ayyuka çıkan ve artık saklanamaz hale gelen büyük kazalar itiraf edilir ki, bu durumda da “ne kadar geç ve ne kadar küçümsenerek açıklanırsa o kadar iyi kuralı” devreye sokulur. Nükleer santrallerin güvenli olduğu yalanı en başından beri söylenmektedir. Ama kamuya açıklanan raporlar doğru okunduğunda, durumun bu olmadığını gösteriyor. Nükleer santrallerdeki güvenlik sistemleri, eğer normal ve beklendiği gibi çalışırlarsa, ciddi aksaklık ve kaza durumlarında devreye girerek, santraldeki aktif enerji üretimini durdururlar (planlanmayan ani otomatik durdurma işlemi). Bu tarz durumların sayısının istisna olmadığını, yıllar içinde giderek arttığını görüyoruz. 1990’da bu tarz durdurma raporlarının sayısı yılda 369 iken, 2000’li yıllar boyunca yıllık 420 civarında olmuştur. Bir başka deyişle, her nükleer reaktör ortalama olarak yılda 1 ilâ 2 kez arasında otomatik olarak kapanmaktadır ki, bu durumun kendi bile santralin sistemlerini etkileyen termal ve hidrolik “geçiş”lere yol açmaktadır. Bu hiç de yabana atılacak bir durum değildir, zira santralin açma-kapama işlemine karşı nasıl tepki vereceği tam olarak kestirilemez, Çernobil kazasının tam da bu tepkinin anlaşılması için yapılan denemeler sırasında yaşandığını hatırlatalım. Henüz büyük kazaların yaşanmadığı dönemlerde nükleerciler, büyük bir kaza riskinin milyonda bir olduğunu söylüyorlardı. Kafası geçmişte kalan nükleerciler ve bizim burjuva politikacılarımız hâlâ aynı teraneyi sayıklıyorlar. Bugün artık ortaokul çocuklarının bile bildiği, deneysel olasılık kavramıyla bakıp küçük bir hesap yapalım. İngiltere’deki Windscale kazası, SSCB’deki Kyshtym kazası, ABD’deki Three Mile Island kazası, SSCB’deki Çernobil kazası ve son olarak Japonya’daki Fukuşima kazası. Bunlar en büyük beş nükleer kaza. Dünya üzerinde bugün 436 nükleer santral aktif durumda. Demek ki, olasılık teorik olarak iddia edildiği gibi milyonda bir değil, deneysel olarak yüzde 1’den fazladır! Birkaç on yıl içerisinde yüz binleri kanserden ölüme mahkûm edecek, on binlerce kilometrekarelik yaşam alanlarını pratikte sonsuza kadar terk etmek zorunda bırakacak, atmosfer hareketleriyle dünyanın büyük bir bölümüne radyasyon yayacak, yüz milyarlarca dolarlık ek masrafı üstelik de emekçilerin sırtına yıkacak büyük bir kazanın olma olasılığının yüzde 1 olduğu bir teknoloji güvenli midir? Kaza olacak diye uçağa otomobile binmeyelim mi, tüpgaz kullanmayalım mı diyerek kendi kibirli cehaletini ve halkı aptal yerine koyan ukalalığını dışa vuran AKP’li politikacılar işte bu gerçeğin üstünü örtüyorlar.

Haziran 2013
Kaynak: 

