Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm > Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler

Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler

marx-eng5.jpg


Sınıflı ve sömürülü toplumların en gelişkin ve son halkasını oluşturan kapitalizm, günümüzde bizzat kendi işleyiş yasalarından kaynaklanan derin bir tarihsel krizin içinde kıvranıyor. Bu gerçeklik, Marx ve Engels tarafından temelleri atılan Marksizmin kapitalist sisteme ilişkin görüş ve analizlerinin doğruluğunu da çarpıcı biçimde kanıtlamaktadır. Vaktiyle Marx, kapitalist üretim tarzına ilişkin analizlerini daha baştan bu sistemin eleştirisi temelinde geliştirmiş ve neredeyse bir ömür süren devasa Kapital çalışmalarıyla onun işleyiş yasalarını çözümlemiş, derinlerinde yatan sırları ifşa etmişti. Marx yalnızca kapitalist işleyişin gizlerini ele vermekle de kalmadı, insan toplumlarının tarihsel serüvenini çözümleyen diyalektik ve materyalist tarih anlayışını ortaya koydu. Ayrıca, bunun için gerekli olan yöntem sorununu da açıklığa kavuşturdu. Marx ve Engels’in geliştirdiği siyasal ve iktisadi çözümlemeler, dünden bugüne uzanan muazzam bir tarihsel miras oluşturuyor ve günümüze inanılmaz ölçüde ışık tutuyor. Marx’ın kapitalizm eleştirisi, bugün yaşanan krizi yıllar öncesinden aydınlatmış bulunuyor. Hatta bu durum günümüz burjuvalarını bile, yeri geldiğinde Marx’ın haklılığını itirafa sürüklüyor. Marksizm, insanlık tarihini bilimsel temellerde çözümleyebilmenin de yolunu açan bir dünya görüşüdür. Bu yolda ilerleyebilmek için, onun insan toplumlarının gelişim sürecine dair sunduğu tarihsel ve diyalektik materyalist bakış açısını lâyıkıyla kavramak gerekiyor. Özetle, işçi sınıfının devrimci mücadele yolunu aydınlatabilmek, kapitalizmin reel durumunu anlamak ve toplumsal yaşama, tarihe dair çözümlemeler yapabilmek için Marksizm günümüzde de ihtiyaç duyulan en büyük düşünsel kaynağı oluşturuyor.

28 Şubat 2013
Felsefe
Share

Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler /I

marx-eng5.jpg


Sınıflı ve sömürülü toplumların en gelişkin ve son halkasını oluşturan kapitalizm, günümüzde bizzat kendi işleyiş yasalarından kaynaklanan derin bir tarihsel krizin içinde kıvranıyor. Bu gerçeklik, Marx ve Engels tarafından temelleri atılan Marksizmin kapitalist sisteme ilişkin görüş ve analizlerinin doğruluğunu da çarpıcı biçimde kanıtlamaktadır. Vaktiyle Marx, kapitalist üretim tarzına ilişkin analizlerini daha baştan bu sistemin eleştirisi temelinde geliştirmiş ve neredeyse bir ömür süren devasa Kapital çalışmalarıyla onun işleyiş yasalarını çözümlemiş, derinlerinde yatan sırları ifşa etmişti. Marx yalnızca kapitalist işleyişin gizlerini ele vermekle de kalmadı, insan toplumlarının tarihsel serüvenini çözümleyen diyalektik ve materyalist tarih anlayışını ortaya koydu. Ayrıca, bunun için gerekli olan yöntem sorununu da açıklığa kavuşturdu. Marx ve Engels’in geliştirdiği siyasal ve iktisadi çözümlemeler, dünden bugüne uzanan muazzam bir tarihsel miras oluşturuyor ve günümüze inanılmaz ölçüde ışık tutuyor. Marx’ın kapitalizm eleştirisi, bugün yaşanan krizi yıllar öncesinden aydınlatmış bulunuyor. Hatta bu durum günümüz burjuvalarını bile, yeri geldiğinde Marx’ın haklılığını itirafa sürüklüyor. Marksizm, insanlık tarihini bilimsel temellerde çözümleyebilmenin de yolunu açan bir dünya görüşüdür. Bu yolda ilerleyebilmek için, onun insan toplumlarının gelişim sürecine dair sunduğu tarihsel ve diyalektik materyalist bakış açısını lâyıkıyla kavramak gerekiyor. Özetle, işçi sınıfının devrimci mücadele yolunu aydınlatabilmek, kapitalizmin reel durumunu anlamak ve toplumsal yaşama, tarihe dair çözümlemeler yapabilmek için Marksizm günümüzde de ihtiyaç duyulan en büyük düşünsel kaynağı oluşturuyor.

Marx’ın devasa çalışmaları

Marx’ın kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını gözler önüne serdiği Kapital yazımlarını önceleyen derin ve çok yönlü araştırmaları, analiz ve eleştirileri vardır. Daha 24 yaşında genç bir insanken, Almanya’da Moselle köylülerinin çektiği iktisadi sıkıntıların kaynağında yatan nedenlere inmeye çalışmıştır. O dönemin ünlü gazetesi Rheinische Zeitung’da 1842 yılında yayınlanan bir makalesinde, yoksulluk nedeniyle ormandan kaçak odun kesmeye mecbur kalan köylülerin tepesine binen devletin niteliğini araştırır. Belirttiği üzere, devlete temel karakteristiklerini kazandıran başlıca husus iktidardaki şu ya da bu parti veya kişilerin iradesi değildir. Gerçek neden bunun çok ötesine uzanır. Verili üretim tarzı ve insanlar arasındaki iktisadi ilişkilerin nesnel durumu devlet sorununda belirleyici bir güce sahiptir. Bu kavrayış doğrultusunda, burjuva toplumun ona özgü mülkiyet ilişkileriyle açıklanması gereğine yoğunlaşır Marx. 1843 ve 1844 yılında Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi bağlamında kaleme aldığı yazıların konusu bu olacaktır (bkz. K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay.). Bunlar henüz Marx’ın gençlik dönemine ait çalışmalardır, fakat buna rağmen devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkilere daha önce Hegel’in bile başaramadığı bir doğruluk ve doyuruculukta bilimsel açıklama getirme çabasını yansıtırlar. Henüz 25 yaşında olan Marx bu çalışmasında, insan toplumlarının tarihsel serüveninin bilimsel tarzda kavranmasını mümkün kılacak o dahiyane çözümlemelerinin müjdesini verir. Kapitalizmin gelişimi karşısında Almanya’daki eski rejimin köhnemişliğine vurgu yaparken, günümüzdeki kapitalist düzen de dahil, tarihsel açıdan zamanını dolduran tüm düzenler için geçerli olan bir toplumsal tabloyu resmeder. 1840’larda artık tarihe aykırı bir nitelik arz eden Almanya’daki düzen, aslında hiçliğini herkesin gözleri önüne sermektedir. Büyük bir yanılsama içinde kendi kendine inanmakta ve herkesin de bu yanılsamayı paylaşmasını istemektedir. Fakat tarih çoktan hükmünü vermiştir ve kendi öz varlığına inancını yitirmiş olan eski düzen, kurtuluşunu artık yalnızca ikiyüzlülük ve safsatada aramaktadır. Marx’ın bu değerlendirmesi, sanki günümüz kapitalizminin içine sürüklendiği tarihsel tükeniş sendromunu dile getiriyor. Parlak gelişme ve yükseliş dönemlerini çoktan geride bırakmış olan ve bugün içinde debelendiği sistem kriziyle çürümüşlüğünü ele veren kapitalizm de kurtuluşunu artık yalnızca ikiyüzlülük ve safsatada arıyor. Kapitalizmin bu sistem krizinden çıkacağı yolunda yürütülen her propaganda, mevcut büyük bunalımın yarattığı yeni bir dip sarsıntısıyla çürütülüyor. Bu tefessüh etmiş sömürü düzeni, adeta insanlık tarihinin ondan büyük intikamını alırcasına, tam bir komedilik duruma sürükleniyor. İnsanıyla doğasıyla, muazzam üretim araçlarıyla, kısacası günümüz üretici güçleri tüm nesnel varoluş koşullarıyla, kapitalistlere artık zamanlarının tükendiğini ve sosyalizmin gerekli hale geldiğini haykırıyor. Açık ki, günümüz dünyasında kapitalizm devrimci işçi sınıfının tarihsel eylemiyle aşılmayı beklemektedir. Fakat Marx’ın genç yaşında dile getirdiği gibi, gerçekten de tarih işleri sonuna kadar götürüyor, eskimiş bir biçimi toprağa taşırken birçok aşamadan geçiyor. Çürümüş bir toplumsal düzenin son aşaması artık onun komedisini oluşturuyor. Marx’ın 1840’lardaki çalışmalarının bir ürünü de, sonradan 1844 Elyazmaları (kısaca “Elyazmaları”) olarak adlandırılan elyazmalarıdır. Bu eser, Marx’ın daha sonraki yıllarda geliştireceği devasa analizlerine gerçek bir giriş niteliği taşır. Üç ayrı elyazmasından oluşan bu önemli çalışma, burjuva iktisadın eleştirisini içerdiği gibi, Marx’ın komünist topluma dair düşüncelerini ve Hegel diyalektiğinin, Hegel felsefesinin eleştirisini de kapsar. Marx, işçi sınıfının sömürüsünün nesnel temellerini açıklığa kavuştururken, emeğin yabancılaşması sorununa da değinir ve bu sorunun üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten kaynaklandığını ortaya koyar. Böylece, bu yabancılaşmaya bir ortaklık ahlâkının geliştirilmesi sayesinde son verilebileceğini söyleyen Feurbach’ın idealist yaklaşımını da bilimsel anlamda çürütmüş olur. Aslında bu yabancılaşmanın sona ermesi ve insan cinsinin sömürücü toplumların prangalarından kurtulup kendine dönebilmesi için komünist bir devrim zorunludur. Marx kendi analizlerini geliştirirken, iktisadi ve felsefi düşüncenin ilerletilmesi bakımından o dönemlere damgasını vuran düşünürleri (A. Smith, D. Ricardo, Hegel, Feuerbach vb.) derinlemesine incelemiş ve bunları eleştirerek yol almıştır. Düşünsel gelişimine hizmet eden damarlardan tüm gerekli özü emmiş ve yanlış değerlendirmelere karşı da meydan okuyarak, toplumsal düşünce alanında yeni bir çığır açmıştır. İnsan toplumlarının tarihinin, üretim tarzlarının ve farklı tarzlara temel oluşturan mülkiyet biçimleri ve ilişkilerinin bilimsel temellerde kavranışını Marx’a borçlu olduğumuz açıktır. Bu büyük düşünür ve devrimci insan, Elyazmaları’ndan başlamak üzere diyalektik ve tarihsel materyalist dünya görüşünü geliştirmeye koyulmuştur. Toplumsal dönüşüm ihtiyacı Marksizm sayesinde teorisyenler arasındaki kalem dövüşü olmaktan çıkmış ve böylece kapitalizme karşı mücadele soyut düşünce alanından eylem alanına taşınabilmiştir. Marx’ın belirttiği gibi, özel mülkiyet kavramını düşünce dünyasında kaldırmak için komünizm kavramını benimsemek yeter. Oysa özel mülkiyetin fiilen kaldırılışı gerçek bir komünist eylemi gerektirir. İşçi sınıfının dünden bugüne uzanan örgütlü devrimci mücadelesi ve özellikle Ekim Devrimi örneğinde yaşanan özel mülkiyetin tasfiyesi deneyi, bu komünist eylemi somutlayan tarihsel halkalardır. Elyazmaları’nda Marx’ın değindiği son derece önemli hususlardan bir diğeri de, kapitalizme egemen olan üretim ilişkilerinin insan toplumunu nasıl bir tükeniş noktasına sürüklediğidir. Meta üretiminin genelleşmesi ve kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişip yayılması sonucunda, gerçekten de Marx’ın yıllar öncesinden büyük bir derinlikle çözümlediği gibi, insanlar arasındaki ilişkilerin yerini nesneler arasındaki ilişkiler almıştır. Her türlü aracılığa soyunan para zenginleştikçe, insan insan olarak o kadar yoksullaşmıştır. Bu çarpıcı analizleriyle yıllar öncesinden bugünün dünyasını tasvir eden Marx, insanı insanlıktan uzaklaştıran iktisadi ve toplumsal ilişkileri yaratan kapitalizmin, diğer yandan kendi tarihsel hareketi içinde nesnel olarak ve kaçınılmazlıkla kendi tükeniş koşullarını da hazırlamakta olduğunu ortaya koymuştur. Böylece Marx, ütopyacı, kaba ve reformist sosyalizm anlayışlarıyla hesaplaşarak bilimsel sosyalizm anlayışının temellerini atmıştır. Marksizm, kapitalizmi sona erdirecek devrimci proletaryayı bu tarihsel eylemi için düşünsel bakımdan tam anlamıyla silahlandırmıştır. Marx’ın klasik Alman felsefesiyle hesaplaşmasının sonuçları, 1845 yılının ürünleri olan Kutsal Aile ve Feuerbach Üzerine Tezler adlı çalışmalarında yer alır. Marx tezlerinde, dünyasal gerçekliğin kavranması ve değiştirilmesi için devrimci pratiğin belirleyici bir role sahip bulunduğuna işaret eder. Bu kapsamda ünlü 11. tez, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” der. Engels’e göre bu tezler, “yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge”dir. Gerçekten de Marx bu çalışmayla, tarihin materyalist kavranışına dair görüşlerini genel çerçevesi itibarıyla oluşturmuştur ve böylece genelde materyalizm anlayışını artık insan toplumlarını da içerecek düzeyde geliştirmiştir. Marx’ın bu temelde derinleşen analizleri, Engels’le birlikte kaleme aldıkları ve Alman İdeolojisi adıyla bilinen metinlerde yansımasını bulacaktır. 1845-1846 yıllarında kaleme alınan bu metinler aslında iki ciltlik elyazmasından oluşmaktadır. Ne var ki, Türkçeye çevrilip basılan Alman İdeolojisi bütün metnin ancak birinci cildinin birinci bölümüdür. Bununla birlikte, “Feuerbach, Materyalist ve İdealist Anlayışların Karşıtlığı” başlığını taşıyan bu bölüm aslında tüm metnin en önemli kısmıdır. Bu bölüm, o zamana dek insan toplumlarının tarihinin açıklanmasında kullanılan soyut insanın yerine, kendi geçim araçlarını ve bununla birlikte maddi hayatlarını üreten gerçek insanları ve bu insanlar arasındaki gerçek toplumsal ilişkileri, buna kaynaklık eden maddi temelleri koymuştur. Buradan hareketle anlaşıldığı üzere, devrimci sınıfın ve devrimci fikirlerin de, kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesini ve büyük ölçekli sanayide çok yüksek bir işbölümü düzeyine ulaşılmasını gerektiren nesnel bir temeli vardır. Marx ve Engels’in yürüttüğü çalışmalar, o güne dek dünyayı baş aşağı edilmiş görüntülerden hareketle yorumlayan idealist felsefenin hesabını görmüştür. Bu sayede, toplumsal pratiğin doğru şekilde kavranmasına, bilimin genel anlayışına kaynak teşkil eden ve bilimsel sosyalizmin de teorik temelini oluşturan bir dünya görüşüne varılabilmiştir. Tarihsel materyalizm anlayışının doğum belgesi olarak değerlendirilen Alman İdeolojisi, yazarlarının sağlığında basılı hale gelmeyen ve yeniden gözden geçirilmeyen elyazmaları olarak kalmıştır. Her ne kadar Marx ve Engels, bu elyazmalarını farelerin kemirici eleştirisine terk ettiklerini söylemiş olsalar da, bu metinlerde geliştirilen fikirler ilerleyen yıllar içinde Marksist külliyatın çok önemli bir yapıtaşını oluşturmuştur.

