Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm

Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm

1.bölüm

salon_de_madame_geoffrin.jpg

Cumhuriyetin kuruluş döneminden bu yana Kemalist rejim, tehdit olarak gördüğü kimi muhalif kesimleri ezerken “aydınlanma”, “çağdaşlık”, “ilericilik” gibi kavramları kendisine kalkan edinmeyi adet edinmiştir. Bu kavramları kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtarak, “gerici”, “şeriatçı” olarak nitelendirdiği muhalefet odaklarına karşı birer ideolojik silaha dönüştürmüştür. Ne yazık ki, sosyalist sol da bu tuzağa sıkça düşerek Kemalizm tarafından kolaylıkla esir alınabilmiştir. Sosyalist çevrelerin önemlice bir bölümünün içinde bulundukları durum, bugün de böylesi bir tuzağa düşüldüğünü gösteriyor. “Dinci gericiliğin” iktidarı olarak değerlendirdikleri AKP karşısında Kemalist damarları kabaran sosyalist kesimlere göre, Kemalist cumhuriyet büyük bir Aydınlanma hamlesidir ve AKP bu cumhuriyeti tasfiye etmektedir. Bu kesimler AKP’nin Türkiye’yi “karanlığa” götürdüğünü iddia ederek, “Aydınlanmaya” ve “cumhuriyetin kazanımları”na sahip çıkmayı günün en yakıcı görevi ilan ediyorlar. 18. yüzyılda büyük bir düşünsel atılımı ifade eden ve Avrupa burjuvazisinin iktidar mücadelesinde ön açıcı işlevler gören Aydınlanmanın, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanlarca bayraklaştırılması kuşkusuz hazin bir durumdur. Ancak Aydınlanma adına, onun en elitist, en despotik, en anti-demokratik yorumunu benimsemiş olan Kemalist diktatörlüğün kutsanmaya çalışılması çok daha vahimdir. Aydınlanmanın yaşadığımız topraklardaki macerasına geçmeden önce, onun gerçekte ne olup ne olmadığına bakalım.

Aydınlanma çağı: Burjuvazinin düşünsel atılım dönemi

Kabaca 1688 İngiliz devriminden başlayarak 1789 Fransız devrimine uzanan ve esas olarak 18. yüzyılı kapsayan “Aydınlanma çağı”, İngiltere’den Fransa’ya ve takiben tüm Avrupa’ya yayılan, felsefeden tarihe, sanattan edebiyata çok geniş bir alanda çığır açan bir düşünsel ilerlemeyi simgelemektedir. Locke’dan Voltaire’e, Hume’dan Diderot’ya, D’Alembert’ten Helvetius’a, Montesquieu’den Rousseau’ya, D’Holbach’tan Kant’a çok sayıda büyük düşünürün damgasını bastığı bu dönem, “Akıl Çağı” olarak da adlandırılmaktadır. Dönemin düşünürlerinin sıkça başvurdukları “ışık”, “aydınlık”, “aydınlanma” metaforu nedeniyle 1800’lü yıllardan itibaren bu adla anılmaya başlayan Aydınlanma, kuşkusuz birden bire doğan köksüz bir düşünsel atılım değildir. Onu, Avrupa’da siyasal, kültürel ve dinsel alanda büyük dönüşümlere yol açan Rönesans ve Reform hareketlerinin yaşandığı bir tarihsel dönem öncelemiştir. Aydınlanma, felsefenin, siyasetin, hukuk biliminin ve her türlü ideolojinin ilahiyatın alt bölümleri haline getirildiği Ortaçağ karanlığından çıkışı temsil eden bu tarihsel dönemin birikimlerinin bir ürünüdür. Aydınlanma filozofları, bilim alanındaki gelişmelere paralel olarak aklın her şeyi aydınlattığını, bu ışık sayesinde önyargıların ve dogmaların yıkıldığını dile getiriyorlardı. Alman düşünür Kant, Aydınlanmayı, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamaması yüzünden düştüğü ergin olmama durumundan kurtulması olarak tanımlamaktaydı. Ona göre Aydınlanmanın parolası bu yüzden “aklını kendin kullanma cesaretini göster!” olacaktı. Çağın düşünürleri, doğrunun ve yanlışın tek kriterinin tanrısal vahiy ya da dogma değil akıl olduğunu, insana ve doğaya dair her şeyin akılla açıklanabileceğini savunuyorlardı. Aydınlanmaya temel özelliğini veren de bu düşünce olmuştur. Ancak Aydınlanmayı homojen ve sistematik bir felsefe olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira temel birtakım konularda görüş ortaklığına sahip olsalar da, Aydınlanma filozoflarının sosyal, ekonomik ve felsefi sorunlarda ortak bir yaklaşım sergilediklerinden söz edilemez. Aynı şekilde, sosyal ve siyasal sorunlara ilişkin görüşlerinde son derece radikal olanlara rastlanıldığı gibi alabildiğine uzlaşmacı olanları görmek de mümkündür. Aydınlanma düşünürlerini ortaklaştıran noktalardan biri, insan aklını tanrısal akla tâbi kılan ve her alanda ilerlemenin önünde büyük bir engel teşkil eden skolastik felsefeyle hesaplaşmaya girişmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu dönemde, 17. yüzyıla damgasını basan metafizik kurgudan da uzaklaşılmaya başlanacaktır. Engels, bu dönemde, dinin, doğa biliminin, toplumun, politik kurumların, kısacası her şeyin amansız bir eleştiriye tâbi tutulduğunu belirtir. Akıl her şeyin tek ölçüsü olmuştur. Aydınlanma düşünürleri, ilk kez “akıl imparatorluğu”nun doğduğunu, hurafenin, haksızlığın, ayrıcalığın ve baskının yerine, sonsuz doğru, sonsuz adalet ve vazgeçilmez insan haklarının geçmesi gerektiğini dillendirmektedirler. Ne var ki, bu “akıl imparatorluğu” düşünce âleminden gerçekler âlemine indiğinde, kapitalizmin duvarlarına çarpacak, dar burjuva kalıplara bürünecektir. Şöyle diyordu Engels: “Bugün biz bu akıl imparatorluğunun burjuvazinin idealize edilmiş imparatorluğundan başka bir şey olmadığını; bu sonsuz adaletin gerçekleşmesini burjuva adalette bulduğunu; bu eşitliğin yasalar önünde burjuva eşitliğe indirgendiğini; burjuva mülkiyetin temel insan haklarından biri olarak ilan edildiğini; ve akıl devletinin (…) bir burjuva demokratik cumhuriyet olarak doğduğunu ve ancak öyle doğabileceğini biliyoruz.”[1] Aydınlanma çağı, ekonomik olarak serpilip gelişen burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmek üzere başlattığı özgürleşme hareketini temsil ediyordu. 17. yüzyıla kadar, kral, hiçbir şekilde paylaşmadığı mutlak bir güce ve dokunulmazlığa sahipti. Ancak burjuvazinin gelişmeye başlaması, eski dengeleri tümüyle altüst edecek ve aristokrasiyle burjuvazi arasında şiddetli çatışmalar başlayacaktı. Burjuvazi kralın iktidarının tanrıdan geldiği düşüncesine karşı çıkıyordu. Aydınlanma filozoflarının önemlice bir bölümü, insanların ilk çağlardan bir toplum sözleşmesiyle çıktıklarını, eşit olan insanların yetkilerinin bir kısmını genel irade olarak devlete devrettiklerini, ama eşitlik durumunun zamanla bozulduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla da insanların eşitliğini yeniden tesis edecek bir toplum sözleşmesi yapılmalı, kral da yetkilerini buradan almalı ve buna uymalıydı. Engels’in de belirttiği gibi, burjuvazinin özgür gelişimi feodal sistemle bağdaşmıyordu ve bu yüzden de bu sistem yıkılmak zorundaydı. Feodalizmin büyük uluslararası merkezi ise Katolik Roma Kilisesiydi. Kilise feodal yapılanmayı tanrısal kutsama halesiyle çeviriyordu. Bunun yanı sıra, Katolik toprak mülkiyetinin en az üçte birine sahip olan en güçlü “feodal bey” konumundaydı. Dünyevi feodalizme saldırabilmek için, önce onun bu kutsal merkezî örgütünü yıkmak gerekiyordu.[2] Aydınlanma, burjuvazinin önündeki engelleri yıkma mücadelesinin düşünsel alandaki yansıması olacaktı. İktidara, devlete, yönetim biçimine, hukuka, insan haklarına vs. dair tartışmalar ve fikirler derinleşirken, bu dönemin felsefesi de burjuvazinin bu somut gereksiniminin sesi olacak, her alanda kapitalizmin önünü açmaya hizmet edecekti. Bu dönemde, başta Kilise ve tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak görülen kral olmak üzere o zamana dek kabul gören her türlü kutsiyetin yaldızları dökülmeye başladı.