Marksist Tutum dergisi, Haziran 2013, no: 99

Nükleer Enerji
Share

Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken /2

2.bölüm

radioactivewaste.jpg

En ileri teknoloji ve her türlü önlem yalanı

Tüm nükleer santrallerin yapıldığı dönemde en ileri teknolojiyle donatıldığı ve en ileri güvenlik önlemlerine tâbi olduğu söylenir. Ama kısa süre sonra bir önceki dönemde aslında nükleer güvenlik konusunda neredeyse cahil olunduğu gerçeği açığa çıkıverir. İşin aslı şu ki, kâğıt üstünde bile kalsa, yapıldığı dönemde değil ama tasarım ve projelendirme aşamasında genelde en ileri teknoloji kullanılır. Ama kısa bir süre sonra bu teknolojinin aslında geri olduğu, güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğu gerçeği kendisini ortaya koyar. Bugün tasarımı ve projesi biten bir santralin ancak 5-10 yıl içerisinde inşaatının biterek işletmeye alınabildiği düşünülecek olursa, her nükleer santralin gerçekte bir nesil öncesinin teknolojisine, güvenlik önlemlerine, sosyal-siyasal-iktisadi koşullarına vb. dayandığı apaçık görülebilir. Tüm önlemleri aldık yalanına bir örnek. Fukuşima kazasından sonra AB, aldığı kararla sınırları dahilindeki 145 nükleer reaktörü stres testine tâbi tutacağını açıklamıştı. O sırada yazdığımız yazılarda, biz bunun göstermelik olacağını, asla gerçek fiziksel testler yapmayacaklarını söylemiştik. Gerçekten de öyle oldu, stres testleri yalnızca projelerin kâğıt üzerinde incelenmesiyle sınırlı kaldı. Ama bizim söylediğimizden bile daha vahim bir tablo ortaya çıktı! Deprem riski, sel riski, minimum sismik tehlike seviyesi, kazalarla mücadele ekipmanları, elektrik kesintilerine karşı önlemler, acil durum prosedürleri, pasif tedbirler vb. açısından projeler incelenmiş. 54 reaktörde deprem riski hesaplaması, 62 reaktörde ise sel riski hesaplamaları hiç yapılmamış, 65 reaktörde sismik tehlikeler incelenmemiş vb. Buyurun size “nükleer güvenlik kültürünün”, çevre duyarlılığının, ileri teknolojinin vs. yüksekliği! Unutmayalım ki, Çernobil’deki büyük kazanın ardından emperyalist nükleer lobisi, SSCB’deki “nükleer güvenlik kültürünün” eksikliğinden bahsetmiş ve kazanın temelde bundan kaynaklandığını belirtmişti. Batı hayranı ve teknoloji hastası Türkiyeli nükleercilerin yanı sıra enerji bakanı ve başbakan da bu açıklamaları kendilerine amentü bellemişlerdi. Bir başka örnek. Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral yapılabilmesi için gerekli “yer lisansı” 1976 yılında çıkartılmıştır. Ama aradan geçen 40 yıl içerisinde bölgede o dönemde bilinmeyen önemli ve aktif fay hatlarının olduğu ortaya çıkmış, dolayısıyla aslında “yer lisansı” geçersiz hale gelmiştir. O tarihlerde bu lisansı veren üç kişiden biri olan Prof. Tolga Yarman, bugün, “o yıllarda ne Ecemiş fayını biliyorduk ne de Akdeniz bir turizm bölgesiydi” diyerek, Akkuyu santraline karşı çıkmaktadır! Öte yandan, jeofizik profesörü Ahmet Ercan da, bölgede büyüklükleri 7,9’u bulan, 200 kilometrelik bir uzaklığa etkileri bulunan, binlerce kilometre uzaklığa erişen tsunamiler yaratan depremlerin Doğu Akdeniz’de yaşandığının belgelendiğini söyleyerek, Akkuyu’nun yanlış yer seçimi anlamına geldiğini belirtiyor. Ama kimin umurunda. Başbakan Erdoğan, Fukuşima’da ölenlerin gerek Japon halkının, gerek Türk halkının yüreklerini dağladığını söyleyerek timsah gözyaşları döküyor, sonra da ekliyor: “Bunlar olağan, olabilecek olaylardır, ama hayat devam ediyor ve şimdi daha ileri teknolojiyle bu noktada çok daha başarılı adımlar atılıyor.” Göçük altında kalıp ölen onlarca madenci için “kader”, “güzel öldüler” diyen AKP zihniyeti, milyonları etkileyen kazaları da olağan olay olarak görüp gösteriyor.