Tarihin materyalist-diyalektik kavranışı

Rosa Luxemburg, Marx’ın en değerli öğretisinin tarihin materyalist-diyalektik kavrayışı olduğunu belirtir. Marx’ın gelecek kuşaklara, “yepyeni bir dünyaya göz atmamıza imkân veren, bağımsız etkinliğe sonsuz bir perspektif açan, önceden keşfedilmemiş alanlara cesaretle uçma isteğimizi kanatlandıran bir araştırma yöntemi” armağan etmiş olduğunu söyler. İşte Alman İdeolojisi bu açıdan muazzam bir kaynaktır, tarihin materyalist-diyalektik kavranışının gizlerini gözler önüne serer. Marksist geçinen bazı akademisyenlerin, “bir gençlik ürünüdür” diye bu eseri olumsuzca didikleme merakları bizi ilgilendirmez. Bu onaylanabilecek bir tutum değildir ve genelde bu cinslere özgü bir aydın hastalığıdır. Kuşkusuz, yıllar içinde Marx ve Engels’in insanlık tarihinin sırlarını daha da derinden kavramaya koyulduklarını hesaba katmak gerekir. Buna rağmen, onlar Alman İdeolojisi ile Marksist dünya görüşünün temel unsurlarını yoğun bir öz formunda dokumuş ve gelecek kuşaklara armağan etmişlerdir. Bu önemli eserin, özellikle tarihsel materyalizm konusuna ışık tutan bazı kısımları daha da büyük bir önem taşır. Söz konusu kısımlarda, Marx ve Engels materyalist tarih anlayışının hareket ettiği öncüllere açıklık getirirler. Onlar bu bağlamda gerçek temellerden, yani gerçek bireylerden ve onların maddi varlık koşullarından hareket ettiklerini vurgularlar. Böylece idealistlerin yıllarca tekrarlayıp durdukları ve keyfi temellere, dogmalara dayanan tarih anlayışı aşılabilmiştir, insanlık tarihinin kavranışı bilimsel temellere oturtulabilmiştir. “Biz yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir” diyen Marx ve Engels, tarihin iki yönden incelenebileceğini belirtirler. Buna göre tarih, doğa tarihi ve insanlar tarihi diye ikiye ayrılabilir. Fakat insanlar var oldukça, insanların tarihi ve doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırır. İnsanlık tarihinin ilk koşulu canlı insanın varlığıdır ve bu canlı insanların ilk tarihsel işi kendi geçim araçlarını üretmeye koyulmak olmuştur. Zaten insanları hayvanlardan ayıran ilk iş de, idealist felsefecilerin dediği gibi insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeleridir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, dolaylı olarak kendi maddi yaşam koşullarını da üretirler ve böylece mevcut üretim tarzını belirlemiş olurlar. Bu üretim tarzını, insanların yalnızca fizik varlıklarının yeniden üretim tarzı olarak ele almak doğru değildir. Çünkü bir üretim tarzı, aynı zamanda, bu tarzı yaratan insanların belirli bir eylem tarzını, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Burada kastedilen üretim, ancak tarihte insan nüfusunun çoğalmasıyla ortaya çıkar ve o üretimi gerçekleştiren insanlar arasındaki ilişkileri önvarsayar. Ayrıca bu ilişkiler de bizzat o üretim tarafından koşullandırılırlar. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde bu ilişkiler konusunu açıklarken kullandıkları Almanca kavram (verkehr), çok geniş anlamda ilişkiler kapsamında kullanılmıştır. Ancak ilişkiler kavramı, daha sonra Marx’ın ilerleyen çalışmalarında üretim ilişkileri olarak netleştirilmiştir. Tarihsel ve diyalektik materyalizm, çeşitli uluslar arasındaki ilişkileri yüzeyde görünen sonuç mahiyetindeki olaylara bağlayan idealist tarih anlayışının hurafelerini de yıkmıştır. Aslında bu ilişkiler son tahlilde üretici güçler, işbölümü ve iç ilişkiler bakımından çeşitli ulusların bulundukları gelişim evresine bağlıdır. Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyi, en açık biçimde, işbölümünün ulaştığı gelişme derecesinden anlaşılabilir. Çünkü yeni toprakların tarıma açılması gibi basit nicel değişimlerin dışında, üretici güçlerdeki her gelişme işbölümünde de yeni bir gelişmeye yol açmıştır. Bu bakımdan işbölümünün gelişiminin incelenmesi, insan toplumunun tarihsel gelişiminin kavranması bakımından büyük bir önem taşır. Nitekim Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde tarihsel materyalizmin temellerini döşerlerken bu konuları tarihsel örnekler temelinde incelemeye tâbi tutmuşlardır. Ancak metnin yazımını takip eden yıllar içinde Marx, insan toplumlarının gelişimine ilişkin çalışma, düşünce ve açılımlarını alabildiğine derinleştirmiştir. Bu açıdan, Marx’ın Kapital yazımına kaynak teşkil eden ve muazzam bir çalışma olan Grundrisse (Türkçedeki karşılığı Taslak) özellikle son derece önemlidir. Örneğin işbölümündeki tarihsel gelişimin, farklı mülkiyet biçimlerinin ve komünal mülkiyetin farklı tiplerde çözülmesiyle ortaya çıkan farklı üretim tarzlarının kavranması söz konusu olduğunda, Alman İdeolojisi’ndeki tarih incelemelerini aşan Grundrisse’yi ve Kapital ciltlerini esas almak doğru olur. Günümüzden geriye 2 milyon yılı aşan insanlık tarihi önce doğal işbölümüne sahne olmuştur. Cinse ilişkin davranış farklılığının gelişmesi ve gelişkin avcılığın erkek işi olmasıyla birlikte, vahşet döneminin son aşamasında, komünal toplulukta (kan bağına bağlı klanlar içinde) kadınla erkek arasında doğal işbölümü gerçekleşmiştir. Vahşet dönemi, bilimsel olarak paleolitik diye adlandırılan ve insan yaşamının avcılık ve toplayıcılığa dayandığı yontma taş çağıdır. Kendi içinde alt, orta, üst aşamalara ayrılan bu çağ günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce başlamış ve yine yaklaşık M.Ö. 10.000 civarında son bulmuştur. İlk “işbölümü” kan bağına dayanan klanlar içinde gerçekleştiğinde henüz kadının klanın içinde gizli köle olması söz konusu değildir. Bu durum daha sonra ve çoban kabilelerde ataerkilliğin anaerkilliği ortadan kaldırmasıyla birlikte gerçekleşecektir. Üretim tarzlarının incelenmesi bağlamında konumuzu ilgilendiren doğal işbölümü değildir, toplumsal işbölümüdür. Çünkü insan topluluklarının tarihsel gelişimi bakımından ulaşılan gelişme derecesini, ancak toplumsal işbölümünün ulaştığı düzeyi inceleyerek anlamak mümkündür. İlk toplumsal işbölümü, insanlığın barbarlık diye adlandırılan döneminin orta aşamasında çiftçilik ile çobanlık işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. M.Ö. 10.000-3500 yıllarını kapsadığı tahmin edilen barbarlık dönemi, bilimsel olarak neolitik diye adlandırılan ve insanın tarıma dayalı yerleşik yaşamının başladığı cilalı taş devridir. İkinci toplumsal işbölümü, üst barbarlık aşamasında tarımla zanaatın birbirinden ayrılmasıyla gerçekleşmiştir. Yaklaşık M.Ö. 3500 yılları civarında yazılı tarihe geçilmesiyle ise, insanlığın yazılı tarih öncesi döneminin son halkası olan neolitik çağ da son bulmuş ve artık uygarlık dönemi diye nitelenen dönem başlamıştır. Üçüncü toplumsal işbölümü, insanlığın uygarlık döneminde ticari işin üretici işten ayrılması ve böylece üretimle ilgisi olmayan bir sınıfın, “tüccar”ın ortaya çıkmasıdır. İşbölümünün farklı düzeyleri, farklı mülkiyet biçimlerini ve farklı üretim ilişkilerini de belirler. Marx ve Engels, insan topluluklarının gelişim çizgisi boyunca görülen değişik mülkiyet biçimlerini incelemeye tâbi tutmuşlar ve bu sayede bilimsel tarih çözümlemesinin nasıl olması gerektiğini de örneklemişlerdir. Marx’ın ilerleyen çalışmalarının da ortaya koyacağı üzere, aslında dünya üzerinde değişik coğrafyalara yayılmış insan topluluklarının tarihi gelişimi bakımından iki farklı uygarlık çizgisi mevcuttur. O nedenle de insanlık tarihinin gelişiminde bu farklılığı göz ardı eden genellemeler yapmak doğru değildir. Burada bu konular üzerinde uzun boylu durmamız mümkün olmadığından, geçerken kısaca belirtmek gerekirse, Doğu tipi dediğimiz tarihsel gelişme çizgisinde uygarlık tunç kullanımıyla başlar. Bu uygarlık çizgisinde altta Asyagil köy komünleri (tarım komünleri) üstte despotik devlet yer alır. Asya Tipi Üretim Tarzını somutlayan bu tür toplumlarda toprak üzerinde devlet mülkiyeti egemendir. Batı tipi gelişme çizgisinde ise uygarlık demir kullanımıyla başlar. Toprak üzerinde özel mülkiyete yer veren ve Antik Köleci Üretim Tarzı olarak adlandırılan bu uygarlık antik köleci devlete dayanır; Antik Yunan ve Antik Roma medeniyeti örnekleriyle somutlanır. Uygarlığın bu gelişme çizgisinde, daha Antik toplum öncesinde kenti esas alan bir yerleşim mevcuttur. Kent yurttaşının taşınmaz mallar üzerinde özel mülkiyeti gelişirken, ortaklaşa kullanılan kamusal alanlarda ise komünal mülkiyet geçerlidir. Antik Roma ve Antik Yunan devleti neticede özel mülkiyeti içeren köleci üretim tarzıdır ve o nedenle de antik köleci mülkiyetin bazı araştırmacıların yaptığı gibi “devlet mülkiyeti” olarak tanımlanması yanlıştır. Uygarlığın iki ayrı gelişme çizgisinin bu şekilde ayırt edilmesi, komünal mülkiyetin değişik çözülme biçimlerinin incelenmesi noktasında da büyük bir önem taşır. Kuşkusuz, uygarlık dönemi öncesinde tüm insan topluluklarına egemen olan mülkiyet biçimi komünal (ortaklaşa) mülkiyettir. İşte bu komünal mülkiyet, Batı ve Doğu gelişme çizgileri boyunca farklı tiplerde çözülmüştür. Alman İdeolojisi’nde insanlığın uygarlık dönemindeki gelişmeler bağlamında, komünal mülkiyetin çözülmesinin farklı tipleri ele alınmıştır. Fakat özellikle belirtmek gerekir ki, burada Marx ve Engels konuyu, esasen uygarlığın Batı tipi gelişme çizgisinin taşıdığı özellikler çerçevesinde işlemişlerdir. Ancak Marx, Grundrisse çalışmasında tarihin materyalist kavranışını çok daha ileri bir noktaya taşımıştır. Böylece, insanlığın uygarlık döneminin özelliklerini Doğu ve Batı gelişme çizgileri arasındaki temel farklılıkları hesaba katarak kavramak da mümkün hale gelmiştir. O nedenle, bu konuyu Alman İdeolojisi’ndeki açılımların ötesine geçerek Marx’ın daha sonra ulaştığı ileri noktadan hareketle vurgulamak doğru olacaktır. Buna göre, komünal mülkiyet Asyatik, Antik ve Cermenik diye adlandırılan üç farklı tipte çözülmüştür. Eski Yunan ve Roma medeniyetlerini kapsayan Antikçağ kentten hareketle gelişmiştir. Komünal mülkiyetin Cermenik denen çözülme tipi ise, özellikle askeri örgütlenmede feodalitenin köklerini içermiş ve kırı öne geçirmiştir. Zaten Roma İmparatorluğu’nun barbar halkların fetihleriyle parçalanmasının ürünü olan Avrupa’nın Ortaçağı da (feodalizm) kırdan hareketle gelişmiştir. Marx ve Engels’in belirtiği üzere, gerileme halindeki Roma İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında barbar halkların akınları bir zamanların parlak kentlerini yıkmış ve yerine kırı geçirmiştir. Barbar halkların fetihleri bir yığın üretici gücü tahrip etmiş ve o dönem tarım gerilemiştir. Sanayi de pazar yokluğundan dolayı gerilemeye uğramış, ticaret uykuya yatmış, kırsal ve kentsel nüfus azalmıştır. Roma topraklarına yönelik Cermenik fethin bu koşullarca belirlenen örgütleniş tarzı ve Cermenlerin askeri örgütlenişlerinin etkisi altında toprakta feodal mülkiyet ortaya çıkmıştır. Burada geçerken çok önemli bir hususun altını çizelim. Kent medeniyetini yaratan Antik mülkiyet tarzı, özel mülkiyetin ve dolayısıyla sivil toplumun gelişmesine fırsat veren bir içsel özelliğe sahiptir. Ancak, Roma İmparatorluğu’nu yıkan barbar Cermenlerin komünal örgütlenişleri de Asyatik komünlerden tamamen farklıdır ve kendi içinde özel mülkiyet ve dolayısıyla sivil toplum ögelerini içerir. Şunu da belirtmek gerekir ki, kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesinde var olabilir. Toprak üzerindeki feodal mülkiyet, toprak sahiplerinin serfleştirilmiş küçük köylüler karşısındaki ortaklaşa egemenliğini yansıtır. Bu yapı, hiyerarşik bir korumacılık sistemini ve buna eşlik eden silahlı yükümlülükleri doğurmuş, soyluları serfler üzerinde bu yolla egemen kılmıştır. Toprak mülkiyetinin bu feodal yapısına kentlerde ise lonca mülkiyeti, yani elzanaatlarının feodal örgütlenmesi eşlik etmiştir. Zamanla, daha geniş coğrafyaların feodal mülkiyet temelinde feodal krallıklar halinde birleşmesi hem toprak soylularının hem de kentlerin korunması açısından bir ihtiyaç haline gelmiş ve böylece feodal beylikleri birleştiren krallıklar ortaya çıkmıştır. Belirtmek gerekir ki, feodal krallıklar ve feodalizm diye adlandırılan üretim tarzı esasen Avrupa’ya özgüdür. Doğu’da ise, Avrupa’nın Ortaçağı olarak adlandırılan dönemi de içermek üzere, uzun yıllar boyunca Asya Tipi Üretim Tarzı ve bu üretim tarzına özgü sınıflı toplum üzerinde yükselen despotik devlet egemen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu bu durumu somutlayan en gelişkin örneklerden biridir. Osmanlı İmparatorluğu, çözülme dönemi de dahil feodal bir toplum yapısına evrilmemiştir. Osmanlı’nın Asyatik toplum yapısını son tahlilde çözen kendi iç dinamiği değil, Batı’daki kapitalist gelişmenin yarattığı dışsal etken olmuştur. Zaten kapitalist gelişme, Avrupa’da feodal toplumun içinde gelişen yeni üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin sonucudur. Asyatik toplum yapısına sahip ülkelerde ise kapitalizm bir iç gelişme unsuru olarak değil, bir ithal malı olarak dışardan girip yayılmıştır. Materyalist tarih anlayışının bir diğer önemli yönü, toplumsal varlıkla toplumsal bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyi doğru temellerde kavramasıdır. Toplumsal ve siyasal ilişkilerin nesnel bir temeli vardır. Verili bir üretim tarzına göre üretim faaliyetinde bulunan ve buna denk düşen üretim ilişkileri içine giren insanlar, buradan kaynaklanan toplumsal ve siyasal ilişkiler de üretirler. Tarihsel materyalist anlayışın özlü bir ifadesi olarak, yaşamı belirleyen bilinç değildir ama bilinci belirleyen yaşamdır. Bilinç hiçbir zaman insanın varlığından başka bir şey olamaz ve insanların varlığı da aslında onların gerçek yaşam süreçleridir. Tarihin bu bilimsel temellerde kavranışı sayesinde insanların gerçek kurtuluşunun koşullarını aydınlatmak da mümkün hale gelmiştir. İnsanlığın kurtuluş koşullarını bir takım ahlâki ve felsefi kategorilerde arayan idealist felsefecilere, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde verdikleri yanıt çarpıcıdır. Şöyle ki, insanlığın kurtuluşu bir zihin işi değildir, üretici güçlerdeki gelişmenin ürünü olarak olgunlaşan tarihsel (nesnel) koşullar bunu olanaklı hale getirecektir. O halde, pratik materyalist (komünist) için sorun, verili duruma hücum etmek ve mevcut dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmektir. Alman İdeolojisi’nde toplumsal faaliyetin esas yönleri de sıralanır. Bunlar, geçim araçlarının üretimi, buradan türeyen yeni gereksinmelerin üretimi, insanların üremesi ve buna bağlı olarak toplumsal haberleşme aracı olan dilin ve bilincin gelişmesidir. İnsan toplulukları verili üretim araçlarıyla belirli bir elbirliği tarzı çerçevesinde üretimde bulunurlar ve bu elbirliği tarzının kendisi de bir üretici güçtür. Tarihin ilerleyişi içinde gelişen işbölümü, kafa eylemiyle maddi eylemi, üretimden yararlanma ile üretici çalışmayı ayrıştırıp toplumda değişik bireylere dağıtmıştır. Üretici güçler üzerindeki mülkiyet hakkını elde edenler, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisine de sahip olmuşlardır. Burada Marx ve Engels’in işaret ettikleri önemli hususları özenle kavramak siyasal mücadele açısından büyük önem taşır. Şöyle ki, işbölümü ve özel mülkiyet tarihsel bakımdan özdeş deyimlerdir. Birincisinde faaliyete göre anlatılan şey, ikincisinde bu faaliyetin ürününe göre dile getirilmektedir. İşbölümü tek tek bireylerle bütün bireylerin kolektif çıkarları arasındaki çelişkiyi de içerir. İşte bu çelişki, kolektif çıkarı devlet sıfatıyla bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. Bu kolektif denilen çıkar ise, işbölümü tarafından koşullandırılan ve böylece farklılaşan sınıflar temelinde, diğerleri üzerinde egemen olan sınıfın çıkarlarıdır. Zaten devlet içindeki bütün mücadeleler de, çeşitli sınıflar arasındaki gerçek çelişki, çatışma ve mücadelelerin büründükleri siyasal biçimlerden başka şey değildir. Alman İdeolojisi’nde vurgulandığı üzere, devlet, egemen sınıf bireylerinin kendi ortak çıkarlarını onun aracılığıyla üstün kıldıkları bir biçimdir. Bu durumun ifadesi olarak, bütün kamusal kurumlar devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar. Yine aynı yerde Marx ve Engels, sivil toplumun ise, toplumu oluşturan bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucakladığını belirtir. Tarihi, üstün kişiliklerle ve üstte cereyan eden büyük siyasal olaylarla sınırlayan idealist tarih anlayışının tersine, materyalist tarih anlayışı sivil toplumu bütün tarihin gerçek ocağı, gerçek sahnesi kabul eder. Sivil toplum kavramı, devletin ve üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenmeyi belirtir. Fakat insanı “devletin kulu” kılan Asyatik yapılarda altta sivil toplum diye bir gelişmenin yaşanmadığını da önemle vurgulamak gerekir. Sivil toplum olgusu özel mülkiyete dayanan ve bu nedenle insanı topluluğun bir üyesi, giderek yurttaş kabul eden Batı tipi gelişme çizgisine özgüdür. Bu kavram, 18. yüzyılda Avrupa’da mülkiyet ilişkileri ilkçağ ve ortaçağ ortaklığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıkmıştır ve sivil toplum da esasen ancak burjuvazi ile gelişmiştir. Alman İdeolojisi, üreticilerin kendi emeklerinin ürününe yabancılaşmaları sorununa da değinir. Açık ki, sınıflı toplumların gelişimi içinde özellikle kapitalist toplum, üretici insanla onun emeği arasında derin bir yarılma, yabancılaşma yaratmıştır. Toplumsal güç, yani işbölümünün koşullandırdığı ve çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici güç bu bireylere kendi birleşik öz güçleri gibi görünmez. Tersine, bu güç bu bireylere kendilerinin dışında yer alan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmedikleri, bu yüzden de artık hükmedemedikleri yabancı bir güç gibi görünür. Kendi emeğine, emeğinin ürününe ve diğer insanlara yabancılaşan insan, gerçekte kendine ve kendi doğasına da yabancılaşarak, kapitalizm altında durmadan genişleyen bir yabancılaşma küresinde yaşar. Kapitalizm işçi sınıfını, emeğiyle ürettiği dünyanın efendisi olacak yerde onun kölesi durumuna düşürür. İşte bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılabilmesi akademik ve felsefi tartışmaların değil, devrimci siyasal mücadelenin konusudur. İşçi sınıfı kendini toplumun egemen sınıfı konumuna yükseltmedikçe, söz konusu yabancılaşma koşullarına son veremez. Uygarlık tarihi boyunca çeşitli sınıflar kendi öz çıkarlarını toplumun ortak çıkarı diye dayatmak üzere siyasal iktidarı ele geçirme zorunluluğuyla yüz yüze gelmişlerdir. Ve öyle de yapmışlardır. Bu toplumsal kural işçi sınıfı için de geçerlidir. O da tarihsel ilerleyiş içinde sıra kendine geldiğinde, başlangıçta siyasal iktidarı fethetmek zorunda kalacaktır. Ancak bunu başardığında, geçmişteki tarihsel örneklere benzemeyen muazzam bir değişim yaratacaktır. İşçi iktidarı ve aynı gerçekliğin bir başka ifadesi olmak üzere işçi devleti, daha baştan sönmeye yüz tutan farklı niteliğiyle sınıflı toplumların ve sınıflı toplumlara özgü olguların sonunu getirecektir. İşçilerin iktidarının kurulup sönümlenme süreci, dünyada özel mülkiyetin de, devletin de, ulusal sınırların da, insanlığın farklı milliyetlere bölünmüşlüğünün de, cins ayrımcılığının da, siyasal iktidarın da, siyasetin de bitiş süreci olacaktır. Ve zaten ancak bu yolla insanlık için yabancılaşma ve zorunluluk dönemi son bulacak ve gerçek özgürlük döneminin kapıları açılacaktır. Komünizm olmadan insanın özgürleşmesi mümkün değildir. Kişisel özgürlük, ancak her bireyin kendi yetilerini istediği doğrultuda geliştirmesine fırsat veren ortaklaşmacı toplumda (komünizmde) mümkün olabilir. Komünist toplumun kendi temelleri üzerinde gelişimiyle birlikte çalışma bir zorunluluk olmaktan çıkacak ve herkes hoşuna giden bir faaliyet alanında kendini geliştirebilecektir. İnsanlığın bu yola koyulabilmesi için önce kuşkusuz kapitalist toplumu sona erdirecek ve ancak işçi sınıfı tarafından başarılabilecek bir toplumsal devrim gereklidir. Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil, devrimdir. İşte tarihsel materyalizm anlayışı, toplumsal yaşamdaki iyileştirme ve dönüşümleri seçkin düşünürlerin ürettiği ahlâki kategorilerde arayan idealist felsefenin yetersizliğini gözler önüne sermiştir. Marksist dünya görüşü devrimlerin nesnel temelini açıklığa kavuşturmuştur. İnsanlık tarihindeki bütün toplumsal çatışmaların kökeni, son tahlilde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Bir tarihsel dönem boyunca geçerli olan toplumsal düzen, artık üretici güçlerin verili üretim ilişkilerinin kabına sığamaması durumunda temellerinden sarsılmaya başlar. Bu durum en çok da kapitalist üretim tarzı için geçerlidir. Toplumsal devrimin maddi yaşamda fiilen olgunlaşan koşulları, zamanla ezilen ve sömürülen sınıfın bilincinde de yansımasını bulur. Ancak toplumsal yaşamın altüst olmaya başladığı devrimci dönemler dışında, normalde egemen sınıfın düşünceleri topluma egemen olan düşüncelerdir. Ve egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadelerinden başka bir şey değildirler. Toplumun maddi egemen gücü olan egemen sınıf aynı zamanda egemen ideolojik ve manevi güçtür. Tarihsel materyalizm anlayışı diyalektik temeller üzerinde yükselir. Marksist dünya görüşü, üretici güçler ve maddi üretim ilişkilerinin oluşturduğu sosyo-ekonomik temel (altyapı) ile devlet, siyaset, partiler, ideolojiler, fikirler alanı olan üstyapı arasındaki karşılıklı (diyalektik) ilişkiyi açıklar. Bunun bir ifadesi olarak, ortam ve koşullar insanları oluşturduğu gibi, insanlar da ortam ve koşulları oluştururlar. Fakat kuşkusuz son tahlilde belirleyici olan maddi temellerdir, yani nesnel koşullardır. Alman İdeolojisi’nde vurgulandığı üzere, şayet maddi temeller hazır değilse, devrim fikrinin ifade edilmiş olması pratik gelişme için henüz bir anlam taşımaz. Bir başka deyişle, eğer devrimin nesnel koşulları olgunlaşmamışsa, toplumsal düzeni altüst edecek devrim fikrinin binlerce kez dile getirilmesi bile eski düzeni yıkmaya yetmez. Ne var ki, nesnel koşullar olgunlaştığında da devrimin öznel koşulları, yani ezilen sömürülen sınıfın örgütlenme ve bilinç düzeyi tarihin gidişatını belirleyecek bir önem kazanır. Devrim sorununu proletaryanın tarihsel misyonu açısından ele aldığımızda belirtmek gerekir ki, toplumsal devrim yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için değil, komünist bilincin kitleselleşmesi, işçi sınıfına kapitalizmin bulaştırdığı pisliklerin süpürülmesi ve toplumun yeni temeller üzerinde kurulmaya elverişli hale getirilmesi için de zorunludur. İşçi sınıfını iktidara getirmekle kalmayıp, kapitalizmi dünya üzerinden tasfiye ederek sınıfsız topluma ilerleyecek bir devrim ancak bir dünya devrimi olabilir. Bu dünya devrimi, çeşitli ülkeler proleterlerinin, birbiriyle diyalektik etkileşim içindeki zincirleme devrimlerle dünya ölçeğinde egemen olabilmelerini anlatır. Böyle bir durum, dünya işçilerinin üretici güçleri, insanı, doğayı, teknolojiyi kapitalizmin prangalarından kurtararak özgürleştirmesini ve böylece sınıfsız toplumun yaşanmasını mümkün kılacak ölçek ve nitelikte bir gelişim sağlanmasını ifade eder. Şurası açık ki, tek tek ülkelerde birbirinden kopuk ve yalıtık devrimlerle sosyalizme geçmek bir yana, tek bir ülkede gerçekleşen bir devrimin ürünü olan bir işçi iktidarının korunması da mümkün değildir. İşçi iktidarları dünya devrimi zincirinin yeni halkalarıyla desteklenmedikçe, Alman İdeolojisi’ndeki o son derece isabetli tespitte ifade edildiği üzere, gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür. Söz konusu koşullar gerçekleşmemişse, “komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilir ve dünya üzerindeki değişimlerin her yayılması bu yerel komünizmi ortadan kaldırır”. Görülüyor ki, Alman İdeolojisi son derece isabetli tarihsel öngörüleriyle 20. yüzyılda yaşanan devrim deneyimlerinin akıbetine işaret ediyor. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının yalnız kalması neticesinde başına gelenler, özetle işçi sovyetleri düzeninin Lenin’in ölümünü takiben içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimle yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin despotik-bürokratik bir rejime dönüşmesi bu öngörülerin doğruluğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunuyor. Marksizmin ve onun insanlık tarihini kavrayışının üstünlüğü işte buradan da belli!