Laiklik ve din konusundaki yaklaşımlar

Aydınlanma düşünürleri, bağnazlığın ve kötülüklerin kaynağı olarak gördükleri Kiliseye karşı mücadelede birleşmişlerdi ve genel olarak dine karşı kuşkucu ve eleştirel bir yaklaşım içindeydiler. Bir yandan Katolik Kilisesinin “en güçlü feodal bey”lik konumu, öte yandan yakın döneme kadar süren kanlı mezhep savaşları, din sorununun dönemin düşünürlerinin ele aldıkları konuların başında gelmesine yol açmıştı. Mezhepler arası savaşın son bulması, dinsel hurafelerin yıkılması, farklı mezheplere, dinlere ve fikirlere karşı hoşgörünün tesis edilmesi için, Kilisenin hegemonyasının kırılması gerekiyordu. Bu da Aydınlanmanın en önemli yönlerinden biri olan laiklik tartışmalarının derinleşmesini beraberinde getirmişti. Laiklik konusunda en ileri fikirleri dile getiren kişi, Aydınlanma hareketinin kurucusu olarak da anılan İngiliz düşünür Locke idi. Locke’un “özgür bir devlette özgür bir kilise” sözleriyle formüle ettiği laiklik anlayışı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin din işlerine karışmamasını ve hiçbir mezhepten yana olmamasını, dinin insanın vicdanını ilgilendiren bir meseleye dönüşmesini, insanların dinsel inançları doğrultusunda özgürce bir araya gelme ve örgütlenme hakkına sahip olmasını öngörüyordu. Fransa’da ise dini devletin güdümüne sokan bir laiklik anlayışı daha yaygın bir kabul görecekti. Voltaire, devlet içinde devlet olamayacağını, bütün gücün siyasal iktidarın elinde toplanması ve dinsel alanın siyasal iktidarın denetiminde bulunması gerektiğini söylüyordu. Siyasal birliği bozan, kamusal çıkarı zedeleyen ve devlet için tehlike oluşturan dinlerin, tarikatların ve mezheplerin siyasal iktidar tarafından yasaklanmasını bir zorunluluk olarak görüyordu. Diderot ve D’Alembert’in yayınladıkları ve çok sayıda düşünürün katkıda bulundukları meşhur Ansiklopedi’de de bu görüş savunuluyordu.[3] Ancak tüm bu fikir farklılıklarına rağmen, filozoflar, Kilisenin devlet işlerine ve siyasete karışmaması konusunda ve genel bir hoşgörü ve çoğulculuk anlayışında ortaklaşıyorlardı. Aydınlanma düşünürleri, dinin ruhban sınıfın elinde, dogmaları, bağnazlığı ve cehaleti besleyip üreten bir araç haline geldiği hususunda hemfikirdiler. Ancak felsefi düzeyde dine yaklaşımda aralarında çeşitli farklılıklar bulunuyordu. Tanrı inancını muhafaza edip Hıristiyanlığı “gerçek temellerine” döndürmeye çalışanlar olduğu gibi, deizmi (tanrıya inanmak fakat kurumsal dinleri reddetmek) ve ateizmi (tanrıtanımazlık) savunanlar da bulunmaktaydı. Bir deist olan Voltaire, “bir Yüce Varlığa tapınmanın ve onun ebedi buyruklarına gönülden boyun eğmenin ötesindeki hemen her şey boş inançtır” diyordu. Diğer deistler gibi o da tanrı inancını ahlâklı bir toplum için zorunlu görmekteydi. Bu noktada onun “tanrı olmasaydı bile onu yaratmak gerekirdi” sözü çarpıcıdır. Voltaire’e göre filozoflar inançlı olmasalar da erdemli davranabilirler, ama sıradan insanları suç işlemekten alıkoyabilmek ve toplumun varlığını sürdürebilmek için tanrı inancı şarttır. Bu nedenle uygar bir ülkede kötü de olsa bir dinin olması, hiçbir dinin olmamasından çok daha yararlıdır: “Dolayısıyla prensler ve halklar için yaratıcı, yönetici, ödüllendirici ve cezalandırıcı bir Yüce Varlık düşüncesinin zihinlere kazınmış olması mutlak gerekliliktir.”[4] D’Holbach ve Diderot gibi düşünürlerse deizmi eleştiriyor ve ateizmi savunuyorlardı. Bununla birlikte, din konusunda hoşgörüden ve düşünce özgürlüğünden yanaydılar. Diderot, “insanlar tanrı hakkında ne istiyorlarsa onu düşünsünler, yeter ki kendilerinden farklı düşünenleri rahat bıraksınlar” görüşündeydi örneğin. Bugün Aydınlanma deyince akla öncelikle, çağın filozoflarının din konusundaki geleneksel anlayışla mücadeleleri ve laiklik fikrinin gelişmesi gelmektedir. Ancak tarihe bakıldığında, üretilen fikirlerin büyük bölümünün (örneğin Locke’un laiklik anlayışı, genel olarak din ve fikir özgürlüğü, “hoşgörü” vb.) hayata o saflıkta geçmediği görülmektedir. Laiklik hiçbir kapitalist ülkede dinle devlet işlerinin mutlak ayrılığı biçiminde hayata geçememiştir. İktidarı ele geçirmesinin ardından, burjuvazi, proletaryayı baskı altında tutmak için idealizme ve dine sarılma yolunu tutmuştur. Kilise bir feodal kurum olmaktan çıkmıştır çıkmasına ama bu kez de burjuvalaşarak kapitalizmi koruma işlevini yüklenmiştir. Emekçi kitlelerin Aydınlanma filozoflarının havsalasının alamayacağı ölçüde radikalleştiği 1789 Fransız devrimi ve 1848 devrimleri, bir zamanların “özgürlükçü” burjuvazisi açısından dönüm noktası olmuştur. Engels, materyalizm Fransız Devriminin amentüsü haline geldikçe, materyalizmin beşiği olarak bilinen İngiltere’de burjuvazinin nasıl dine sıkı sıkıya sarılmaya başladığını anlatır. 1848 devrimlerinden sonra ise bunun doruğa çıktığını söyler: “Avamı dindar bir havada tutma gereğine daha önceden inanmış olan İngiliz burjuvazisi, bütün bu deneyimlerden sonra bunun gereğini kim bilir ne kadar yakından hissetmiş olmalıydı! Kıtalı yoldaşlarının alaylı gülücüklerini önemsemeden, alt zümrelere İncil’i öğretmek için her yıl binler ve onbinler harcamayı sürdürdü.”[5]