Nükleere muhtacız yalanı

AKP’li enerji bakanı ve nükleerci uzmanlara göre nükleere muhtacız, çünkü enerji talebi giderek artıyor. Bu uzmanlardan biri olan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) başekonomisti Fatih Birol, Türk ekonomisini gelişmiş diğer ülkelerle karşılaştırdıktan sonra, diğer ülkelerin hem ekonomilerinin hem nüfuslarının hem de enerji tüketimlerinin artmadığını, dolayısıyla enerji talebinde bir artış olmadığı için yeni santraller yapmalarına gerek olmadığını söylüyor. Ardından, Türkiye’de üç açıdan da farklı bir durum olduğunu belirtiyor; ekonomi büyürken, nüfus ve elektrik talebi de artıyor diyor. Birol ayrıca, Türkiye’de cari açığın büyük ölçüde enerji ithalatından kaynaklandığını vurgulayarak nükleer enerjinin hem artan elektrik talebini karşılayacağını, hem de enerjide dışa bağımlılığı azaltıp, cari açığı daraltacağını savunuyor. Kapitalist toplumda enerji de bir metadır ve burjuvazi onu daha kârlı şekilde ve daha fazla üretmekten başka bir şey düşünmez. Enerji ihtiyacının arttığı doğru ama artan elektrik üretiminin nerelerde, hangi amaçlarla ve nasıl tüketildiği sorusu, üretimi nasıl arttırırız sorusundan çok daha öncelikli bir toplumsal soruna işaret etmektedir ki, nükleercilerin ve aslında tüm burjuva uzmanların üzerinden atladığı temel sorun budur. Enerji sorunu, teknik bir sorun değil çok derin bir toplumsal sorundur: “Aşırı üretim krizleriyle sarsıntılar yaşayan kapitalist üretim biçimi topluma tüketim çılgınlığını dayatıyor. Yegâne amacı daha fazla kâr etmek ve sermayeyi büyütmek için üretimi her seferinde daha büyük ölçekte yenilemek olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, ona zarar vermeden var olması mümkün değildir. Doğanın ve insan emeğinin talan edilmesiyle inanılmaz boyutlarda üretim yapılıyor ve bu üretimin önemli bir kısmı satın alınmasına rağmen tüketilmeden çöplüğü boyluyor. Anlamlı hiçbir insan ihtiyacına denk düşmeyen, tümüyle yapay ve şişirilmiş sözümona ihtiyaçları karşılamak için inanılmaz bir emek, hammadde ve enerji israfı sözkonudur. Diğer taraftan kalitesiz ve dayanıksız üretim bilinçli bir şekilde sürdürülerek, üretim-tüketim zinciri yapay olarak canlı tutulmaya çalışılıyor; israf büyüdükçe kapitalistler de sermayelerini büyütüyorlar. İşte bu yüzden «katlanarak artan enerji arzına» insanlığın değil kapitalistlerin ihtiyacı olduğu bilinciyle, bu akıldışı üretim sisteminin yerle bir edilmesini savunuyoruz.” (Oktay Baran, Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller, MT, Nisan 2011) Enerji bakanının son açıklamaları bu yorumu doğruluyor: Son on yılda elektrik üretimi iki katına çıkmış, benzer şekilde 2012 yılında ekonomi %3,2 büyürken, elektrik üretiminde artış %8,2 olmuş. Bu, elektrik üretimi ve tüketimindeki artışın sanayide artan üretimden değil, esas olarak bireysel tüketicilerin artan talebinden kaynaklandığı anlamına geliyor. Bir tarafta büyük plazaların, pahalı rezidansların, eğlence merkezlerinin, zengin semtlerin aydınlatmaları