28 Şubat 2013
Felsefe
Share

Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler /II

marx_engels2.jpg

Marx, Engels’le birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’nden sonra da tarihsel materyalizme ilişkin çalışmalarını derinleştirerek sürdürmüştür. Onun bu kapsamda öne çıkan ve büyük önem taşıyan çözümlemeleri, Engels’in deyişiyle, sadece iktisat için değil bütün toplum ve tarih bilimleri için devrim yaratan bir keşif niteliğindedir. İnsanların kendi varlıklarının toplumsal üretimi esnasında, kaçınılmaz olarak, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurduklarını vurgular Marx. Üretim ilişkileri diye nitelediğimiz bu ilişkiler, maddi üretici güçlerin belirli bir gelişme derecesine tekabül ederler. Marx’ın, Katkı’ya (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı) yazdığı 1859 tarihli Önsöz’de yer alan ünlü satırları tarihsel materyalizm anlayışını eşsiz biçimde açıklığa kavuşturur: “Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukukî ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. … “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir (ve) burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.” Aslında Önsöz’ün yazımından yıllar önce, daha 1848 yılında Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun ilk bölümünde de tarihsel materyalizm anlayışı çarpıcı biçimde ifadesini bulmuştur: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” Marksizmin ortaya koyduğu bu tarih anlayışı sayesinde, artık toplumsal tarihin analizini bilimsel bir temelde, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin belirlenmesi temelinde yürütmek mümkün hale gelmiştir. Büyük yankıları olan bu tarih anlayışı, yeni materyalist dünya görüşünün teorik önkoşuludur. Bu sayede mantık yöntemi için de bilimsel bir hareket noktası elde edilmiştir. Engels, Hegel’in mantığından bilimsel yöntem için gerekli çekirdeği çıkarma ve böylece diyalektik yöntemi idealist örtülerinden arındırarak bilimsel niteliğe kavuşturma işini başarabilecek tek insanın Marx olduğunu belirtir. Marx’ın insanlık bilimine muazzam katkısı yalnızca tarihsel materyalizm anlayışından ibaret kalmamış, bu büyük deha aynı zamanda insanlık tarihini bilimsel temellerde kavramayı mümkün kılan yöntemi de geliştirmiştir.