Eşitlik, nereye kadar?

Aydınlanma düşünürleri, feodal ayrıcalıklara karşı çıkarak, herkesin yasalar karşısında eşit olması gerektiğini savunuyorlardı. Ancak hukuki eşitlik, gerçek anlamda toplumsal eşitlik fikrine dek uzatılmamaktaydı. Onlara göre toplumsal/sınıfsal eşitsizlik esas olarak insanın doğasından kaynaklanmaktaydı ve ortadan kalkması mümkün değildi. Ayrıca var olması bir zorunluluktu da! Şöyle demekteydi Voltaire örneğin: “Hepimiz insan olarak eşitiz, ama toplumun eşit üyeleri değiliz… Bazı Sofistlerin moda haline getirdikleri insanların sözde eşitliği çok tehlikeli bir düştür. Bir efendi için otuz tane ırgat olmazsa toprak ekilip biçilemez… İşçi ya da ırgat temel ihtiyaçlara muhtaç olmalıdır ki çalışsın; çünkü insanın doğası böyledir. Bu büyük sayıdaki insan yoksul olmalıdır, ama sefalet içinde bulunmamalıdır… Bütün insanlar eşit olurlardı, eğer gereksinimleri olmasaydı. Türümüze özgü bu zayıflık bir insanı bir başkasına muhtaç kılar; gerçek kötülük, eşitsizlik değil, bağımlılıktır.”[6] Voltaire’e göre, insanların biri ezenler, diğeri ezilenler olmak üzere iki sınıfa ayrılmaması olanaksızdı. Eğer herkesin rahatı yerinde olsaydı, kimse kendi toprağını bırakıp başkasınınkini ekmeye gitmezdi! “İnsanlar özgür olsunlar, yani serf ya da köle olarak başka birine bağımlı olmasınlar, ama eşitsizlik ve mülk sahibine muhtaçlık devam etsin” şeklinde özetlenebilecek bu anlayış, istisnalar bir yana bırakılacak olursa Aydınlanma filozofları arasındaki yaygın anlayıştır. Açıkça görüldüğü üzere bu, burjuvazinin sınıf çıkarlarının savunusu temelinde kapitalizmin rasyonalize edilmesidir. Aydınlanmacılar için genelleştirilebilecek bir diğer özellikse, değişik tonlarla da olsa, halkı küçük görmeleri, cahil, bağnaz ve aptal bulmalarıdır. Diderot ve Helvetius gibi düşünürler halkın cehaletinin ve bağnazlığının yaygın bir eğitimle aşılması gerektiğini savunurken, Voltaire yalnızca “aydınlatılmaya değen ve buna layık olan”ların eğitilmesinin yararlı olduğunu, büyük çoğunluk içinse bunun gereksiz hatta zararlı olduğunu söyler. Ona göre, “büyük çoğunluk, özellikle de vasıfsız işçilerin çocukları, yalnızca toprağı ekip biçmeyi bilmelidir”! Filozofların saygın, kavrayışlı, aydın insanlar için yazdıklarını ve bunları halkın anlamasının gerekmediğini söyleyen Voltaire, 1765’te Felsefe Sözlüğü’ne yazdığı Önsöz’de şunları söylemektedir: “…bu kitap, yalnız aydın kişilerce okunabilir; ayaktakımı bu tür bilgiler için yaratılmamıştır; felsefe, hiçbir zaman nasibi olamayacaktır onun. Halktan saklanması gereken doğrular vardır diyenler kaygılanmasınlar hiç; bir şey okumaz halk; haftanın altı günü çalışır, yedinci günü meyhaneye gider. Kısacası, yalnız filozoflar için yazılmıştır felsefe eserleri.” D’Holbach da benzer görüştedir: “Gerek ateizm, gerek felsefe ile tüm derin ve soyut bilimler ne avam için ne de insanların büyük çoğunluğu içindir… Halk akıl yürütmediği gibi okumaz da. Ne zamanı vardır ne de yeteneği. Kitaplar, ulusun, koşulları, eğitimi, duyguları sayesinde kötülüğün üzerinde bulunan bölümü için yazılır yalnızca.”[7] Bunun, yaşadığımız topraklarda da yakından tanıdığımız bir aydın elitizmi olduğu çok açıktır. Bu bakış açısının iktidar sorunundaki yansıması ise “aydın despotizmi” olarak adlandırılan ve Aydınlanmacıların büyük bir bölümüne egemen olan anlayıştır. Bu anlayışa göre, ideal toplumsal-ekonomik yapıya ancak “aydınlanmış” ve mutlak güçle donanmış bir monark sayesinde ulaşılabilir. Monarkı aydınlatma işini ise “her konuda akılla hareket eden ve gerçek bilgiye sahip” filozoflar yapacaktır! Bu görüşe göre, ideal monark filozof-kraldır! Bu akıllı kral, toplumun iyiliğini düşünerek en doğru kararları verecek ve özgürlükler bu şekilde tesis edilecektir. Dolayısıyla toplum adına en iyiyi, en doğruyu bilen kişi devletin başındaki despottur! Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşunun ardından büyük bir Aydınlanma hamlesi gerçekleştirdiği iddia edilen Kemalist diktatörlüğün benimsediği model de işte bu olacaktır! Aydınlanma düşünürleri, iktidarın sınırlandırılması, yasaların egemenliği ve siyasal temsil konusunda genel bir hemfikirlilik içindedirler. Ancak bu onların devlet biçimi konusunda aynı görüşleri savundukları anlamına gelmiyor. Aksine, bu konuda monarşiden cumhuriyete uzanan geniş bir düşünce yelpazesi söz konusudur. Benzer bir ayrışma siyasal katılım konusunda da kendini göstermektedir. Örneğin D’Holbach yurttaşlığı mülkiyet kriterine bağlar ve seçme ve seçilme hakkının sadece mülk sahiplerine verilmesi gerektiğini, yurttaşı yurttaş yapanın mülkiyet olduğunu savunur. Fransız devriminde Jakobenlerin esin kaynağı olan Rousseau ise yurttaşlık konusunda mülkiyet ayrımını reddeder. O Aydınlanma filozofları arasında halkçı fikirlere en yakın düşünür olarak sivrilmektedir. Bununla birlikte, aydınlanma filozoflarının tümü, kadınları yurttaştan saymama ve aşağı bir cins olarak görme konusunda hemfikirdirler. Onlar “halk” derken de aslında erkekleri kastetmektedirler. Benzer şekilde, Siyahları insandan saymamaya varacak kadar ırkçı görüşlere sahip Aydınlanma düşünürleri olduğu gibi (Hume, Montesquieu, Kant gibi), aralarında Diderot’nun da bulunduğu tümüyle zıt görüşte olan düşünürler de bulunmaktadır. Köleliğe ve sömürgeciliğe karşı tutumlarda da böylesi bir ayrışma söz konusudur. Görüldüğü gibi tek bir “Aydınlanma felsefesi” yoktur ve çağın düşünürleri arasında radikal olanların yanı sıra ılımlı ve kimi konularda son derece tutucu olanlar da bulunmaktadır.

Aydınlanmacıların idealist tarih anlayışı

Aydınlanma düşünürlerinin insanı, doğayı ve tarihi yorumlarken teolojik anlayıştan uzaklaşmış olmaları kuşkusuz büyük bir adımdı. Ancak bu, söz konusu düşünürlerin tümünün materyalist oldukları anlamına gelmediği gibi, materyalist olanlar da idealist bir tarih kavrayışından kopmuş değillerdi. Örneğin materyalist filozoflardan D’Holbach ve Helvetius da, tıpkı diğerleri gibi, dünyayı fikirlerin yönettiğine ve bütün tarihsel evrimin son tahlilde fikirlerin evrimiyle açıklanabileceğine inanıyorlardı. Onlara göre, ahlâki ve siyasi bozukluğun nedeni bilgisizlik, tecrübesizlik, basiretsizlikti. Yanlış, adaletsiz, bozuk yönetim biçimleri ancak halklar ve yöneticiler bilgiyle donanıp aydınlanırlarsa, yani yanlış fikirlerden arınırlarsa ortadan kalkacaktı. Ancak, 18. yüzyılı 19. yüzyıldan bir giyotin darbesiyle ayırıveren Fransız devrimi sayesinde bu inanç ölümcül bir yara aldı. “Cahil” ve “aptal” olarak görülüp aşağılanan halk, eski rejimle birlikte filozofların tüm düşünsel kurgularını da yerle bir etmişti: “XVIII. yüzyıl, aklın zaferine kesin olarak inanıyordu. Voltaire, akıl en sonunda daima haklı çıkar, diyordu. Devrim olayları bu inancı kırdı. Öyle beklenmedik olayların meydana geldiği, tamamen imkânsız ve mutlak surette akla aykırı gibi görünen öyle şeylerin başarıya ulaştığı, öyle hikmetli hesapların olayların kaba mantığı tarafından altüst edildiği görüldü ki, galiba akıl en sonunda hiçbir zaman haklı çıkmayacak diye düşünülür oldu.”[8] Yaklaşık yarım asır sonra, tarihin işleyiş yasalarını ve sınıfların doğasını materyalist bir yaklaşımla ortaya koyan Marx, toplumsal olguları maddi temellerle değil düşüncelerle açıklayan ve tarihi maddi temellerinden koparan bu idealist tarih anlayışını da yıkmış olacaktı.

Aslolan dünyayı yorumlamak değil değiştirmektir!