vb. giderek daha şaşalı hale geliyor ve tüm bunlarla ışık kirliliği de artıyor. Paralel olarak toplumun tuzukuru kesimlerinin alımgücü yükseldikçe, gereklisinden gereksizine elektrikli ev aletlerinin kullanımı artıyor. Kimileri diş fırçalarını elektrikli hale getirirken, toplumun emekçi çoğunluğu elektrik faturasını nasıl kısarım diye kafa patlatıyor. Bugün ileri kapitalist ülkeler, nasıl daha fazla elektrik üretirim sorusunu daha farklı şekillerde ele almaya zorlanıyorlar. Artık yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme, enerji üretim ve tüketiminde verimliliği arttırma ve enerji tasarrufu uygulamalarını geliştirme kaygıları daha fazla öne çıkıyor. Hiç kuşku yok ki bu yönelim değişikliği, çevre konusunda duyarlılığı arttırma ve bu duyarlılık temelinde bir basınç oluşturma çabalarının bir sonucu. Örneğin Almanya’da Fukuşima kazasının ardından yükselen tepkiler nedeniyle hükümet nükleer santralleri 2022 yılında tamamen kapatma kararı aldı. Kuşkusuz bu bir oyalamacadır, çünkü bu santrallerin ömürleri zaten o yıllarda dolmuş olacaktır. Ama yeni santrallerin yapılmayacağı sözü verilmesi önemlidir ve işçi hareketinin bu sözün takipçisi olması gerekir. Katlanarak artan elektrik ihtiyacı yalanını, bu enerjiyi üretmek için nükleerden başka bir seçenek olmadığı yalanı izliyor. Gerçekten de enerji üretimi için çok az seçeneği olan birçok ülke olduğunu ve bu sorunun yalnızca o ülkelerin değil tüm insanlığın sorunu olarak görülmesi gerektiğini, meseleye ulusal bir çerçevede asla bakılmaması gerektiğini vurgulayalım. Bu enternasyonalist bakış açısını koruyarak, AKP’nin ve nükleercilerin Türkiye’nin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu şeklindeki iddialarının tastamam bir yalan olduğunu da ekleyelim. Şöyle diyor enerji bakanı: “Bugün Türkiye, 10 yıl öncesine göre neredeyse iki kat daha fazla elektrik tüketiyor. 10 yıl sonra ise bugüne kıyasla iki kat fazla elektrik tüketeceğiz. Tüm yerli ve yenilenebilir kaynakları harekete geçirsek bile bu ihtiyaca cevap vermiyor. Bu açıdan nükleer enerji, Türkiye için bir tercih değil, bir zorunluluktur.” Ama sayılar başka konuşuyor. Türkiye’nin 2012 yılı elektrik tüketimi 241 milyar kilovatsaat (kWh) oldu. Bakanın iddiasının aksine, şu anda henüz kullanmadığı kaynaklarıyla birlikte Türkiye’nin enerji üretim kapasitesi yıllık 800 milyar kWh civarındadır. Bunun içinde güneş enerjisi 380 milyar kWh, rüzgar 120 milyar kWh, linyit 100 milyar kWh, hidroelektrik 100 milyar kWh, biyogaz 35 milyar kWh ve jeotermal 16 milyar kWh’lik bir paya sahiptir. Bunlara sanayide ve binalardaki yalıtımla sağlanacak 58 milyar kWh ve mevcut santrallerin bakım ve rehabilitasyonundan sağlanacak 20 milyar kWh’lik tasarruf da eklendiğinde 800 milyar kWh’lik bir toplama ulaşılmaktadır. Atıl durumda bekleyen ve sadece %2’si kullanılan temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarını daha fazla kullanmak varken, nükleere muhtacız şeklindeki açıklamalar bir masal ve yalandan ibarettir. İleri kapitalist