İlerlemeler dönemi

İnsanlık tarihinin kavranışında sağlanan bu büyük sıçrama momenti öncesinde, doğa bilimlerinde (fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji) kaydedilen ilerlemeler süreci yer alır. Doğa bilimlerinin temelleri İskenderiye döneminde Antik Yunan’da atılmaya başlanmış ve bu temeller, Avrupa karanlık ortaçağını yaşarken bilimde ilerlemeler kaydeden Araplar tarafından daha da geliştirilmiştir. Ancak doğa bilimlerinin modern gelişimi, 15. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyıla ilerleyen süreçte pek çok alanda gerçekleştirilen muazzam keşif, icat ve bilgi üretimi neticesinde olmuştur. Doğa bilimlerinde sıçramalar kaydedilmesini sağlayan süreç ilerlerken, 19. yüzyılda tarih anlayışında da çığır açacak bir toplumsal değişim ve hareketlenme dönemi yaşanmıştır. Örnekse, 1831’de Fransa’da Lyon’da ilk işçi ayaklanması gerçekleşmiş, 1838’den 1842’ye doğru ise İngiltere’de ilk ulusal işçi hareketi olan Çartist hareket yükselmiştir. İşçi hareketindeki bu uyanışın yanı sıra, Avrupa’da büyük sanayideki gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfı hem nitelik hem nicelik bakımından bir hayli yol almıştır. Bunun sonucunda, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi Avrupa’nın ileri ülkelerinde artık siyaset sahnesinde ete kemiğe bürünmüş bir belirginlikle yer almaya başlamıştır. Bu gelişmenin sonuçlarından biri de, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında çıkar birliği safsataları yayan eski anlayışların inandırıcılıklarını yitirmesi ve bilimsel bir tarih anlayışının biçimlenmeye başlamasıdır. Bu çağda hemen her alanda peş peşe yaşanan gelişmeler, geçmiş dönemlerin idealist tarih anlayışına darbe üstüne darbe indirmiştir. Aslında geçmiş tarihin bir sınıflar mücadelesi tarihi olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece idealizm son sığınağı olan tarih anlayışından da kovulabilmiş ve tarihin materyalist tarzda kavranması mümkün hale gelmiştir. Benzer bir gelişme sosyalizm anlayışı alanında da kaydedilmiştir. Sosyalizmi bazı parlak düşünürlerin kafasından fırlamış bir ideal olarak değil, burjuvazi ile proletaryanın kaçınılmaz mücadelesinin zorunlu ürünü olarak kavrayabilmenin bilimsel temeli ortaya konmuştur. Bu bilimsel temelin atılması, onca yıldır önde gelen bazı burjuva iktisatçıların etrafında dolanıp durdukları artı-değer probleminin çözülmesi sayesindedir. Kapitalistlerin işçinin ödenmemiş emeğinin ürününe sahip çıkmaları, kapitalist üretim tarzının ve işçinin bu düzenden kaynaklanan sömürülmesinin temel biçimidir. Burjuva iktisatçıların iddialarının aksine, artı-değerin kaynağı işsiz nüfus ve piyasadaki kıyasıya rekabet nedeniyle kapitalistlerin işçi ücretlerini alabildiğine düşürmesi değildir. Kapitalistler işçinin işgücünü pazarda meta olarak sahip olduğu değerin üzerinde bir fiyatla satın aldıklarında bile, bu işgücünün yarattığı toplam ürün-değer içinde ödenmemiş emek vardır. O nedenle de kapitalistler işçilerin üretimi neticesinde, bu üretim için satın aldıkları işgücüne ödediklerinden daha fazla bir değer elde ederler. İşte bu artı-değer, son çözümlemede, varlıklı sınıfların elinde biriken ve durmadan büyüyen sermaye yığınının da kaynağıdır. Artı-değer probleminin bu şekilde çözülmesiyle, kapitalist üretimin sırrı ifşa olduğu gibi, sermaye birikiminin özü de açıklanmış olmaktadır. Engels, tarihsel materyalizmin ortaya konmasının yanı sıra, kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracılığıyla açıklanmasını da Marx’a borçlu olduğumuz gerçeğinin altını çizer. Marx sayesinde sosyalizm, ilerleyen yıllarda çeşitli ayrıntılarıyla üzerinde durulacak, çalışılacak bir bilim durumuna gelebilmiş ve işçi sınıfının mücadele pratiği sayesinde daha da geliştirilebilmiştir.

Yöntem sorunu

Marx’ın kapitalist toplumun analizinde uyguladığı yöntem sorunu başlı başına büyük önem taşıyan bir konudur ve bu nedenle yıllar içinde çeşitli Marksist yazarlarca üzerinde durulmuştur. Fakat bu konuda başvurulması gereken en sağlıklı kaynak, bizzat Marksizmin kurucularının eserlerinde yer alan değinmelerdir. Bu bağlamda ilk önemli örnek, Marx’ın, Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” kitabını eleştirdiği Felsefenin Sefaleti adlı çalışmasıdır. Marx’ın bu kitabına yazdığı 1884 tarihli önsözde Engels, bu eserin 1846-47 kışında, Marx yeni tarih ve ekonomi görüşünün esas özelliklerini duruluğa kavuşturduğu zaman meydana getirildiğini belirtir. Marx bu önemli çalışması içinde, bilimsel temellerden uzaklaşan ve yavanlaşan burjuva iktisadın yöntemini eleştirir. Bu yöntemin metafizikten ibaret olduğunu Proudhon örneğini ele alarak gözler önüne serer. Genelde iktisatçılar burjuva üretim ilişkilerini, işbölümünü, krediyi, parayı vb. sabit ve değişmez, ölümsüz kategoriler olarak açıklamaya çalışmışlardır. Oysa ekonomik kategoriler birer soyutlama ürünüdür, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleridirler. Asıl önemli olan binbir çelişki ve karşılıklı etkileşim içinde yaşayan canlı gerçeklerdir. Proudhon bu ilişkileri katı ilkeler, kategoriler ve soyut düşünceler olarak ele almış ve bunları kendince bir düzene koyarak sözde bilimsel bir iktisat çalışması olarak sunmuştur. Böylece Hegel’in din, hukuk vs. için yaptığını Proudhon iktisat için yapmaya çalışmıştır. Marx’ın deyişiyle, sentez olmak isterken bileşik bir hatadan ibaret kalan Proudhon, gerçeklere metafizik yöntemle yaklaşan burjuva iktisatçılara önemli bir örnektir. Burjuva iktisatçıların bilim dışı yaklaşımlarının aksine, tarih içinde ekonomik yaşamı hep aynı tarzda belirleyen katı, değişmez, soyut yasalar yoktur. Aslında, farklı tarihsel dönemlerin farklı üretim tarzları ve her birine özgü farklı ekonomik işleyiş yasaları mevcuttur. Gerçek yaşamdaki canlı ilişkiler kavranacak yerde, metafizik yöntemde “mutlak aklın” ürünü olduğu iddia edilen birtakım kategoriler icat edilir ve sonra da bunların hayatı belirlemesi beklenir. Metafizikçiler gerçek olgulardan ne kadar uzaklaşırlarsa, şey’lerin o kadar özüne indikleri yanılsaması içindedirler. Böylece, bilimsel yöntemle bir ilgisi olmayan genellemeler yapar, yaşamı ve gelişmeyi açıklamayan mantık kategorileri icat ederler. Bilimsel yöntem ise gerçekliği canlı hareketi içinde kavramaya çalışır ve hareketin bizzat yaşamda var olan çelişkilerden kaynaklandığı bilgisine dayanır. Diyalektik materyalist düşünce, toplumsal olguları kavramların diyalektiğinin ürettiği anlamına gelecek her türlü bilim dışı yaklaşımla hesaplaşmıştır. Aslında kavram üretimi, gerçekliğin diyalektiğine, dış dünyanın kavranması çabasına tâbi olmalıdır. Marx’ın ortaya koyduğu diyalektik yöntem, Hegelci yöntemden yalnızca farklı olmayıp onun tamamen karşıtıdır. Hegel’e göre düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıdır; gerçek dünya düşüncenin yalnızca dışsal ve görüngüsel biçimidir. Oysa Marksist diyalektik, düşüncenin maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını açıklar. Kuşkusuz Hegel, diyalektiğin genel işleyiş biçimini ilk kez ortaya koyan büyük bir düşünürdür. Ama onun diyalektiği mistik bir kabuğa sarmalanmıştır ve baş aşağı durmaktadır. Diyalektiği ayakları üzerine oturtan ve böylece ona gereken bilimsel içeriği kazandıran Marx olmuştur. Bilimsel diyalektik her toplumsal biçimi de tarihin içindeki hareketliliğiyle kavrar ve bu yüzden toplumsal formların geçici niteliğini hesaba katar. Diyalektik düşünce değişmezliğe, durağanlığa izin vermez, eleştirici ve devrimcidir. İnsanların üretim faaliyeti esnasında yalnızca üretim faktörleriyle değil, birbirleriyle de çok yönlü ilişkiler içine girdikleri açıktır. Ne var ki Proudhon gibiler bu üretim ilişkilerinin bizzat o insanlar tarafından üretildiğini anlamak istememişlerdir. Genelde burjuva iktisatçılar üretim ilişkilerini birtakım mantık kategorilerine, bu kategorilerin ifadesi olan kavramlara indirgeme çabası içinde olmuşlardır. Oysa üretim ilişkileri cansız bir mantık kategorisi değildir, yaşayan ve zamanla değişen toplumsal ilişkilerdir. Aslında insanlar yeni üretici güçler edinirlerken kendi üretim tarzlarını da değiştirirler ve bunu yaparlarken verili toplumsal ilişkilerini de değişikliğe uğratırlar. Marx’ın bu gerçekleri vurgularken değindiği üzere, elle işletilen değirmen size derebeyli toplumu verirken; buharla işleyen değirmen size sanayici kapitalistli toplumu verir. Marx’ın gençlik dönemine ait olmasına karşın, Felsefenin Sefaleti tarihsel materyalizmin temellerinin inşa edildiği ve gerçekliğin kavranması için gereken bilimsel yöntem uygulamasının örneklendiği satırlarla yüklüdür. Tarihsel ve diyalektik materyalizm sayesinde, insan toplumlarının değişen üretim ve yaşam tarzlarının sırlarını ve toplumsal değişimin yasalarını öğreniriz. Şöyle ki, üretici güçlerin içinde devamlı bir gelişip büyüme hareketi, toplumsal ilişkilerde devamlı bir yıkılıp yok olma hareketi, düşüncelerde devamlı bir doğuş ve teşekkül hareketi mevcuttur ve değişmeyen tek şey ise bizzat hareketin kendisidir. İnsan toplulukları toplumsal ilişkilerini verili maddi üretkenlik düzeyine göre kurarlarken, bu toplumsal ilişkilerine denk düşen ilkeler, düşünceler ve kategoriler de üretirler. O nedenle bu ilke, düşünce ve kategoriler ölümsüz değildirler, ifadesi oldukları toplumsal ilişkiler gibi tarihsel açıdan geçici ve ölümlüdürler. Marx’ın çeşitli örnekler temelinde belirttiği gibi, şayet Hegel büyük bir diyalektik ustasıysa, Proudhon gibiler onun çok kötü birer kopyasıdırlar. Proudhon, Hegel’in diyalektiğini ekonomi politiğe uygulama adına onu kendi düzeyine düşürmüştür. Ekonomik kategorileri, tipik bir küçük-burjuvanın kavrayışında olduğu şekilde birbirinden kopuk “iyi” ve “kötü” yanlara indirgemiştir. Bunun doğal bir uzantısı olarak Proudhon ve onun gibilerin kapitalizm karşıtlığı da, bu düzenin yalnızca bazı “kötü” yanlarının tasfiye edilmesi talebinden ibarettir. Kapitalizm yerinde duracak, ama örneğin tekellerin kötü yanını vergilerden oluşan iyi yan tedavi edecektir! Böylece geçmişte Proudhon ve günümüzde ise onun benzeri iktisatçılar, aslında kapitalizme radikal biçimde karşı çıkamayan ama biraz da ondan şikâyet eden kendi ruh hallerini sergilemiş olmaktadırlar. Gerçek şudur ki, çelişik iki yan aynı bütünlük içinde var olurlar ve zaten diyalektik hareketi meydana getiren de bu durumdur. O nedenle, kötü yanı tasfiye ederek bir bütünlüğü korumak mümkün değildir. Aslında bir sentezin çelişik yönlerinden birini ortadan kaldırmak demek, diyalektik hareketi kısadevreye uğratmak demektir, dolayısıyla bütünlüğü parçalamak anlamına gelir. Örneğin, kapitalist zenginliğin üretildiği ilişkiler içinde aynı zamanda derinleşen bir yoksulluk da üretilir. Kapitalizm aynı bütünlüğün içinde bir uçta giderek semiren bir burjuvazi yaratırken, diğer uçta ise sömürülen ve baskı altına alınan fakat aynı zamanda da büyüyen bir işçi sınıfı yaratır. Sonuç olarak, günümüzde kimi burjuva ideologların da ileri sürdükleri gibi, kapitalizmin kötücül sonuçlarını ortadan kaldırarak “iyi” bir burjuvazi, “iyi” bir kapitalizm yaratmak düşüncesi yalnızca safsatadan ibarettir. Çelişkileri içinde yol alan kapitalizm ıslah edilemez, ancak bu çelişkilerin ürünlerinden biri olan büyüyen işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılabilir. Burjuva iktisatçıların metafizik yöntemi kapitalizmi ebedi bir üretim tarzı kabul eder. Sözde bir iktisat bilimi, birtakım değişmez kategorilerin, ideolojik tarih yazımının üzerine oturtulur. Burjuva iktisatçılar bunu yapmakla, koskoca bir insanlık tarihini de iç etmektedirler. Çünkü toplumsal olgulara metafizik yaklaşım, tarihi, kuşaklar boyu onu üretip yaratan ve değiştiren insan toplumlarının tarihi olmaktan da çıkartır. Böylece tarih, üniversitelerde kürsü sahibi “bilimci”lerin “yüksek” akıllarının ürünü olan bir tarih yazımına, birtakım doktrinlere indirgenir. Oysa bilim insanlığın tarihi hareketinin ürünüdür. Bilim, ancak kendisini doğuran tarihî hareketle bilinçli olarak birleştiği ölçüde doktriner olmaktan çıkabilir ve devrimci nitelik kazanabilir. Hatırlanacak olursa, 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğa bilimleri alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Tarih ve felsefeye yanlış yaklaşım devam etse bile, bu ilerlemelerin bir sonucu olarak hiç değilse doğa bilimleri alanında bilimsel bir araştırma yöntemi uygulanmaya başlanmıştır. Bu yöntem, bir bütünlüğün tekil parçalarına bölünmesi, çeşitli doğal süreç ve nesnelerin belirli sınıflara ayrılması, organik cisimlerin içyapılarının anatomik yönlerinin çeşitliliği içinde irdelenmesi gibi unsurları içerir. Fakat Engels’in Anti-Dühring’te belirttiği gibi, bu yöntemin de aksak yönleri vardır. Günümüzde bile akademik kuruluşlara egemen olan bu parçacı araştırma yöntemi, doğal nesne ve süreçleri bütünlükleri içindeki genel bağıntılarından kopartılmış, somut yaşamdaki hareketliliklerinden soyutlanmış, tek başlarına ve durağan ögeler olarak ele alma ve öylece kavrama alışkanlığına yol açmıştır. Diğer yandan, bu yaklaşım Bacon ve Locke gibi ünlü felsefeciler tarafından doğa bilimleri alanından felsefe alanına taşınmış ve düşünce dünyasına egemen olan “akılcı” bir darkafalılığı, metafizik düşünce biçimini yerleştirmiştir. Bir metafizikçi, yaşamın ve olguların içinde var olan çelişkiyi kavramaktan kaçınır. Onun için yaşamın canlı, hareketli ve değişken akışının dışında kendi fanusu içinde yarattığı bir “akılcılık”, bir “kesinlik” gereklidir. O yüzden metafizikçi için bir şey ya vardır ya da yoktur, bir şey aynı zamanda hem kendisi hem de bir başkası olamaz. Metafizik yaklaşımda olumlu ile olumsuz yönler birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç kaskatı bir biçimde birbirlerine karşı gelirler. Fakat buna rağmen bu düşünce biçimi ilk bakışta insanlara çok da mantıklı görünür, çünkü bu düşünce biçimi yıllardır hükmünü sürdüren bir sağduyu gibi topluma nüfuz etmiştir. Oysa yaşam, nesneler, olgular ve süreçler dikkatle incelendiğinde, olumlu ve olumsuz gibi görünen karşıt kutupların çelişkileri içinde bir bütünlük oluşturdukları, keza neden ve sonucun sürekli yer değiştirebildiği kavranacaktır. Diyalektik yöntem bu bilimsel kavrayış üzerinde yükselir ve nesneleri, süreçleri içerdikleri karşıtlıkların zincirleme hareketliliği, doğuşları ve sona erişleri temelinde ele alıp kavrar. Açıktır ki, ele alınan nesne, olgu ve süreçlere yaklaşımı taban tabana zıt olan metafizik ve diyalektik yöntemin o nesne, olgu ve süreçleri kavrayışı ve buradan türeyen kavram anlayışı da tamamen farklı olacaktır. Diyalektik yöntem, gerçekliğe daha da yaklaşma çabası ve kapasitesiyle bilimsel kuşku temelinden hareket eder. Her şeyin değişebileceği bilinciyle görece açıklama ve kavramlar ortaya koyar. Metafizik yöntem ise, gerçeklikten büsbütün uzaklaşan bir “kesin bilme” eğilimi içinde dondurulmuş açıklama ve kavramlar icat eder. Engels’in Anti-Dühring’te eleştirdiği profesör Dühring’in yaklaşımlarında çarpıcı biçimde somutlanan metafizik yöntem, bir nesnenin özelliklerini bizzat nesnenin bilimsel tarzda incelenmesinden hareketle kavramaya yanaşmaz. Bunun yerine, sözde incelemeye tâbi tutulan nesnenin özelliklerini, onun oturtulduğu kategoriler ve kavramlar grubundan tümdengelim yoluyla çıkarsamaya çalışır. Bu kaşarlanmış ve bilim adına üniversite kürsülerine yerleşmiş yöntemde ideolojiyi belirleyen yaşam değildir, yaşamı belirleyen ideolojidir. O nedenle ideolojik yöntem olarak da adlandırılan bu yöntemde kavram nesneyi değil, sanki nesne kavramı kendine örnek almalıdır!