Marksizmin kurucuları Aydınlanmaya hak ettiği önemi vermekle birlikte, onun sınırlılığını ve aşılmaya mahkûm olduğunu da açıklıkla dile getirmişlerdi. Aydınlanma düşünürleri çağlarının yüz yüze olduğu sorunlar karşısında değerli fikirler üretmişlerdi, ancak Engels’in de vurguladığı gibi, çağlarının önlerine koyduğu sınırları aşmaları olanaksızdı. Akla seslendiler, ama onların sonsuz akıl dedikleri şey burjuvazinin idealize edilmiş aklından başka bir şey değildi. Fransız devrimi, bu “akıl toplumu”nu ve bu “akıl devleti”ni gerçekleştirdiğinde, yeni kurumlar eski koşullara göre ne kadar akılcı olursa olsunlar, bunların hiçbir şekilde mutlak olarak akılcı olmadıkları ortaya çıktı. Akıl devleti tümüyle iflasa uğrarken, vaat edilmiş sonsuz barış, sonsuz bir fetih savaşına dönüşmüştü. “Akıl toplumu” denen şeyin durumu da bundan iyi değildi. Zengin ve yoksul karşıtlığı ortadan kalkmak yerine iyice keskinleşmişti. Küçük-burjuvazi ve küçük köylü, büyük toprak sahiplerinin ve büyük sermayenin rekabeti altında ezilerek ve elinde ne varsa ona kaptırarak, mülkiyet özgürlüğü denen şeyin gerçekte “mülksüzleşme özgürlüğü” olduğunu görmüştü. Kapitalist sanayi işçi kitlelerin yoksulluğunu ve sefaletini de genelleştirip yaygınlaştırmıştı. Kısacası Aydınlanmacıların görkemli vaatleriyle karşılaştırıldığında, oluşturulan toplumsal ve politik kurumlar, büyük bir hayal kırıklığı yaratan karikatürler olarak ortaya çıkmışlardı.[9] Aydınlanmacıların burjuva toplumla sınırlı ufkunu aşacak ve insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, barış, refah gibi evrensel ideallerinin gerçeğe dönüşmesine giden yolu gösterecek olansa, sosyalizmi bilimsel temellerine kavuşturan Marksizm olacaktı. “Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” diyen Marx, bu idealleri hayata geçirebilecek tek devrimci sınıfın proletarya olabileceğini göstererek, düşünceden eyleme geçiş çağının da müjdecisi olacaktı.


[1]   Engels, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, İnter Yay., s.46
[2]   Engels, age, s.26
[3]   Mehmet Ali Ağaoğulları, Kral-Devletten Ulus-Devlete, İmge Yay., s.310
[4]   akt. Mehmet Ali Ağaoğulları, age, s.299
[5]   Engels, age, s.34
[6]   akt. Mehmet Ali Ağaoğulları, age, s.293
[7]   akt. Mehmet Ali Ağaoğulları, age, s.316
[8]   Plehanov, Marksizmin Temel Sorunları, Sosyal Yay., s.181
[9]   Engels, age, s.48

Ocak 2011
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 70, Ocak 2011
Marksizm Dışı Sol Eğilimler
Bilim/Kültür
Share

Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /2

2.bölüm

salon_de_madame_geoffrin.jpg

Türk usulü Aydınlanma

18. yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma, ekonomik olarak serpilip gelişen burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmek üzere başlattığı bir özgürleşme hareketiydi. Aydınlanma düşünürleri, doğrunun ve yanlışın kriterinin tanrısal vahiy ya da dinsel dogmalar değil “akıl” olması gerektiğini savunuyorlardı ve Aydınlanmaya temel özelliğini veren de bu düşünceydi. Ne var ki bu akıl, iktidarı ele geçirip kendi egemenliğini kuracak olan burjuvazinin idealize edilmiş aklından başka bir şey değildi. Nitekim 1789 Fransız Devrimiyle kurulan burjuva cumhuriyet, yüceltilen bu “akıl” devletinin gerçekte ne olduğunu gösterecekti. Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken, Asyatik üretim tarzının hâkim olduğu Osmanlı toplumunda, Batı’daki gibi bir sivil toplum oluşumunun esamesi dahi okunmuyordu henüz. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu Batı’dan tamamen kopuk bir imparatorluk da değildi. Bu nedenle, Batı’daki gelişmeler Osmanlı yönetici sınıfını da etkiliyor ve değişime zorluyordu. Nitekim, bir yandan Avrupa burjuvazisinin dayatması, öte yandan devletin bekasını ve kendi sınıfsal çıkarlarını burada gören bürokrasinin reform yanlısı kesimlerinin bastırmasıyla, 19. yüzyıl Osmanlı toprakları da bir dizi reform hareketine sahne olacaktı. Fakat bu reformlar, Batı Avrupa’daki gibi toplumsal gelişmenin dayatması sonucunda ortaya çıkmış reformlar değildi kuşkusuz. Osmanlı’da 19. yüzyılın başlarında karşılaşılan reform çabaları, aslında Batı karşısında giderek zayıflayan ve çökme tehlikesiyle yüz yüze gelen Osmanlı devlet cihazını güçlendirmeye, tahkim etmeye yönelik reformlardı. Tanzimat döneminde (1839-1876) doruğa ulaşan bu reformların gene de Osmanlı devletini ve onunla bağlantılı olarak bürokrasiyi “modernleştirmekten” ve “Batılılaştırmaktan” öte ciddi toplumsal sonuçları olmayacaktı. Çünkü Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılın ilk yarısında giriştiği bu tepeden reform hareketi, Batı Avrupa’daki gibi bir burjuva perspektife sahip olmadığı gibi, onun iktisadi ve sosyal dayanağına da sahip bulunmuyordu. Ama 19. yüzyılın ilk yarısındaki bu tepeden reform hareketinin, gene de Osmanlı toplumunda belirli değişimlerin yaşanmasının ve daha sonraki reformların yapılabilmesinin yolunu açmış olduğu da görmezden gelinemez. Nitekim yeniçeri ocaklarının 1826’daki tasfiyesinden sonra, Avrupa orduları gibi giyinen, onlar gibi donatılan ve bizzat Avrupalı askeri danışmanlar tarafından eğitilen modern bir ordu kurulmuş (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ve bu ordu hem siyasal merkezileşmede önemli bir rol oynamış, hem de 19. yüzyıldaki modernleşme hareketinin ve reformların itici gücü olmuştu: “Örneğin, yüksek öğretimin modernleştirilmesine önce askerî okullardan başlandı. Subayların eğitilmesi için Harbiye, askerî doktorların ve veterinerlerin eğitilmesi için Askerî Tıbbiye mektepleri açıldı. Bütün bunların yanı sıra, yeni ordu için modern bir maaş sistemi kuruldu ve buna uygun bir vergi reformu da yapıldı. “Esasında bu reform çabalarının tümü de temel bir amacın gerçekleştirilmesine yönelikti: Ordunun güçlendirilmesi, iktidarın merkezîleştirilmesi ve tüm karar mekanizmasının merkezî iktidarın elinde toplanması. Bu amaca ulaşabilmek için, taşradaki hanedanları ve İstanbul’daki yeniçerileri zora başvurarak ortadan kaldıran II. Mahmud yönetimi, ulemanın hareket alanını da kısıtlama yoluna gitti. Ulemaya iktisadî güç sağlayan vakıfların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı ve bunlar yeni kurulan Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bakanlığı) bağlandı. Ayrıca bu dönemde, eski «divan teşkilâtı» da kaldırılarak yerine Avrupa tipi bakanlıklar (nazırlık) kuruldu. Avrupa’yla daha yakın ilişkiler kurulmak üzere, Avrupa’nın önemli kentlerinde daimi elçilikler açıldı. Bürokrasinin yabancı dil öğrenmesine önem verildi ve tercüme odası kuruldu. Bürokrasi açısından son derece önem taşıyan diğer bir değişiklik daha yapıldı bu dönemde. Bürokratların sağlığında veya ölümünden sonra servetlerine devletçe el konulması (müsadere) usulü kaldırıldı ve böylece bürokrasiye çok önemli bir güvence sağlanmış oldu. “İktidar tümüyle bürokrasinin elinde merkezîleşirken, bürokrasi de kendi içinde bir değişim geçirmekteydi. Bürokrasi, Batılı anlayışta modern yönetici kuşakların yetişmesi için okullar açıyor ve bu okullarda öğrenimlerini tamamlayan öğrenciler, yüksek öğrenimlerine Avrupa’da devam ediyorlardı. Bunlar öğrenimlerini bitirip ülkeye geri döndüklerinde, devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere geliyorlardı. Bürokrasinin burjuva idealleriyle yoğrulmuş aydın kesimini oluşturan bu Avrupa eğitimli bürokratlar, ilerde göreceğimiz üzere, reform hareketlerinin öncüsü ve itici gücü haline geleceklerdi. “Ne var ki, Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva idealleri benimsemiş olan bu aydın yönetici kesim, esaslı bir çelişkiyi taşımaktaydı bağrında. Bunlar bir yandan, siyasî ve iktisadî güçleri merkezîleştirmek ve kendi güçlerinin esas kaynağı olan devlet yetkilerini hep muhafaza etmek isterken, diğer yandan da devleti, Avrupa’dan esinlendikleri liberal fikirler doğrultusunda evrimleştirmek isterlerdi. Tabii bu ikincisini, yani devleti liberalleştirme isteklerini, kendi çelişkili sınıf doğalarından ötürü hiçbir zaman gerçekleştiremediler. “Öte yandan, Avrupa’nın burjuva ideallerini ne denli benimsemiş olurlarsa olsunlar, sistemin niteliği ve kendi sınıf doğaları gereği, bu bürokratların kapitalistleşme yönünde bir evrim geçirmeleri de pek olası değildi. Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti. Bürokrasinin iktidar tekelinin güçlenmesi ise, ilerde göreceğimiz gibi, Batı’dakine benzer bir ulusal kapitalist sanayileşmeye değil, Avrupa kapitalizminin Osmanlı pazarına nüfuz etmesine yol açacaktı. Paradoks gibi gelecek ama, bürokrasinin devletçiliği, Avrupa sermayesinin Osmanlı toplumunu sömürmesini engellememiş, tersine kolaylaştırmıştır.”[1] Osmanlı’nın ve sonrasında TC’nin Batı’ya öykünen modernleşmeci asker-sivil bürokratlarının Aydınlanmacılığı aslına bakılırsa iki büyük dezavantajla malûldü. Birincisi, Avrupa’da Aydınlanmayı da doğuran tarihsel-toplumsal koşullarla bu topraklardaki koşullar arasındaki derin farklılıktı. Aydınlanma Batı tarzı gelişim çizgisinin bir ürünüydü. Dolayısıyla, toprakta özel mülkiyetin olmadığı, feodalizmin yaşanmadığı, Batı’daki gibi bir burjuva sınıfın gelişmediği, Doğu despotizminin hüküm sürdüğü bu topraklarla arasında kan uyuşmazlığının olması şaşırtıcı değildi. İkincisi, 19. yüzyılın ikinci yarısının ve TC’nin kuruluş dönemine denk gelen 20. yüzyılın, burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği ve siyasal olarak gericileştiği bir tarihsel döneme denk gelmesiydi. Üstelik TC’nin kuruluşunun ilk dönemlerinde bu tabloya 1929 ekonomik krizinin ve Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm melânetinin eklenmesi, bu gericiliği iyice katmerlendirmişti. Dolayısıyla, Osmanlı’dan miras alınan despotik ve bürokratik devlet geleneği, TC’nin modernlik kisvesi altında aynı kıyıcılığı ve baskıcılığı sürdürme şansı bulacaktı.