ülkelerde bu konudaki toplumsal bilinç ve duyarlılığın artması nedeniyle nükleer giderek gözden düşüyor. Dünya enerji üretiminin yaklaşık yüzde 5’i, elektrik üretiminin de yaklaşık yüzde 11’i (kimi kaynaklara göre yüzde 15’i) nükleer fisyon santrallerinden sağlanıyor. Özellikle Fukuşima kazasından sonra, önümüzdeki yirmi yıl için yapılan projeksiyonlarda bu oranın daha da düşeceği öngörülüyor. Nükleer enerjiye ilgi tüm dünyada giderek azalıyor. 70’li yıllarda, henüz büyük kazalar gerçekleşmemiş ya da kamuoyundan saklanmışken, UAEA geleceğin nükleer enerjinin altın çağı olacağını söylüyordu. Oysa UAEA’nın o tarihlerde 2000 yılına ait projeksiyonlarında saptadığı nükleer enerji üretim tahminlerinin bugün onda birine bile ulaşılmamıştır. Bunun temelinde, kamuoyunda nükleer karşıtlığının artması ve nükleer enerjinin giderek pahalanması yatıyor ki, aslında her iki faktör de gerçekte nükleer enerjinin güvenilir ve temiz bir enerji kaynağı olmamasından kaynaklanıyor. Yaşanan yüzlerce küçük ve 10’u aşan büyük kaza nedeniyle bir taraftan kamuoyunda tepkiler artıyor, diğer taraftan da güvenlik kriterleri giderek arttırılmak zorunda kalınıyor ve bu da maliyetleri daha da yukarıya taşıyor. Bu gidişat devam ederse 2020 yılına kadar nükleerin elektrik enerjisi üretimindeki payının yüzde 5’e ineceği tahmin ediliyor. Enerji bakanı ise başka bir dünyada yaşıyor, o 2030’da Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 15’inin nükleerden sağlanmasını hedeflediklerini ilan ediyor. Eller gider tersine, Bakan gider Mersin’e! Dışa bağımlılık konusuna gelince. Gerçekten de Türkiye bugün tükettiği elektrik enerjisinin %72’sini ya ithal ettiği yakıtlardan sağlıyor ya da dış ülkelerden satın alıyor, bunun maliyeti ise 60 milyar dolar. Nükleer santrallerle dışa bağımlılığın kırılacağı ise tam bir yalandır. Tasarımı, projesi, inşaatı, işletmesi, yakıt tedariki ve muamelesi tümüyle Ruslara ya da Japon-Fransız ortaklığına ait olan nükleer santrallerle dışa bağımlılığın kırılması nasıl mümkün olacaktır? Üstelik petrol ve doğalgazın önemli bir bölümünü Rusya’dan alırken, yine nükleer yakıtını da santralini de Rusya’dan almak nasıl bir “enerji kaynağı çeşitliliği” yaratmak, “enerji güvenliğini” sağlamak olacaktır? Nükleer sayesinde doğalgaz ithalatının azalmasından mütevellit cari açığın ciddi ölçüde azalacağı da koca bir yalandır. Bakan, “iki nükleer santralin üretime geçmesiyle yıllık 7,2 milyar dolarlık doğalgaz ithalinin önüne geçeceğiz” diyor. Yine enerji bakanı, “Sinop’a, 4 üniteden oluşan toplam 4 bin 480 megavat nükleer santral kurulacak. 4 ünite işletmeye alındığında santralde, yılda 40 milyar kilovat-saat elektrik üretilecek” diyor. Akkuyu’daki santral de yakın bir güçte olduğuna göre bakanın verdiği sayılar ve fiyatlar dikkate alındığında, bu elektriğe yaklaşık olarak 10,5 milyar dolar yıllık ödeme yapılacaktır! Ya bakanın verdiği sayılar yanlış ya bakan dört işlem bilmiyor ya fena bir kazık yiyorlar ya da hepimizi aptal yerine koyuyorlar.