Diyalektik yöntem

Her alanda doğru bir kavrayışa ulaşabilmek için gerçekten de birincil derecede önemli olan sorun yöntem sorunudur. O nedenle, burjuva iktisadın eleştirisi kapsamında çalışmalarını yoğunlaştıran Marx’ın öncelikle üzerinde durduğu konu da yöntem sorunu olmuştur. Nitekim onun 1857 yılında kaleme aldığı ve sağlığında yayınlanmayan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş adlı yazısının bir bölümü tamamen bu soruna ayrılmıştır. Marx’ın bu çalışmalar bağlamında açıklığa kavuşturduğu üzere, burjuva iktisadın sosyal ilişkileri ve sistemleri inceleme yöntemi hatalıdır. Bu hatalı yöntemde, örneğin bir ülkenin ekonomi politiği gibi bir gerçekliğin incelenmesine onun somut görünümlerinden biriyle (örneğin nüfus olgusu) başlanır ve buradan hareketle sonuca varmanın doğru olduğu sanılır. Böylece gerçekliğin derinlerine nüfuz ederek sırlarını çözmek yerine, onun ancak kaos halindeki bir görüntüsü elde edilmiş olunur. Çünkü diyelim nüfus olgusu, onu oluşturan sınıflar hesaba katılmadığında gerçek durumu ve toplumsal ilişkileri yansıtmayan statik bir kavramdan ibarettir. Oysa doğru yöntem, somuttan soyuta ve soyuttan somuta ilerleyerek gerçekliği kavramaya çalışan bilimsel düşünce sürecinin bütünlüğünü içerir. İnceleme süreci, önce somut gerçeklikten alınan ayrıntıların (soyutlamaların) incelenmesiyle ilerler. Sonra bu soyutlamalar neticesinde kavranan detayların birleştirilmesiyle, somut gerçekliğe bir üst düzeyde kavranmış şekilde varılır. Ancak bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, öncelikle somut ve soyut kavramları hakkında doğru bir anlayışa sahip olmak gerekir. Türkçede yanlış bir kavrayıştan hareketle zihinlere yerleştirilenin tam tersine, soyut kavramı aslında çok katmanlı bir bütünlükten soyularak elde edilmiş bir tabaka, bir parça anlamına gelir. Somut kavramı ise, bir noktada birikmiş katmanların tümünü, bütünlüğü anlatır. Marx’ın deyişiyle, somut çok sayıda belirlemelerin sentezi olduğu için, bu yüzden de çeşitli ögelerin birliğini temsil ettiği için somuttur. İşte, düşüncenin dışında var olan dış dünya yani somut aslında gerçek hareket noktasıdır. Bilimsel bir analiz yürütürken, incelenmek istenen gerçek olgunun başlangıçta zihinde her an yaklaşık bir tasavvuru hazır tutulmalıdır. Bu anlamda gerçekliğin ta kendisi olan somut, yaklaşık olarak kavranmış bir şekilde de olsa aslında başlangıç noktasıdır. Ne var ki insan düşüncesi, daha önce belirli düzeyde kavranmış olan bu somuta da ancak belirli soyutlamalar yoluyla varabilmiştir. O nedenle somut, düşünce sürecinin hareket noktası olarak değil de sonucu olarak, neticede ulaşılan bir sentez olarak görünür. Marx’ın açıklığa kavuşturduğu bilimsel yöntemde, tasavvurdaki somut bir olgudan (örneğin sermaye) ayırt edilen soyutlamalar yoluyla (örneğin para ve metaın ayrı ayrı tahlili) ilerlenir. Böylece o somut (örneğimizde sermaye), düşüncede gerçekliğe daha yakın biçimde bir üst basamakta yeniden üretilir. Daha basitten daha karmaşığa yükselen bu düşünce sürecinin seyri, bu ölçüde gerçek tarihsel sürece tekabül eder. Metafizik yöntem gerçekliğin bütünlüğünü yetersiz ve soyut bir belirlemeye indirgerken, diyalektik yöntem soyutlamaları daha üst düzeyde kavranmış gerçekliğe yani somuta varabilmek için bir düşünce yöntemi olarak kullanır. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi (bkz. E. Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine), diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele, somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele, soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır, soyutlanır. Böylece incelemeye tâbi tutulan varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında tek tek ayrıntılı bilgi toplanır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında, önceki evreye oranla çok daha fazla detaylı bilgi elde edilir. Fakat şimdi de parçalara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani bütünleştirmemiz gerekir. İşte bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur. Diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturduğu üzere, doğada ya da sosyal yaşamda daha alt bir biçimi ancak daha yüksek biçimi kavradığımızda daha derinlemesine anlayabiliriz. Konuya anatomiden bir örnek vermek gerekirse, evrim halkalarında daha alt basamaklarda yer alan maymunun anatomisini anlamak, ancak insanın anatomisini anlamak sayesinde mümkün olabilmiştir. Genelde ifade edecek olursak, bir türün daha alt evrim basamaklarında aslında daha yüksek biçimleri müjdeleyen işaretleri, ancak o yüksek biçimi tanıdıktan sonra kavrayabiliriz. Benzer şekilde, burjuva toplumu da insanlık tarihinin ilerleyişi içinde üretimin en gelişmiş ve en çok çeşitlilik arz eden örgütlenme biçimi olmuştur. O nedenle, burjuva toplumda egemen olan ilişkileri kavramamız, ondan önce gelen eski toplum biçimlerinin yapıları ve üretim ilişkileri hakkında bilimsel bir fikir edinmemizi olanaklı kılmıştır. Örnekse, kapitalist ekonominin sırlarının çözülmesi bize antikçağdaki iktisadi düzenin kavranabilmesi için bazı ipuçları vermiştir. Diyelim kapitalist toprak rantını bilmeden, Osmanlı’da köylülerden toprak ürünleri için alınan vergiyi (aşar) anlamak pek mümkün değildir. Kuşkusuz bunlar farklı tarihsel dönemlere ya da düzenlere ait farklı kategorilerdir. Ama gelişmiş ve kıyafet değiştirmiş olan yüksek formda eskinin izlerini bulabilir ve karşılaştırmalı yöntem sayesinde tarihsel gelişmenin nasıl seyrettiğini anlayabiliriz. Yukarda sıralananlardan, yönteme dair bir başka önemli husus da açıklığa kavuşur. Farklı toplumsal düzenlerin özelliklerini kavrayabilmek için, ilkel biçimlerden yüksek biçimlere ilerleyen bir tarihsel sıralanış temelinde inceleme yapmak doğru bir yöntem değildir. Marx bu hususu toprak mülkiyetinden hareketle çarpıcı şekilde örnekler. Şöyle ki, toprak mülkiyetinin egemen olduğu bütün toplum biçimlerinde doğa ile ilişki çok önemlidir ve bir önceliğe sahiptir. Sermayenin egemen olduğu toplumlarda ise üstün olan, tarihsel bir seyir içinde yaratılan toplumsal ögedir. Daha önceki toplumsal düzenlerde kilit sorun toprak mülkiyeti olduğu halde, burjuva toplumunda kilit sorun sermayedir ve sermaye burjuva toplumunun her şeye tahakküm eden iktisadi gücüdür. İktisadi kategorileri incelerken, önce gelişkin olandan işe başlamak ve sonra daha önceki halkaları incelemek ve nihayetinde de bunlar arasındaki karşılıklı ilişkileri kavramaya çalışmak doğru yöntemdir. O halde işe sermayeyi kavrama çabasıyla başlamak gerekir. Marx’ın vurguladığı gibi, sermayenin ne olduğunu bilmeden toprak rantını anlamak mümkün değildir, ama toprak rantı olmadan da sermaye anlaşılabilir. Toplumsal düzenlerde daha yüksek bir basamaktan önce gelen basamaklar, sanki bunlar yüksek basamağın gelişimine ilerleyen aşamalarmış gibi algılanır. Düşünce sürecinde yer alan bu değerlendirme, tarihsel gelişme olarak kabul edilen gerçekliği oluşturur. Fakat kendini derinden kavramak için eleştiri oklarını öncelikle kendine yöneltmeyen bir toplumsal düzen, daha önceki düzenleri de lâyıkıyla kavrayamaz. O nedenle Marx, burjuva ekonomi politiğinin ancak burjuva toplumunun özeleştirisine giriştiğinde, feodal, antik ve doğu toplumlarını anlayabildiğini belirtir. Örneğin eski Romalılarda da sanayi vardır ama kapitalizmde olduğu gibi egemen, bir başka deyişle emeğin sömürüsünün temel biçimi değildir, tersine antik toplumda sanayi tamamen tarıma bağlıdır. Keza sermayeyi salt para biçiminde algılamaz ve genel anlamıyla düşünürsek, Ortaçağda feodal dönemde de bir biçimde sermaye vardır. Ama bu sermaye, geleneksel mesleklerin alet edevatı biçimindedir ve de toprak mülkiyetine bağımlı nitelik taşır. Oysa burjuva toplumunda işler tamamen tersine döner. Tarım giderek sanayinin basit bir kolu haline gelir ve tamamen sermayenin egemenliği altına girer. Marx, ilerleyen yıllar içinde kaleme aldığı çalışmalarıyla yöntem sorununa daha da açıklık getirecek ve bu konudaki bilimsel kavrayışı geliştirecektir. Bu bağlamda Katkı’da yöntem sorununda yer alan açılımlar büyük önem taşır. Nitekim Engels de bu önemli esere yazdığı iki bölümlük tanıtım yazısında (Ağustos 1859) yöntem sorununa değinir. Esasen bununla kastedilen, bilimin nasıl ele alınacağı sorunudur. Marx’ın el atıp aydınlatmaya başladığı döneme kadar, bilim adına aslında metafizik yöntem egemen olmuştur. Hegel diyalektiği de sakattır, çünkü salt fikirden hareket eden idealist bir öz taşımaktadır. Oysa bilim en inatçı gerçeklerden hareket etmek zorundadır. O nedenle Marx’ın yaptığı ilk iş, Hegel’in yöntemini kesin bir eleştiriye tâbi tutmak olmuştur. Bu sayede de Marx, tarihin materyalist tarzda kavranmasını mümkün kılan bilimsel yöntemi ortaya koyabilmiştir. Marx’ın devasa Kapital çözümlemelerine kaynak teşkil eden Grundrisse çalışmasının ne denli önemli olduğu bilinir. Bu çalışma, Marx’ın pek çok karmaşık sorunu aydınlatırken uyguladığı yöntem konusunda özel olarak açıklayıcı bölümler içermez. Ama Marx Grundrisse yazımı esnasında, özelde kapitalist toplumun genelde ise sınıflı toplumların sırlarını ve çelişkilerini açığa çıkartırken, bilimsel yöntemin ne olduğunu ve nasıl uygulanacağını fiilen gözler önüne sermiştir. Grundrisse’den Kapital’lere uzanan çalışmanın ilerleyişi içinde, Marx adeta bir burgu gibi her ulaştığı katmandan daha da derine inmeye çalışan analiz yöntemini uygulamalı biçimde göstermiştir. Grundrisse, çok yönlü gerçekliğin bilimsel soyutlamalar yoluyla analize tâbi tutulması ve neticede yeniden yaşayan somuta ulaşılarak onun üst düzeyde kavranması çabasının bizzat kendisini yansıtır. Kuşkusuz bu bilimsel ve zahmetli yolculuğa eşlik eden dil ve anlatım da haliyle biraz karışıktır. Fakat Marx’ın incelemelerini sonuçlandırdığı çalışmalarının sunulmaya başlandığı Kapital bölümlerinde ise, artık bilimsel yolculuğun araştırma faslı sona ermiş ve sıra sunuş faslına gelmiştir. O nedenle Marx, ulaşmış olduğu teorik açılımları Kapital yazımı safhasında daha rahat ve emin bir dille sıralayacaktır. Bu farklılık, aslında yöntem sorununu aydınlatan bir başka önemli noktaya da işaret eder. Marx, sunuş yönteminin biçim yönünden araştırma yönteminden farklı olması gerektiğini belirtir. Kapital birinci cildin Almanca ikinci baskısına Sonsöz’de dediği gibi, araştırma yöntemi işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağıntılarının esasını bulmalıdır. Araştırma safhasında, yüzeyde görünenlerle temelde yer alanlar arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaşmak esastır. Bu ilişkiler aşağı yukarı keşfedildikten sonra sunuşta ise artık ağırlık temele verilmelidir, temelin sırlarının ne olduğu ve yüzeyde görünenleri nasıl belirlediği üzerinde durulmalıdır. Örnekse Marx, Grundrisse çalışmaları boyunca önce yüzeyde görünen meta ve parayı çeşitli yönleriyle analizden geçirerek temelde yatana yani sermayeye inmiştir. Böylelikle Marx, gerek iktisadi kategorilerin soyut şekilde sınıflandırılmasına gerekse buradan türetilen kavramların tarih sırasıyla incelenmesine karşı olan kendi bilimsel yöntemini uygulama içinde örneklemiş olmaktadır. Grundrisse’den Kapital’lere uzanan muazzam çalışmaları boyunca Marx bir yandan yöntem sorunundaki kavrayışı geliştirirken, diğer yandan ekonomi politik konusundaki çalışma planını da değişikliğe uğratmıştır. Böylece, araştırma yöntemi ile sunum yöntemi arasındaki farklılığı da bizzat örneklemiştir. Araştırma safhasında Marx’ın taslak notları defterleri doldurup taşar ve Grundrisse’deki çalışma planı da bu safhaya göre biçimlenir. Sıra çözümlenen gerçeklerin sunumuna geldiğinde ise, Kapital’lerin yazım planı değişir. Kapital ciltlerinin yazımı Marx tarafından, birincisi “Sermayenin Üretim Süreci”, ikincisi “Sermayenin Dolaşım Süreci”, üçüncüsü “Bir Bütün Olarak Sermaye” olmak üzere, artık temeli yansıtacak şekilde kaleme alınır. Bu uygulama sayesinde araştırma safhasıyla sunum safhası arasındaki farklılık da fiili biçimde ortaya çıkmış olur. Fakat ne yazık ki, daha bu muazzam çalışmaların baskıya yönelik yazımları sona ermeden Marx ölür ve Kapital ciltlerinin baskıya yönelik yazımının tamamlanması işi Marx’ın sadık yoldaşı Engels’e kalır. Engels’in kendi ölümüne dek bu temelde yürüttüğü zahmetli çalışma, komünist yoldaşlık ilişkisinin en yüce örneklerinden biridir. Ve o nedenle de, bu eşsiz yoldaşlık örneği komünist mücadele tarihinde daima hak ettiği yeri alacaktır.