Osmanlı’dan TC’ye uzanan süreklilik

Yukarıda dile getirmeye çalıştığımız gibi, Türkiye’de modernleşme ya da Aydınlanma çabaları, Kemalist mitin aksine, cumhuriyetle birlikte başlamamıştı. Kemalist burjuva önderliğin cumhuriyet döneminde gerçekleştirdiği reformlar, Mehmet Sinan’ın da dile getirdiği gibi, Tanzimat dönemindeki aydın bürokrat tabakanın otokratik reformlarının bir devamıydı ve her iki dönemde de bu reformlar merkezi devletin mutlak hâkimiyetini korumak ve güçlendirmek amacıyla yapılmışlardı. Fakat bu noktada Osmanlı ile TC arasında esaslı bir fark bulunmaktaydı: “Osmanlı’da toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın bütünlüğünü ve birliğini sağlamak bakımından, devletin dayandığı ideoloji İslamdı. Osmanlı’nın aydın bürokrat eliti, modernleşme/Batılılaşma projesini sürdürürken de bu ideolojiye dayanmış ve hiçbir zaman onu bir kenara itmeyi düşünmemişti. Oysa yeni ulus-devletin (TC’nin) inşası sürecinde yönetici bürokrasi dinî ideolojiyi bir kenara itecekti. Çünkü çok uluslu, çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin siyasal yapısının ruhunu oluşturan dinsel ideoloji (İslam), Batı normlarına göre inşa edilmeye çalışılan yeni ulus-devletin siyasal sistemine hiç uygun düşmüyordu. Ulusal temelde inşa edilmeye çalışılan yeni devlet yapılanmasına, yeni bir siyasal ideoloji gerekiyordu. “Bu nedenledir ki Kemalist bürokratik elitin dört elle sarıldığı yeni ideoloji, etnik milliyetçilik temelinde bir ideoloji, yani «Türk milliyetçiliği» ideolojisi oldu. Kemalist bürokrasi bu yeni siyasal ideolojinin hem dinden doğan boşluğu doldurmasını hem de yeni ulus-devletin inşasında kaynaştırıcı bir çimento işlevi görmesini istedi. Bu nedenledir ki Kemalist bürokrasi, bir yandan dinin yerine ikame ettiği şoven Türk milliyetçiliğini toplumda egemen kılmaya çalışacak, diğer yandan da dine ve dinsel temelli örgütlere karşı yürüttüğü mücadeleyi “devrimciliğin gericiliğe karşı mücadelesi” olarak sunacaktı topluma. Ve böylece, “devrimcilik” konusunda esaslı bir ideolojik yanılsama da yaratılmış olacaktı toplumda. Nitekim Kemalist bürokrasi toplumda yaratılan bu yanılsamadan yararlanarak, kendisini devrimci, rakiplerini ve muhaliflerini ise hep gerici, bölücü, irticacı vb. olarak göstererek, sorgusuz sualsiz bir şekilde tasfiyeye girişti.”[2] Bu dönemde gerçekleşen Kürt isyanları irticaî hareketler olarak damgalanırken, Mustafa Kemal’in mutlakçı yönetim tarzına muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da aynı şekilde irticacılıkla suçlanıp tasfiye edildi. Benzer şekilde, Mustafa Kemal’in kendi emriyle kurdurtup kısa bir süre sonra kapattırdığı Serbest Fırka da irticacılık suçlamasından nasibini alacaktı. Oysa aynı Kemalist önderlik, daha birkaç yıl önce, kitleleri peşine takmak için dini ideolojik bir silah olarak kullanmaktan geri durmamıştı. Milli Mücadele döneminde işçiler ve köylüler, “hilafeti ve saltanatı korumak üzere yürütülen kutsal savaş”a çağrılmışlardı. Şeriat devleti olarak görülen Osmanlı’da II. Meşrutiyet Meclisi dini törenle değil Anayasaya övgülerle açılırken, “Aydınlanmacı” Mustafa Kemal, Birinci Büyük Millet Meclisinin hilafete ve saltanata övgülerle ve dini törenlerle açılmasını buyuruyordu. 23 Nisan 1920’de yayınladığı tamimde, Cumanın kutsallığından yararlanarak, Hacıbayram-ı Veli Camiinde namazdan sonra Sakal-ı Şerif ve sancak-ı şerifi taşıyarak, Kuran ve namazın nurları feyzlenerek bir dua okumasıyla kurbanlar kesileceği söyleniyordu. Tüm Ankara’da hatim ve Buhari-i şerif okunmasına başlanacağı, ülkenin her yanında Cuma günü ezandan önce minarelerde salavat-ı şerife okunacağı ve hutbe sırasında “Hilafetmeâbımız Padişahımız efendimiz hazretlerinin” ünlü adının seslenileceği belirtiliyordu. İlerleyen yıllarda, bazı milletvekilleri 1924 Anayasasındaki “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” maddesinin kaldırılmasını önerirlerken, Mustafa Kemal, “daha zamanı ve sırası gelmedi” diyerek bu maddenin kalmasını savunacaktı. Üstelik bu ısrar 1928’e kadar devam edecekti. Laikliğin anayasa ilkesi haline getirilmesi ise ancak 1937’de gerçekleşecekti. Görüldüğü gibi, tümüyle pragmatist bir tutumla hareket eden Kemalist rejim, çıkarı gereği her türlü demagojiye başvurmuştu. Aydınlanma adına, onun en elitist, en despotik, en anti-demokratik yorumunu benimsemiş olan Kemalist iktidarın laiklik anlayışı da bu yoruma paralel olarak şekillenmişti. Kemalizmin laiklik anlayışı, Aydınlanma filozoflarından Locke’un savunduğu özgürlükçü laiklik yerine, Fransa’da benimsenmiş olan ve dinin devletin güdümüne sokulmasını savunan Voltaire usulü bir laiklikti. Yazımızın ilk bölümünde belirttiğimiz gibi, Locke’un “özgür bir devlette özgür bir kilise” sözleriyle formüle ettiği laiklik anlayışı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin din işlerine karışmamasını ve hiçbir mezhepten yana olmamasını, dinin insanın vicdanını ilgilendiren bir meseleye dönüşmesini, insanların dinsel inançları doğrultusunda özgürce bir araya gelme ve örgütlenme hakkına sahip olmasını öngörüyordu. Voltaire ise, bütün gücün siyasal iktidarın elinde toplanması ve dinsel alanın siyasal iktidarın denetiminde bulunması gerektiğini söylüyordu. Kemalist bürokrasi kendine model olarak bu ikincisini almıştı, ancak daha despotik bir yorumla uygulamaya koyacaktı: “Kemalist bürokrasinin bu dönemde yaptığı reformların bazıları, işte bu nevi şahsına münhasır «laiklik» ve «modernleşme» anlayışı temelinde yapılmış reformlardır. Örneğin, Şeyhülislamlığın kaldırılması ve yerine, dini otorite olarak bir devlet memurunun, yani Diyanet İşleri Başkanı’nın geçirilmesi, dini mahkemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini mevzuat yerine Batılı kanunların ikamesi (İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu vb.) gibi. Bunun yanı sıra, gene Batıya benzemek için tepeden inmeci bir şekilde yapılan reformlar da vardır. Örneğin, halkın fes giymesinin yasaklanması ve şapkanın milli başlık olarak halka zorla dayatılması; Batı giyiminin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi; Latin alfabesinin ve Batılı ölçü birimlerinin kabulü; hafta tatilinin Cuma yerine Pazar gününe alınması; Hıristiyan takviminin kabulü; soyadı kanununun kabulü; alaturka müziğin yasaklanması, buna karşılık opera, bale ve çok sesli müziğin teşvik edilmesi ve tabii bir de Mustafa Kemal’in heykellerinin her yere dikilmesinin teşvik edilmesi! İşte «Atatürk Devrimleri» denen reformların belli başlıları bunlardır! Burada şu hatırlatmayı yapmadan da geçmeyelim: Bu «devrimler» içinde en kanlısı «Şapka Devrimi» olmuştur. Halka zorla şapka giydirebilmek için tam 70 kişiye idam cezası vermek zorunda kalmıştır Kemalist bürokrasinin «modern» cumhuriyet rejimi!”[3] Emekçi kitleleri dışlayan, demokrasisiz bir cumhuriyetçilik, ırkçı bir milliyetçilik, halksız bir halkçılık, tepeden çıkarılan kanunlara ve buyruklara indirgenmiş bir devrimcilik, devletin dini tümüyle kendi denetimi altına aldığı ve kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı bir laiklik, emekçilerin dizginsiz ve kuralsız sömürülmesi yoluyla sermaye birikimi sağlamayı hedefleyen kapitalist bir devletçilik! “Aydınlanmacı” Kemalizmin altı oku işte budur. Üstelik bu oklar arasında demokrasi göstermelik olarak bile hiçbir zaman yer almamıştır. Kemalizmin ideologu ve tek parti diktatörlüğünün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözleri Kemalizmin demokrasi anlayışını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır aslında: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde, buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de, bundan başka bir şey değildir.”[4] Tıpkı Osmanlı’daki gibi, M. Kemal önderliğindeki sözde Aydınlanmacı bürokratik elit de halkı cahil, kafasız bir sürü olarak görmüştür. Bu geriliğin “eğitim ve kültürlendirme” yoluyla ortadan kaldırılması gerektiğini dillendirirken, onun asıl kaynağı olan toplumsal ve iktisadi yapıya hiçbir şekilde dokunmamıştır. Bu yapıyı hızla parçalamaya yönelik adımlar atmak yerine, kırın en geri unsurlarıyla (toprak ağaları, aşiret reisleri vb.) uzlaşma yoluna gitmiştir.[5] Bu politika nedeniyle kırın yapısı uzun yıllar boyunca değişmeden kalmıştır. Bu arada modernleşme adına yapılan dayatmalarsa muazzam bir toplumsal travmaya yol açmıştır: “Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün ‘Beyaz Türk’ lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti.”[6] Kemalizmin biçimsel ve yüzeysel bir şekilde içini doldurduğu ilericilik-gericilik ayrımı, egemen sınıf içindeki iktidar kavgasının ilericilerle gericiler arasındaki mücadele olarak yansıtılmasında ve rejim muhaliflerinin tasfiye edilmesinde son derece güçlü bir silah olarak kullanılmıştır. Kemalist rejimin dogmalarıyla eğitilen ve kendini “ilerici” olarak gören okumuş kesim de bu sayede Kemalist rejime kolayca yedeklenmiştir. Bu olgu ne yazık ki günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Üstelik Kemalist şablondan hareketle dinci gericiliğin iktidarı olarak tanımlanan AKP iktidarı, Kemalist devletlûların yoğun çabaları sonucunda, bu sözde ilerici kesimi paranoik bir infiale sürüklemiştir. Kimi sosyalist çevreler de bu akıl tutulmasını soldan beslemeyi kendilerine vazife edinmişlerdir. Bugün, ilericilik adına Aydınlanma kılıcına sarılan sosyalizm postuna bürünmüş Kemalistlerin başını TKP çekiyor. Aydınlanmanın hiç olmadığı kadar tehlike altında olduğunu söyleyerek “Aydınlanma ve Özgürlük” kampanyaları örgütleyen, okullarda “aydınlanma komiteleri” kurmaya girişen ve “büyük bir Aydınlanma hamlesine” ihtiyaç olduğundan dem vuran TKP’ye göre AKP Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına sürüklemektedir. Bu yüzden de Aydınlanmaya ve cumhuriyete sahip çıkmak solun öncelikli meselesi olmalıdır. Anayasa referandumunda evet oyu veren yüzde 58’lik kesimi “gericiler” olarak dışlayıp yüzde 42’yi “ilericiler” olarak kucaklayan, Çankaya’daki son 29 Ekim resepsiyonuna Hayrünisa Gül’ün başörtüsüyle katılmasının ardından “cumhuriyetin tasfiyesi tamamlanmıştır” diyerek karalar bağlayan bu sözde komünistler, Kemalizmle “aydınlanmış” “sol”u AKP’ye karşı ortak mücadele cephesi oluşturmaya çağırmaktadırlar. Görüldüğü üzere Kemalist rejimin muhaliflerini tasfiye etmek için başvurduğu antika silah, bugün kendine komünist diyen Kemalistlerce de kullanılmaktadır. Tek parti diktatörlüğüne dayanan Kemalist cumhuriyeti “Aydınlanma devrimi” olarak kutsamak, bırakalım Marksizmi, genel demokratlık ve ilericilik kriterlerine göre bile, Aydınlanmanın çağrıştırdığı özgürlükçü, demokratik değerleri ayaklar altına almak anlamına gelmektedir. Ancak asıl hazin olan, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanların Aydınlanmayı bayraklaştırmalarıdır. Bırakalım komünizm kisvesine bürünmüş Kemalistler bizzat Kemalizmin paçavraya çevirdiği Aydınlanmaya “elden gitti” diye ağıtlar yakadursunlar, devrimci işçi sınıfını aydınlatan ışık burjuva Aydınlanmanın değil Marksizmin ışığı olmaya devam edecektir.


[1] Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /13, www.marksist.com
[2] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /3, www.marksist.com
[3] Mehmet Sinan, age
[4] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137
[5] Ayrıntılı bilgi için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[6] Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, MT, Ekim 2007

Şubat 2011
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 71, Şubat 2011
Marksizm Dışı Sol Eğilimler
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/2572?qt-diger_makaleler=2