Bu neyin acelesi?

Bunca yalanın inatla dillendirilmesi akla başka sorular da getiriyor. Akkuyu’ya inşa edilecek VVER-1200 dünyada işletme lisansı almış bir reaktör değildir, üstelik Ruslar bugün bu tip bir reaktörü kendi ülkelerinde 10 milyar dolara projelendirirken, Türkiye ile yaptıkları anlaşmayı 20 milyar dolara fatura etmişlerdir. Henüz bir yer lisansına bile sahip olmayan Sinop’a santral yapacak Fransız ve Japon şirketleri de “tarihi bir anlaşma” diyerek bayram ediyorlar. Zira Fransızlar, kötü sicillerinin de katkısıyla, 2007’den bu yana başka ülkelerden nükleer santral ihalesi alamıyorlar. Kendi ülkelerinde kurulum ve işletme lisansı alamayan ATMEA-1 reaktör tipini, başka bir ülkeye 22 milyar dolara satmak epey keyifli olsa gerek. Sinop santraliyle ilgili ilginç bir diğer nokta da, daha ihale sürecinin tamamlanmasından bir ay önce, Japon gazetesi Nikkei’de ihalenin Japon-Fransız ortaklığı tarafından kazanıldığının tüm detaylarıyla duyurulması oldu. Aynı haberde Japon başbakanın Mayıs ayında Türkiye’ye gelerek anlaşmayı imzalayacağı söylenirken, AKP’li enerji bakanı, sürecin ve görüşmelerin halen sürdüğünü belirterek, “Japon basınında çıkan haberler çok erken, bu yarış hâlâ devam ediyor” diyordu. Ardından başbakan Erdoğan aynı gazeteye bir röportaj vererek haberi doğrularken, enerji bakanı Taner Yıldız ise Sinop’taki santral konusunda “Ben de sayın başbakanımızın 3 milyon tirajlı bir Japon gazetesine verdiği demeci manşetlerinden izledim” açıklaması yapıyordu. Ortada gerçek bir ihale olup olmadığı şüpheli! AKP’nin Sinop ve Mersin için adım attığı santral projeleri, birçok nükleer bilimci tarafından da soru işaretiyle karşılanıyor. Örneğin ABD’li nükleer uzmanların çıkardığı Atom Bilimcileri Bülteni’nde (The Bulletin of Atomic Scientists) yayınlanan bir makalede, Türkiye’nin sınırlı finansal kaynaklarla, kısa sürede hayata geçirmek üzere giriştiği bu projelerin riskli olduğu söyleniyor. Bu projelerin yabancı şirketler tarafından yapılacağı, onların mülkiyetinde olacağı ve yine onlar tarafından işletileceği “yap, sahip ol, işlet” şeklindeki modelin nükleer santrallerin yapımında hiç kullanılmadığının belirtildiği makalede, tüm kontrolün yabancı şirketlere bırakıldığı bir projede gerek inşa gerekse de işletim sırasında gerçek bir denetlemenin mümkün olmayacağı ve bu şirketlerin “maliyetleri düşürmek için kestirme yollara sapıp sapmadığının” anlaşılamayacağı söyleniyor. AKP’li yetkililerin 2023’te “yerli santralimizi kurup işleteceğiz” şeklindeki açıklamalarının da eleştirildiği makalede, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEA) nükleer enerjiye geçecek ülkelere 10-15 yıllık bir hazırlık sürecini tavsiye ettiği hatırlatılıyor. Bir diğer husus da, UAEA’nın kontrol kurumlarının Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK) gibi zaten nükleer enerjinin tanıtımını ve teşvikini yapan kurumlardan bağımsız olmasını gerekli görmesi. Doğrudan Başbakanlığa bağlı olan TAEK’in, hem ulusal lisans verme hem de denetleme tekelini elinde tutarken nükleer enerjiyi özendiren bir kurum olarak sağlıklı bir denetleme yapması hiç de mümkün gözükmüyor. Bu durumda, ABD’li uzmanlar soruyor, bu neyin acelesidir? Biz cevap verelim. Mesele, enerji ve ekonomiden ziyade, AKP’nin ve Türk burjuvazisinin emperyalist hevesleridir. Büyük burjuvazi, nükleer enerjiyi bir prestij meselesi olarak görüyor ve nükleer enerjiye (ve orta uzun vadede nükleer silahlara) sahip hale gelerek bölgesel bir güç olma iddiasını güçlendirmek istiyor: “Bunlar yetmiyor, belirleyici bir bölgesel güç olma yolunda, siyasal ve askeri prestij peşinde koşuluyor. Nükleer enerjiye sahip olmak bu doğrultuda atılmış bir adım olarak görülüyor. Ne de olsa, burjuvalar ve onların hizmetindeki bilim adamları, nükleer enerji üretimi olmadan nükleer silah geliştirmenin de pek mümkün olmadığını, bu enerjinin barışçıl kullanımı ile askeri kullanımı arasında iddia edildiği gibi Çin Seddi bulunmadığını biliyorlar. Tarihsel olarak nükleer teknoloji atom bombası imalatı çalışmalarıyla gelişmiştir ve bugün bile alnındaki bu militarist damga kaybolmuş, militarist eğilim ve kaygılardan arınmış değildir. Güçlü militarist eğilimlere sahip ülkelerin kullandıkları nükleer santral tiplerine baktığımızda da bunu görüyoruz; atom bombası için gerekli plütonyum izotoplarını daha büyük ölçüde üreten reaktör tiplerini tercih etmekteler. TC’nin Akkuyu’da inşa etmeyi planladığı basınçlı su reaktörleri de bu tiplerden biridir. Bunun basit bir tesadüf olduğuna inanmak için bir nedenimiz var mı?” (Oktay Baran, agm) İran’ın bu alanda attığı adımlar, onun bölgedeki tarihi rakibi olan Türk egemenlerini daha da sabırsızlandırıyor. Üçüncü santrali biz kendimiz yapacağız şeklindeki ayakları yere basmayan açıklamalar da, enerji bakanının açıklamaları da emperyalist heveslerin varlığını doğruluyor: “Nükleer santraller, sadece enerji arz güvenliği için değil, daha gelişmiş bir Türk sanayisi ve müteahhitlik sektörü için de önemli bir fırsat olacak. … Nükleer enerji teknolojisine sahip olan Türkiye, yalnızca enerji arz güvenliğini değil, bölgesinde lider ve stratejik konumunu da güçlendirecek.”