28 Mart 2013
Felsefe
Share

Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler /III

Marx-Engels.jpg

Marx ve Engels’in kapitalizmin eleştirisi temelinde yürüttükleri analizler, sosyalizmin bilimsel tarzda kavranabilmesi bakımından birer temel taşı niteliği taşırlar. Gerek Engels gerek Marx, gençlik dönemlerinden başlayarak felsefe çalışmalarının yanı sıra ekonomi politik konusundaki çalışmalarını da ilerletmeye koyulmuşlardır. Marx’ın giderek yoğunlaşacağı bu çalışmalar, Avrupa’da yükselen 1848 devrimci dalgasının yüklediği siyasi görevler nedeniyle bir süre kesintiye uğrar. Marx ve Engels’in birlikte üstlendikleri siyasal ve örgütsel mücadele, 1847 Haziranında Komünistler Birliği adlı örgütün Engels’in öncülüğünde kuruluşuyla ivme kazanır. Bu çabalar temelinde döşenmeye başlanan devrimci temeller, 1848 yılında yine Marx ve Engels’in ortak eseri olan ve işçi sınıfının devrimci mirası içinde kilit bir role sahip bulunan Komünist Manifesto’da daha gelişkin ve sağlam bir düzeye ulaşır. 1848’de Avrupa’yı bir uçtan diğer uca sarsan siyasal devrimler dönemine, Marx ve Engels’in birlikte ya da ayrı ayrı kaleme aldıkları pek çok makale ve çözümleme eşlik eder. Bunların ve ilerleyen zaman içinde buna eklenecek olan bu tür belgelerin tümü, günümüz siyasal ve örgütsel sorunlarının çözümüne eşsiz biçimde ışık tutan zengin bir kaynaktır.

Ekonomi politik

Engels Anti-Dühring’te, ekonomi politiğin insan toplumunda yaşam araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimi olduğunu belirtir. Ekonomi politik, 17. yüzyıl sonlarında gelişmeye başlamış ve İngiltere’nin kapitalizmde kaydettiği ilerlemenin de bir ürünü olarak 18. yüzyılda o topraklardan yükselen Adam Smith, David Ricardo gibi önde gelen düşünürlerin önemli eserleriyle yol almıştır. Ne var ki Marksizmin genelde Aydınlanma dönemi filozoflarına ve onların yöntemlerine yönelttiği eleştiriler, kapitalist topluma egemen olan iktisadi yasaları keşfetmeye çalışan bu düşünürler için de geçerlidir. Onlar bu yasalara, bir kez bulunduğunda toplumların iktisadi yaşamına ilişkin her şeyi açıklayacak, değişmez ve ölümsüz öğretiler şeklinde yaklaşmışlardır. Oysa bilindiği gibi, tarih boyunca çeşitli toplumlarda üretim tarzları değişikliğe uğramıştır. Buna bağlı olarak, üretim ilişkilerinden bölüşümün biçimine dek toplumsal yaşamı belirleyen pek çok temel faktör de değişmiştir. Hatırlanacağı üzere, çeşitli halk topluluklarının uygarlık tarihi öncesi, toprakta komünal (ortaklaşa) mülkiyetin hüküm sürdüğü köy topluluklarına, aşiret yaşamına dayanır. Bu toplumsal örgütlenme biçiminde, ürünlerin genelde eşitlik temelinde bölüşümü egemendir. Üretilen ürünlerin komünal topluluğun üyeleri arasında belirgin biçimde eşitsiz bölüşümü başladığında, bu değişim zaten komünal topluluğun dağılmaya başladığının da göstergesi olmuştur. Üretimin komün içi bölüşümünde farklılıkların ortaya çıkması, giderek bu topluluklar içinde sınıf farklılaşmasının doğmasını da getirmiştir. Böylece insan toplumu, sömürenlerle sömürülenler, bunun yansıması olarak egemen sınıfla egemenlik altına alınan sınıf şeklinde bir ayrışmaya uğramıştır. Bu noktadan sonra insanlık tarihi sınıflı toplumların tarihi olarak, çeşitli üretim tarzlarının doğuşuna, yükselişine, gerileyişine, çöküşüne ve yıkılışına sahne olmuştur.    Marksizm, tüm bu insanlık tarihi boyunca görülen farklı üretim tarzlarının farklı yasalarını keşfetmeye çalıştığı kadar, bunların karşılaştırılmasıyla kavranabilen bazı sonuçları da çıkarsamaya çalışmıştır. Örneğin Engels’in belirttiği üzere, bir üretim tarzı ne denli hareketli, gelişime ve evrime yatkınsa o üretim tarzının uzantısı olan bölüşüm ilişkileri de bu verili tarza o denli daha kısa bir tarihsel dönemde başkaldırmaya başlar. Tarihsel gelişme içinde bu yasayı kanıtlayacak en somut örnek, asya tipi üretim tarzının egemen olduğu eski Doğu toplumları ile kapitalist üretim tarzının karşılaştırılmasıdır. Eski Doğu toplumları başka coğrafyalarda gelişmeye başlayan kapitalizmin dışsal etkisi nedeniyle çözülmeden önce, varlıklarını aynı asya tipi üretim tarzı temelinde değişmeden asırlarca sürdürebilmişlerdir. Oysa birkaç yüzyıllık geçmişe sahip bulunan kapitalizm ve özellikle de büyük sanayi temelinde dünyaya egemen olan modern kapitalizm, çok kısa bir tarihsel dönem içinde sarsıcı bunalımlarla yüz yüze gelmiştir. Günümüzde ise kapitalist sistem, dünyanın tümünde kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin dayanılmaz hale gelen eşitsizliğinin yarattığı yıkıcı bir tarihsel sistem kriziyle boğuşmaktadır. Ekonomi politik kapitalizmin gelişimine koşut olarak gelişen bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Marx’a gelinceye dek, iktisat bilimi adına ortaya konan her şey hemen tamamen kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve gelişiminin incelenmesiyle sınırlı kalmıştır. Bu sınırlılığı içinde ekonomi politik en gelişmiş haliyle, üretim ve değişimin feodal biçimlerinden arta kalanların eleştirisiyle işe girişmiş ve bunların kapitalist biçimlerle değişmesi gereğine dikkat çekmiştir. Kapitalizmin eleştirisine giriştiği noktada ise ya ütopik düzeyde kalmış ya da kapitalizmin iyileştirilmesine yönelik reformcu veya ahlâkçı öğretiler ileri sürmüştür. Engels’in belirttiği gibi, burjuva ekonomisinin eleştirisini en son sınırına dek ilerletebilmek için üretim, değişim ve bölüşümün kapitalist biçimini bilmek yeterli değildir. Kapitalizm eleştirisini olması gereken ileri noktaya taşıyabilmek için, kapitalizmi önceleyen veya dünyanın farklı coğrafyalarında hüküm süren değişik üretim tarzlarını da hiç değilse ana çizgileri içinde irdelemek ve kapitalizmle karşılaştırmalı olarak değerlendirmek gerekir. İşte bu gerekli ama o derecede de kapsamlı işin üstesinden gelebilen Marx olmuştur. İnsanlık tarihi içinde burjuva gelişimin öncesinde yer alan çeşitli üretim tarzlarının işleyişine ve bunlara egemen olan farklı iktisadi yasalara dair teorik bilgiler, Marx’ın çözümleme ve değerlendirmeleri sayesinde elde edilebilmişlerdir. Buradan hareketle belirtecek olursak, insanların üretim ve bölüşüm koşulları ülkeden ülkeye ve her ülkede de kuşaktan kuşağa değişmektedir. O nedenle bütün ülkeleri ve bütün tarihsel dönemleri kucaklayan bir ekonomi politik bilimi olamaz. Eğer bir bilim olarak ele alınacaksa, ekonomi politik ancak insanlık tarihi biliminin bir bileşeni olabilir. Fakat bu geniş çaplı bilimsel niteliğiyle ekonomi politik, kuşkusuz bildik burjuva iktisadından çok farklı bir şeyi anlatır. Burjuva iktisat öğretileri anlamında ekonomi politik ise ancak kapitalist gelişimin başlangıç dönemlerinde görece bir bilimsel karaktere sahip olabilmiştir. Fakat bu niteliğiyle bile özel mülkiyet olgusunun sırlarını çözememiş, bir başka deyişle onu mahkûm edecek tarzda derinlere inememiştir. Özel mülkiyetin tarihsel kökenini, onun toplumsal yaşamda yarattığı sonuç ve sorunları ve burjuva ideolojisinin iddialarının aksine ölümsüz olmadığını ortaya koyan Marksizm olmuştur. Kapitalist toplumda üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, emekçinin durumuyla emeğin ürünleri arasında giderek büyüyen bir çelişkinin de yaratıcısıdır. İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, kendisi o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendi işgücü o kadar ucuz bir meta olur. Kapitalizmde nesnelerin dünyası zenginleştikçe, insanların dünyası sığlaşır ve yoksullaşır. Kapitalizm işçiyi kendi emek ürünü karşısında, sanki yabancı bir nesne karşısındaymış gibi yabancılaştırır. Kapitalist toplumda sınıf mücadelesinin henüz su yüzüne çıkmadığı bir süre boyunca, burjuva iktisadı yine de bir bilim olarak kalabilmiştir. Örneğin İngiltere’de iktisat bilimi anlamında ekonomi politik, sınıf mücadelesinin henüz az geliştiği bir dönemde doğmuş ve Ricardo (1772-1823) bu bilimsel iktisadın son büyük temsilcisi olmuştur. Onunla birlikte burjuva iktisat bilimi de, zaten aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Ondan sonra, artık Avrupa ülkelerinde burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirdiği koşullarda, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin hem teorik hem pratik düzeyde düzen için tehdit edici boyutlara tırmandığı yeni dönem başlar. Marx bunu, Kapital’in birinci cildinin 1873 tarihli bir baskısına yazdığı sonsözde son derece açık biçimde ifade eder: “Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanı çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı.” Marx’ın takiben vurguladığı üzere, hâlâ bilimsel bir değere sahip olduklarını öne sürenler ise sermayenin emrindeki ekonomi politik ile proletaryanın artık görmemezlikten gelinemeyen istekleri arasında uyum sağlama çabasına düştüler. Ve işte bu, “burjuva ekonomisinin iflasının ilanıydı”. Böylece burjuva iktisat öğretileri bir bilim olmaktan çıkmış ve burjuva ideologlar tarafından kılıktan kılığa sokulan bir politik iktisat, kapitalist ekonominin ideolojisi haline gelmiştir. O nedenle bu gerçeklikten hareketle Marksizm burjuva iktisadın bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisi olduğunu, politik iktisat olduğunu gözler önüne serer. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik iktisadın eleştirisidir. Bu politik iktisatta gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir. O yüzden Marx’ın politik iktisat eleştirisi sözde burjuva iktisat biliminin aldatıcı nesnelliğini ortaya koyar ve onun temel çelişkilerine dikkat çeker. Burjuva iktisat teorileri üretici emeği insanla ilişkisi içinde değil, yalnızca bir kazanç kaynağı olarak dikkate alır. Bu politik “iktisat bilimi”, işçide ödeme yaptığı bir üretim faktöründen başka bir şey görmez ve işçinin yoksulluğu onu ilgilendirmez. Sermaye için işçi, işletmenin çalışması bakımından gereken zorunlu giderlerden biridir yalnızca. O nedenle burjuva iktisadı işsiz işçiyi de toplumun bir unsuru olarak değil, polisin, mahkemelerin konusu bir suçlu nesne ya da en iyi ihtimalle dinin merhametine terk edilmiş bir zavallı olarak görür. Kısacası, burjuva iktisadı sermaye açısından bir zenginlik bilimiyken, işçiler açısından bir yoksullaştırma bilimidir.

Politik iktisadın eleştirisi

Avrupa’da 1848 devrimlerinin yenilgiye uğramasının ardından Marx Almanya’dan sınır dışı edilir. 1849 yılı ortalarında İngiltere’ye yerleşir ve British Museum’da 1857 yılına kadar sürecek son derece kapsamlı bir araştırmaya girişir. Kapitalist ekonominin eleştirisi bağlamında yürüyen bu çalışma zaman içinde adeta derinlere inen kazılar gibi geliştikçe gelişir. Marx’ın deyişiyle, yaşamının en güzel 15 yılını kapsayan bu çalışmaların ürünü olan elyazmaları 1857 ve 1858 yılları boyunca nice defterleri doldurur. Almanca aslı itibarıyla 750 sayfalık asıl ve 230 sayfalık ekten oluşan bu muhteşem çalışmaya aslında Marx bir ad vermiş değildir. Ünlü defterler, Marx’a ait elyazmaları olarak Moskova’da Marx-Engels-Lenin Enstitüsünde yıllar boyunca saklanır ve ancak 1939 yılında Enstitü tarafından Moskova’da basılarak gün ışığına çıkartılır. Marx’ın politik iktisadın eleştirisine dair akıl almaz derinlik ve hacimdeki analizlerini gözler önüne seren bu elyazmaları, Enstitünün editörleri tarafından Almancada “taslak” anlamına gelen Grundrisse adıyla adlandırılmış ve o adla basılmıştır. Marx’a ait bu kadar büyük önemdeki elyazmalarının baskısının gecikmesindeki temel etmen ise, bu çalışmada yer alan pek çok tarihsel analiz ve tespitten ciddi biçimde rahatsızlık duyan Stalinist bürokrasinin tutumudur. Bu hususu geçerken kısaca belirtmek gerekirse, Stalinist bürokrasiyi rahatsız eden en önemli yön, Marx’ın asya tipi üretim tarzına ilişkin çözümlemelerinin Stalinist rejimin temel özellikleriyle çağrıştıracağı benzerliklerdir. Bu benzerlikler, Stalinist bürokrasinin egemenliği altında SSCB’nin modern çağda yer alan bir despotik-bürokratik diktatörlüğe dönüştüğünü, egemen bürokrasinin devletlû bir sınıf oluşturduğunu ve eski asyatik toplumlarda görüldüğü üzere devlet mülkiyetine dayanan tipte bir sömürülü toplumun ortaya çıktığını anlatmaktadır. Stalinist bürokrasi aynı nedenle, Kapital ciltlerinin basımı sırasında da bu gerçekleri çağrıştıran bazı kısımlarda tahrifata başvuracaktır. Grundrisse (Taslak) adıyla basılıp tanınan elyazmaları aslında Marx’ın deyişiyle  “Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma”dır. Bu elyazmaları, burjuva iktisadın eleştirisi ve kapitalist üretim tarzının analizi kapsamında gerek Marx’ın sağlığında gerekse onun ölümünden sonra basılacak pek çok esere kaynak teşkil etmiştir. Bu bağlamda anılması gereken bir ilk ürün, Marx’ın sağlığında yayınlamayı düşünmediği ve bu yüzden bir ad da vermediği ve daha sonra Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş adıyla yayınlanan 1857 tarihli yazıdır. Bunu 1859 yılında basılan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı kitap ve daha sonra da Kapital ciltleri takip eder. Bu arada, Grundrisse’nin içinde 40 sayfalık yer tutan ve Formen diye basılıp tanınan, asıl olarak da Kapitalizm Öncesi Üretim Biçimlerini (Sermaye İlişkisinin ya da İlkel Birikimin Oluşumu Öncesi Süreci) açıklayan son derece önemli ve ünlü bölümü ayrıca belirtmek gerekir. Marx’ın 1857 iktisadi bunalımının ortasında hummalı biçimde yürüttüğü yazım faaliyeti Grundrisse diye bildiğimiz not defterlerini doldurduktan sonra, araya maddi sorunlar ve sağlık problemleri gibi bazı kesintiler girer. Fakat neticede Taslak elyazmalarının oluşumunu sağlayan zahmetli yılları takiben Marx, bu kez de 25 yıl sürecek muazzam bir çalışmaya girişir ve Kapital ciltlerini yazmaya koyulur. Böylece bir bakıma, yaşamının geri kalan kısmını da adeta Grundrisse’yi olgunlaştırıp tamamlama çabasına adayacaktır. Marx bu temelde altı bin sayfayı aşkın yazı yazmış, yayınlamaya karar verdiği kısımlardan vazgeçerek yeniden başa dönmüş ve böylece aynı bölümleri defalarca yazmaya girişmiştir. Ne yazık ki ölüm Marx’ın kapısını 1883 yılında, onca ter döktüğü Kapital ciltlerini tamamlayamadan çalar. Marx’ın sağlığında yayınlanan 1867 tarihli birinci cilt haricinde tüm taslak notları ve elyazmaları ise, onun vefakâr ve fedakâr yoldaşı Engels’in çalışma masasında yerlerini alırlar. Marx’ın elyazmaları Engels’in sebatlı çalışmasıyla yeniden can ve biçim bulmuş ve bu sayede Kapital’in ikinci cildi 1885 yılında, üçüncü cildiyse 1894 yılında basılıp gün yüzüne çıkmıştır. Ölümünden kısa süre önce üçüncü cilde bazı ekleri hazırlayan Engels, daha 1884 yılında Kautsky ve Bernstein’a yazdığı mektuplarda ve 1885 yılındaki bir yazısında ise, Marx’ın defterlerinde “Artı-Değer Teorileri” başlığıyla yer alan kısmı Kapital’in dördüncü cildi olarak yayınlamayı düşündüğünü ve bu metnin büyük ölçüde yayına hazır olduğunu belirtmiştir. Fakat bu tarihsel çalışma bu kez de Engels’in ölümüyle kesintiye uğramış ve elyazmalarının Kapital çalışmasının dördüncü bölümü olarak tasarlanan bir bölümü, Artı-Değer Teorileri adıyla Kautsky tarafından son biçimi verilerek 1910 yılında basılmıştır. Marx’ın elyazmalarından üretilmiş olan bu muazzam diziye bir de 1933 yılında Moskova’da hazırlanarak Kapital’in birinci cildine ek olarak basılan Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları adlı çalışmayı ekleyebiliriz. Politik iktisadın eleştirisi bağlamında önde gelen çalışmalar Marx’a ait olsa da, aslında Engels’in Marx’ın tarihsel materyalizm ve kapitalist toplumun analizi bağlamında derinleştirdiği görüşlerine ışık tutan erken bir çalışması mevcuttur. Engels’in 1843 yılında kaleme aldığı Bir Ekonomi Politik Eleştiri Denemesi adlı makalesine değinen Marx, bu çalışmanın, kendi görüşlerini geliştirmesi bakımından belirleyici bir etki yarattığını söyler ve kapitalizmin temel iki kategorisi olan emek ve sermaye konusunda Engels’in başlattığı analizi daha da geliştirmeye koyulur. Nitekim 1847 yılında Brüksel’de Alman İşçileri Birliği’nde verdiği ders notlarından derlenen Ücretli Emek ve Sermaye adlı kitabında yer alan satırlar, Marx’ın daha o zamandan itibaren artı-değer teorisine ilişkin görüşlerini geliştirmeye koyulduğunu gözler önüne serer. Marx’ın Giriş yazısını kaleme aldığı 1857 yılı, onun Engels’le yazışmalarından anlaşıldığı üzere her ikisinin de yaklaşan büyük ekonomik krize vurgu yaptıkları çalkantılı bir yıldır. Engels’e mektubunda (8 Aralık 1857), iktisadi incelemelerinin ürünü olan analizlerini tamamlamak için, tufan kopmadan hiç değilse genel çizgilerini aydınlığa kavuşturmak amacıyla her gece sabahlara kadar deliler gibi çalıştığından söz eder Marx. Onun Giriş yazısından başlayarak yıllar içinde ortaya koyduğu çözümlemeler, bu deliler gibi çalışmanın derinliği ve kapsamı hakkında fikir vermektedir. Daha Giriş yazısında burjuva iktisatçıların gerçeklikleri çarpıttıkları temel noktaları büyük bir başarıyla gözler önüne sermeye koyulmuştur Marx. Burjuva iktisatçılar üretimi bölüşümle diyalektik bir bütünlük içinde ele almazlar. Üretim olgusuna adeta tarih dışı ve sonsuza kadar geçerli olacak doğa yasaları benzeri bir nitelik atfederler. Böylece onlar, asıl olarak hizmetinde bulundukları kapitalizmi ebedi bir gerçeklik diye sunarlar. Burjuva yasalarının, insan toplumunun değişmez doğal yasaları olduğu fikrini kuşaklar boyu empoze etmeye çalışırlar. Keza bölüşüm söz konusu olduğunda da, burjuva iktisatçıları ilgilendiren temel husus toplumsal gerçekliklerin açıklığa kavuşturulması değildir. Onların derdi, özel mülkiyetin değişmezliğini savunmak ve bu mülkiyetin güvenlik altına alınmasını sağlamaktır. İşte bu nedenle, burjuva iktisadı bir bilim dalı olmaktan çok bir siyasi savunudur. Kapitalizm savunucusu bu politik iktisat çatısı altında çeşitli öğretiler ileri sürülmüş, fakat üretim, bölüşüm, değişim, tüketim gibi iktisadi kategoriler daima diyalektik birlikten yoksun, birbirinden kopuk unsurlar şeklinde ele alınmıştır. Oysa bu yaklaşım bütünüyle yanlış ve tarih dışıdır. Çünkü üretim sürecinde yatan temel sırları çözmeden, bölüşüme ve değişime, tüketime hükmeden yasaları anlamak mümkün değildir. Üretimde toplumun üyeleri, doğanın ve giderek gelişen tekniklerin sunduğu hammaddeleri insan ihtiyaçlarına uygun şekilde dönüştürür ve biçimlendirirler. Bölüşüm, bireylerin bu ürünlerin bölüşülmesine hangi ölçüde katıldığını belirler. Değişim ise bireye, bölüşümde payına düşen hisseye karşılık elde etmek istediği ürünleri (metaları) sağlar. Ve nihayet tüketimde ise ürünler bireylerin ihtiyaçlarını giderecek ve bireysel mülk edinmeyi sağlayacak metalar olarak hizmet görürler. Tüm bu momentlerin bileşkesi olan süreçte üretim bir hareket noktası olarak görünürken, tüketim ise bitiş noktası olarak belirmektedir. Bölüşüm ve değişim ise bu iki moment arasındaki orta süreç olarak görünür. Marx’ın analizi, burjuva iktisatçıların bir kısmının sosyal adalet adına diğer bir kısmına yönelttiği eleştirilerin kofluğunu ve yavanlığını da gözler önüne sermiştir. Böylesi “sosyal adaletçiler”, kapitalizmi sona erdirmek ve böylece gerçek yaşamdaki ilişkileri değiştirmek yerine, sınıflar arasında yalnızca laf düzeyinde kalan sözde bir denge savunusu içindedirler. Uzun bir dönem boyunca Avrupa ülkelerinden hareketle yayılmaya çalışılan “sosyal devlet” masalı da bu yaklaşımın bir uzantısıdır ve kapitalist üretim ilişkilerini ebedi bir gerçeklik olarak ele alıp, toplumsal yaşamdaki eşitsizlik ve adaletsizliğin bölüşüm alanında yapılacak birtakım reformlarla ortadan kaldırılacağını savunan görüşlere çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu tür görüşler, kapitalist bölüşümün aslında kapitalist üretimin türevi olduğu gerçeğini gözlerden gizlemeye çalışır. Oysa bölüşüm ilişkileri ve bölüşüm tarzları, aslında verili üretim ilişkilerinin yalnızca görünen diğer yüzünden ibarettir. Örnekse, üretim sürecine ücretli emek biçiminde katılan bir birey, bu üretimin sonucunda bölüşümden de ancak ücreti kadar bir pay alabilir. Kısacası, bölüşümün yapısı tamamen üretimin yapısı tarafından belirlenir. Toplumsal yaşama egemen olan pek çok unsur arasında diyalektik bir ilişki vardır. Örneğin insan toplumunda işbölümü olmadan değişim denen şey olmaz ve değişimin yoğunluğunu ve tarzını ise üretimin gelişmesi ve yapısı belirler. Özetle, diyalektik bir bütünü oluşturan ögeleri keyfi biçimde bu bütünlükten kopartmak ve böylece içlerinden yalnızca bir veya bir kaçını değişikliğe uğratmak mümkün değildir. O nedenle, kapitalist üretim ilişkilerini aynen muhafaza edip kapitalist bölüşüm ilişkilerini daha adaletli kılma iddiası koca bir palavradan ibarettir. Üretim, bölüşüm, değişim ve tüketim kuşkusuz ayrı ayrı farklı içeriklere sahiptirler, fakat bunların hepsi neticede tek bir iktisadi bütünün ögeleridirler. Bir başka deyişle, bunlar aynı bütünlüğün içindeki farklı momentlerdir, iktisadi gerçekliğin farklı yönleridir. Marx eşsiz bir çalışmayla, toplumsal olguların ve süreçlerin incelenmesinde doğru yöntemin ne olması gerektiğini açıklığa kavuşturmuştur. Bu yöntemi kapitalist ekonominin analizine en doğru tarzda uygulamak için çaba sarf etmiştir. Onun, kapitalist toplumun kavranabilmesinin hareket noktasını oluşturan çetin bir soruna açıklık getirebilmesi de bu sayede mümkün olmuştur. Bu sorun, yıllardır buna kafa yoran burjuva iktisatçıların bir türlü tatmin edici şekilde açıklayamadığı emek-değer ilişkisidir. Hatırlanacağı üzere, kapitalist toplumdaki gelişmiş şekliyle meta karşımıza ikili bir görünümle çıkar: kullanım-değeri ve değişim-değeri. Tüm metaların ikili bir karakteri vardır, bir yandan bir toplumsal ihtiyacı giderirler yani bir kullanım-değerine sahiptirler; diğer yandan birbirleriyle değişildikleri için metadırlar ve bu yönleriyle de bir değişim-değeri taşırlar. Engels’in dediği gibi, Adam Smith ve diğer otorite sayılan resmi iktisatçılar, yıllarca açıklama getireceğiz diye işte bu değişim-değeriyle kullanım-değerini türlü işkencelere tâbi tutmuşlardır. Oysa Marx başarılamayanı başarmış, yalın ve tatmin edici tahlilleriyle gerçekleri gözler önüne sermiştir. Onun uyguladığı bilimsel yöntem sayesinde, meta incelenirken burjuva iktisatçıların içine hapsoldukları yüzeysel soyutlamalar kıskacından çıkılabilmiştir. Geçmişten geleceğe ilerleyen üretim sürecinde yer alan tarihsel örneklerin ve tarihsel değişimin kavranması ile birlikte, Marksizm sonunda kapitalizmin gerçeklerini çözümleyebilmiştir. Böylece meta da bizzat değişim sürecinin içindeki ikili görünümünün birliği temelinde kavranabilmiştir. Kapitalist üretim tarzı genelleşmiş meta üretimine dayanır ve bir toplumda kapitalizm geliştiği ölçüde, insandan insana doğrudan kurulan ilişkilerin yerini metaların değişimi dolayımıyla kurulan ilişkiler alır. Bu durum üreticileri kendi yaratıcılıklarına ve kendi emek ürünlerine yabancılaştırırken, metayı da toplumun adeta gizemli ve fetiş amacı haline getirir. Kapitalist toplumda metalar kullanım-değeri olarak tüketilmeyecekleri ellerden çıkarak, nihayetinde son alıcılar tarafından tüketilecekleri noktaya dek birbirleriyle değişilip dururlar. Böylece kapitalist değiş-tokuş süreci metaların da toplumsal dolaşım alanını oluşturur. Kapitalist üretim tarzı, üreticilerin emek-gücünü de kendileri tarafından tüketilmeyen ve başkaları tarafından satın alınan bir niteliğe büründürmüştür. Bu nedenle işgücü, onun sahibi olan işçi için kapitalist pazara sürdüğü bir değişim-değerinden ibarettir. Fakat onu satın alan kapitalist için bu işgücü, satın aldığı bedelden daha fazlasını kendisine kazandıracak sihirli bir kullanım-değeridir. İşçilerin çalışmadan ücretlerini alamadıkları hesaba katılacak olursa, henüz ücretini almadan patrona işgücünü sunan bir işçi, aslında karşılığı ödenmemiş bir malı tüketiciye sunarak ona kredi açmış olmaktadır. Fakat bu gerçeklik burjuva ideolojisi tarafından tamamen tersyüz edilir. Oysa bu husus kurcalanacak olursa, işçilere kendilerini “onların ekmek paralarının sağlayıcısı”, “onlara ihtiyaçları için avans veren, kredi açan taraf” olarak gösteren kapitalistlerin yalanı gözler önüne serilir. Açık ki, aslında kapitalistler işçilerin verdiği kredi sayesinde büyümekte ve kapitalist özel mülkiyet sistemine dayanarak başkalarının ürettiğine el koyup saltanat sürmektedirler. Marx’ın yaşamının en güzel yıllarını vererek yürüttüğü burjuva ekonomi politiğinin eleştirileri, bir burgu gibi giderek daha derine inen analizlerle ilerlemiştir. Katkı’dan Kapital’lere ilerleyen süreç de bizzat bu derinleşen bilimsel yolculuğa tanıklık etmiştir. Marx’ın 1859 yılında basılan Katkı adlı kitabı Engels tarafından çığır açıcı bir eser olarak tanımlanır. Bu kitabın içeriği öylesine yoğundur ki, Marx daha sonra aslında Kapital’in bu çalışmanın devamı niteliğinde olduğunu ve Katkı’nın içeriğinin Kapital birinci cildin ilk üç bölümünde özetlendiğini özellikle belirtecektir. Katkı, Marx’ın kapitalist üretim tarzının gizlerini ele veren sermaye olgusunu son derece kapsamlı biçimde incelemeyi amaçladığı muazzam bir çalışma planının yalnızca Meta ve Para bölümlerinin yazımını içerir. Katkı’da incelemenin olağanüstü soyutlamalarla ilerleyen karmaşıklığı nedeniyle, daha sonra sıra Kapital ciltlerinin yazımına geldiğinde, Marx değer ve para teorilerinin tarihi üzerine olan kısmı almamıştır. Böylece para bölümünün yazımını daha kısa tutmuş, meta üzerine olan incelemesini genişletmiş ve asıl ağırlığı ise sermaye bölümüne vermiştir. Bu muazzam çalışmaları temelinde Marx, artı-değer sorununun çözümünü de parlak biçimde geliştirmiştir. Onun bu analizler ve sonuçlar külliyesi, kapitalizmin sırlarını ele veren eşsiz bir derinliğe sahiptir. Bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak, Engels de artı-değer çözümlemesinin Marx’ın Kapital yapıtının en çığır açıcı başarısı olduğunu vurgular. Marx’ın, konuya nispeten daha tutarlı şekilde yaklaşan Ricardo gibi nitelikli burjuva iktisatçıların bile çözemedikleri bir sırrı aydınlatarak sosyalist düşüncenin üstünlüğünü kanıtladığı gün gibi aşikârdır. Bu noktada vurgulamak gerekirse, kapitalist üretimin amacı toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere kullanım-değerleri üretmek değil, kâr için değişim-değeri ve artı-değer ürettirmektir. Artı-değer üretimi olmaksızın kapitalizmin ayakta durması ve sermayenin büyümesi mümkün değildir. Artı-değer üretiminin sırrı, sermayenin işçinin üretim sürecinde sarf ettiği emeğin bir bölümüne hiçbir karşılık ödemeden el koymasında yatar. İşçinin, çalışılan bir işgününden sonra işgücünü tekrar patronun kullanımına sunabilmesi için onu yeniden üretmesi zorunludur. İşte düşük ya da görece yüksek, işçiye ödenen ücret aslında yalnızca bu yeniden üretim için gerekli olan emeğin karşılığıdır. Ne var ki, bir işgünü içinde işçinin bu gerekli zamanı tamamlamasıyla işgünü asla sona ermez. İşçinin o işgünü içindeki çalışması bu noktadan sonra da devam eder ve bu artı-zaman içinde işçi patron için bir artı-emek sarf eder. İşte bu artı-emek, patronun karşılıksız el koyduğu artı-değerin kaynağıdır. Kapitalist üretim sürecinde yaratılan bir değer nasıl ki şu kadar saatlik emeğin maddeleşmiş haliyse, artı-değeri de işçilerin karşılığını almadan çalıştıkları artı-emek zamanının maddeleşmiş hali olarak kavramak mümkün ve gereklidir. Marx kapsamlı çalışmalarıyla, burjuva iktisatçıların itiraftan kaçındıkları gerçekleri de birer birer gün yüzüne çıkartmıştır. Onun bu bağlamdaki muazzam tespitleri, toplumsallaşan üretici güçlerle kapitalist üretim ilişkileri ve mülk edinme tarzı arasında giderek derinleşen ve keskinleşen çelişkinin bu sistemi kaçınılmaz olarak derin sarsıntılara sürükleyeceğinin açık bir habercisidir. Nitekim burjuva iktisatçıların kapitalist düzeni ayakta tutma çabasıyla ürettikleri bilim dışı iktisadî analizlere karşın, bu sistemin günümüzde yaşadığı tarihsel bunalımı kavrayabilmemiz Marx’ın ufuk açıcı çözümlemeleri sayesindedir.