Nükleere de, burjuvaziye de, onların bilimcilerine de güvenilemez

Fukuşima’da önce kaza örtbas edilmeye, olduğundan küçük gösterilmeye çalışıldı. Ardından kabahatin kimde olduğu konusunda kamuoyu önünde bir piyes sergilendi. Japonya başbakanı TEPCO yöneticilerini kendisini bilgilendirmemekle suçladı vb. Ardından gelişen büyük tepkiler sonrasında, Japonya Eylül 2012’de yeni bir enerji stratejisi benimsediğini açıklayarak, en kısa sürede nükleer enerjiden kurtularak farklı kaynaklara yöneleceğini ilan etti. Ne var ki, Japon burjuvazisi bu adımı kendi vicdanıyla değil, yüzbinlerin katıldığı protestolardan duyduğu çekincelerle atmak zorunda kalmıştır. Aynı durum AB için de geçerlidir. Fukuşima’dan sonra birçok ülke nükleerden vazgeçeceğini, santralleri kapatacağını ve yeni reaktör kurmayacağını açıkladı. Kimileri nükleer santrale yasak getirirken, kimileri derhal ya da ömürleri tamamlandığında nükleer enerjiden vazgeçeceğini karara bağladı. Tabii ki şimdilik! Eğer kitle bilinci, duyarlılığı ve eylemliliği geri çekilirse, nükleer santrallerin yeniden devreye sokulacağından en küçük bir kuşku bile duyulmamalıdır. Nitekim, Japonya’daki Eylül deklarasyonunun ardından yapılan seçimlerle iktidara gelen liberal demokratların lideri Şinzo Abe, yeni santraller kuracaklarının sinyallerini vermiş ve aynı güvenlik teranelerine başvurmuştur: “Şimdi inşa edilecek olanlar, 40 yıl önce yapılanlardan farklı olacak. Halkın desteğini kazanarak yeni reaktörler inşa edeceğiz.” Apaçık ki, burjuvaziye hiçbir şekilde güvenilemez. İnsanlığın geleceği ve kaderi asla burjuvaziye bırakılamaz. Nükleer enerji santrallerine karşı mücadeleyi büyütmek, bunun nükleer silahlanmaya bağını sürekli olarak teşhir etmek, temiz, yaşanabilir bir doğa kavgasını yürütmek işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin kopmaz bir parçasıdır. Nükleer santralleri engelleyebiliriz. Unutmayalım ki, her şey gibi, onları da inşa edecek olan işçi sınıfıdır. Bu noktada işçi hareketinin duyarlılığını sağlama, göstermelik olarak değil gerçek bir mücadele başlığı olarak nükleer karşıtlığını sendikaların gündemine sokma görevi devrimci işçilerin önünde duruyor.

1 Temmuz 2013
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 100, Temmuz 2013
Nükleer Enerji
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/3283