Günümüz gerçeği

Kapital’in üçüncü cildinde yer alan satırlarında, Marx, belirli bir olgunluk aşamasına ulaştıktan sonra bu özgül tarihsel biçimin (kapitalizmin) ortadan kalkacağını ve yerini daha yüksek düzeydeki bir üretim tarzına (sınıfsız ve sömürüsüz topluma) bırakacağını açıkça ifade etmişti. Kuşkusuz bu yaklaşım bir kehaneti değil, bilimsel bir çözümlemeyi yansıtıyordu. Aynı yerde Marx, kapitalizmin bu yıkılmaya yüz tutmuş köhnemiş ve çürümüş halinin kendini tarihsel bir bunalımla dışa vuracağına da dikkat çekmişti. Bu tür bir bunalım gelip çattığında, kapitalist bölüşüm ilişkileri ve bunların tekabül ettiği üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle girdikleri çatışma görülmemiş bir derinlik ve genişlikle kendisini belli edecekti. İşte kapitalizmin günümüzde yaşanan tarihsel bunalımı Marx’ın bu tespitlerinin doğruluğunu kanıtlıyor ve bunların önemini yüzlerce misliyle önemli ve yakıcı kılıyor. Yine Engels’in Anti-Dühring’te dikkat çektiği üzere, bir üretim biçimi evriminin yükselme çizgisi üzerinde bulunduğu sürece, bu düzenin bölüşüm ilişkilerinin zarara uğrattığı insanlar tarafından bile alkışlanıyor. Buna en tipik örneklerden biri, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yükseliş döneminde Avrupa işçi sınıfının “refah devleti” uygulamaları adı altında gözünün pek güzel boyanabilmesidir. Çünkü genelde belirtmek gerekirse, kapitalizmin görece olağan dönemlerinde kapitalist bölüşüm ilişkilerinin eşitsizliği sömürülen işçi-emekçi kitlelerin gözüne pek de batmaz. Bu durum devam ettiği sürece, geniş kitleler bu eşitsizliklere dikkat çeken öncülerin eleştiri ve çağrılarına fazlaca kulak asmazlar. Geniş kitleler toplumsal eşitsizlikleri ve bölüşümdeki haksızlıkları, ancak verili üretim biçimi tarihsel bir inişe geçtiğinde ve eski toplumun içinde gelişen üretici güçler artık verili üretim ilişkilerine isyan ettiğinde görmeye, dert etmeye başlayabilirler. Toplumsal yaşama ve tarihe dair bu değerlendirmelerden günümüz için pek çok önemli ders çıkartılabilir. Bu bağlamda altını çizerek belirtmek gerekirse, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki debdebeli yükseliş dönemleri artık tarih olmuştur. Gelişkin kapitalist ülkelerde vaktiyle yaşanan ekonomik yükseliş dönemi sayesinde uygulanabilen “refah politikası”, “sosyal devlet” benzeri göz boyayıcı kapitalizm günleri sona ermiştir. Kapitalizm günümüzde derin bir sistem krizinin tetiklediği büyük toplumsal sarsıntı ve çalkantılar dönemine girmiştir. Bu durum, belirli bir zaman dilimi boyunca “öldü”, “bir daha dirilmeyecek” denilen devrimci düşünce ve mücadeleler döneminin de yeniden yükselişe geçtiğinin habercisidir. Unutulmamalı ki, bir ideoloji ancak kitleleri harekete geçirebileceği nesnel koşullar olgunlaştığında cansız bir düşünce yığını olmaktan çıkıp yaşamda fiili bir rol oynamaya başlayabilir. Zamanı gelmemiş düşünceler ise, isterse geniş işçi-emekçi kitlelerin çıkarları açısından milyon kere haklı olsunlar, kitleler tarafından benimsenip maddi güce dönüşemezler. İşte tüm bu tarihsel gerçeklikler, Marksizmin asıl şimdi zamanının gelmeye başladığını müjdeliyor. Unutulmamalı ki, Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından erken bir dönemdi. Buna rağmen, bilimsel bir düşünce üretimi olarak Marksizm doğuşundan itibaren çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünce ve eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Ne var ki sınıf mücadelesi tarihinin Ekim Devrimi benzeri sıçrama noktaları hariç, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin zayıf düştüğü tüm dönemlerde Marksizm kitle mücadelesine fiilen önderlik etmekten ziyade akademik dünyanın bir uğraş alanı gibi göründü. Böyle olduğu ölçüde, Marksizm ne yazık ki adeta bir okumuşlar sultasına, tepedeki aydın elitler arasındaki söz dalaşlarına indirgendi. Marksizmin işçi-emekçi kitlelere yabancı ve uzak geldiği dönemler, aynı zamanda egemen burjuva ideolojisinin çok güçlü olduğu ve kitleleri kolayca etkisi altına alan güçlü saldırılar yürüttüğü dönemlerdi. Bunun yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir rejime dönüştüğü tarihsel kesit boyunca kendini hâlâ Marksist gösteren ama kitlelere haliyle itici gelen Stalinizm, dünya genelinde sosyalizm aleyhine olumsuz bir iklim yaratmıştı. Oysa günümüzde bu tür öznel faktörler bakımından da dünya büyük bir değişim sancısı içinde bulunuyor. Yakın tarihin, dünya işçi-emekçi kitlelerinin zihninde sosyalizm ve Marksizm adına kötü çağrışımlar yaratan Stalinizm egemenliğindeki Sovyetler Birliği bugün artık yok. Yine geçmişteki bu “reel sosyalizm” sayesinde adeta resmileşen ve küçük-burjuva okumuşların uğraş alanı, ikbal kapısı haline gelen sözde komünist hareketler de bugün nesnel temelini, inandırıcılığını ve cazibesini tamamen yitirdi. Bu durum, geçmişteki hatalardan gerekli dersleri çıkartarak günümüzde mücadeleye gerçekten yol gösterebilecek nitelikte Marksist sınıf devrimcilerinin ortaya çıkması ve güçlenmesi bakımından meydanın temizlenmesi anlamına geliyor. Fakat kuşkusuz günümüz koşulları, bu gibi olumlu faktörlerle bunların kısa sürede sıçramalı gelişimini engelleyen bir yığın olumsuz faktörün bileşkesi gibi. Özetle, sosyalizm mücadelesini sağlam temellerde yoluna koyabilmek için ihtiyaç duyulan sonuçlara bir çırpıda ve kendiliğinden ulaşılamayacağı açık. Ama hiç değilse bu uğurda çaba sarf edecek olanlar açısından geçmişin olumsuz koşulları değişikliğe uğramış bulunuyor. Kuşkusuz en önemli değişim kapitalist düzenin içine düştüğü durumdur. Burjuvazinin Marksizme karşı yürüttüğü ideolojik bombardıman, ne kadar devam ettirilmek istense de, kapitalizmi çıkmaza sürükleyen büyük bunalım tarafından güçsüz düşürülmüştür. İnsanlığı sınıfsız, sömürüsüz ve güzel bir geleceğe kavuşturacak olan mücadelesinde proletaryaya yol gösteren Marksizm, yeniden ve tarihsel deneyimle de beslenerek daha sağlıklı temellerde güç kazanma potansiyeline sahiptir. Şimdi teorinin önemini ve fakat onun bir dogmalar yığını olmadığını bilerek, tüm dikkatleri sınıfın devrimci tarzda örgütlenmesine ve devrimci eylemin doğru kanallardan akıtılmasına odaklamak gerekiyor.

30 Nisan 2013
Teori
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/3204